Kategori arşivi: 2.Tevekkül

Şiir-Tevekkül

Güvenirim Rahm-ı Yezdan’a

Aciz olsam, suya kansam, gelsem meydana,

Garip olsam, Senle dolsam, taşsam belâna,

Sana yansam, ibret olsam cihana

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

 

Rahmet olsam, rahmet sunsam avama,

Settar olsam, örtü sersem cihana

Tevbe etsem, af öğretsem havasa,

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

 

Toprak olsam, nimet versem açlara,

Çiçek olsam, şifa versem ballara,

Ümit olsam, ümit sunsam kullara

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

 

Derman olsam, zulmet dolu kalplere,

Ferman olsam, ariflerin ilmine,

Hemhal olsam gariplerin derdiyle

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

 

Alim olsam, ilim sunsam, dillere

Zalim olsam, nefsimi dinlemeye.

Şahin olsam, tevhidine ermeye

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

 

Fırsat bulsam, yar köyüne uçmaya,

Köle olsam, nazıyla uğraşmaya,

Sermest olsam, aşkı ile coşmaya

Güvenirim, sığınırım, Rahm-ı Yezdan’a.

Dua-Tevekkül

Dua:

Ya! İlâhi!

Sen tevekkül edenleri seversin. Bizi de tevekkül sahiplerinden kıl. Sen var iken, başka bir noktaya gözlerimi çevirmekten korkuyorum ve utanıyorum. Gözler bilseydi eğer neye bakmak için yaratıldıklarını, elbette başka yere bir daha asla bakmazlardı. Her işimizde Seni vekil kılmayı hatırlamamızı nasip et.

Tevekkül sahibi olmak için, kuvvetli bir iman elzem olduğuna göre, imanımızı kuvvetlendir. Gelecek kaygısı ile şeytana uymaktan sana sığınırız. Geçim korkusu ve gelecek korkusundan koru Ya! Rab! Hayatımızı garantilemekten Sana sığınırız. Senden her ne gelirse, gelsin razı olmayı, bilmediğimiz gaybe ait karşılaşacağımız her ne ise, Senin muradın ile olduğunu bilmeyi, daha başımıza bir şey gelmemişken, endişe etmemeyi nasip et. Nefsimizin oyunlarına, şeytanın korkutmasına kapılmamayı, bir an önce fiil tevhidine gelerek, gerçekten Sana tevekkül etmeyi niyaz ederiz. Küçük bir çocuğun annesine güvenerek, sadece ona teslim oluşu gibi, sadece Sana güvenmeyi, Seni vekil etmeyi dua ve niyaz ederiz. Bizi başka yönlere bakmaktan, başkalarından beklemekten, şirkten koru Ya Rabbi Rahim!

Kendi çabalamamız ile boşa yorulmaktan, belki de böylece “ben yaptım” diyerek, kendimizi ilâhlaştırmaktan Sana sığınırız. Yardım et, yardım et, yardım et, Ya! Rabb, Ya! Mürebbi!, Ya! Celâl!

Felaketleri Açıklamak veya Gizlemek

Felâketleri Açıklamak veya Gizlemek:

Sadece hastalığı değil, yoksulluk ve diğer sıkıntıları da gizlemek, en yüksek makamlardandır. Çünkü burada belâya sabır ve kâzaya rıza vardır. Bununla beraber eğer niyet, şikâyet etmek olmazsa açıklamakta da bir beis yoktur.

Ya tabibe açıklar. Tabibe açıklaması, tedavi maksadıyladır. Şikâyet maksadıyla değildir. Böylece sebep olan hastalığını, tabib gibi yerinde bir sebebe bildirecek, ilâç sebebiyle tedavi olacak. Şifasına tabip ve ilâç, Allah(c.c.)’ın inayeti ile vesile olacaktır.

Ya tabip olmayan birisine, öğüt almak maksadıyla açıklar. O kişiden bir şey öğrenip, hastalık hakkında bilgilendikten sonra, tahammülünü arttırabilir.

Yahut, Allah-ü Tealâ’ya olan ihtiyacını ve ne kadar aciz olduğunu bildirmek için açıklayabilir. Kendisinden bir iş beklendiğinde, yapamayacağını ifade için açıklamış olur. Hz.Ali (k.v.)’ye bir defasında hasta iken hatırı sorulduğunda, “iyi değilim” demiştir. Bu sözü etraftan hoş karşılanmayınca: “ben halimi Allah’a arz ediyorum. Allah’dan kuvvet istiyorum” demiştir. Böylece bu tavrı ile, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in tavsiyelerine de uymuştur. Zira bir seferinde Hz.Ali’nin hastalandığında: “Rabbim, bana belâya sabır ver” dediğini duyunca, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): “Sen bu duan ile, Allah’dan belâ istiyorsun, afiyet iste” buyurmuştur.

İşte bu niyetlerin dışında, hastalıktan bahsetmek, şikâyet demektir. Allah(c.c.)’ı kullara şikâyet etmek demektir. Bu bakımdan iyileşene kadar mümkün olduğu kadar kişi evinden çıkmamalıdır. Ziyaretçi kabul etmemek de efdaldir. Ola ki, şikâyet yerine geçer.

