Kategori arşivi: Adımlar 1.Cilt

Önsöz Adımlar 1.Cilt

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Esirgeyen ve bağışlayan, kâinatın ve hesap gününün tek sahibi ve hâkimi, varlığımızın da tek sahibi olan, sayısız maddi ve manevi nimetleri ile lûtuflandıran, kullarını nuruna kavuşturmak için daimi vesileler yaratan, darda olana yetişen, belâ ve imtihanlarını kazanç vesilesi kılan, kalpleri mesken kılan, apaçık kitap ile zoru kolaylaştıran Allah-ü Tealâ’ya sayısız hamdolsun.

Peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin rahmeti, dinin doğru uygulayıcısı, insanlığın kâmili, vesilelerin en keremlisi, Allah’ın sevgilisi, ümmetine merhameti bol, şânı yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed Sallallah-ü aleyhi ve Sellem’e, Ehl-i Beyt’ine, Şerefli Ashabına, temiz ve pak soyuna, yolundan gelen hayırlı insanlara selâm olsun.

İman ederek, Hakk yola giren insan için, önce ilk yapılması gereken ameller vardır. Bunlar İslâm’ın şartları olup, öğrenerek yapmak ve giderek eksiklerini tamamlamak gerekir. Fakat, imanın nuru kalpte parlamaya başlayınca, kişi elbette bunların asıl olduğunu ama yeterli olmadığını anlamaya başlayacaktır. Kendisini daha da tamamlamak ve böylece Allah-ü Tealâ’ya yaklaşmak isteyecektir. Daha evvelden belki de kendisinde mevcut olan kötü ahlâktan sıyrılıp, iyi ahlâka dönmek isteyecektir. İşte insanı helâke götüren şeyler, kötü ahlâkta mevcut olan şeylerdir. Bunların neler olduğunu ve kurtulma çarelerini daha sonra yayınlayacağımız kitaplar ile Allah nasip ederse, anlatacağız. Bu seride ise insanı, Ahiret Saadetine götüren, kurtuluşa sevk eden şeyleri anlatmaya çalışacağız. Bu kurtuluş sebepleri; tevbe, sabır ve şükür, muhabbetullah ve rıza, havf ve recâ, niyet, ihlâs ve sıdk, fakr ve zühd, tevhid ve tevekkül, murakabe ve muhasebe, ölüm ve hakikatidir.  İlk bölüm olan bu kitap  tevbe, sabır, şükür, muhab-betullah ve rıza olarak elinizdedir. Nasip olursa diğerlerini de zamanı geldikçe yayınlayacağız.

Bu kitapların hazırlanması sırasında, âyetler, hadisler ve velilerin sözleri olmak üzere, kaynak olarak pek çok yerden istifade ettik. Bilhassa Gazali Hazretlerin‘den çok istifade ettik. Bu kitaptaki yazılanları ders topluluklarımızda, haftalık dersler halinde, 10 yıl önce anlatmıştık. Ve bu dersler 4,5 yıl sürmüştü. Şimdi o dersleri kitap haline getirmiş olacağız. Mevcut kitaplar varken, onlardan istifade ederek tekrar yeni bir şeyler yazmaktan maksadımız ise şöyle idi: İnsanlar az okuyorlardı ve okumaları belli bir düzende olmayabiliyordu. Sonra lisan bazen anlaşılamayabiliyordu. Sonra kalın kitapları taşımak, okumak zor olabiliyordu. Sonra bazı kavram karmaşaları olduğunda, bunların açık olarak anlatılmasına ihtiyaç duyulabiliyordu. Sonra bazı manâlar okurun anlayışına bırakılmış olduğundan, gizli gibi kalıyordu. Bunların da anlaşılmasına ihtiyaç vardı. Ve esas mesele, Allah-ü Tealâ bizim lisanımızdan, içinde bulunduğumuz zamana uygun bir dil ile sesleniyordu. Bütün meşakkat ve zorluğa, üstelik de sağlığımın uygunsuz olmasına rağmen, bu zor işe kalkıştık. Zor olanları kolaylaştıran Rabbime şükrediyorum. Mevcut ilmi karınca kararınca siz okurlarımıza aktarırken, belki birilerine ulaşılarak, maksat hasıl olur, diye düşünüyorum. Böylece biz de bir hizmette bulunmuş olabiliriz, diyor Allah-ü Tealâ’dan anlayış, anladıklarımızı hayatımıza geçirebilme tevfik’i diliyorum. Bu halet içinde, gözümüzden perdeyi kaldırmaya sebep olan büyüklerimizi hürmet ve dua ile anıyor, cümlemizin Allah’a emanet olmamızı diliyorum.

Ayşegül Erdoğ    1.Ocak.2005, Konya

Birinci Bölüm:Tevbe

BİRİNCİ BÖLÜM:

 TEVBE

 Kurtuluş tevbe ile başlar. Bu sebeple kurtuluşa ermek isteyenlere anlatacaklarımıza, tevbe ile başlamak istedik. Tevbe kelimesi dilimizde tövbe olarak kullanılıyorsa da, âyetlerde “e” harfi olarak geçtiği için, biz de “tevbe” olarak, aslına uygun bir şekilde kullandık.

Tevbe konusu Kur’an-ı kerim’de 29 sûrede toplam 76 âyette geçer:

Bakara 37, 54, 128, 222, 279, 160

Âl-i İmran 86, 87, 90, 135, 128

Nisâ 16, 17, 18, 26, 27, 64, 146, 110

Mâide 34, 71, 74, 39

En’âm 54

A’raf 143, 153, 168, 174

Tevbe 3, 5, 11, 15, 27, 102, 106, 117, 118, 126, 104, 112

Hûd 3, 52,61, 90, 112

Râ’d 27

Nahl 119

İsrâ 25

Meryem 60

Tâhâ 82, 122

Nûr 5, 10, 31

Furkân 70, 71

Kasas 67

Rûm 31, 33, 41

Lukmân 15

Secde 21

Ahzâb 73

Sebe’ 9

Sâd 24

Mü’min 3, 7

Şûrâ 25

Hucurât 11, 12

Mücadele 13

Tahrim 4, 5, 8 ( Nasuh tevbesi)

Burûc 10

Nasr 3

TEVBE’NİN TARİFİ VE HAKİKATİ

TEVBENİN TARİFİ VE HAKİKATİ

İnsanı kurtuluşa götürecek olan her konu üç aşamada olur. Bu üç aşama her insanda mutlaka sırasıyla gelişip sonlanmak durumunda değildir. Bazılarında birinci veya ikinci aşama tamamlanmadan ömür bitmiş olabilir. Bu üç aşama, diğer kurtuluşa vesile olan konularda olduğu gibi, ilim, hal, fiildir.

İlimden maksat o konu hakkında bilgilenmektir. Allah(c.c.)’a yaklaşma bakımından ilimden kast olunan, ilme’l yakîndir.

Hal, ilimle bilgilenen kişinin öğrendiklerini yaşantısına geçirme gayretidir. Bunlar zaman içinde kişide hal olarak tezahür eder. Buna da ayne’l yakîn denir.

Hal olarak benimsenen ilimler topluluğu, o kişide zaman içinde iyice yerleşir ve artık gayret ortadan kalkar, o kişide ahlâklaşırsa buna da fiil denir. Yani o kişiden çıkan işler, artık tabii olarak kendi ahlâkından ayrılmayacak kadar kendine aittir.   Buna da Allah(c.c.)’a yakınlık bakımından Hakke’l yakîn diyoruz.

Elbette bütün bu anlatılan durumlar, Allah(c.c.)’a karşı bir imana sahip olanlar içindir.

 İLİM: İnsan Allah(c.c.)’a iman ettikten sonra, iman etmeden önceki hayatını gözden geçirir. Günahların neler olduğunu öğrenir, günahları sebebiyle Allah ile arasında, O’na varmasını engelleyen nice perdeler olduğunu görür. Kaybettiği zaman için ve işlediği hatalar için büyük bir pişmanlık duyar. İşte ilim ile günahlarını bilmiş ve pişmanlık duymuştur. Bu, ilmen tevbedir.

“Pişmanlık (nedamet) tevbedir” Hadis-i Şerif’i bunu anlatır. Yani Allah, ilme’l yakîn olanın tevbesini, tevbe olarak kabul eder. Başka bir deyişle tevbe bu noktada başlar. Veya Mü’min olanların en alt basamaktaki kabul olunan tevbesidir. İlim, imanın sebebidir. Yani insan iman ettiği kadar ilimlenir.

