KARZ-I HASEN:(Allah’a ödünç verme)
Zekât, farz olan infaktır (sadece Allah rızası gözetilerek veriş). Sadaka ile karz-ı hasen ise nafile olan infaktır. Ramazan Bayramından hemen önce verilen fitre sadakası ise vaciptir.
Zekât, malın şükrüdür. İnsanoğlu sahip olduğu her şeyin şükrünü her an yapamaz. Her malın da şükrünü yapamaz. Bazen şükretmeyi hatırlayabilir. İşte merhameten , Rabb-il âlemin nisap miktarı koyarak, malın ancak belli bir miktarının şükrünü yapmayı farz kılarak, insanları zaruri olarak şükretmeye sevk etmiştir. Böylece inanan kişi, farz emir olduğundan dolayı malının zekâtını vererek, malı ile ilgili şükrünü yapmış olacaktır. Zekât senenin içinde her zaman verilebildiği halde, insanlar tarafından genelde Ramazan içinde verme tercihi vardır. Malın veya paranın üzerinden bir yıl geçmiş ise, zekât düşeceği için, daha emin hesaplamak üzere ve Ramazan’da kalpler vermeye daha açık olduğundan dolayı böyle yapılmaktadır. Yoksa bu ayda verilmesi ile ilgili bir hüküm yoktur.
Zekât malın şükrüdür, demiştik. Buna göre meselâ; kırkta birlik nisap ile düşen zekâtını veren kişi, kırkta bir şükretmiş olacaktır ve bu veriş de Allah katında malının şükrü için yeterli olarak kabul edilecektir.
Elbette, daim şükür içinde olan için, malının hepsi nisap miktarı düşünülmeksizin, zekâttır. Nitekim böyle söyleyenler, böyle hissedenler ve böyle verenler olmuştur. Bu kişiler Allah yolunda canlarını feda etmişler, dünya hayatını hiçe saymışlar, dünya nimetlerinin hiç birinin beklentisine kapılmamışlardır. Böyle hissederek, böyle yaşayan için malın ne kıymeti olabilir ki? Bu kişiler, kendi varlıklarını bile göremez, bilemez olmuşlar; ortada kendileri kalmayınca, sahip oldukları mallarının nasıl sahibi olabilirler? Hem kendilerinin, hem kendilerine aitmiş gibi görünen her şeyin tek sahibini görmekle, malı asıl sahibine kolayca bırakmışlardır. Lâkin bu durum, kolay elde edilecek bir şey değildir. Varlıksızlık, ancak tevhid deryasının uçsuz bucaksızlığında kaybolmakla; yani Hak’da yok olmakla elde edilebilir. Ebubekir Sıdık(r.a.), bu konuda en güzel örnektir.
Bedenin şükrü için verilen fıtır sadakası, vaciptir. Yani verilmesi, farza yakın bir önem taşır. Ama farz değildir. Bununla birlikte, mutlaka verilmesi icap eder. Farz olmamasının sebebine gelince; beden ile diğer insanlara bir şekilde hizmet verilerek, şükrü eda edilmiş olur. Meselâ; insan bir yaşlının paketini taşıyıp, hayır duasını alsa, bundan mutluluk duyar. Bedeni ile hizmet vermiş olur. İnsana bedeni ile hizmet etmek, malı ile hizmet etmekten daha kolay gelir. Zira böyle bir hizmetten sonra hemen sonucuna ulaşır. Dua alır, teşekkür alır. Ama meselâ; zekâtın karşılığını ancak, ahirette görecektir. Kısaca bu konu da ahiret imanı ile ilgilidir.
Buna karşılık, zekâtın farz oluşu gereklidir. Zira insan, malını biriktirmeye yönelik bir ahlâktadır. Ve giderek, biriktirdikçe daha çok biriktirme, toplama hırsı gelişir. Bu sebepten farz kılınarak, insanın bu aşağılık ahlâktan kurtulmasına yardım edilmiş olunur.