Tedaviyi Terk Edenler

Tedaviyi Terk Edenler:

Büyüklerden bir kısmı tedaviyi terk etmeyi güzel görmüşlerdir. Bir kısmı da terk etmemeyi güzel görmüşlerdir. Halbuki, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), terk etmemişlerdir. Eğer terk etmemek noksanlık olsaydı, terk ederlerdi diye düşünülebilir. Fakat terk edenlerin kendi halleri ile ilgili sebepleri vardır. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) ise, bütün hallerin üzerinde idi. İnsanlar tedaviyi şu sebeplerden terk etmişlerdir:

1)Hasta keşif sahibidir, ömrünün sonlandığını bilir, tedaviyi terk eder. Ebû Bekir (r.a.) böyle terk etmiştir. Tabip istememiştir. Hatta, vasiyet ederken Hz. Aişe’ye “onlar senin kız kardeşlerindir” demiştir. Halbuki Hz.Aişe’nin bir kız kardeşi vardı. Sonradan hamile olan annesi bir kız çocuk doğurdu. Yani Ebû Bekir keşif yoluyla bir kızının olacağını bildiği gibi, ölümünün geldiğini de bilmişti.

2)Hasta kendi iç âlemi ile meşgul olduğundan, hastalığı hissetmeyebilir. Hatta akıbetiyle o derece meşguldür ki, hastalığını ve tedavisini düşünecek zamanı olmamıştır. Ebû’d-Derdâ’ya tabip sorulduğunda, “günahlarımın acısı ile meşgulüm” demiştir.

3)Hastalığı müzminleşmiştir, iyileşmeyeceğini bilerek, tevekkülünü bozmak istemeyebilir. Bu sebepten tedaviyi terk edebilir. Abid ve zahitler çoğu zaman böyle terk etmişlerdir.

4)Bazıları, Allah-ü Tealâ’nın vermiş olduğu belâya sabrederek, mükâfat almak üzere, tedaviyi terk eder. Ya da sabrını denemek üzere terk edebilir. Sehl:  “Halime rıza gösterip, oturarak namaz kılmak; tedavi görüp ayakta kılmaktan bana daha makbuldür” demiştir.

5)Geçmiş günahlarından korkarak, hastalığın günahına keffaret olmasını düşünerek tedaviyi terk edenler vardır. Zira hastalığı uzadığı kadar, günahlarına mağfiret olacaktır, düşüncesi vardır.

6)Kişi, sıhhatli iken tembellik ve azgınlık ile geçirdiği günlerini hatırlayıp, hasta olunca acze düşüp, acziyetinden memnun olur. İyileşince tekrar nefsinin azmasından korkarak, tedaviyi terk edebilir. Selef bir yıl içinde en az iki defa sağlık veya malları bakımından bir müsibete uğramadıklarında, bunu hoş karşılamazlardı. Tevbe suresindeki 126. âyet’te:

“Görmüyorlar mı ki onlar her yıl ya bir ya iki kere çeşitli belâlara çarpılıyorlar da, yine tevbe etmiyorlar” buyurulmuştur. Firavun, hiç hasta olmamış, baş ağrısı bile çekmemiştir de azgınlık ederek, İlâhlık iddiasında bulunmuştur. Hastalıklar, günahlardan tevbe etmek için sebeplerdir.

Sonuç olarak; eğer kişi sebeplerle değil de müsebbip ile meşgulse, tedaviyi terk etmesi fazilet değildir. Bu makam sabit bir makamdır. Sebepler ve olaylar ile kişinin sabitliği değişmez. Bu makam ehline sebeplere baş vurmak zarar vermez. Bu bakımdan Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) tedaviyi terk etmemiştir.

Diğer terk edenler ise; ya günahlarının mahvolması için, ya sıhhatli iken şehvetlerine uyup, azmaktan korktuğu için, ya rıza makamında ise bu makamı kaybetmekten korktuğu için, ya ölümü ancak aciz olduğunda hatırladığından dolayı ölümü hatırlamak için, ya tevekkül makamını kâzanmışsa bu makamı kaybetmemek için, ya da hiç olmazsa sabırlılardan olmayı başarmak için, tedaviyi terk ederler. Yahut kendi iç alemleri ile meşguliyete kapılmışlardır. Ya da zayıf oldukları için hastalıkla meşgul olup, tedavi olurlarken; mevcut hallerini kaybedebilirler. İşte böyle sebepler ve haller içinde olanlar için tedavinin terki, fazilet olabilir.

 

Tevekkül Edenlerin Amelleri

Tevekkül Edenlerin Amelleri:

İlim, hali; hal de ameli gerekli kılar. Tevekkülün ameli; kulun irade ile gayret ve hareketinde, maksatlarını bilmekle oluşur. Tevekkül beden ile çalışmayı terk ederek ve kalp ile tedbiri terk ederek olmaz. Bu, dinimizde haramdır. Tevekkül etmek demek oturduğu yerde, ne olacaksa beklemek demek değildir. Bu ancak cahilliktir. Allah-ü Tealâ sebepleri yaratmış, insanların da sebepleri sebep olarak kullanmalarını murad etmiştir. Fakat işlerin, sebeplerden değil, esas kaynaktan olduğunu bilmelerini murad etmiştir. Yani sebeplere yönelme olacak fakat sebeplere takılıp kalınarak, Yaradan unutulmayacak. Kısaca sebepler İlâh edilmeyecektir.