 HAL: Pişmanlık duygusu şiddetlenir ve artık kurtulunamayacak halde kişiyi rahatsız eder, daimi hatırda kalır, göz yaşı döktürüp yapmamış olmayı arzu eder hale gelirse, bu büyük bir acı olarak kalbi kaplar. Her hatırlama anında göz yaşı ile kalpte şiddetli bir acı duyulursa, bu hal olmuş olur. İlim ile sahip olunan tevbeden daha makbul bir tevbe olmuş olur. Bu acıda tekrar aynı günaha dönmenin endişesi de vardır. O anda, yapmış olduğu kusuru veya günahı terk etmiştir. İleriye yönelik niyetinde de, samimi olarak bir daha asla aynı günaha dönmemek üzere azmetmek vardır. Geçmişine dönüp, baktığında eski  eksiklerini telâfi etmek, günahlarını da asla yapmamak niyeti içindedir. Hal ile yakîn başlar. İman nuru kalpte parlayınca, Allah(c.c.)’dan ayrılık, uzaklık öylesine pişmanlık uyandırır ki, aradaki mesafeleri aşarak, yaklaşma arzusu yerleştirir. Bu da yakîni başlatır.

 FİİL: Artık aynı günahlara ve kusurlara dönemez hale gelmesidir. Daimi olarak, mevcut günahlarının acısını çeker, ama ilerideki hayatında bunlara asla dönmeyecektir. Ahlâkı yeni haline uygun olmak üzere, hiç günah işlememiş gibidir. Başkalarının eksiklerini ve günahlarını gördükçe kendisininkileri hatırlayarak, acı duyar. Belki başkaları kendisinden daha az günahkârdır diye, onlara eleştiriden ziyade   merhamet nazarı ile bakar. Önünde hep kendi eksikleri ve hataları vardır. Bu sebepten kimseye aşağı görerek bakmaz.

Tevbenin gerekli oluşu ve fazileti:

Tevbe inanan herkes için vaciptir. Bu gereklilik, ebedi olarak helâk olmaktan kurtulmak ve ebedi saadete kavuşmak üzere, adeta kişi üzerinde bir borç gibidir. Allah(c.c.)’ın rahmeti herkese açıktır. Bu rahmetten mahrum kalmamak inanan herkes için akıllıca bir istektir. Ayrıca tevbe ile Allah(c.c.)’dan uzaklığa mani olmak da vardır. Yaradılış sebebimiz ise, Yaradan’ımızı bulmak, onunla ebediyen yakîn  olmayı başarabilmektir. Bütün bunların ışığında, tevbenin her Müslüman için farz olduğunu da düşünmek yanlış olmayacaktır. Esasen Âyet-i Kerime’ler de “tevbe edin” emrini vermektedir. Fakat beşerin zayıf olanlarının günahtan asla uzak kalmayacağını ve bin defa tevbe etseler tekrar günahlarına döneceklerini  Rabbimiz bilir. Bu sebepten tevbe, İslâm’ın şartı, farzı değil de vacibi olmuş olur.

“Ey! İman edenler, tam bir nasuh (bir daha günaha dönmemek ve bunu asla arzu etmemek üzere) tevbesi ile Allah’a dönün”.

                                                       Tahrim s/ 8.âyet

Bu âyetten ve diğer âyetlerden anlıyoruz ki, tevbede günahları terk etmek ve terkte azmetmek, kişiyi Allah(c.c.)’a döndürecektir. Yani “rücu” ettirecektir.

İnsanların günahlarının sebepleri, imanlarındaki noksanlıktır. İman sahibi olan, Allah(c.c.) ile ilgili bilgiyi öğrenmek ister. Bilgilendiğinde bilir ki günah, isyan demektir ve Allah(c.c.)’ın emirlerine karşı gelmek manâsını taşır. İsyan mutlaka iman ile ilgilidir. İmanın 72 şubesi vardır. Ve bu kısımların her birine ayrı ayrı iman etmekle, iman kemal bulur. İşte biri isyan ediyorsa, Allah(c.c.)’ın emirlerine karşı gelerek günaha giriyorsa, bilinir ki imanı noksandır.

“Zâni, zina ettiği vakit, mü’min olduğu halde zina etmez” Hadis-i Şerif’inden anlaşılan odur ki, zina yapan kişi Allah(c.c.)’a, Peygamberlerine, kitaplarına, vahdaniyete, sıfatlara inanmıştır ama işlediği günahın, kendisini Allah(c.c.)’tan ne kadar ayrı düşüreceğine veya Allah(c.c.)’ın gadabına nasıl uğrayacağına dair bir imanı yoktur. Dolayısıyla tam bir imana sahip değildir. Bu yüzden, günahını işlerken, mü’min değildir. Eğer mü’min olmuş olsaydı, bu günahı işlemezdi. Aynı zamanda, Allah(c.c.)’ın yakınlığının kıymeti hakkında bilgi sahibi olamayaşı, ya da ahiret gününün varlığına imanının tam olamayışı söz konusudur.

İmanın kemale varması ile, son nefes korkusu azalır. İmanın diğer şubelerinde eksikliği olan kişi için, son nefeste imanın aslından da mahrum kalmasından korkulur. Allah(c.c.) yolunda yolcu olan kişinin, yolunda ilerlemesine, kemalâtının artması denir. Kişinin Allah(c.c.) hakkındaki ilmi arttıkça, yani marifeti arttıkça, kemali de artar. Her noksan olan hâlimizden, bir üst hale geçişimiz de tevbedir. Zira bir önceki halin noksanlığını, bir sonraki hale geçince daha iyi görürüz ve artık o hale tekrar dönmeyi istemeyiz. Kemalât herkese lâzım değildir. Farz değildir. Ancak bir fazilettir. Sadece ehline vaciptir. Lâkin son nefes korkusundan haberi olan her Mü’min kemalâtlanmayı ister. Zira kemal ile imanın da şubelerinde iman hasıl olacaktır ve son nefesi verirken, imanın aslını kaybetmekten belki böylece korunma olacaktır.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in elbisesinin işlemesi kendisini meşgul ettiği gerekçesi ile, elbisesini değiştirerek namaza devam etmesi, tevbesidir. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın  içtiği sütün, meşru olmayan yoldan elde edildiğini öğrenmesi ile, kusması tevbesidir. Hz. İsa(a.s.)’ın başının altındaki yastık yerine koyduğu taşı kaldırarak başını yere koyması tevbesi olmuştur.

“Kötülüğün akabinde bir iyilik yap ki, kötülüğü mahvetsin” Hadis’i Şerif’i bu misaller için ışıktır. Tevbenin günahları mahvedişi gibi, iyiliğin kötülüğü mahvedişi de delildir.

İnsanlardan bir kısmının üzerinden, tevbenin vacip oluşu kalkmıştır. Bu kimseler marifet (Allah’ı bilme) ilmi ile günahlardan alıkonmuş ve imanlarının kemali ile isyana düşmeyen kimselerdir. Bu kişiler isyan etmediklerinden, tevbe etmeleri için sebepleri de kalmamıştır. Fakat tevbenin vacip oluşu üzerlerinden kalkmış olsa bile, “Muhakkak Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever” Bakara s./222. âyetinin müjdesi ile, çok tevbe ederler.

Tevbe hiç kimse ayrı kalmamak üzere herkes için vaciptir. Nûr s. 31. âyetinde: “ Ey! Mü’minler! Hepiniz Allah(c.c.)’a tevbe ediniz. Umulur ki felâh bulursunuz.” buyurulmaktadır. Burada “mü’minler” diye hitap edilerek, değişik iman derecesindeki bütün mü’minlere sesleniliyor. Yani tevbe edebilmek için hiç olmazsa en alt kademede bir imana sahip olmamız gerekiyor.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve gece bunlardan yetmiş defa Allah(c.c.)’a istiğfar ederim” buyurmuşlardır. Allah-ü Tealâ ise Habibine ikram ederek: “ Geçmiş ve gelecek günahını Allah(c.c.)’ın bağışlaması için.” diye Feth sûresinde buyurmuşlardır.