Sadakalar ise; nafile infaklardır. Nafile infak demek, farz olmadığı halde, Allah için farz olan verişi aşan verişler demektir. Biliyoruz ki, “kulum bana farzlarla yaklaşır” ve “ kulum bana nafilelerle yaklaşır” âyetleri vardır. Bu iki bilgi birbirinin zıddı gibi görünüyorsa da, birbirini tamamlayan bilgilerdir. Şöyle ki; kul önce farz olan ibadetleri yaparak, iman halkasına dahil olur. Böylece farzlarla bir miktar yaklaşmış olur. Eğer nasibi varsa ve gayreti devam ederse nafileleri de ibadetine katarak, yakınlaşmaya devam eder. Nafile ibadetler; sünnetler olup, bütün olarak, Peygamberimiz(s.a.v.)’in ahlâkıdır. Böylece nafileleri tamamlayarak, bütün insanlık için ideal olan ve tavsiye edilen “güzel ahlâka” ulaşmış olur. Böylece Kur’anda “ Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak için, Peygamberinizin ahlâkı ile ahlâklanınız” emrini yerine getirmiş olur.
İnanan insanların hepsi aynı manevi dereceye gelemezler. Bu insanların bir kısmı, farzlarla bir yere kadar gelebilir. Ama sadece daha az olan bir kısmı için, nafilelerle yaklaşmak söz konusudur. Bu bakımdan, bu iki gurup insan için de, “yaklaşmak” müjdesi, İlâhi bir rahmet olmaktadır. Her kes nasibi kadar yer, içer ve yol alır.
Sadakalara gelince; nafile infaklar olduğunu söylemiştik. Bu nafile verişler de çeşitli sebeplerle olur. Meselâ; yola çıkan kazadan korunmak üzere niyet ederek verebilir. Veya yoldan gelen kazadan korunduğunun şükrü için verebilir. Hastalıktan şifa bulunca, hastalığın içinde iken kurtulmak için verilebilir. Yemin kefareti için, oruç kefareti için verilebilir. Bu verişlerin hepsi, verenin ihtiyacı olduğu için verdikleridir.
Bir de sadakanın verildiği yerin ihtiyacını karşılamak üzere verilen nafile sadakalar vardır. Esas bunlardan söz etmek istiyorum ki, esas nafile sadakalar bunlardır. Burada veren kişi; hastalık, kaza, kefaret veya korunma gibi her hangi bir sebep olmaksızın, sadece karşısındakinin ihtiyacını gidermek amacıyla sadaka verebilir. Ve bu verişini yaparken, ne zekât hesabına dahil edecektir, ne de başka bir amacı vardır. Sadece Allah rızasını gözeterek, hatta bazen Allah rızası bile o anda aklına gelmeden, sadece karşısındakine derman olmak üzere verir. İşte bu verişler, en kıymetli verişlerdir. Zira kişi, zekâtını hesaplayıp, vermiş. Fitresini eda etmiş. Üzerinde mükellef olduğu bir borcu kalmadığı halde; önümüzdeki senenin zekâtına bile dahil etmeden, bunu aklından bile geçirmeden verişte bulunuyorsa, işte bu veriş umulur ki Allah katında çok kıymetli ve yaklaştırıcı olacaktır.
Ne Allah’dan ne de kuldan hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir hesaba kaydetmeden, malının kaçta kaçı olduğunu bilmeden, hesaplamadan yapılan bu sadaka yardımları elbette; kulun belli bir yere gelmesi ile mümkündür. Allah’ın güzel isimlerinin yansıması ve bilhasa “Rahim”, “Gani”, “Vehhab”, “Cevvad” şerefli isimlerinin yansımış olması ile mümkündür. Bu mertebeye gelmiş olan kul; malın aslında Allah’ın olduğunu, kendisinin ise içinde bulunduğu an için bekçilik ettiğini, malı verenin ve alanın kim olduğunu bilir. Kendisi sadece bir kepçe gibidir. Bu sebepten ihtiyaçlı olanı gördüğünde, hemen kendisinde olanı vererek rahata erer.