Kulun hareketi şu dört şey ile olur:

1) Faydalı olan şeye yönelmek,

2) Faydalı olan şeyi korumak,

3) Zararlı olan şey gelmeden önlemek,

4) Veya geldikten sonra yok etmeye çalışmak.

İşte bunların her biri ayrı ayrı incelenmesi gerekenlerdir.

Faydalı olan şeye yönelmek:

Kulun menfaati olan şeye yönelmesindeki sebepler üç türlüdür; kesin olarak gerekli olan sebepler, gerekli oluşu kuvvetle sanılan sebepler, gerekli olduğu vehmedilen ve aslında gerekli olmayan sebepler.

Kesin olarak gerekli olan sebepler: Bu, Allah(c.c.)’ın takdiri ve dilemesi olup;  hiç değişmemek üzere, bazı şeyleri bazı sebeplere bağlamıştır. Meselâ yaşam için gerekli olan yemeği yerken elini kullanmak, çiğnemek gibi hareketler mecburen elzemdir. Bu hareketlerin, tevekkül gayret ve hareketi terktir diyerek, yapılmaması ancak ahmaklıktır. Allah’ın adetini, sünnetullahı tanımamaktır. O’nun adetinde böyle bir şey yoktur. Böyle zaruri olan hareketler ve gayret tevekküle tezat olmayıp, bilakis doğru düşünme ve akıl ile harekettir. Kişi elini, tabağı, kaşığı kullansa da, gerçekte doyuranın Allah(c.c.) olduğunu bilmesi, bu sebeplerin kullanılmasında imkân verenin yine Allah olduğunu bilmesi,  ilimde tevekküldür. Böyle örneklendiği gibi, kesin olarak gerekli olan sebeplere uzanmak, tevekküle mani değildir.

Gerekli olduğu ihtimal dahilinde olan sebepler: Çoğunlukla sebepsiz meydana gelmeyen şeylerdir. Meselâ yanına azık almadan ıssız çöllere yolculuğa çıkmak gibi. Böyle bir yolculukta, azık almazsa açlıktan ölme ihtimali kuvvetli olduğu için, burada azık ile yola çıkmak tevekküle tezat değildir, sünnettir, tevekkülü bozmaz. Çünkü hayat esastır. Bazı yüksek tevekkül erbabı için; eğer uzun süreli açlığa talimi varsa ve azığı olmadığında yaprak ile, otlarla beslenebilecek durumda ise, azıksız yola çıkmak helâldir. Diğerlerine, yaşamını tehlikeye attığı için, helâl olmaz. Havas böyle idi. Azıksız çıkar, fakat yanında ip, iplik, makas, iğne bulundururdu ve “bunlar tevekküle aykırı değildir” derdi.

Allah-ü Tealâ sünneti icabı, bütün kullarının işlerini sebeplere ihtiyaç olmaksızın, kudreti ile görebilecek iken, kula kulu sebep edişi, hikmeti icabıdır. Belki kuluna diğer kulu sebebiyle sevap bahşetmek diler, belki insanlar arasında münasebetin olmasını murad eder, belki sebeplere teşekkür ettirmeyi öğretir, belki sebep olana vermenin, cömertliğin tadını tattırır, belki insanlar arasında muhabbetin tesis edilmesini murad eder ve belki de kulun sebeplere sarılıp, Zât’ını unutup unutmayacağını imtihan eder. Bunda bilemediğimiz nice hikmetler daha vardır.

Allah-ü Tealâ’ya varış, tenhada değil, kalabalıkta halkın arasında imtihan ve müsibetlerledir. Allah(c.c.), kulunu kalabalıkta iken, tenhada olduğunu görmek ister. Yani halkın arasında Hakk ile beraber olduğunu görmek ister. İşte bütün bunlardan dolayı sebeplerden uzaklaşmak, hikmete aykırı olup, Allah’ı tanıma ilmine cahil oluştan kaynaklanır.

Bir kimse evinde oturup rızkının gelmesini, gözü kapıda olarak beklese, ahmaktır. Tevekküle aykırıdır diyerek, sebeplere mani olmak üzere kapıyı kilitlemek suretiyle dışarıdan girişi kesse, haram işlemiş olur. Kapıya kilit koymadan, boş oturarak rızkını beklemektense, çıkıp sebepleri kullanarak kâzanması ve eğer kâzanamıyorsa dilenmesi daha makbuldür. Şayet kapıyı kilitlemez, her hali ile Allah ile meşgul olur, rızkın gelişini de beklemez, unutur, peşine düşmezse bu tevekküldür. Hem de en yüce makamındandır.

Gerekli olduğu sanılan(vehm edilen) sebepler: Geniş kâzanç temini için, bütün sebeplere başvurmak gibi. Burada artık tevekkülün sözü edilemez. İnsanların çoğu bu durumdadır. Hatta çeşitli hile yolları ile, helâl kâzanç elde etme yolundadırlar. Şüpheli şeylerden kâzanç sağlamak da böyledir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) tevekkül edenleri anlatırken, bu gibi vehmi şeyleri yapmayanlardır, demişlerdir.

