Su’-i Hatime (Kötü Son)

Su’-i Hâtime  (Kötü Son)

İnsanın, ezeldeki ilk  yaratıldığı ruhlar âleminden,  yaşadığımız Mülk âlemine indirilme sebebi; burada kendisine verilmiş olan nefsi ile Rabbini bilmesi, aslını tanıması ve bunlar uğruna pek çok imtihan geçirmesi ve bu imtihanları kendi lehine başarı ile vermesi ve bunun sonunda da, ahiret saadetini kazanması içindir.

Kötü son ise; bu imtihanları başaramamak sonucunda, ahirete yani sonsuz hayata hüsran ile gitmesidir. Kötü son iki türlü gelişebilir:

1)En kötü ve korkunç olanı; şüphe ve inkâr üzere ölmektir. Can çekişme anında kalpte şüphe veya inkâr ağır gelerek, bu hal üzere ölmek ile, ebedi olarak Allah ile arasında perde oluşması ve bu perdenin ebedi olarak kalmasıdır. Ki, bu da ebedi azâbı gerektiren küfür ve inkâr halidir. Şüphe ve inkâr üzere ölmenin de iki sebebi vardır:

Birinci sebep: Kişi zühd, amel ve verada tam manası ile ehil olduğu halde, küfür ile ölebilir. Meselâ; zahittir fakat bid’at sahibidir. Bu bid’at mezhepler bakımından olmayıp; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında hakiki olmayan bir inanç sahibi olması ile oluşmuştur. Bu inancı kendi görüş ve kanaatine bağlıdır. Bu kanaatine tam olarak bağlanmasıyla veya böyle bir bid’at sahibine inanıp, onu taklid etmesi ile olur.

Bid’at; Kur’an, Hadis ve Sünnet ile gelen bilginin dışında bir şeyi veya bir şeyleri eklemek, değiştirmek suretiyle, yahut ta dinde olmayan bir şeyi yeni olarak dine sokmak ile olur.

Abdullah b.Avf(r.a.)’dan bildirilen bir hadiste: “İslâm garip olarak başlayıp, yayıldığı gibi; yakın zamanda da garip olarak döner. O zaman müjde ve saadet garip olanlar içindir” buyurulmuştur. Eshab bu gariplerin kimler olduğunu sorması üzerine; “Benden sonra benim sünnetimden insanların bozduğu şeyleri, düzeltenlerdir” buyurulmuştur.

Süfyan bin Uyeyne: “Bir kimse, Resullullah(s.a.v.)’ın eshabına dil uzatsa, o kimse nefsine uymuştur ve bid’at sahibidir” der. Abdullah b. Mes’ud (r.a.): “ Sünnet-i seniyyeye uyun, bid’at sahibi olmayın, bu size yeter” demiştir.

“Allah-ü Tealâ bid’at sahibinin bid’ati terk edinceye kadar amelini kabul etmez”                                                        İbn-i Abbas

Ebû Eyyüb Sahtiyani der ki; “Bir kimseye sünnetten bir şey söylendiğinde, o kimse (bana sünnetten anlatma, Kuran’dan haber ver) dese, biliniz ki o, sapmıştır”.

“Benden sonra yaşayanlar çok bid’atler ve uygunsuzluklar görür. O zaman siz, benim sünnetime ve benden sonra gelen Hulefa-i Raşidin’in sünnetlerine yapışınız ve devam ediniz. Sonradan çıkma şeylerden sakınınız, uzak durunuz. Zira çıkan her şey bid’attır ve her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Dalâlette olanlar ise, Cehennemdedir”                             Urban b. Sariye

“Benim ümmetim üzerindeki en büyük fitne şu fitnedir ki; onlar işleri kendi rey ve arzularına kıyas ve tevfik ederek, helâli haram, haramı helâl kılarlar”                    Avf b. Mâlik-i Eşca’i

Böylece bid’atlerin üç türlü olduğunu biliyoruz:

Masum bid’atler:

Meselâ aşure, dinden olmadığı halde, fakire ve insanlara dağıtmak  niyetiyle yapmak ve dağıtmakta mahzur yoktur. Bunlar kişiye sorumluluk getirmediği gibi, sevap da kazandırır. Bid’at-ı Hasene denir.

Mezhep bid’atleri:

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat demek, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnet ve hadisinden bir şey eksiltmeden ya da bir ilâve, yenilik yapmadan aynısını benimseyip, reddetmeme yanı sıra, “cemaat” kavramı ile de; kendilerinden sonra gelen dört halife’yi aynen benimseyerek, onların uydukları sünnetleri ve kendilerini reddetmeden kabul etmektir. Aralarında biri diğerinden üstündür demeden, yahut bazısını noksan veya kabahatli görmeden, “Ashabım hakkında konuşmayınız” ve “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz” hadislerini unutmadan, tarafsız fakat imanî nazarla bakmalıdır.  Bunların dışında kalan topluluklar, bid’at çıkardıkları için, mezhepte bid’atçılar olmuş olur. (Kaderiye, Cebriye, Hululiye,.., v.s.)

