Kategori arşivi: 08.Bölüm

Sekizinci Bölüm

Sekizinci Bölüm:

DAİMA IHLAMUR’A DÖNECEĞİM.

Dükkânı ben açıyorum. Dostlar vakıf çalışmalarında. Pazartesileri böyle oluyor. Bu gün yalnızlık iyi gelecek. Bir yandan sobayı yakıyorum, diğer yandan tezgâh üzerinin tozunu alıyorum. Çaydanlık tıkırdamaya başladı. Aklım Hüseyin Hilmi Bey’de. Bu olay beni hem çok etkilemiş, hem de şaşırtmış olacak ki kendimi düşünmekten kurtaramıyorum. Kendimi O’nun yerine koymaya çalışıyorum. Ne kadar başarılı olabilirdim, bilmiyorum. Herkesi yerli yerinde ve taşıyabileceği kaderi ile yaratan Rabbim! Bana benim kaderim kolaylaştırılıyor, diğerlerine kendi kaderleri… “…hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemeyiz…” Ayet’inin mânasını kalbimde taşıyorum. Anlıyorum. Anlayabildiğim için şükürler olsun…Başka ne diyebilirim? Yetersiz ama ancak bu kadar söz bulabiliyorum.

TUTUNAMAYANLAR… 

İnsanlar belki de hayatlarında tutunacak önemli bir şey bulamadıkları için, tutunacaklarını değişik yerlerde, değişik zevklerde arıyorlar. Sonra belki tutunmaya çalıştıkları ipin ucunun boş olduğunu fark ediyorlar. Eğer ipin ucunun bir gerçeğe yani hakikate bağlanmış olduğunu görseler aradıklarını bulmuş olacaklar ve varmak istedikleri bir hedefe sahip olacaklar. Tutunmanın, hakikate dayalı sabit bir hedef ile mümkün olduğunu artık biliyorum. Tutunulacak şey, çok ve çeşitli. Sanki bir Pazar tezgahında sergilenmekte. Bir kısmı uzun ömürlü, yani ipin ucu ebediyete ulaşıyor. Bir kısmı da kısa ömürlü. Yaşamımızın içinde ipin boş olan kısmı elimize geliveriyor. Pazar yerinde dolaşırken hangisinin, hangi ipin ucunun hakikate dayandığını bilmek çok zor. Kendi küçük aklımla şöyle düşünüyorum. Şatafatlı görünenler uçsuz. Yalın görünenler uçlu. Ama bir bilgi lâzım insanlık için. Bu bilgi, safiyetin kıymetli olması. Yalın olan, safiyeti arayana cazip gelebiliyor. Meselâ, hayatın içinde zenginliğe, güzelliğe, beğenilmeye, gözde olmaya, tek olmaya vs hevesler; geçici olan tutunabildiklerimiz olup, Pazar yerinde albenisi büyük, sonu olmayan tutunma hevesleri. Yalın olan, belki de bu sebepten gözümüze bile ilişemeyen ise ucu hakikate dayanan yumaklar. Tutunmak isteme arzumuz aynı zamanda kendimize verdiğimiz önem ile ilgili oluyor. Eğer kendimize verdiğimiz önem, kendi hakikatimizden uzak olan benliğimize verdiğimiz önem ise, o zaman şatafatlı ama kısa ömürlü veya gelip geçici şeylere tutunmayı yani tutunamamayı yaşayacağız. Ve eğer kendimize verdiğimiz önem, kendi hakikatimize yakın olan ben’e ise, o zaman yalın olan ve sabit olan şeylere tutunmaya çalışacağız yani tutunacağız. Bir bakıma gelip geçici olanlar dünya hayatının işaretleri, sabit olanlar da ebedi hayatın gerçekleri olmuyor mu?