Sehl’e tevekkül sorulduğunda tedbiri terk etmektir, demiştir. Sebepler böylece insanı tevekkülden çıkaran ve çıkarmayanlar olmak üzere iki kısımdır. İlim ve hal ile olan tevekkül, insanı sebebi Yaradan’ı düşünmeye sevk ettiğinden, tevekkülden çıkarmaz. İlim, hal ve amel ile olan tevekkül ise, sebeplerin şüpheli olmalarından dolayı, insanı tevekkülden çıkarabilir.

Kul sebeplere dayansa bile, sebeplerin arkasında sebepleri yaratanı görüyorsa ve güvencesi sebepler değil de, Yaradan ise, bu türlü sebeplere bağlanmak tevekküle aykırı değildir. Meselâ; kişi bir yandan kâzancı için çalışırken, aynı zamanda kendi mevkiine, kudretine, mal varlığına güvenmez ve hepsinin elinden alınabileceğine dair bir ihtimali kabul ederek yaşarsa, sebeplere değil sebepleri verene bağlanırsa, hele kâzanç şevki ailesi ve yoksullar için olursa, bedeniyle kâzanırken yorulur, kalbiyle de kâzancından ve malından uzak olursa; bu hal evinde tevekkül edip, hazır rızkı bekleyenden çok çok daha efdaldir, makbuldür. Bu kâzanç tevekküle aykırı olmayıp, eğer hal ve marifet bakımından da riayet varsa, Hz.Ebû Bekir(r.a.)’in durumu gibi olur. Tevekkül makamına, O’ndan daha lâyık olan yoktur. “Aile efradıma hakkını veremezsem, milletimin hakkını hiç veremem” demiştir. O’nun tevekkülü malı kâzanmak bakımından değil, malın varlığına iltifat etmemesi ile olmuştur. Kendi kârı gibi başkasının kârını da sevmiştir. Tevekkül zühd ile mümkündür. Yani dünyadan sıyrılmak ve dünya sevgisini kalpten çıkarmakla mümkündür. Zahidlik olmadan tevekkül olmaz. Tevekkül olmadan zahidlik olur.

İnsanın tevekkül için, kâzancı terk ettiği durumlar olabilir. Meselâ; ticaret yaparken, kalben Allah(c.c.)’dan uzaklaştığını ve kendini kâzanma hırsına kaptırdığını fark eden; ticareti, kâzanmayı terk edip evinde oturabilir. Ama gözü kapıda olup, kalbinde insanlardan beklenti varsa, ticaret yapması ve kâzanması makbuldür. Zira kalben beklentide olmak, kalben dilenmek demektir. Kalben dilenmeyi terk etmek, kâzancı terk etmekten daha önemlidir.

İşin derinliğini anlamış olan tevekkül sahipleri, bir arzu gönüllerinden geçmişse verilen hediyeyi asla almazlar, ne zamanki kalplerinde böyle bir düşünce olmadığında, bir hediye verilir, o zaman alırlar. Bir de servet sahiplerinin durumu vardır. Bunlar eğer gelecekleri için servetlerine güvenip, bağlanmamışlarsa, tevekkülleri eksilmez. İmanını Allah-ü Tealâ’nın kudretine bağlayıp, malın varlığı ile yokluğu arasında fark görmeyenin tevekkülü için bir mesele yoktur.

Özetle; tevekkül kuvvetli iman üzerine kuruludur. Bu kuvvetli iman ile, tevhid-i ef’al yani fiillerde tevhid anlaşılır. Fiillerde tevhide geliş ise, bütün işlerde hakiki yapanın, Allah(c.c.) olduğuna iman etmektir. Bu sebepten imanı kemale ermeyenin, tevekkülü kemale ermemiştir. Sehl: “Kâzanca dil uzatan, sünnete dil uzatmış olur. Kâzancı terk edene dil uzatan ise tevhide dil uzatmış olur” demiştir. Tevekkül kalp ve yakîn kuvveti ister. Kalbin kuvvet kâzanması için, kalbi zahiri sebeplere meyilden alı koymalıdır. Kalbi, Allah-ü Tealâ’ya karşı, gizli sebepleri kolaylaştıracağı konusunda, hüsn-ü zan içinde bulundurmalıdır. Zira su-i zan şeytandandır.

“Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği tavsiye eder. Allah ise size, kendisinden bir yarlıgama ve bolluk vaad ediyor”                                Bakara/ 268

İnsan tabiat olarak, şeytanın korkutmasını dinlemeye haristir. Buna bir de korkaklık ve kalp zayıflığı eklenirse, tevekkül yok olur.

Tek başına olan ile, aile sahibi olanın tevekkülü bir değildir. Ailesi namına tevekkül ettiğini söyleyerek, çalışmamak haramdır.