Tevbenin kalbin hali ile alâkası, çok önemlidir. Günahlar ve isyanlar ile kalpte bir kararma hasıl olur. Mâsiyet arttıkça kalbin kararması çoğalır. Kalp karardıkça, günahlara meyil artar. Yani ilk defa yapılan tevbe ile, kalpte bir açılma olur. Sonra aynı günaha dönmeyerek bu açıklık devam ettirilir. İşte her günahtan sıyrılma, günahı terk etme ile kalp her seferinde giderek artan bir şekilde açılır, yani nuru artar, zulmeti azalır. Basiret dediğimiz, kalbin görmesi, ancak tevbelerden sonra ve aynı günahlara dönmeyerek başlar. Bu sebepten dil ile yapılan tevbenin değerinin olmayacağı aşikârdır. Tevbenin değeri, kalbi temizlediği ve basireti açtığı kadardır.

“Allah indinde makbul olan tevbe, kötülüğü ancak cahilliği sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk vaz geçip tevbe edecek olanların tevbesidir. Makbul olan tevbe, kötülükleri yapıp yapıp ta, onlardan herhangi birine ölüm geldiğinde (ben şimdi gerçekten tevbe ettim) diyenlerin tevbesi değil”                                            Nisâ / 17, 18

“Göklere kadar yükselen günah işleseniz de sonradan nedamet etseniz,Allah-ü Tealâ tevbelerinizi kabul eder”                                                                          Ebu Hureyre

“Günahtan tevbe eden, sanki hiç günah işlememiş gibidir”                                                                          İbn-i Mace

“Kul işlediği günahı sebebiyle Cennet’e girer. İşlediği günahtan  pişman olur da, ondan uzak kalmaya dikkat eder, ve bu sayede Cennete gider”                    İbn Mübarek

“Günahın kefareti, pişmanlıktır”                      Taberâni

GÜNAHLAR

GÜNAHLAR

Tevbeyi bilmek ve tevbe etmek nasıl vacip ise; tevbeye sebep olan günahları da bilmek vaciptir.

Kulların günahları asıl olarak, Allah(c.c.) ile arasındakiler ve kullar ile arasındakiler olmak üzere iki kısımdır. Namaz,oruç gibi farz olan amelleri yapmamak kulun Rabbi ile arasındaki günahlarıdır. Diğer kullar ile arasındaki günahlar ise zekât vermemek, adam öldürmek, gasp etmek, hakaret etmek, …, gıybet, nemime gibi pek çoktur. Bunlara genel manâda kul hakları denir. Kul hakları canda, malda, ırzda, namusda, borçta, mevkide olur.

Kulun Rabbi ile arasındaki günahları, şirk derecesinde olmazsa, affedilmesi diğerlerine göre daha çok umulanlardır.

Yasak olduğu konusunda şeraitlerin (mezheb imamlarının) ihtilâf etmediği şeyler, büyük günahlardır. Dünyada kendisi ile ilgili bir hüküm bulunmayan her şey de şüpheli olarak kabul edilir. Büyük günahlar olarak sayılan günahlar hakkında dünyada ceza hükümleri vardır. Hakkında ceza hükmü olan her şeyi, Sahabe Efendilerimiz büyük günah olarak saymışlardır. Büyük günahlar hakkında olan bildiğimiz hüküm ise, beş vakit namazın onu yok edememesidir. Yani insan beş vakit namaza devam ederek, büyük günahlarından temizlenemez. Küçük günahları ise, hem beş vakit namaz, hem de büyük günahlardan kaçınmak yok eder.

“Eğer yasak edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin öbür kabahatlerinizi örteriz”                                                                                          Nisâ/ 31

Büyük günahlardan kaçınmak demek, günahı yapabilecek kudrete sahip iken, iradesiyle terk etmesi demektir. Meselâ imkâna sahip olduğu halde zinadan kaçınmak, büyük günahı terk etmek demektir. Ama yaşlanıp da zina yapamaz hale geldikten sonra, zinayı terk etmesi, büyük günahı terk etmiş anlamına gelmez.

Günahlar başka bir sınıflandırmaya göre, büyük ve küçük günahlar diye ikiye ayrılırlar:

Büyük günahlar:

“Büyük günahlardan kaçınılırsa, beş vakit namaz ve Cuma’lar, aralarındaki küçük günahları yok eder”                                                                                      Ebû Hureyre

 

– 4’ü kalptedir:  ŞİRK

MÂSİYETTE ISRAR

RAHMETTEN ÜMİDİNİ KESMEK

ÂZABINDAN EMİN OLMAK

 

–  4’ü dildedir:   YALAN ŞAHİTLİĞİ

NAMUSLU KADINA İFTİRA

YALAN YERE YEMİN

SİHİR

 

–      3’ü midededir:HARAM YEMEK VE İÇMEK

YETİM MALI YEMEK

RİBA(FAİZ) YEMEK

 

–  2’si eldedir:    HIRSIZLIK

ADAM ÖLDÜRMEK

 

–      2’si edep yerindedir: ZİNA

LİVATA

 

–      1’i ayaklarındadır: savaşta düşmandan kaçmak

 

–      1’i bütün vücuda yayılmıştır: ANNE VE BABAYA İSYAN

Ayrıca: “ Bir sövmeye iki mukabele de büyük günahlardandır. Kişinin Müslüman kardeşinin ırz ve şerefine dil uzatması da büyük günahlardandır”                                                                                          Ebu Mansur ed-Deylemi

Yine kendi içinde her günah, derecesine göre büyük veya küçük olabilir. Meselâ bir kadına sarılmak zinaya göre küçük, bakmaya göre büyüktür.

Bu sınıflandırmadan daha özel bir sınıflandırmaya göre büyük günahları üç sınıf halinde inceleyebiliriz:

 1)Birinci kısımdaki günahlar:

Allah (c.c.) ve Resûl’ünü (s.a.v.) tanımaya (marifete) mani olan günahlardır. Bu, küfürdür. Küfürden büyük günah yoktur. Cehalet sebebiyle, kulun Rabbi ile arasında perde meydana gelir. Küfür tevhide ulaşmaya engel perdedir. Kulun Rabbine yakınlığı marifeti kadardır. Ne kadar marifete sahipse, o kadar yakındır. Aynı şekilde kulun Rabbine uzaklığı da cehaleti nispetindedir. Ne kadar cahilse, o kadar uzaktır.

Nasıl küfür cehalet sebebiyle oluyorsa, Allah(c.c.)’ın mekrinden emin olmak ve rahmetinden ümit kesmek de cehalet sebebiyle oluşan büyük günahlardandır. Kul eğer Allah(c.c.)’ı bilse, bu marifeti ile ne azabından emin olacaktı, ne de rahmetinden ümit kesecekti. Bu günahlar ancak cehalet sebebiyle olur.

Bundan sonra gelen günahlar ise masiyette ısrar denen günahlardır. Bunlar Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve fiilleri ile ilgili bid’atlerdir, bunların sınıflandırılması çoktur. Allah(c.c.)’ın emir ve yasakları ile şüphelileri arasında değişen günahlardır. Bunlar ya Kuran’da kesin olarak büyük günahlar olarak zikredilenlerdir. Yahut Kuran’da kesin olarak büyük günahlar diye geçmeyenlerdir. Veya kendilerinden şüphe edilenlerdir. Bunların arasındaki fark ise, cehalet ya da ilimlenme farklılıklarıdır.

“Allah(c.c.)’dan en çok âlimler korkar”

2) İkinci kısımdaki günahlar:

Nefislerle ilgili günahlardır. Nefisler korunabilirse, Allah’ın bizden istediği şekilde hayatımız devam etmiş olur. Nefislerin korunması ile, zamanla marifet (Allah’ı bilmek) hasıl olur. Bu bakımdan insanlar için dünya hayatı, esas hayatı kazanma yeridir. Hayatımız bunun için çok önemlidir. Hayatımızı korumak ta bu sebepten çok büyük önem taşır. Zira yaşayacağız ve yaşamamız ile Yaradan’ımızı bileceğiz. En büyük günah olarak bildiğimiz küfür, yaşamımızın maksadını yok ettiği için en büyük günahtır. Maksadımız olan ulaşmak istediğimiz Zât ile aramıza belki de kaldırılamayacak perdeler koyduğu için en büyük günahtır. İşte ondan sonra gelen adam öldürmek de, maksata vesile olan hayatı yok ettiği için büyük günahtır. Bu günahta, öldürülenin maksata ulaşmasına mani olmak var olduğu gibi, bu hayata engel olanın da Allah(c.c.)’dan iyice uzaklaşmasına sebep olması vardır. Aynı şekilde bir insanı maksata ulaşmaktan alı koyacak şekilde bir uzvundan mahrum etmek de büyük günahlardandır. Dövmek de büyük günahlardan olup, Yaradan’ın değer verip, yücelttiği insana hakaret manasındadır. Ve dövmek ile, insan iç âleminde hasıl olan sıkıntılar ve baskılar ile, kalbinde Yaradan’ına  yönelecek kuvveti belki de bulamayacaktır. Bütün bunlara sebep olan günahlar, büyük günahlardandır.