Kulağımda dalga dalga müzik sesi alıyorum. “tutunamadım, tutunamadım şiirlere, şarkılara…”

SAFİYETİMİZ

Kaybettiğimiz, kaybettiğimizin farkına bile varmadığımız, bu sebepten aramayı da unuttuğumuz safiyetimiz… Hayatın başlarında yüzümüze yansıyan, hayatı yaşarken kirlenmelerimiz ile uzağımıza düşen safiyetimiz…Bilim adamlarında(ihtirassız olanlarında), sanatkarlarda, bilge kişilerde, hepimizin hayatının başında ve ölüm anında yüzümüze yansıyan çocuksuluk, safiyet. Yanlış olana değer veriş ile, yanlış öğretilerle, ihtiraslarla, sonu olmayan arzularla, kirletilen safiyet. Duyguları değersiz kılarak, maddeye önem vererek, adaleti hiçe sayarak bozulan, kirlenen, zedelenen safiyet. Kendimizde aradığımız çocukluğumuz, mânamız, ululuğumuz olan safiyet. Seni ararken tutunabildiğim iple elimde tutmaya ve hiç bırakmamaya yemin ettiğim safiyetim…

Diyar diyar gezdim geldim,

Safiyeti sezdim geldim.

Kendi ateşine yanan pervane idim,

Yalanımdan bezdim geldim…

Safiyet başlangıçta kendiliğinden mevcut, sonra hayatı yaşarken, olan değil, olması gerekene verilen önem ile kirlenen, kendi olmaktan uzağa düşen safiyet… ömür kirlenme sebebi, genelde başlangıca giderken saflık alanları çoklukta. Sonraları kirlenme alanları… Bir düşünür, doğunca hemen ölmek safiyeti korumak için çare mi, diyordu. Hayır bu çare değil elbette. Yaşarken kirlenmemeyi sağlamak ya da kirlenilmiş ise, kirliliği kabul ederek temizlenme yollarını aramak… Kendi kaybettiğimiz safiyetimizi bir anda görsek, belki kendimize olan aşkı yaşayacağız. O öyle bir çekim alanı ki başka hiçbir şey daha cazip gelmiyor. İşte bütün insanların hepsinde var olan bu saf alan bütün insanları sevme sebebim oluyor. Bu alan öyle bir etkili ki başka hiçbir şey daha etkili olamıyor. Fakat esas söylemek istediğim, bu safiyetin önüne binlerce duvar örmüşüz. Artık biz kaybolmuşuz da sanki bizi emrine almış olan: nefsimiz…

Doğrudan düşünce, ruha ait. Dolaylı düşünce nefse. Nefis hep dolaştırmada insanı. Meselâ bir konuda bir hata yaptığımızda, bu hatanın esas sebebini hemen göremiyorsak, bilmeliyiz ki nefsimizle halâ çok önemli sorunumuz var. Burada nefis bizleri başkalarını bahane göstererek, aldatır. Falancanın söylediğini dinlemeyerek, kendi kalbime geleni yapsaydım, bu hatayı yapmamış olacaktım, diyerek aldatır. Halbuki daha o harekete geçerken, yani başlangıçta hatayı yapmıştık. Ama bize bu hatayı başkalarının sebebiyle yaptığımıza inandıran nefsimize daha çok güveniriz. Böylece biz hata yapmamış olmakla, başkalarını sebep olarak görmekle ve buna her şeye inandığımızdan daha çok inanmakla kendimizi aklamış oluruz. Bu aklama ise, safiyetimizi örten bir demir perde olur. Aslında bir uyarı vardır halimizde. Aklanmış olmakla tamamen rahata da ulaşamayız. Bir tedirginlik yaşarız. İşte bu, hatamızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğine dair bir kalbi uyarıdır. Ama muhasebe etmeyiz bile… İşte hayat böyle akar gider. Bu aldanışların faturası ise Allah’dan uzaklığa götürür bizleri. Sonra da fark ettiğimizde işe yeniden nereden başlamak gerektiğini bile kaçırmış oluruz.