Allah, Allah(c.c.) için olan kimse ile beraberdir. Allah ile meşgul olanın sevgisini, Allah-ü Tealâ diğer gönüllere yerleştirir. İnsanların gönüllerini ona bağlar. Allah-ü Tealâ’nın kulları hakkındaki tedbirini gören insan, artık bunu gördükten sonra sebeplere değil, sebepleri yaratana(müsebbibe) bağlanır. Bu, basiret sahipleri içindir. Basiret sahibi olan bilir ki, Rabbi her halinden haberdardır, gereken ne ise verir.

Tevekkülü terk etmek ise, nefsin zevk isteğine uymakla olur. Nefsin iyi yemek, iyi giymek, gezmek, itibar görmek arzusu tevekkülü yok eder. Böylece anlaşılır ki, nefsin terbiye edilmediği hallerde, tevekkül makamına kavuşulamaz. Halbuki, Allah(c.c.) kulunun rızkını ummadığı yerden verir.

“Kim Allah’dan korkarsa, Allah ona bir çıkış yeri ihsan eder. Onu hatır ve hayaline gelmeyecek bir cihetten de rızıklandırır”                                                        Talâk/ 2,3

Nefsi terbiye olan, kalbi kuvvetlenen, hiçbir korku ile zaafa düşmeyen, Allah’ın tedbirine iman eden, elindeki ile kanaat edip razı  olan,  verilene  vefa  gösteren  kişi, tevekkül sahibidir. İnsanların yüzde doksanı geçim sebepleri peşinde koşar. Yüzde yedisi kalabalık içinde tevekkül edip, “tevekkül sahibi” desinler amacıyla şöhret peşindedir. Yüzde üçü tenhaya çekilip,  tevekkül etmeye çalışırsa da, bunun ikisi pişman olur. Ancak biri sebat gösterip, tevekkül makamına kavuşur.

Faydalı şeyleri toplamak ve biriktirmek suretiyle korumak:

Miras, kâzanmak, dilenmek veya başka herhangi bir sebeple elde edilen servetin saklanması konusunda; insanlar üç halde olurlar:

1)O andaki ihtiyacını giderir, gerisini dağıtır. Eğer yanında alıkoyarsa, bunu da ihtiyaç sahiplerine vermek üzere tutar. Bu, tevekkülün en üst derecesidir.

2)Tamamen zıddı olan haldir. Bir yıl veya daha fazlası için kenarda tutmaktır. Böyle ileriyi düşünerek istif eden; fare, karınca ve tevekkülü olmayan insandır.

3)Âzami, kırk günlük nafaka yığandır. Bu da tûl-i emelden (uzun emelden) sıyrılmış olmakla, daha zararsız olabilir. İnsan kendi ömrünü uzun olarak düşündüğü için, geleceğini düşünür ve istikbal için garanti sebeplerine sarılır.

Kulun Allah-ü Tealâ’ya yönelişinde kalbin huzuru önemlidir. Bu bakımdan, kalbin huzurunu sağlayacak olan miktarın, Allah-ü Tealâ’yı anmaktan, O’na kulluk yapmaktan geri koymayacak olan miktarın kenara yığılmasında bir mahzur olmamasıdır. Eğer kalp, böylece huzura eriyorsa, koyulabilir. Niceleri vardır ki, yokluk ve gelecek endişesi, huzurlarını bozar. Ve nice servet sahipleri de vardır ki, onların servetlerinin varlığı, ibadet ve zikirlerinden geri bırakır. Her konu zıddı ile tedavi edilmelidir. Belki şöyle demek, konuyu sonlandıracaktır; zayıf görüşlüler için doğru olan ihtiyaç gördükleri ne kadar ise, onu kenarda tutmalarıdır. Kuvvetli görüşlülerin ise, hepsini terk etmesidir. Fakat bu da tek başına yaşayan için geçerlidir. Aile sahibi olan için, ailesinin isteklerini gidermek ve onların gönüllerine huzur vermek üzere bir yıllık yığmak tevekküle aykırı değildir.

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) nafaka yığmadığı halde, bazı zevceleri için bir yıllık nafaka yığmıştır.

Bütün bu anlatılanlar, bu günün şartlarında çok zor yapılabilenlerdir. Eğer, tevekkülü hakkıyla uygulayalım desek, emeklilik haklarından bile vazgeçmek gerekecektir. Meselâ; emekli maaşı bir garantidir. Burada devletin sağladığı garanti, tevekküle zıt gibi olur. Çünkü, garanti Allah’da olmalıdır. Bu bakımdan, tevekkül için aslolan kalbin halidir. Kulun Allah’a yönelişinde kalbinin hali çok önemlidir. Kalben Allah-ü Tealâ’ya tam bir tevekkül sağlanmış ise, meselâ emekli maaşının garantisinin olması tevekkülü bozmaz. Lâkin bir şey asla unutulmamalıdır ki; bu da kulun “benim tevekkülüm tamdır” demesi ile olmayacağıdır. Kalplerin sahibi, Allah(c.c.)’tır ve tevekkülün olup olmadığı bilgisi O’nda mevcuttur. Böylece devrimizde tevekkül, Allah ile kul arasında gizli kalmıştır. Görünen ise, farklı olabilir.