Zina ve livata da daha sonra gelen büyük günahlardandır. Zinada vücudun ve hayatın kaybı olmasa bile, nesebin bozulmasına yol açma vardır. Ayrıca bu günaha bulaşan kişiler de, ya lâyık olamadığını düşünerek ya da nasılsa günaha batmışım diye düşünerek, Allah(c.c.)’ın ilmi ile ilimlenmeye kendilerinde had bulamayabilirler. Zinadan haberi olan diğer insanları da dilleri ile günaha sokmaya sebep olma durumu da vardır. Livataya gelince, yaygınlaşması ile neslin tükenmesine sebebiyet verir. Yaygınlaşmasa bile, buna bulaşana Allah(c.c.)’ın azabından emin olma duygusunu verir ki, bu başlı başına büyük günahtır.

3) Üçüncü kısımdaki günahlar:

Madde ile olan günahlar. Madde  halkın geçimi için lâzım olduğundan, korunması ve yerinde kullanılması gerekir. Bu günahlar diğer yukarıdakilerden şöyle bir fark arz eder: Can kaybında canı geri getirmek mümkün değildir. Ama para ile olan günahlar eğer iade edilip, yerine koyulabiliyorsa daha az bir günah ifade eder. Ama geri alınamayan malı, parayı zimmetine haksız yere geçirmek, büyük günahlardandır.

Hırsızlık: Hırsız, hırsız olan bulunamayınca malın hak etmeyen sahibi olmuş olur. Büyük günahlardandır.

Yetim malı yemek: Bu genelde kimsenin haberi olmadan, yetimin velisi tarafından yenir. Yetim olan küçük olduğu için hakkını koruyamaz, böylece gizli kalır, büyük günahlardan olur. Zor kullanarak gasp etmek böyle  değildir. Gasp gizli kalmaz, etraftan bilinir. Emanete hıyanet etmek de böyle değildir, emanet eden yani sahibi vardır ve hakkını arayabilir.

Yalan şahitliğiile hakkın zayi olması söz konusudur. Haklar konusu kul haklarını ilgilendirdiği için önemlidir.

Yalan yere yemin ederek, inkâr yoluna sapış: Burada da hakların geri alınma ihtimali olmadığından, büyük günahlardandır.

Ribâ yemek: Ribâ,  şeriat ile yasaklanmış olduğu halde, karşısındaki adamın parasını, adamın rızası ile yemek demektir. Bazılarına göre büyük günahlardan sayılmamış ise de; yasak olduğu konusunda bütün şeraitler aynı görüşe sahip olduğu için, yasaklığı konusunda bütün âlimlerin muhalefet etmediği şeyler, büyük günahlardandır. Zira şeriat bunu son derecede men etmiş ve şiddetli azâb ile korkutmuştur. Ayrıca ümmetin içinde, kemalât derecesi yükseldikçe, bazısı için helâl olanlar dahi haram olmaya başlar. Hele şüpheli olanların haram olduğu apaçıktır.

İçki içmek: Aklı yok ettiği için ve zamanla alışkanlık yaparak daha yüksek miktarda alınmayı gerektirerek, hayata daha çok zarar verdiği için, bir tek damlasını içmek dahi yasaklanmıştır. Akıl, hayat için önemlidir. Zira aklın olmadığı hayatın da bir kıymeti yoktur. İçkinin bir damlasını su içinde içmek, necis bir şey içmek gibidir, büyük günahlardan değildir. Lâkin içki içmek büyük günahlardandır. İçkinin bir damlasını sade olarak içmek ise yasaklanmış olup, şüphelidir.

Dünya’da İşlenen Sevap ve Günahların Ahirette Karşılıkları

DÜNYADA İŞLENEN SEVAP VE GÜNAHLARIN AHİRETTE KARŞILIKLARI:

İnsanlar ekim yeri olan dünya hayatını yaşarken, burada yaptıklarının veya yapmadıklarının karşılığını ahiret denilen, şu anda görmediğimiz için gayb kabul ettiğimiz, sonsuz hayatta bulacaklardır. Bu konu Kitap ve Sünnet yolu ile apaçık bildirilmiştir. Bilmediğimiz âlem ile ilgili bilgileri de anlayabilmemiz için misaller ile verilmiştir.

Beşerin kurtuluşu ahirete iman ile başlar. Allah(c.c.)’a inanan birinin, O’na inanması sebebiyle bildirdiklerine inanması, ahirete inanması gibi değildir. Fakat bu dahi bazı kötülüklerden koruyabilir. Ancak buradaki ahirete iman, uzak bir imandır. Ahirete iman ederek, iman edenin ahiret imanı ise, müşahede yolu ile veya Allah hakkında daha mufassal bilgilenmek yolu ile olduğu için, ahiret imanı yakîn bir iman olmuş olur.

Allah(c.c.)’a iman, görünmez olana iman olduğu halde, eserlerinin görülmesiyle, bir nevi görünene iman gibi olur. Uzakta olan Allah(c.c.)’a iman başkadır, yakında olduğu hissedilen Allah(c.c.)’a iman başkadır. İman sahibi eğer Allah(c.c.)’ın çok yakınında olduğunu, meselâ hiç değilse şah damarından yakın olduğunu biliyorsa, bu iman her anının gözetlendiğinin, her konuşmasının duyulduğunun bilincini getirerek, hatta daha da ötesinde kalbinden geçenleri de bildiği bilincini getirerek, yakîn bir imana sahip olmasına sebep olacaktır. Bu da kulu hem ahiret imanına götürecek ve hem de ahirete dair yakîn bir imana da sahip olmasına sebep olarak, günahlardan koruyacaktır. İnsanda imanın bütün cüzlerine birden iman etmek çok nadirdir. Bu sebepten bütün işlerin başı Allah sevgisidir. Bununla başlamak, kişiyi istenilen ve arzu edilen yere götürür.

Ahiretin dünyada eseri de yoktur. Allah hakkında mufassal bilgi edindikçe, yani isimleri, sıfatları ve fiilleri hakkında bilgilendikçe kalpte imanın nuru kuvvetlenmeye başlar. Eğer iman sahibi ahiret gününe tam olarak iman edebilseydi, elinden, dilinden hatta kalbinden kötü addedilebilecek hiçbir kötülük hasıl olmazdı.

İnsanlar kıyamet günü dört derecededirler. Her bölüm de kendi içinde bölümler bulundurur:

1)   Birinci derecede olanlar: Helâk olanlar.

2)   İkinci derecede olanlar: Azâb görenler.

3)   Üçüncü derecede olanlar: Selâmete erenler, kurtulmuş olanlar.

4)   Dördüncü derece: Umduklarını bulan mukarrebinler.

HELÂK OLANLAR

Ahiret Saadetine, Allah(c.c.)’a yakîn olmak ve Cemal’ine nazar etmekle ulaşılır. Bu saadete şüphesiz iman ve tasdik ile ulaşılır. İşte helâk olacak olanlar, Allah(c.c.)’ı, Ahiret’i, Peygamberleri inkâr ederler. Hayatı sadece dünya zannederler ve dünya için çalışırlar. Bu zümre Allah(c.c.)’ın rahmetinden mahrum kalacak olanlardır. Allah(c.c.)’dan uzaklıktan üzülmezler, yaklaşmaktan da bir zevk almazlar. Vücutlarını Cehennem ateşi yakarken, kalplerini de orada anlayacakları, ayrılık ateşi yakar. Bu kişilerin kalbindeki ateşi yakan da Allah-ü Tealâ’dır.

Allah(c.c.)’a arif olanlar bunu bildiklerinden: “ Bizim korkumuz Cehennem değil, Cemal mahrumiyetidir. Ümidimiz ise Cennet ve Huriler değil, O’na ulaşmaktır” derler.

“Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimseler için öğüt vardır”                                                                                Kâf/37

Bu âyet ile Rabbi’l Âlemin, bazı insanların kalplerinin olmadığını bildirmektedir. Allah ile ilgilenmek kalbi olanlara mahsustur. Allah(c.c.)’ı tanımaya çalışmak, sevgi beslemek, yakın olma arzusu hep kalbe ait olanlardır. Kalpten kast edilen ise, emir âleminden inen ve İlâhi olarak yaratılmış olma özelliğini kaybetmemiş olan, ruhani kalptir. Bu sadece İman etmiş olanlarda mevcuttur. Allah(c.c.)’a ait bir kutsal gizlilik, Rabbani bir lâtifedir. Allah(c.c.)’ın kuluna bahşettiği Zât’ından bir İlâhi nefhadır.

AZÂB OLUNACAK OLANLAR

Bu kişilerin imanı vardır. Fakat imanlarının gereğini yerine getirememişlerdir. İman tevhiddir. Tevhid Allah(c.c.)’ı birlemektir. Dil ile “Lâ İlâhe  İllallah” demek  değildir. Tevhid Allah(c.c.)’dan başka bir şeyi Mâbut edinmemek demektir. Nefislerinin hevasını yani isteklerini, Allah(c.c.)’ın isteklerinin önüne geçirmek, nefsini İlâh edinmek demektir. Bu, eğer gerçek değilse, abartılı bir suçlama olur. Ama Allah-ü Tealâ, Kitabında:

“ Onlar ki Rabbimiz Allah(c.c.)’dır dediler, sonra da istikamet ettiler”                                          Fussilet / 30

“Allah de geç ve sonra onları bırak ki, daldıkları batakta oynayadursunlar” buyurmuştur.             En’âm / 91

Tevhidin gerçek manası, Allah(c.c.)’tan başka her şeyi terk etmek, demektir. İnsanoğlu, imanının zayıflığı veya kuvveti nispetinde, nefsinin arzularına az veya çok uyacaktır. Bu da istikamet üzerinde aynı halde kalışa mani olacaktır.

“Sizden hiç biriniz müstesna olmamak üzere ille oraya (Cehennem’e) uğrayacaktır. Bu, Rabbinin üzerine kat’i olarak aldığı, kaza ettiği bir şeydir. Sonra takvaya erenleri kurtaracağız. Zâlimleri ise orada diz üstü çökmüş bir halde bırakacağız”                                      Meryem/72, 73

Seleften bir kısmı bu âyeti duyduktan sonra korku haline girmişler ve: “ Bizim korkmamızın esas sebebi, Cehennem’e gireceğimizi kesin olarak bildiğimiz halde, çıkacağımızı kesin olarak bilmememizdir” demişlerdir. Cehennem’de kalmak bir andan yedi bin seneye kadar olabilecektir. Bu konuda haberler vardır. Yani azâbın hem bir süresi vardır, hem de değişik kişilere ait olmak üzere şiddeti vardır:

“ Bugün  herkes kazandığı ile cezalanacak”

Mü’min/ 17

“ Hakikat insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur”                                                                              Necm /39

“İşte kim zerre kadar hayır yapıyor idiyse, onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor idiyse, onun cezasını görecek”                                       Zilzâl/ 7,8

“ Bir iyilik olursa, onun sevabını kat kat arttırır. Kendi cânibinden pek büyük bir mükâfat verir”           Nisâ/40

Ahiret günü herkes hesaba çekilecektir. Beş vakit namaz, Cuma Namazı ve Ramazan; Kur’an ve Hadis kaynaklı bilgilerimizden öğrendiğimize göre, eğer büyük günahlardan kaçınılmış ise küçük günahlara kefaret olur. Kefaretin en küçük derecesi ise, hesabı kaldıramasa da azâba mani olmaktır. Durumu böyle olanın hesabı sona erdikten sonra, sevabı ağır geldiği takdirde, lâyık olduğu yere gidecektir. Meselâ Ashâb-ı Yemin (defteri sağdan verilenler) veya mukarrebin (Allah’a yakınlık kesbeden-ler) zümresine katılarak, Adn Cennet’ine ya da Firdevs Cennet’ine gidebileceklerdir. Ashâb-ı Yemin olanlar, taklidi veya tahkiki iman sahibi olabilirler. Taklidi imana sahip olsa bile, Ashâb-ı Yemin’den olan kişiler büyük günahlardan kaçınıp, İslâm’ın beş şartına uymuş kişiler olarak, Cennet’e girerler. Ashâb-ı Yemin olanların bir kısmı tahkiki imana sahip olanlardır. Bu kişilerin derecesi Mukarrebin olanlardan daha düşüktür.

Bir veya birkaç büyük günah işlemiş olan kimse, yahut İslâm’ın rükünlerinden birini ihmal edip terk eden kimse, şayet ölümünden önce Nasuh tevbesi ettiyse, hiç günah işlememişlerin arasına katılır. Zira günahlardan tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. Eğer tevbe etmeden ölürse, günahta ısrarı ile imanı sarsılmış gibi olup, son nefeste imansız gidebilir. Taklidi iman sahipleri için bu durum daha önemli bir tehlike arz eder.

Basiret sahibi Arifler ise, son nefeste imansız gitmekten daha uzaktırlar. İster taklidi, ister tahkiki iman sahibi olsunlar, büyük günah işlemekten tevbe etmeden ölürlerse, Allah(c.c.)’ın Fazl-ı Kerem’inden affettikleri hariç, azâba muhatap olurlar.  Azâbın süresi bitince, taklidi iman sahipleri Ashâb-ı Yemin’in yanına, Arifler de A’lâ-i İlliyyin’e yükselirler.

Azâbın sebeplerinden en önemli olanı, Allah(c.c.)’ı unutmaktır. Kişi Allah(c.c.)’ı unuttuğu zaman, Allah da ona nefsinin varlığını ve buradan gelebilecek afetleri unutturur. O zaman bu kişi sadece nefsi için yaşar. Allah(c.c.)’ı unutmak demek aynı zamanda kaba seviyede kalmak demektir. Beş duyunun varlığı ve bildirdikleri ile yaşamak, derin his âleminden haberdar olmadan yaşamak demektir ki, bu da insanı inkâra götürür. Göremediğini, duyamadığını reddetmeye götürür. Hayvanlar bile duyularının yanı sıra pek çok derin hissi anlayabilmektedirler. Depremleri önceden hissederler, yanlarına sokulan kötü niyetli insandan kaçarlar. Koklayarak bazı şeyleri sezerler, hastalandıklarında kendilerine şifa olacak otu bulabilirler. Sevgiyi bile hissederler. Derin hissetmek, insanın incelmesi ile ilgilidir. Aksi takdirde, insan hayvanlardan aşağı seviyede yaşar.

“Günahkârlar, Rableri huzurunda başlarını eğdikleri zaman, sen görsen onları”                               Secde / 12

İşte insan, derin hislerden uzak, kaba seviyede yaşamakla bu hale gelir. İnceldikçe kalbin görüşü başlar, buna basiret denir. Mevcut olan ve gaybde olan sezilmeye başlar, buna firaset denir.Dilden harikulâde sözler, bilgiler dökülür, buna da hikmet denir.

İnsanı Cehenneme sokacak en önemli günah, kul haklarıdır. Kul haklarından kurtulmak ve özel bir af yoktur. Bu sebepten Cehennem’den çekinen ve korkan kimseler, dünyada yaşarken, tevbe etme ile  de bu haklardan kurtulamazlar. Hak sahiplerini bulup, haklarını iade etmeleri lâzımdır. Dünyada yaşarken helâlleşme imkânını bulamayanlar için, öbür âlemde helâlleşmek vardır. Kul hakkına girmiş olan, hakkını gasp ettiğine nice sevaplarından vererek, razı etmeye çalışacak, Cehennem’e girmemek için belki de bütün güzel amellerini verecektir. Kul haklarından anlaşılan, sadece maddi olan hakları değil; gıyabında dedikodu yapmak, iftira etmek gibi dil ile yapılan günahların hakları da söz konusudur. İnsanların çoğu bu sebeple kul haklarından kurtulamaz. Zira hiç kimse, “senin hakkında bunları söylemiştim” diyecek kudrete sahip olamaz. Olsa bile hakkında geçmişte konuştuğunu nereden bulacak veya bunu söylediğinde karşısındakinin nefreti sebebiyle nasıl razı edecektir?