Safiyetin yakalandığı anlar, kaygan bir zeminde. Orada sabit durabilmek çok zor. Hep sabit durulabildiği sanılırken, uzaklaşma olmakta. Böylece sabit olanı yakalamak zor, lâkin elinde tutabilmek daha zor… Hz. Mevlâna’nın “Bir ayağım cihanı dolaşırken, diğeri Hakikat-ı Muhammediye üzerinde sabit durur” sözündeki hikmeti ancak anlayabiliyorum. Bir ayağın cihanı dolaşması, mümkün olan her hali mümkün görüş ve empati yani karşısındaki insanı anlayabilmek için onun haline girerek yaşayabilmesi. Diğer ayağının sabit olan yerde durması ise, o kadar insanın halini yaşayabildiği halde, kendi makamı olan hakikatten, yani hatanın belki de pek az olduğu veya hiç olmadığı sabit noktadan ayrılmaması oluyor. Bu sözleri ben böyle yorumluyorum. İnsanlık ise bir lokmalık bilgi servetiyle yeterliliğini bilge kişiliğe götürmekte. Ne kadar kocaman bir yanlışlık. Hem de asla yanlış yapmama zannı adına…

DÜŞÜNÜYORUM,DÜŞÜMELİYİM…

Günlerim daha çok düşünme, pek az da konuşma ile geçiyor. Hatta hiç konuşmuyorum diyebilirim. Neyi konuşacağım? Konuştuğumda ya hayrı söylemeliyim, ya da susmalıyım. Hayrı söylemek bana pek az nasip oluyor. O halde susmalıyım. Gerisi boş konuşma…

Düşünüyorum. İnsanların özellikleri hep bir örnek gibi. Aslında sanki aynı kalıpta yaratılmış farklı hallerde. Dinlemekteyim ya, dinliyorum: birisi gördüğü rüyalardan, komşusunun kendisine gösterdiği hürmetten falan bahsediyor. Bu tip insan kendini etrafındakilere anlatan, böylece ne kadar kıymetli yerlerde olduğunun onayını arayan insan tipi. Üç aşağı beş yukarı farklarla insanların önemli bir bölümü bu hallerde. Arada sırada konuşmasına “ben kim oluyorum ki” gibi tevazu gösteren cümleler de ekleyerek, aslında mütevazılık yapıyor. Gerçekten mütevazı hiç değil, ama kendisi de mütevazı olduğuna inanıyor. Bu tip insan; eğer bir nimete ulaşmışsa, nimeti vereni göremeyip bütün nimetlerin sahibi olarak kendini görmekte. Yani İlâhını unutmuş, yok gibi…

Bir başka insan tipi kibir içinde. Aslında hiçbir şey bilmiyor. Ama her şeyi biliyormuş gibi zannederek, bilmeye çalışanları küçük görüyor. Onların aralarına karışmayı, kendine yakıştıramıyor. Karşısındakilerin eksikliklerinin hep farkında, kendisinin de fazla olanlarının… Bu tip insan; kendini İlâh edinmiş olmuyor mu?

Bir başka insan tipi insanların arasına karışıp, kendi eksiklerinin farkında olduğu halde, tavır ve davranışları ile kendinde bunlar yokmuş gibi davranıyor. Bu tip insan Allah’ı kandırıyor…

Bir başka insan tipi, kendini Allah’a çok yakın hissederek, coşuyor, etrafa nasihatler öğretiyor, belki de pek çoğunun kafasını karıştırıyor. Ayrıca eline geçirdiği hayali yakınlık makamını asla kaybetmeyecek sanarak aldanıyor. Bu tip insan; Allah hakkında bir idrake sahip olmadığından, O’nu yanlış anlıyor, yanlış değerlendiriyor. Kendi zannındaki İlâhına tapıyor.