Allah-ü Tealâ’nın Zât, sıfat ve fiillerinde olan bid’atler: İşte şuraya kadar genişleterek anlatmak zorunda kaldığımız, esas bu konu idi. Kişinin taatlerde, verada, takvada, hattâ zühdde önde olduğu halde, yanlış bir itikada kapılarak veya böyle birine uyarak, bid’at sahibi olması söz konusuydu. Fiillerde, sıfatlarda ve Zât ile ilgili olan bid’atlerden misaller ile anlatacak olursak;

Fiiller ile ilgili Bid’atler: Meselâ; sebepleri İlâh mesabesine çıkarmak, dolayısıyla o sebebe kızmak, kinlenmek, beddua etmek. İşleri yapanı,  bazen Allah-ü Tealâ, bazen kulmuş gibi görmek. Veya kendi başına gelenleri, büyüklerin başına gelen ve Allah’a yaklaştırıcı sebeplerden olan müsibet ve belâlardan sayıp; bir başkasınınkileri o kulun yaptıklarına karşılık olarak Allah tarafından verilen cezalar olarak görmek. Halbuki: “Bir kulumu seversem, onu belâ ve müsibetler ile iptilâ ederim, sonra da süratle kendime yaklaştırırım” Hadis-i şerif’i unutulmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, fiil tecelliyatından habersiz olmak böyle bid’ate sebep olur. Allah-ü Tealâ’nın Cennet’i ve Cehennem’i  yarattığını ve içini dolduracağını haber verdiği halde ve bu bilgi Kur’an ile sabit iken; “Cennet te Cehennem de dünyadadır” inancını yaymak da fiillerde bid’at sahibi olmaya delildir. Ve bütün işlerin sahibi Allah(c.c.)’dır diye söylediği halde, her hangi bir şeyi kuldan beklemektir. Yine fiil tecelliyatına eremediği için, kendi söylerse “Allah söyletti” olur, başkası söylerse, o başkası söyledi, olur. Böylece tevhidden ayrılır ve İlâhları çoğalır.

Sıfatlar ile ilgili bid’atler: Yine sıfat tecellilerine uğranmadığından ve bu konuda ilimlenme de olmadığı için, sıfatların hakikati tanınmamış olur. Meselâ; kudret sıfatını künhü ile kavrayamamış biri, hemen kendinde o kudreti görür de, kendinde gördüğünü, Allah-ü Tealâ’nın kudreti  sanır. Hattâ kendinde “ol” emri var, sanır. Veya O’nun kudreti yetmez, sanır. En çok iradede yanılma olur. İrade sıfatını tam olarak bilemediğinden, kader sırrını da anlayamaz. Ezelinden haberi olmaz. Ahirinden emin olur. Halbuki Yüce İrade nasıl murad etti ise o olacaktır. Kişinin elinde, kendisine bırakılmış olan kadar bir irade ile, taat vardır. İlâhi İradenin ezeldeki hükmünün ne kadar geniş kapsamlı olduğunu bilemez. Böylece şu iki günlük dünya hayatında kısa vadedeki başarılarını, kendisine verilen merhamet sebepli mühlet olduğundan habersiz, kendi kaderinde kendini muzaffer görür. Kendisinin dışındakiler hakkında da “Cehennemlik veya günahkâr” damgasını vurur. Sıfat tecelliyatına uğramadan sıfatları böylesine kolay benimsemek, İlâhlığa gidiş olur. İlim sıfatı konusunda da aldanma büyük olur. Allah-ü Tealâ’nın kullarını yakan bir Rab olduğunu sanmak, merhametinin sınırlı olduğunu düşünmek, adaletini anlamamak, hep sıfat hakkında bid’atlerdir. Yanlış bilgilenmeler, bid’at doğurur.

Zât hakkında bid’at sahibi oluş: Zât’ı tanımadan, O’nun hakkında fikir yürütmekle olur. Meselâ; Allah gök yüzünde kürsüsü olan, orada oturmuş bir Rab olarak düşünülür. Bunun gibi şeklî olarak ve vasfî olarak asla, hakikate yakın bir Allah kavramına ulaşamaz. Bu bakımdan, insan havsalasının düşünme ve akıl yolu ile kavrayamayacağı bilindiğinden, Zât hakkında düşünme engellenmiştir. Ancak isimleri, fiilleri, sıfatları öğrenilebilir, düşünülebilir. Zât hakkında ise, ne düşünülürse, o düşünülen değildir, denir. Ancak keşif yolu ile ve deliller ile bilinen hariç.