Şüphesiz Cehennem’den çıkacak olanlar, muvah-hidlerdir. Yani tevhid ehli olanlardır. Bu da değişik derecelerde olur. Dil ile olan tevhidin, ahirete bir faydası olmaz. Tevhid ile aranan, tevhide sâdık oluştur. Bu da şu demektir. Kişi başına gelen ve karşılaştığı her işin sahibini görmelidir. İşlerin sahibi Allah(c.c.)’tır. Sebepler ile oyalanmadan, esas müsebbibi görmek, tevhidde kemale ermek demektir. Bu kişi işlerin sahibi olarak Allah(c.c.)’ı gördüğü için, işlere sebep olanlara kızmaz, hatta daha ileri derecelerde, tüyü bile kıpırdamaz. Bu konu da iman ile ilgilidir. İmanın dağlar kadar diye tarifi olduğu gibi, zerre kadar diye de tarifi vardır.

Cehennem’den en son çıkacak olan kalbinde zerre kadar imanı olandır.

 

“Rabbin kullarına zulmedici değildir”       Fussılet/ 46

“Şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez”

Nisâ/40

KURTULMUŞ OLANLAR  

Necat bulmuş olanlar, selâmete erenlerdir. Ne Cennet ne de Cehennem ehlidirler. Allah(c.c.) hakkında marifetleri olmadığı gibi inkârları da yoktur. İbadetleri de yoktur, isyanları da yoktur. Bunların gideceği yer, A’raf’dır. Burada deliler, mecnunlar, din ve hükümleri hakkında hiç bir şey duymamış olanlar, sahrada, kutuplarda ferdî olarak yaşayıp, dinden hiç bilgisi olmayanlar bulunacaktır.

UMDUKLARINI BULANLAR

Bunlar taklidi imana sahip olmayan, hakiki iman sahipleri olup, Arifler ve Sâbikundan olan mukarreblerdir.

“Artık onlar için, yapmakta olduklarına bir mükâfat olarak, gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendilerine neler gizlenmiş olduğunu kimse bilmez”                  Secde/ 17

Bu kişiler, Allah(c.c.)’a karşı öylesine sevgi ve muhabbet duyarlar ki, Cennet’in sahibini düşünmekten, Cennet’i, dünyada yaşarken her şeyi ve hatta kendi nefislerini bile unutmuşlardır.

Küçük Günahların Büyük Günahlar Gibi Olması

KÜÇÜK GÜNAHLARIN, BÜYÜK GÜNAHLAR GİBİ OLMASI      

1)Küçük günaha devam etmede ısrar, günahın büyük günah haline geçmesine sebep olur. Yani küçük günah, ısrar ile büyür; büyük günah istiğfar ile küçülür.

2)Devamlı olarak işlenen küçük günah, bir defa işlenen büyük günaha göre kalbi daha çok karartır.

3)Büyük günahlar işlenmeden önce, küçük günahlar ile hazırlık yapılmış olur. Yani büyük günahların yolu çoğu zaman küçük günahlardan geçer. Meselâ kavga, hakaret, husumet sonunda adam öldürmek gibi.

4)Küçük günahları, önemsemeyip küçümsemek, hiçe saymak kişinin günahını sevmesine ve iyi geçinmesine sebep olur. Zamanla büyük günah haline gelir. Meselâ “pembe yalanlar” gibi. İnsan kusurunu büyük görürse, Allah(c.c.) o kusuru küçültür. Küçük görürse de büyütür:

“Mü’min günahını başı ucunda bir dağ gibi görür ve üzerine yıkılacağından korkar. Münafık da günahını hemen uçurabileceği, burnuna konan bir sinek gibi görür”

Buhâri

 

Mü’minin günahını büyük görmesinin sebebi, Allah(c.c.)’ın Celâl ve Kahhar isimlerini bilmesindendir. Ayrıca fiil tecelliyatından da haberi olduğu için, günahı işlediği yerin sahibini görür. Allah(c.c.)’a karşı işlediği suçunu küçük bile olsa, sahibinin büyüklüğü sebebiyle büyük görür.

Ariflerden birisi, “Günah, Allah(c.c.)’a muhalefettir. Bu sebeple küçük günah yoktur. Hepsi muhalefet dolayısıyla büyük günahtır” demiştir. Sahabeden bir Zât: “ Siz kıymet vermediğiniz öyle günahlar yapıyorsunuz ki, Hz.Peygamber (s.a.v.) devrinde biz bunları büyük günahlardan sayardık” demiştir.

5)İşlenmiş olan küçük bir günahı sevinerek anlatmak, büyük günaha dönüşmesine sebep olur. Falancayı nasıl da rezil ettim, filânın kusurlarını nasıl da ortaya döktüm… gibi.

6)Küçük günahı, büyük yapan diğer bir sebep de, Allah(c.c.), o günahı teşhir etmeyip, kişiye de bir mühlet verdiği halde, kişinin kendisi, bunun kıymetini bilmeyip, “eğer günah olsaydı, Allah bize ceza verirdi” diyerek, günaha devam etmesidir.

“Kendi aralarında, (Allah bizi söylediklerimiz yüzünden azablandırmalı değil miydi?) derler. Onlara Cehennem yeter. Oraya girecekler, işte o ne kötü dönüş yeridir”                                                              Mücadele/ 8

7)Küçük günah Allah(c.c.) ile kul arasında kalıp, gizlenmelidir. Teşhir edilmemeli, topluma anlatılmamalıdır. Burada dinleyenlerin kötülüğe teşviki vardır. Bir de Allah(c.c.) ile arasında olanın, belki sır olarak kalması gerekirken, fâş edilmesi söz konusudur.

“Herkes affedilir, ancak günahlarını açıklayanlar müstesnadır. Gece günah işleyenin günahını Allah fâş etmediği halde, sabah kalkınca kendisi herkese söyler. İşte bu affedilmez”                                            EbuHureyre

8)Küçük günah işleyen kişi örnek gösterilen bir âlim ise, günahı büyük olmuş olur. Çünkü bu kişiler ölseler bile, günahları kötü örnek olarak toplum tarafından hafife alınır ve devam eder, gider. Meselâ: İpek giymesi, şüpheli yemesi, önemli kişilerin hatalarına göz yumması, münazaralarda hasmına hakaret etmesi, mevki sağlayacak ilimlerle uğraşması gibi.

“Kendisine uyulan âlime yazıklar olsun. Kendisi bir hata yaparsa ondan döner fakat insanlar ona uymuş olmakla, bu kötülüğü etrafa yayarlar.”       İbn-i Abbas

“Âlimin hatası bir geminin yara alması gibidir. Yara alan gemi kendisi battığı gibi, içindekileri de batırır. Âlim de hem kendini, hem de kendine uyanları helâke götürür”

Tevbenin Tamamı,Şartları ve Son Nefese Kadar Devamı

TEVBENİN TAMAMI, ŞARTLARI VE SON NEFESE KADAR DEVAMI

 “Tevbekârlarla sohbet edin; zira onların kalpleri daha yumuşaktır”                                                  Avn b. Abdullah

Tevbe etmekle kişinin tevbesi tamamlanmış olmaz. Kişinin Allah(c.c.) ile arasındaki günahlarında tevbesinin tamam olması için şartlar vardır. Bir de kişinin diğer kullar ile arasındaki günahları yani kul hakları bakımından, tevbesinin tamam olması için şartlar vardır.

A) Kişinin Allah(c.c.) ile arasında olan günahlarında tevbesinin tamam olması ve son nefese kadar devam etmesi için şartlar:

1)Pişmanlık duyması ve işlediği günahı, başlangıçta hiç unutmayarak hatırlamasıdır. Hattâ göz yaşı dökerek hatırlamasıdır. Günahı düşünmek ve onun acısını çekmek müptedi (yolun başında olan ) hakkında bir kemaldir. Çünkü, müptedi, eğer günahlarına üzülmez ise iradesini kullanarak, Allah(c.c.) yolunda gitmek konusunda sebat etmeyebilir. Günahlarının varlığı ve bunlara üzülmek, ona yolda ilerleyecek bir kuvvet verir.

Fakat yolu bir hayli kat eden için, günahını unutmak ve önüne çıkanla meşgul olmak, kemaldir. Artık geçmişle uğraşmak boşunadır ve yolda ilerlemesi ise, lezzetine vardığından dolayı vazgeçemeyeceği bir şey olmuştur. Bu sebepten eski hali ile oyalanmaz, hep ileri gitme isteği ile ilerler.

2)Kişi vaktiyle günah işlerken, zevk almışsa, tevbe ettikten sonra, zevk aldığı bu günahından nefret etmelidir. Elbette bu, söylemekle olmaz. Bunu kalbinde hissetmesi için, günahının karşılığı olan ahiret azabı hakkında bilgilenmeli, şu kısa dünyada almış olduğu  zevkin karşılığında neler kaybettiğinden bilgisi olmalı, asıl gaye olan, Allah(c.c.)’tan uzaklığına sebep olduğu için nefret etmelidir.