Bir başka insan tipi, mükemmel olma hevesinde, hem kendi hem çevrelerindekilerle birlikte mükemmel olma peşinde. Sanki kendi mükemmeliyetleri dünyayı kurtarmaya yetecek. Bu tip insan; kendi çevresinin İlâhı olmuş. Hiç hata yapmayan kendi ve çevresiyle yaşamak istiyor. Bu sebeple etrafındakilere hayat zehir zemberek. Halbuki Allah böyle mi yapıyor? O’nun ahlâkında böyle bir şey var mı?

Bir başkası çevresindeki insanları hükmüne almak istiyor. Kendi verdiklerine karşılık bekliyor. Bu bazen İlâhlık beklemeye kadar gidiyor.

Bir de ilimlenenlerin durumları var. Bir kısmı hadisleri reddediyor. Bir kısmı ayetleri istediği gibi yorumluyor. v.s… v.s…

İşte, diyorum. İslâm’ın parçalanmışlığı bu sebepten. Hani diyorlar ya bazan “siz kendi içinizde bile bir uzlaşmaya varamıyorsunuz” diye. İşte Allah’ı ve Resul’ünü farklı anlamak, kendince daha doğrusu nefsince yorumlamak bu çoğulluğu oluşturuyor. Allah değeri ölçülemeyen, bahası bilinemeyen olunca, elbette O’na giden yollar da mahlukatının nefesleri sayısınca olacaktır. Bir kudsi hadiste “Ben kulumun zannı katındayım” demiyor mu? Gerçek hayatta, Allah’ı nasıl zan içinde bildikse, öyle bulacağız.

Ya Rab! Bizi zannımızla değil hakikatinle şereflendir. Sana ait bin bir zandan yani perdeden kurtar da öyle bilelim, amin…

Bize senin gözünle görmeyi, kulağınla duymayı nasip et, amin…

Bizi İslâm adına her türlü aşırı düşünceden ve tavırdan koru, amin…

Bizi Sana yakın, nefsimize uzak et, amin…

Bize bizden yakın olan Rabbim, merhametinden ümitli, gadabından korkulu olma duygusunu bizde eşit olarak var et, amin…

REENKARNASYON NEREDEN GELDİ?

Bir de reenkarnasyon meselesi var elbette. İslâm’ın şartları belli. İman’ın şartları da belli. Hiç birinde yeniden doğuş mânasına gelen reenkarnasyon yok. Yani ne İslâm’ın ne de İman’ın şartlarından. Ama bir bakıyoruz, bazı guruplar hem dindar olduklarını ifade ederek, hem de bu meseleye inanmak şartmış gibi göstererek yeniden doğuşu önemli bir olgu olarak ortaya koyuyorlar. Burada niyetlerinde bir kötü düşünce varlığını kabul etmiyorum. Lâkin düşünce sistemlerinde bir tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Dayanaklarını Kuran’dan aldıklarını söyleyenler var. Hatta bazıları Hz. Mevlâna’nın böyle defalarca doğup tekâmül etmiş ruh olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyor.

Ben bir konuyu düşünürken, geniş düşünme melekemin yerleşmesi adına, yani konulara tarafsızca bakabilmek adına, önce ortaya konulan konunun yanındaymış gibi hiç itiraz etmeden bakmaya anlamaya çalışırım. İşte bu konuya da önce böyle yaklaştım. Bu konuyu yazanları okudum. Anlatanları dinlemeye ve nereye varacaklarını öğrenmeye çalıştım. Gerçekten iyi niyet içinde yaklaştım. Çünkü biliyorum ki Allah indinde her şey mümkündür. Hiçbir şeye sınır koyulamaz. Böylece dar açıyı genişleterek baktım. Bu konu neden gündemde diye incelediğimde, bazı Hristiyan inancında kuvvetle yaygın olduğunu tespit ettim. Belki de bu sebepten, başka sefer gelişlere bırakılan iyi işler ve iyi ahlâk anlayışlarında, kendilerini vebalsiz hissediyorlardı. Böylece şu andaki yaşamlarında meselâ Bağdat’ta çocukları rahatça katledebiliyorlar, daha insancıl davranışlarını başka hayatlarında uygulamayı amaçlıyorlardı. Bu da sadece dünya hayatını temel alarak yaşamalarına vesile oluyordu. Materyalist bir dünya yaşamı. Ahiret, hesap, vebal, günah yine dünya hayatında yeniden doğuş ile gerçekleşecek şeylerdi. Yani ruh tekâmül edecek, fakat bu tekâmül seviyesini tutturuncaya kadar, sahip olduğu ve henüz yeterince tekâmül etmemiş olan ruh ile her şey yapılabilecek…Bu yeniden doğuş meselesini aklımın reddediş sebepleri şöyleydi;