Böyleleri bu sebeplerden, acınacak kişilerdir. Bu kişiler; esasen dünya ehli olup, dinlerini öğrenmede gayret göstermemiş ve o güne kadar böyle bir şeye ihtiyaç ta duymamış hazırdan hoşlanan insanlara  kendi yanlış itikatlarını aşılarlar. Bunlar; çarpıcı lâflar ile etrafında alâka meydana getiren, dinin aslını sadece kendileri biliyormuş gibi gösteren, kurtuluşun da ancak kendi yolundan gelenlere açık olduğunu ihsas ettiren, kendine tabî oluşu da zor ve lûtfen kabul ediyormuş gibi davrananlardır. Bunların ellerine geçen sadece dünyevi itibardır. Nefislerine uymuş ve arkalarından birilerini de sürüklemişlerdir. Bu kişiler, meselâ; Allah hakkında, kula girmesini, çıkmasını kabul ederler (hulul). Veya kulun her gördüğünü Rab olarak görmesini, kemalâtın en üst derecesi, derler. Yahut, bizim namazımız kılınmıştır, diyerek etraflarına üstünlük taslarlar. Ya da, şeriatla ne olur ki, aslolan kalptir, derler. Böylece namazı, abdesti, hattâ guslü avama aittir diyerek, kendiyle birlikte kurtuluşa erenler için amel ile uğraşmayı, noksanlık addederler. Halbuki dinin emirleri avam ya da başkaları için ayrı değildir. Allah’ın kuralları bütün insanlık içindir.  İç aleme önem vererek, zahiri emirleri yok kabul ederler. Örtünmeyi, şeriatın emirlerine uymayı, noksanlık olarak kabul ederler. Çünkü, kendileri ve çevresindekiler bunları aşmıştır! Kendilerinde “ol” emri varmış gibi, söylenti çıkarttırırlar. Bu kişiler sapla samanı karıştırmış, zavallılardır. On söz etseler dokuzu doğru, biri yanlış olarak; yavaş yavaş bozukluğu doğruların yanı sıra yerleştirirler.  Kendileri de kendi itikatlarına samimi olarak inanmış olabilirler. Etraflarındaki insanlar üzerindeki etkilerini, kendi marifetleri için delil zannederler. Halbuki, insanlar zaten böyle bir din aramaktadırlar. Amel kısmı önemsenmeyen, kalp temizliği ile yükselecek bir inanç ve din insanların tercih ettiğidir. Hem eski halini değiştirmeyecek, amele sarılmayacak, çağa uygun görünüşte ve çağdaş olacak, hem de toplumun en üst tabakasında mâna sahibi olacak, böylece hiç say ve itaat gerekmeden, dinin incelikleri sadece kendi ve kendi gibi olanlara açılmış, özel insan olacak. Akıl sahipleri için bu mümkün olmamakla birlikte, böyleleri dünyalarına dört elle sarılacak, Allah’ın kerih gördüğü dünyayı sevecek, her türlü nimetinden istifade edecek, fakir-fukaraya sıra gelince de “onların sahibi ben miyim?” diyerek, tam yardım anında, mülkü sahibine bırakacak. Böyle kişiler, kendilerini ateşe atmakla kalmayıp, kendilerine uyan, bazen de saf gönüllü insanları ateşe atmaya sebep olacak. Ve sonunda, bunu dünya malı veya itibarı elde etmek için yapacak. Nefsin tatmininden başka bir şey elde etmeyen böylelerinden, Rabbim bizleri korusun ve  böyle olmaktansa, dağ başında, cahil fakat Allah’a inanan  avam kullar olmayı nasip etsin, amin.

Bu kişileri, Allah-ü Tealâ bazı kalplere bildirir. Fakat bilemeyenler için, şöyle ölçüler vardır: Kibirlidirler. Sadece kendilerinin büyük olduğuna inananlardan ve kendileri hakkında sağda, solda iltifatta bulunanlardan hoşlanırlar. Meclislerine, kayıtsız şartsız kendisini tasdik edenleri alırlar. Karşılarına kendilerinden bilgili veya kalbi açık biri gelse, onu hemen etraflarına, soğutup, uzaklaştırırlar. Halbuki eğer yol gösterici ise, herkesi kabul edip, şefkatli davranmalıdırlar. Ayırım yaparlar. Bu ayırımları; zenginler, makam sahibi olanlar ve kendisini tasdik edip, iltifat aldıklarıdır. Fakiri hakir görür ve “Allah, kusuru olmasa fakir etmezdi” veya “kusuru olmasa sakat etmezdi” derler. Muhabbet başlıca silâhları olup, eşler arasını, ana-baba-evlât arasını bozmaya sebep olurlar. İşte bu kişiler, itikadi bakımdan bid’at sahipleridir.