3) Tevbeden maksatı hemen her türlü yasağı terk etmesi ve emirleri yerine getirmesidir. Yasakları terk etmesi tevbe ettiği andan itibaren, hayatının sonuna kadar bir daha aynı hatalara dönmemesi niyeti içine girmesi, demektir. İlk iş olarak rızkını helâl yoldan temin etmeye çalışır. İleride nefsine yenilerek günaha girebileceğini düşünerek, daimi nefis ile mücadele etmeye girmelidir. Nefsini büyüten, azdıran şeylerden uzaklaşarak, mutedil bir hayat yaşamaya azmetmeli ve belki de kendisi için en uygun olanın bu olduğunu bilmelidir.

4)Emirler için hem ölünceye kadar emirleri tutmak   niyeti içine girer ve azmeder. Hem de geçmişe ait   yapamadıkları için üzerine borç olanları ödemeye    niyet ederek, başlar. Üzerine farz olan namaz, oruç ve varsa hac borçlarını, zekât borçlarını ince ince hesaplayarak ödemeye başlar. Meselâ kişiye Hac farz olduğunda, Hac’cını yapmamış; sonra da tevbe   ettiğinde Hac yapacak parası olmamış ise, bu     borcunu       mutlaka ödeyecek, gerekirse sadaka, zekât  toplayacak  ve  Haccını ifa edecektir.

5)Günahlarını düşünür. Küçük, büyük olmak üzere bütün âzaları ile yapmış olduğu günahlarını düşünür. Bu günahları için samimi olarak, bir daha aynı günahlara dönmemek üzere, pişmanlıkla tevbe eder. Her günahı için bu andan itibaren iyilik yapmaya niyet eder. Zira:

 

“Şüphesiz iyilikler, kötülükleri yok eder”      Hûd/141

“Kulun günahı çoğalıp da onu yok edecek ameli bulunmazsa, Allah-ü Tealâ ona sıkıntılar verir ve        günahlarına kefaret olur”                              Hz.Aişe

B)Kişinin kul hakları ile ilgili günahları meselesi: Kul haklarında hem kulların hakları hem de Allah(c.c.)’ın hakları vardır. Allah(c.c.)’ın hakkını ödemekle, iş bitmiş olmaz. Hak hasıl olmuş olan kul bulunup, helâlleşmek lâzımdır. Yapmış olduğu kötülüklere karşı iyilik yaparak, bu konuda Allah(c.c.)’a ait hak ödenir. Sıra kullar ile ilgili kısma gelince:

Kul hakları can, mal, namus, izzet-i nefs ile ilgili olabilir.

Can ile ilgili olanın tevbesi, yaptığını itiraf ederek, teslim olması ve verilecek ceza ile diyetini ödemelidir.

Mal ile ilgili kul haklarında, zimmetine geçirmiş olduğu malı kuruşuna kadar hesaplayarak, hakkını gasp ettiğine ödemelidir. Ve kişilerin kendileri ile helâlleşmelidir. Eğer bu kişileri bulamaz ise, zimmetine geçirdiği miktar kadar iyilik yapmalıdır.

Eğer insanların gıybetini yapmış veya aleyhte konuşarak kötü duruma girmesine sebep olmuşsa, bu kişilere giderek, açıkça her şey söylenip, helâllik alınır, özür dilenir. Konu hakkında açıklayıcı bilgi vermeden müphem veya gizli tutularak helâlleşmek kâfi değildir. Şayet itiraf ettiğinde tehlikeli bir durum olacağına kani    ise, üstü kapalı helâlleşme olabilir. Fakat işlerin aslını Allah(c.c.)’ın bildiğini ve gördüğünü, niyetimizin halis olup olmadığını da elbette bileceğini asla unutmamalıdır. Üstü kapalı olan helâlleşmede fevkalâde iyilik yapma zarureti doğar. Böyle günaha girdiklerinden ölmüş olanlar varsa,             kıyamette onlara verilmek üzere, hayır ve hasenat     yapmalıdır.

Şayet kişinin helâllik istediği kişi hakkını helâl etmiyorsa, çeşitli yollar ile gönlünü yumuşatmaya çalışmalıdır. Bu konudan asla vazgeçmez. Yaptığı bütün gayreti de kendisine hayır ve hasene olarak yazılır.

Tevbenin Çeşitleri

TEVBELERİN ÇEŞİTLERİ:

Bir insan aynı anda büyük günahlarından bazısına tevbe ederken, bazısına edemeyebilir. Bu mümkündür. Günahın bazısından kurtulmak ta kârdır. Zira bazıları bütün günahlarına aynı anda tevbe ederek, terk edecek gücü kendilerinde bulamayabilirler. Gücü hangi günahına tevbe etmeye yetiyorsa, ona tevbe etmelidir.

Yine bir insan günahını, artık gücü yetmediği için işlemez ve terk ederse, sonra da eski hali için tevbe ederse, bu tevbe kabul olmaz. Meselâ zina gibi. Lâkin gücü yetmediği için terk ettiği günahının, birden idrakine varsa ve pişman olsa, günahı işlerken de bu idrakte olmamış olsa, umulur ki bu tevbe kabul edilir.

Bir başka şekil: Büyük günah olduğunu bilerek,ona devam edip, küçük günahlardan tevbe edenin durumudur. Bu da mümkündür. Meselâ içkiye devam edip, gıybet için tevbe etmek gibi. İnsanlar günahlarını işlerken zayıflık, gaflet ve cehaletleri sebebiyle işlerler. Allah korkusu, zayıf olan  pişmanlıkları sebebiyle, zayıf olan meyline engel olduğu halde, kuvvetli olana yönelmesine mani olamaz. Hiç olmazsa gücünün yettiği yerde Şeytan’a muhalefet etmiş olur. “Günahtan tevbe eden , günah işlememiş gibidir” Hadis’inden anlıyoruz ki, burada günah tekil olarak kullanılmış olup, sadece “o günahı işlememiş gibi olur” manasındadır. Bu sebepten içki içen birisi Ramazan’a hürmet ederek içkiyi Ramazan boyunca bıraksa ve orucunu da tutmuş olsa; bu kişiye “senin orucun kabul olmaz” denilemez. Aynı şekilde günahkâr olup, namaz kılana “ senin namazın kabul olmaz, diğer günahlarını da terk etmelisin” denemez. Her Müslüman için böyle durumlar olabilir. Hiç kimse günahtan uzak değildir.

Tevbenin Devamında İnsanların Kısımları

TEVBENİN DEVAMINDA İNSANLARIN KISIMLARI:

Tevbe edenler, geri kalan hayatlarında ölünceye kadarki durumları bakımından, dört kısımda olurlar:

1)Nefs-i mutmainne sahipleri: Bu kimseler tevbe ettikten sonra ölünceye kadar tevbesinde duranlardır. Bu kişiler, geçmişteki eksiklerini tamamlarlar ve asla eski günahlarına dönmeyi düşünmezler. Bu tevbeye “Nasuh tevbesi” denir. Bu tevbenin sahiplerinin nefsine de “Nefs-i mutmain” denir.

Şehvetleri, marifetlerinin etkisiyle sükûna ermiş;   artık serkeşlik yapacak hali kalmamıştır. Veya şehvetleri  ile sıkıntıdadır ama kuvveti ile mücahede haline devam eder. Bir kısmı tevbeden sonra, şehvet etkisi hasıl olmadan ölür ve kurtulur. Bir kısmı uzun yaşar, mücahedesi devam eder, sabırla iyiliklerini çoğaltarak, kendisinden kimseye kötülük ulaşmadan, istikametini sabit tutarak yaşar. Bu kişilerin durumu, uzun süre mücahedeye devam etmeyi başarabildiği için, tevbeden sonra ölene göre daha makbuldür.

Günahkâr tevbe ettikten sonra, daha önce işlemiş olduğu günahı ile en az on defa daha karşılaşır. Elinde bütün imkânları ve şehveti mevcut olduğu halde, sadece Allah korkusu ile bu günahı işleyemez. İşte bu kişiler, geçmişleri bağışlanan “mutmain nefis” sahibi olan kişilerdir.