Zararlı olan şey gelmeden, önlemek:

Korku mala veya cana ait olur. Tehlikeye karşı tedbir almanın, tevekkül ile ilgisi yoktur. Can ve mal emniyeti, temel prensiplerdendir. Bu gibi tehlike ya kuvvetle vardır, veya zayıf ihtimal ile vardır, ya da böyle bir ihtimal vehimdir. Yani aslında yoktur ama evham ile var gibi sanılmaktadır. Bu sayılanlardan zayıf ihtimal dahilinde olanlar ile, vehim olanlar tevekkülü bozar. Kesin sebeplerle korkma varsa da bazen terk edilebilir. Meselâ biri, kendisine zarar vermiş olandan intikam almaya muktedir olduğu halde, sabretmeyi tercih ederse, bu tevekküldendir. Ama zehirli veya yırtıcı hayvanın saldırı ve eziyetine sabretmek yoktur, tevekkül ile alâkalı değildir.

Bunun gibi serveti korumak için, saklamak, kapıyı kilitlemek, hayvanı bağlamak, düşman gözünden saklanmak tevekküle zıt değildir. Yalnız bu durumlarda, malı çalınmayınca kilit koruduğu için değil, Allah koruduğu için diye düşünmelidir. Yani tevekküle mani olmayan bu tedbirlere baş vururken, asla Allah’ın kâza ve kaderinden korunmak, düşünülmemelidir.

Allah-ü Tealâ, Nisâ/102. âyette: “Bütün ihtiyat tedbirlerini alın” buyurmuştur.

Korku namazında da: “Silâhlarını yanlarına alsınlar” buyurmuştur.

Musa a.s.’a : “Kullarımı geceleyin götür” buyurmuştur.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Deveni bağla, sonra tevekkül et” buyurmuştur.

Özetlersek; Tevekkül eden kişinin(mütevekkil’in) bütün bu işlerdeki tevekkülü ilim ve hal bakımından şöyle olur:

İlim bakımından; kişi sebeplere başvurduğu halde, sebeplere değil sebepleri yaratana güvenmelidir.

Hal bakımından ise; kişi kalbinde şöyle bir hal bulmalıdır: Kapıyı kilitlemek gibi sebeplere dayandığı zaman; bilmelidir ki sebeplere dayanmak sünnetullahtır. Yani Allah-ü Tealâ da sebepleri yaratarak, sebeplere dayanılmasını murad eder. Fakat sebepleri yaratanı görmek şartı ile. Sonra bilmelidir ki;  Allah dilemeden malı çalınmaz. Çalınsa da, mal kendisinden geri alınmıştır diye düşünür. Bu bakımdan nasılsa kendine ait olmayan ve kendinden çalınmış olan malı helâl eder. Hem dış görünüş olarak, hem de kalben Allah(c.c.)’ın kendi hakkındaki hükmüne razı olmuş olur. Eğer kalben üzüldüğünü fark ederse, tevekkülünün eksikliğini kabul eder. Eğer malı elinden gittiği için, ahirette de hesaptan kurtulduğunu düşünerek, kalben sevinirse; tevekkül makamında olduğunu tesbit etmiş olur. Bütün bunların dışında, üzülür, belli etmez, kimseye şikâyette bulunmaz, hırsızın peşine uzun boylu düşmez ise, sabredenlerden olmuş olur.

Şayet, kendisinin mutlaka muhtaç olduğu malı çalınırsa; yine de bunun çalınmasının kendisi için hayırlı olduğunu düşünmelidir. Zira kimse kendi için neyin hayırlı veya hayırsız olduğunu bilemez. Bu konuyla ilgili olmak üzere, Hz. Ömer(r.a.): “Ben fakir veya zengin olarak sabahlamaya aldırış etmem. Zira hangisinin hakkımda hayırlı olacağını bilemem” demiştir. Bu bakımdan tevekkül sahibi olan da, elindekinin çalınıp, çalınmamasına aldırış etmemelidir.

Tevekkül sahibinin malı ile ilgili korumada ve çalındığındaki adabı şöyle olmalıdır: Malını korumak üzere, kapısını kilitlemeli, ortada bırakmamalı, saklamalıdır. Sonra hırsızın göz dikeceği eşyayı evinde bulundurmamalıdır. Ve eğer malı çalınmışsa; üzülmemeli, helâl etmeli, belki de hırsızın yoksul olduğunu düşünerek, “sadakam olsun” demelidir. Böylece hırsız bu malı yerken, helâl yediği için günaha girmemiş olur. Ve kendi malı çalınınca, başkasınınki çalınmadığından, başkasının zararı da önlenmiş olur. Böyle bir gönül ile, hırsıza hırsızlıktan kurtulması ve hidayete ulaşması için dua edildiğinde, belki de duası kabul olur. Hırsız zalim olmaktan vazgeçebilir. Asla beddua etmemelidir. Beddua etmek, zalime yardım demektir. Beddua etmekle tevekkülü yok olmuş, olur.

Malın gidişine kalbin üzüntü duyması ise, kişinin varlık alâmetidir. Zira eğer malın sahibi olarak kendini görmeseydi, üzülmezdi. Öyle ya malın ve mülkün sahibini gören, malını sahiplenmeyen varlığından kurtulmuştur. Aksi halde de varlığını izhar etmiş olur. Tevhid, varlığından kurtulmaktır. Ve tevhidin tevekkül ile alâkası da böylece anlaşılmış olur.