1)    Allah sınırsız sayıda ruh yaratacak kadar Âzamdır. Belli sayıda ruh yaratıp, onların tekrar tekrar dünyaya gönderilmesi, Allah’a ait bir acizlik atfetmeyi getirir ki Allah asla aciz değildir.

2)    Yine bu konuya inananlara göre, dünyada yaşarken her ruh farklı seviyede olduğuna göre, ilk ruhların gönderildiği zamanda, bazılarını tekâmül etmiş, bazılarını da hiç tekâmül etmemiş ruhlar olarak göndermek, Allah’ın adaletine uyar mı?

3)    Eğer tekâmül olayı dünyada iken sonlanıyorsa, Cennet ve Cehennem gerekir mi? dört kitapta da bu iki kavram insanlara bildiriliyor.

4)    Ruh başlı başına bir kemaldir. Asla tekâmül etmez. Ruh insanda Allah’tan bir nefhadır. Kuran’da “biz ona ruhumuzdan nefhy ettik” denmektedir. Ruh Allah’tan bir emanettir. Bütün insanlara hediye edilmiş olan bir hakikattir. İnsandaki nefis ile birlikteliği sebebiyle bu güzellik veya hakikat örtülür, perdelenir. Tekâmül ederek kemale ulaşmaya çalıştığımız nefsimizdir. Nefsin geri kalışı veya tekâmül edişi söz konusudur.

5)    Bütün insanlar eşit ruh seviyesinde yaratılmışlardır. “Bütün çocuklar Müslüman fitratı ile yaratılmıştır. Sonra onlar anaları veya babaları tarafından Hristiyan, Yahudi veya Mecusi olarak yetiştirilirler” hadisi, bu eşit yaratılışa işaret eder.

6)    “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi ile, “Ecel gelmeden hazırlığınızı yapınız. Ölünce nasıl malını, mülkünü götüremeyeceksen, şimdiden bunu kavrayarak, ona göre değer veriniz. Ölüm hali gelip çatmadan evvel, sanki ölmüş gibi günahlarınızın sevaplarınızın hesabını yapınız. Öldüğünüzde nasıl iradenizi kullanamayıp, Allah’a teslim olacaksanız, şimdiden teslim olup, dünyanın lüzumsuz ve fahiş isteklerinden vazgeçiniz…” gibi mânaları anlamaktayız. Kuran’da da bu mânaya destek olmak üzere, “sizi öldürecek, sonra diriltecek, sonra tekrar öldüreceğiz” ayeti, maalesef yeniden doğuş inananları için referans mânasını taşımaktadır. Halbuki burada iki defa ölümden bahsedilmektedir. Halbuki onlara göre bir ruh pek çok defa dünyaya gelir, böylece tekâmülünü tamamlarmış. Burada benim ve benim gibi düşünenlerin anladığı mâna ise; “Yaşarken, dünyanın aşırı olan taraflarını terk edin. Ölen birisinin kıskançlığı, hak yemesi, ihtirası, biriktirme hırsı olabilir mi? yani ölüden insana zarar gelebilir mi? sizi kendi irademizle öldürürüz(bu Allah’ın lûtf-u keremindendir, onu dilediğine verir ayeti ile) sonra tekrar diriltiriz (Allah’ın Hay sıfatı ile diriliş), ondan sonra tekrar öldürürüz (hayatın sonlanması)” oluyor. Yahut dünya hayatı ile ölmüş olan ve artık iyi hiçbir şeye duyarlı olamayan kalbin dirilişi ile yeniden doğuş ve hayatı Allah’ın rızasına uygun olarak yaşayış anlaşılıyor.