2)Nefs-i levvame sahipleri: Bu kimseler büyük günahları terk etmiş, tevbelerinde sebat etmiş, esas vazifelerini yerine getiren, kasıtsız olarak bazı kusurlar kendilerinden çıkan, her seferinde işlediği kusurlardan dolayı kendisini kınayan, bir daha aynı hataları yapmamaya ahdeden kişilerdir. Bu kişiler, her ne kadar yukarıda anlatılana göre düşük seviyede olsa da, kasıtlı olarak böyle hatalara düştükleri için ve kendini yerdiği için yine de mertebeleri yüksektir. Tevbekârların çoğunun durumu böyledir. Bu kişilerden beklenen, tartıda iyiliklerinin kötülüklerinden ağır gelmesidir.

“Çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri vakit, Allah(c.c.)’ı hatırlayarak hemen günahlarının yarlıganmasını isteyenlerdir”     Âl-i İmran/135

 

“Hayırlınız, her aldanışında tevbe edendir”    Beyhaki

“Mü’min buğday başağı gibidir. Bazen eğilir, bazen doğrulur”                                                           EbûYa’lâ

 

“İşte bunlara sabr ettiklerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle def ederler”                                                                     Kasas/54

 

Bütün bu âyet ve hadis’lerin ışığında, isyan eden kişiyi hemen tevbesini bozmuşlardan saymamak gerekir. Hattâ, Allah(c.c.)’ın rahmetinin büyük olduğu ve insanların kusurlardan uzak kalamayacağı düşünülmeli, bu kişilere ümit verilmelidir.

3)Nefs-i müsevvile sahipleri: Tevbe edip, tevbesinde bir zaman sebat ettikten sonra, kendi iradesiyle tekrar tekrar günaha dönmesi, bunun yanı sıra da diğer günahları mümkün olduğu kadar terk ederek, ibadete devam edenlerdir. Kötülüğü yaparken keşke fırsat elime geçmeseydi derler. Günaha girdikten sonra da, tevbe ederler, yaptıklarına pişman olurlar.

“Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir ameli başka bir kötü ile karıştırmışlardır”                                                                                               Tevbe/102

Bu kişiler günahı işledikten sonra gerçekten nadim olurlar. İbadete devam ettiklerinden ve isyanı kerih gördüklerinden, affedilmeleri umulursa da tevbe etmeden ölüm gelebilir. O zaman Allah(c.c.) dilerse affeder, dilerse azâb eder.

“Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ           herkes onun Cennetlik olduğunu söyler. Öyle ki aralarında manen bir karış mesafe kalmaz. Sonra mukadderatı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve Cehenneme girer”                                           Sehl b. Sa’d

 

4)Nefsi emmare sahipleri: Tevbe edip, bir müddet istikamet üzere gittikten sonra, tevbesini unutanlardır. Bunlar günahlarına da üzülmezler. Bu bakımdan durumları çok tehlikelidir. Son nefeslerinden korkulur. Durumları Allah-ü Tealâ’nın iradesine kalmıştır. Ölümleri iman ile olursa, uzun bir süre kaldıktan sonra Cehennem’den çıkmaları mümkün olabilir. Bununla beraber, bizim bilemeyeceğimiz gizli bir sebepten affedilmeleri de mümkün olur.

“İnsanların hepsi mahrumdur,âlimler müstesna.

Âlimler de mahrumdur, ilmiyle amel edenler müstesna.

Amel edenler de mahrumdur, ihlâs ile amel edenler müstesna.

İhlâs ile amel edenler de büyük tehlikededirler”.

Bu kişiler dünyaya çok önem verirler. Dünyalık için gece gündüz demeden, çalışır, çabalarlar. Kazandıklarını da sadece nefisleri için harcarlar. Onlara “Allah herkesin rızkına kerimdir, neye bu kadar çalışıyorsun?” dense,  “Allah oturduğun yerde vermez, her şeyi bir sebeple verir, her şey kazanarak elde edilir, Allah(c.c.)’ın adeti budur” derler. Ahiret için çalışması gerektiği söylense, tevbe etmesi ve isyanını bırakması söylense, Allah(c.c.)’ın rahmetinin büyüklüğünden söz ederler. Kendi günahlarının Allah(c.c.)’a zarar vermeyeceğini, Cehennem’e gireceklerin çokluğu sebebiyle kendilerine yer kalmayacağını söylerler. Allah(c.c.)’ın dünyada kerim olduğuna inanmayıp, ahirette kerim olduğuna nasıl inanırlar ki?

Allah(c.c.)’ın adetinin dünya ve ahirette değişmez olduğunu düşünemezler.

“Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur”                                                           Necm/ 39

Günah İşleyene Düşen Vazifeler

GÜNAH İŞLEYENE DÜŞEN VAZİFELER:

Kasıtlı veya kasıtsız, küçük veya büyük günah işleyenlere iki görev düşer. Tevbe etmek ve iyilik etmek. Burada dikkat edilmesi gereken ve üzerinde durulması gereken, kötülüğü hangi âza ile yaptı ise, iyiliği de o âza ile ve o âza yanı sıra bütün âzaları ile yapmalıdır.

Sadece dil ile “estağfirullah” demek yalancılıktır. Kalbin buna mutlaka iştirak etmesi gerekir. Sehl b. Tusterî “Kul her halinde Rabbine başvurmalıdır. Kusur yaptığında örtmesini,  günahı terk ettiğinde affetmesini, tevbe ettiğinde korumasını, amelde bulununca kabul etmesini dua etmelidir. Her yaptığı şeyde O’na başvurmalıdır”demiştir. Yine Sehl’e günahları yok eden istiğfar sorulduğunda: “ İsticabe, inabe ve sonra da tevbe” demiştir.

İsticabe: Âzalarla amel. İnabe: Kalp ile amel. Tevbe ise masivayı terk edip, Mevlâ’ya yönelmektir. Bundan sonra uzlet gerekir. Sonra sebat etmek, daha sonra fikir gelir. Bundan sonra marifet, sonra yalvarmak, sonra dostluk, sonra beraberlik ve daha yakın olmak gelir. Bundan sonra da gizli anlaşma gelir ki, bu ulaşılmak istenen en yüce hallerdendir. Bunların oluşması için, kişiye öğrendiği ilmi gıda olmuştur. Zikir kuvvet olmuştur. Burada zikirden maksat, Allah(c.c.)’ı hiçbir halde ve işte unutmamaktır. Tevekkül arkadaş, rıza azık olmuştur. Buraya ulaşanın makamı çok yücedir.

“Tevbe eden Allah(c.c.)’ın sevgilisidir” Hadis-i Şerif’inin manası da açıklanmış olur.

Tevbenin iki önemli sonucu vardır: Biri hiç günah işlememiş gibi, geçmiş günahların affedilmesi; diğeri tevbe ile bir o kadar sevap alınıp, Allah(c.c.)’ın sevgilisi olacak dereceye ulaşmaktır.

“Muhakkak Allah Muhsinlerin ecrini zâyi etmez”                                                                             Tevbe/12

“Bir iyilik olursa Allah onun sevabını kat kat arttırır. Kendi tarafından büyük bir mükâfat verir”                                                                                                    Nisâ / 40

Rabia Adeviyye “ Bizim istiğfarlarımız, daha çok istiğfarlara muhtaçtır” demiştir. Burada kast olunan, sadece dil ile yapılan “estağfirullah”tır. Bu , mutlaka kalbin de katılımı ile olmalıdır. Kalbin katılımı olunca, kişi daha önce sadece dili ile yaptığı “estağfirullahlar” için, estağfirullah der. Yani kalbinin gafleti sebebiyle, “estağfirullah” demektir.

Bir başka Ehlullah ise: “İyilerin iyilikleri, mukar-reblerin kötülükleridir” demiştir. Bu doğru sözdür, zira, insanın makamı yükseldikçe, daha inceliklere vakıf olduğundan, giderek yapılan ameller de incelir.

Câfer-i Sâdık (r.a.) : “ Allah-ü Tealâ üç şeyi üç şeyde gizledi. Rızasını taatte, gadabını musibette, velilerini de kulları arasında gizledi. Sakın yaptığınız taati küçümsemeyin, belki rızası, bilmediğiniz küçük bir iyiliktedir. İsyanın en hafifini bile küçümsemeyin, belki gadabı oradadır. Hiçbir kula hakaretle bakmayın, belki Allah(c.c.)’ın velisidir. Bir de icabetini dualarda gizledi. Duaların üzerinde durun, belki kabul olacak dua odur” demiştir.