Zarar geldikten sonra yok etmeye çalışmak:

Genelde vücut sağlığı ile ilgili olur. Hastalık geldikten sonra, kesin olan tedaviyi terk etmek, haramdır. Çünkü ölüm tehlikesi vardır. Hayat çok önemlidir. Bu sebepten, tedavi olmak tevekküle aykırı değildir. Tedavi ya kesin, ya şüpheli veya tedavi olacağı ihtimal dahilinde olan olmak üzere üç türlüdür.

Kesin olan tedavi, hastalık geldiğinde, tedavi ile sonuç alınabileceği mümkün olduğu düşünülen tedavidir. Buna karşı olmak, terk etmek kesinlikle haramdır. Bu konuda hadisler ile tedavi konusunda tavsiyeler vardır.

Şüpheli olan tedavi, hastalık geldiğinde, sonucu kesin olmasa bile tedavi olmaktır. Bunun da tevekkülü bozmayacağı, hadislerle sabittir. Fakat kişi tedaviyi terk ederse de haram olmaz. Hatta bazı kişiler için terki daha da uygun olabilir. Tedavi olan ilâcın sebep olduğunu bilmeli, ilâca ve tabibe değil, Allah(c.c.)’ın şifa vereceğine güvenmelidir. Şifa veren ilâca, şifa kudretini vereni görmek lâzımdır. Bunlar hep hikmete ait konulardır. Her işte, hikmetullah görülmelidir.

Tedavi olma ihtimali var sayılan tedaviye gelince; tevekkül sahibi bu tedaviyi terk etmelidir. Dağlanmak, muska yazdırmak, efsun yaptırmak gibi şeylerdir. Kesinlikle tevekküle aykırıdır.

Tevekkülün Hali

Tevekkülün Hali:

 Tevekkülün kendisi, haldir. Yani vekil kılınana itimat etmektir. Eğer kişi kalbinde keşif veya kesin bir iman ile; gerçek failin (işleri yapanın) Allah olduğuna inanır, kullarına karşı ilim ve kudretinin tam olarak bulunduğuna iman eder, O’nun rahmetinin üstünde rahmet olmadığına kesin kanaat getirirse, kalbinden yalnız O’na dayanır ve başkasına iltifat etmez. Hatta kendi kuvvetine ve kudretine de kıymet vermez: “Lâ havle vela kuvvete illâ billah” yani “Allah’dan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur” imanını kalbinde bulmuş olur. Tevekkül hali, kalpte sükûn ve yakînin kuvvetlenmesi ile tamamlanır. Bu ikisi ile, Allah’a itimad kuvvetlenir.  Yakîne sahip olanda, sükûn olmayabilir. Veya sükûna ermiş bir kalpte yakîn olmayabilir.

Tevekkül hali, kuvvet ve zayıflık bakımından üç derecede olur:

1)En zayıf derece: Bu derecede kul, Allah’a tevekkül ettiğinin şuuru içindedir. Tevekkül etmeye yönelmiştir fakat bir yandan tevekkül ettiğini düşünürken, diğer yandan da kendi tevekkülünün farkındadır. Nasıl da güzel tevekkül etmiş olduğunu düşünür. Sehl’e, bu zayıf tevekkül derecesinden sorulduğunda; “düşünce ve boş ümitleri terk etmektir” demiştir. Her türlü tedbir alındıktan sonra, tevekkül vardır. Bu makam devam da edebilir, çabuk da kaybolabilir.

2)Orta derecede tevekkül: Bu derecede tevekkül, daha kuvvetlidir. Burada kulun Allah-ü Tealâ’ya itimadı, küçük bir çocuğun annesine itimadına benzer. Zira çocuk nasıl annesinden başkasını tanımaz, bilmez, itimad etmez ise, öyledir. Burada kul, kendi tevekkülünden haberdar değildir. Aklı, fikri, kalbi daima Allah iledir. Bu düşüncesini ve bağlandığı bu şeyi, hiçbir şeyle değiştirmesi mümkün değildir. Burada kul, tevekkülün içinde yok olmuştur. Sehl’e bu derecedeki tevekkülden sorulduğunda; “iradeyi terk etmektir” demiştir. Bu makamda olan dua ve talepten ayrılamaz. Ama yalnız Allah(c.c.)’tan ister. Burada her türlü tedbir alındıktan sonra tevekkül edilir. Bu makam da üçüncü makam gibi azizdir.

3)En üst derecede tevekkül: Bu makamda olan kul, Allah-ü Tealâ’nın önünde; ölü yıkayıcının önündeki ölü gibidir. İster hareket, ister sükûn halinde olsun, kendini evirip, çevirenin ve kudret verenin ezeli kudret olduğunu bilir. Artık öyle bir sakin duruş halindedir ki, ne bir şey taleb eder, ne dua ile isteyebilir. Yakin içinde bilir ki gereken nasılsa kendisine ulaşacaktır. Bu makam; kulun Allah’ın kerem ve inayetine güvenmesi sebebiyle, kendisi için maddi ve manevi dua ve isteklerin terk edildiği makamdır. Bu makamda, hak etmediği halde şimdiye kadar kendisine lûtfedilenleri açıkça görmektedir. İstemese de, Rabbi kendisini nimetlendirmektedir. Tedbir kalkar. Lâkin tedbirin terk edilmesi, tevekkül için şart değildir. Ama her türlü tedbire başvurmak da tevekkülden değildir.