7)    Hz.Mevlâna’nın “önce nebat idim, sonra hayvan oldum, sonra da insan” dizelerini de dayanak alarak, Hazret’in tekâmülünü tamamlamış yüksek ruh olduğunu söylüyorlar. Hz.Mevlâna tasavvufun merkezi olarak nefsi anlatıyor. İnsan, önce emmare yani emreden nefsin hükmündedir. Bu nefis insana hayvanlık âleminde bile rastlanmayacak işleri yaptırır. Bazen yırtıcı hayvan gibi, bazen sinsi, bazen de başka türlere has davranışlarda bulundurur. Tasavvufta bilinir ki nefsin yedi aşaması vardır. İlk basamak ve en aşağılarda olan nefis, nefsi emmaredir. Sonra nefsi levvame yani kendini levm eden, yalanlayan, pişmanlık duyan, sonra pişmanlığını unutarak tekrar günah işleyen nefis makamı gelir. Üçüncü makam mülhime nefistir ki bu makamda kalbe ilhamlar gelmeye ve haller biraz düzelmeye başlar. Mutmain nefis makamı dördüncü makam olup, velilik makamıdır. Burada o kişiden emin olmak söz konusudur. O kişinin elinden dilinden herkes emin olur. İnsan olma bu makamda başlar. Beşinci makam radiye olup, Allah’tan razı olan kişinin nefsidir. Burada Allah’ın her türlü kaza ve kaderinden razı oluş vardır. Çok yüksek makamdır. Mutmain makamına gelebilenler için açılan yoldur. Altıncı makam mardiye olup, razı olan kullarından Allah’ın da razı olduğu makamdır. Yani kul rıza makamına erişince, Allah da ondan razı olur. Yedinci makam safiye makamıdır. Burada o kul, saf olmuştur. Yeni doğduğu andaki kadar safiyetine kavuşmuştur. Bu makamlar ayetler ile sabittir: “Ey! Mutmain olan nefis. Sen Allah’dan razı ve Allah da senden razı olarak, Rabbine dön. İbadet eden kullarımın arasına karış. Cennetime dahil ol”.

8)    Hz. Mevlâna yukarıdaki bilgiler ışığında, nefsi ile olan mücadelesini ve bu mücadelesinin sonunda yükseldiği, kazandığı makamlardan haber vermiştir. Kendisini tekâmül etmiş bir ruh olarak vasıflandıranlardan bizar olmuştur, şikâyet edecektir.

Bu sorularımı böylece yazarak, bir televizyon programında konuşma yapan, görünüşte erdemli, ama tekâmül etmiş bir ruha sahip olduğuna inanan bir beye gönderdimse de henüz bir cevap alamadım. Aynı konuyu müsait bir akşamda Bakî Efendi’ye açtığımda, memnuniyetini anlamamak mümkün değildi. O zaman cesaretlenerek: “Benim düşündüklerim için sonuna kadar doğru diyorsunuz, pekalâ o kişiler böyle düşünemiyorlar mı?” diye soruyorum. Sorumun sebebi sahiden sadece merak. “Doğruyu bulmak için, kalbin bazı sıkıntılardan temizlenmiş olması ve doğruyu hissetmesi gerekir. Doğru düşünce amel ile desteklenir. Doğru düşünce insanlığın menfaatleri öne alınmışsa, kuvvetle çıkar. Bu söylediklerin dünya nüfusunda kaç kişiler? Onlara doğruyu göstersen, kibirleri sebebiyle dinlerler mi? Sen kalbinin sesini dinle. Asla tekâmül etmemiş ve bir nur olan ruhunun ışığının aksettiği ve hükmettiği kalbinin sesini dinle. Bu Allah’ın lûtf-u keremindendir, onu dilediğine verir” . Böylece müjdemi almıştım ama bir türlü rahat edemiyordum. Bir yandan şükrediyor, diğer yandan hakikatin cazibesine tutulup, ilgilenip, zamanlarını bu uğurda harcayan fakat hakikatin kenarından teğet geçenler için dua ediyorum: “Onlara da bildir Ya! Rab”