Allah-ü Tealâ, cümlemizi böyle kişilerden muhafaza etsin, deriz.

Ölüm anında, tam o anda aradan kalkan perde ve  ölüm meleği yaklaşınca, kişi, o güne kadar peşinden gittiği inancının bâtıl olduğunu anlar. Kesin olarak inandıklarının bâtıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Doğru olarak inandıklarının da bâtıl olduğunu sanır. Meselâ; Allah-ü Tealâ ve Resûl’üne olan inancını da bâtıl veya şüpheli kabul eder. İmanın aslına dönemeden bu karmaşa içinde ölürse, su-i hatime ile ölmüş olur. Ruhu, bedeninden şirk üzere ayrılmış olur.

Gerek kendi itikadı ve gerekse taklid yolu ile olsun; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında yanlış bir itikada sahip olan, bu tehlike ile karşı karşıyadır. Zühd ve salâh tek başına bu tehlikeyi önlemek için yeterli değildir. Bu tehlikeden insanı yalnız hakikate dayalı sağlam bir itikad kurtarabilir.

Kocakarı itikadı denilen az bir bilgi ile, ama bildiğine tam bir iman ile inanmış olanlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bu kişiler, Zât, sıfat ve fiiller hakkında, esasen bilgileri olmadığından iddialara girmezler. Kelâmcıları taklid etmezler. Bu sebepten selef, mü’minleri kelâm ilmine dalmaktan ve bunları araştırmaktan, men ederlerdi. Allah(c.c.)’ın indirdiklerine ve

Peygamberimiz(s.a.v.)’den getirilen her şeye inanmamızı isterlerdi. İşte yalnız akıl yolu ile anlamaya çalışanlar, aldanırlar. Nübüvvet ve velâyet’in mükâşefe nuru ile görenler ise, gerçeği bulur.

İkinci sebep: İmanın zayıf oluşu ve dünya sevgisinin kalbi kaplaması ile olur. Dünya sevgisi, şehvetleri ve nefsin arzularını körüklerken, Allah(c.c.) sevgisini azaltır. Nefsin zulmeti, kalpteki iman nurunu tamamen söndürür. Ölüm anında ise, sıkı bağlı olduğu dünyadan ayrılmayı istemediğinden, bunu yapanın da Allah olduğunu bildiğinden, Allah-ü Tealâ’ya karşı sevgisi gider, hattâ kinlenir. Bu hal içinde ölürse, su’i hatime ile ölür. Bu tehlikeden kurtulabilenler, ancak kalplerinde dünya sevgisinin yanı sıra, ondan biraz daha fazla olan Allah sevgisi bulunanlardır.

İnsanlar yaşadıkları hal üzere ölürler ve öldükleri hal üzere de dirilirler. Bu sebeple ölüm anında, yaşarken ne ile ünsiyet etti ve uzun ülfette olmuş ise, onu hatırlar, böylece Allah-ü Tealâ’dan perdeli olarak ölmüş olur.

2) Birinciden daha ehven olan kötü son ile ölüm: Tam ölüm anında, dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şeyin kalbinde ağır olarak yerleşmesi ile, Hakk ile arasına perde girer. Eğer kalpte hakiki iman ve Allah sevgisi uzun süre kalmış, Salih amel ile kuvvetlenmiş ise; ölüm anında çıkan bu hali üzerinden atabilir. Bu hal ebedi olarak, Cehennemde kalmasını gerektirmez. Fakat can ayrılırken, çoğu kez dünyevi günahlarından veya şehvetlerinden biriyle meşguliyet olur. İşte, kişi ne kadar isyanda ise o kadar, günahtadır ve ahirette karşılığını bulacaktır.

Kişi, ezelden said ise, öldüğünde ruhu arşın altında saklanır. Ölüm anında da arşta muhafaza edilen ruhu güzel hal olarak kendisine gösterilir. Ölürken her kese bu keşif açılacaktır. Herkes gideceği yeri görecektir. Eğer şaki ise, arşta isyan sureti üzerine bekletilir. Ölüm anında da kendisine çirkin suret olarak gösterilir.

Kişi eğer kabir azâbına da inanmıyorsa, bid’at sahibidir. Şekavet sahibi olanlar kötü son ile ölmüşse, kabir azâbı hemen başlar. Ve hiç durmadan kıyamete kadar devam eder. Kıyamette de hesap, kötülüklerinin ve günahlarının ortaya dökülmesi ile mahcubiyet ve Sırat, Cehennem azâpları ile devam eder.