Bu verişler nafilede, ileri gidişlerdir ki Karz-ı Hasen olarak adlandırılır. Eğer, Karz-ı Hasenin ne kadar önemli olduğu, Allah katındaki değeri bilinmiş olsa, kimse bir aylık nafaka bırakmaz, belki de o bir aya çıkamayacağını düşünerek, elindekinin hepsini dağıtırdı. Bu sebepten aşağıda yazmış olduğumuz, Karz-ı Hasen ile ilgili âyetleri okuyunca, bunun değerini öğreneceğiz.
Allah’ın ahlâkı ile tam olarak ahlâklanan kişi, aynen bu yüce ahlâkta gördüğümüz gibi, sadece ihtiyacı olana değil, olmayana da vermekte devam edecektir. Bu veriş şöyle gerçekleşir: Allah-ü Tealâ, sadece ihtiyaçlı olana değil, olmayana da vermektedir. Bu yüce ahlâkla ahlâklanan kişi, elinde olmadan bu ahlâk gereği verişlerde bulunur. Gönülleri neşelendirmek adına; zengin olduğu için hiç düşünülmeyen ve mahzunluk duyanları sevindirmek adına; ihtiyacı olmayıp, takvası gereği ifrat alışveriş yapmayan birine nefsine bir genişlik vermek adına; verişlerde bulunur.
İşte Karz-ı Hasen’in önemli bir kısmı bu verişlerdir. Umum Müslümanlar, ihtiyacı olana koşarken; bu kişiler kimsenin veremeyeceği, malını parasını savuramayacağı yerlere vermekle, hem Allah-ü Tealâ’nın ayırımsız olarak herkese verdiği gibi bir verişle vermiş olurlar, hem de bu veriş ile, parasını pul, malını çul etmiş olur. Bu zor elde edilen bir ahlâktır. Bu sebepten aşağıda okuyacağımız Âyetlerde “Allah’a ödünç veriş” olarak söz edilmiştir. Kim Allah-ü Tealâ’ya ödünç vermek istemez ki? Bu kadar cömert olan ve her şeyin sahibi olana verilen ödünç, kim bilir nasıl geri dönecektir?
Karz-ı Hasen’in bu veriş halini taşıyan kişi; Allah’ın güzel isimlerinin çoğu ile isimlenmiştir. Hatta bazı sıfatlar ile sıfatlanmaya da başlamış olabilir. Bu konunun önemini güvenilir bir kaynaktan öğrenerek(ilimlenerek) uygulamaya başlamış olmak bile takdir edilir bir haldir. Ama esas olan, kişinin Allah yolunda yürürken, bu isimlerle isimlene isimlene bu hali içinde hissederek yaşamasıdır. Elbette bu haldeki kişiler, özel olarak Allah tarafından eğitilenlerdir: “Biri bir öğrendiği ile amel ederse, Allah da ona bilmediklerini öğretir”…
İnsanlar, ya hayır için, ya zekâtları gereği, ya sadaka için verirler. Ama verdikleri için genelde yerine ulaşmasını veya hiç değilse yoksula gitmesini gözetirler. Böylece verdiklerinin daha makbul olacağını düşünürler. Meselâ; hiç değilse Müslüman olsun isterler. Veya namaz kılsın ibadet etsin ki kendisine dua ederse, duası kabul olsun, isterler. İşte insanların kendi verişlerine koydukları bu sınırlar; verdiklerinin karşılığını alacakları gün kendilerinin karşısına koydukları sınırlarla çıkacaktır. Ama neticede, sınırlı da olsa verişlerin hepsi kıymetlidir.
Karz ile ilgili âyetlerde görmekteyiz ki, zekât ayrı anılmış, karz ayrı anılmıştır. Dolayısıyla karz bambaşka bir veriş olup, zekât dışında değerlendirilecek bir veriştir.