İnsanlar, kendi inandıkları veya ısrarlı oldukları konuları kendileri uygulamakla yetinmeyip; yerleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Acaba sadece kendileri uyguladıklarında, yalnız kalmak mı istemiyorlar? Kendi inandıklarına başkaları da inanırsa, kendilerini daha haklı mı hissediyorlar? Senelerce bu tip örneklerle karşılaştık. Meselâ, bir örnek olarak vermek istersem, “namaz üç vakit kılınabilir, Kuran’da böyle üç vakit olarak geçer” diyenler çıktığında, ben şöyle düşündüm: insanlardan bir kısmı böyle hissedebilir, yorumlayabilir ama, bu doğru veya yanlış olsa da sadece kendisini bağlar. Bu konuyu yakalamış olmakla, ısrar ederek, yaygınlaştırmaya çalışmak ne derece doğrudur? Kendisi şartları sebebiyle veya böyle inanarak ne yapıyorsa, Allah ile kendi arasındaki meselesidir. Bunu illâ yaygınlaştırmak, velev ki alim bir kişiliği olduğunu söylese de, ne kadar doğru olur? Sonra insan azaltmak veya çoğaltmak hakkına sahip midir? İşte bir konunun toplumda yer bulması, esasen dinini, kendi hakikatini öğrenmeye hiç vakti olmamış insanlar için, hazır lokma olmaktadır. Ama inanmaya hazır olan insanlara bir şey sunulurken, vebali düşünülmeli, Hadis ve Kuran gibi iki sağlam kaynak delil olarak gösterilmeli. Belki mevcut delil gösterildikten sonra, “bu benim yorumum, bence, bana göre” kayıtları söylenmelidir. Böyle olmayınca, sanki yüz yıllardır saklı olan bir bilgiyi, o kişi bulmuş gibi gösterilmekle halkın temiz duyguları hafife alınmış olmuyor mu?

İnsan kendi için namaz kılmayı meselâ; bu çağ için uygun bulmuyor olabilir. İş-güç sebebiyle günde beş vakit ibadet o kişiyi zorlayabilir. O kişi bunun günah olduğunu kabul edip, Allah’ın rahmetine sığınacağına; bu devre ait olmadığını ispatlamakla öylesine uğraşır ki ve diğerleriyle birlikte olarak, günahı daha rahat işleyebilir, yandaş bulmakla öyle rahatlar ki sanki o zaman günah işlememiş olur. Bu anlattığım bir uç örnek.

Bu konular bence çok önemli. Az öğrenmiş olsak da devam eden az bir amelin kıymetini hissedebiliyorum. Hayatı doğru yaşamak, ahirete hakkıyla iman etmek, emirlere olduğu gibi tabi olmak, bize hakikati bulduracaktır, diyorum.

Artık kendimi yetiştirmek ile uğraşırken, başka kanalların da açıldığını o kanallardan daha farklı bilgilerin kalbime aktığını hissediyorum. Herkes neyi talep ederse, onu karşısında buluyor. Ben kendimi tanıma konusunda kararlıyım, ısrarlıyım, asla vazgeçmemeye niyetliyim. Kararlı oluşum sebebiyle, açılan diğer kanalların kalbe akıttığı bilgiler, anlıyordum ki beni pek çok zarardan koruyordu ve koruyacaktır…