Tevekkülün Fazileti

Tevekkülün Fazileti:

Konuyla ilgili Âyet-i Kerime’ler:

“Ancak Allah’a güvenip, dayanın; eğer iman etmiş iseniz”                                                                   Maide/23

“Tevekkül edenler dahi, yalnız Allah’a güvenip, dayanmakta sebat etmelidir”                                  İbrahim/12

“Kim Allah’a güvenip, dayanırsa, O kendine yetişir”

                                                                    Talâk/3

“Allah tevekkül edenleri sever”            Âl-i İmran/159

“Allah kuluna yetmez mi?”                             Zümer/36

“Kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir”              Enfal/49

“Allah’ı bırakıp,  taptığınız da sizin gibi kullardır”

                                                                   A’raf/194

“Hakikat sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınız, size bir rızık vermeye muktedir olamazlar. O halde rızkı Allah katında arayın, O’na ibadet edin”                     Ankebut/17

“Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar”                  Münafikûn/7

“O her işi tedbir ede gelendir. O’nun indinde hiç kimse şefaatçi olamaz, meğer ki kendisinin izninden sonra olmuş ola”                                                               Yunus/3

 

“Ölmek şanından olmayan O Baki’ye dayan”

Furkan/58

Kur’an-ı Kerim’de tevhidi ifade eden her ayet, başkalarından alâkayı kesmeye ve Allah’a tevekküle tembihtir.

Bu konudaki Hadis-i Şerifler:

“Eğer siz hakkıyla Allah’a tevekkül edeydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, sizin de rızkınızı verirdi. Onlar sabah aç çıkar, akşam tok olarak dönerler”             Tirmizi

“Allah-ü Tealâ’ya yönelen kimseye, Allah her hususta yeter ve ummadığı yerden rızıklandırır. Dünyaya yönelen kimseyi de dünyaya havale eder”                             Teberani

“Hangi kişiyi, insanların en zengini olmak sevindirirse; kendi elinde olandan ziyade, Allah’ın indinde olana bağlansın”                                                         İbn-i Abbas

Tevekkül ile ilgili sözler: (kibar-ı kelâmlar)

“Tevekkül kişinin kendi adına harekete geçmesi ile kaybolur”                                                             Ebû Bekir

“Asıl tevekkül Cennet ve Cehennem hakkında tercih hakkı kullanma imkânı verilse, bu tercih hakkını kullanmamandır”                                            Ebû Yezid Bestami

“Tevekkül Allah’dan başka Rab tanımamak ve sebepleri kesmektir”                                         Zinnûn-ı Mısrî

“Tevekkül her halde Allah’a bağlanmaktır”       Kureşî

“Tevekkül hareketsiz sükûn ve sükûnsuz harekettir”

Ebû Said el-Harraz

“Tevekkülün üç derecesi vardır. Tevekkül, teslimiyet ve tevfiz. Tevekkül eden teslim olur ve her işi O’nun hükmüne havale eder”                          Ebû Ali ed-Dekkak

Tevekkül

TEVEKKÜL

Belli bir tarifi yoktur. Çünkü, kişinin içinde bulunduğu hale göre değişkenlik gösterir. Ama kelime olarak açıklaması şöyle yapılabilir: Kişinin vekil olarak, kendine Allah-ü Tealâ’yı seçmesidir. (Ve kefa billâhi vekilâ; yani Allah vekil olarak kâfidir, âyeti delildir). Tevekkül; şeriat ve sünnetin ışığında, aynı zamanda da tevhid anlayışına ters düşmeden tarifi yapılması zor bir makamdır. Ancak yakîn sahiplerinin makamıdır. Ve mukarreb (yakîn) olanların en üst derecelerinden bir makamdır.

Tevekkül; ilim bakımından insanların nefislerinde zor kabul edilebilen bir ilim olduğundan, kapalılık arz eder. İnsan nefsi, her şeye kendi hakim olmak istediğinden, aynı zamanda varlık göstermeyi çok sevdiğinden, tevekkülü anlamakta zorlanır. Amel bakımından da zordur. Zira tevekkül etmeyi bir türlü başaramaz. İlim bakımından zor oluşu; insanlar sebeplere önem verdikleri içindir. Bu ise tevhid nâzarından şirktir. Eğer sebepleri yok kabul edebilse, bu defa onlardan tamamen uzaklaşmak suretiyle, şeriata ve sünnete ters düşecektir. Halbuki sebepleri kabul etmeden, sebeplere dayanmak da cehalettir. İşte bu bakımlardan, tevekkül ancak tevhidi kavrayan için en üst seviyede mümkün olur. Böylece tevekkülü; hakikate ulaşmış basiret sahipleri anlayarak, yaşayabilir; yani amel etmiş olur.