Onüçüncü Bölüm:
HAC YAPIYORUM
Yaz biraz tembellik içinde geçiyor. Kış sert geçtiği için mi nedendir, yaz da sıcak geçiyor. Geceleri uyuyamıyorum. Kalkıp nafile namaz kılıyorum, kaza yapıyorum. Sabah olunca da sanki uykumu almış gibi, işe gidiyorum. Küçük tasarruflarım oluyor. Gerçi Necip’in ihtiyaçları için, kitapları falan derken biraz harcamıştım ama, yine de bereketi içinde diyorum. Aslında pek harcama yapmıyorum. Kendimde yolculuğa çıktığımdan beri üstüme hiçbir şey almadığımı fark etmiştim. Eskiden mümkün müydü? Giyimime çok düşkündüm. Şimdi de almadığımı şu an düşünürken fark ettim. Mevcut olanlar daha beni epeyi götürürdü. Hac için para biriktiriyorum. Necip’ten önce rahatça biriktiriyordum. Ama şimdi onun yanında hiç sözünü etmiyorum. Heves eder diye çekiniyorum. Heves ettiğini hissedersem, gidemeyeceğimden korkuyorum. Belki de onun da tasarruf etmesini beklerim, gönlü mahzun olmasın, diyorum. İyi ki baba evim var ve kira derdim yok. Ufak ama bana büyük bile gelen evimde mutluyum. Hayaller kuruyorum. En çok Medine’yi merak ediyorum. Uzun zamandan beri, içimde Peygamberim (s.a.v.)’e karşı bir titreyiş var. O’nun hayatını okuyup, Hadis’leri ile ilgilendikten sonra başlayan bir kalbî yakınlık… Meselâ bir yerde O’ndan bahsedilse ağladığımı fark ediyorum. Bu sebeple yerinde ziyaret etmenin ne kadar etkili olacağını tahmin bile edemiyorum. “Ümmetinden sayılır mıyım?” diye sayıklıyorum. Bazen uykudan bu sözlerle uyanıyorum.
Böyle düşüncelerle yatağımda döndüğüm bir gece rüya görüyorum. Kıyamet kopmuş. İnsanlar bir yerlere kaçar gibi, yokuş aşağı koşuyor. Bir yandan gökten üstümüze kocaman kayalar yağıyor. Yer ayaklarımın altında kayıyor. Ben de koşuyorum. Aynı zamanda fırtına var. Sel yolu kaplamış, ayaklarımız suların içinde. Bir de şiddetli duman… Boğulur gibiyim. Herkes bağırıyor, çaresiz. O sırada sağ tarafımdan birisi gelip, sağ elimi yakalayıp, avucuna alıyor. Sıkı sıkı tutuyor. Ben başımı sağa doğru çevirdiğimde haşmetli bir şahıs görüyorum. Yüzünü göremiyorum. İçimden “Peygamberimiz” diyorum. O, “elinden tuttum, artık korkma. Seni ben götüreceğim” diyor. Rüyada öyle bir rahatlıyorum ki sanki o kıyamet yok oluyor. Emin olarak yanında yürüyorum. Gözlerimi açtığımda ter içinde ama mutluyum. “Çok şükür, şefaati yetişti. Zaten daha burada iken yetişmemiş miydi? Eğer yetişmemiş olsa ben bu yollara nasıl girecektim? Kalkıp, iki rekat şükür namazı kılıyorum. “Beni rüyasında gören, gerçekten görmüş gibidir” Hadisini hatırlıyorum. Göz yaşlarım secdeye şelâle…
Bu rüyanın derinliğinden haberdarım. Kimseye söylemiyorum. Benliğime bir pay çıkmasın. Böylece rüyam canlılığını korumaya devam ediyor. Her gün yeniden görmüş gibi uyanıyorum. Medine burnumda tütüyor. Yollarını öpesim geliyor. Söylerlerdi de anlayamazdım… hiç durmayacağım, ilk mümkün anda Medine…
NECİP HASTALANIYOR:
Necip hastalandı. Daha doğrusu üç gündür hastalanmış, haber vermemiş. İyileşir sanmış. Çalıştığı yerden Hilmi Bey’e sorulunca, ortaya çıkıyor. Hemen gidiyoruz. Necip herkesin gönlünü fethetmişti. Dostlarımla gidiyoruz. Durumu hiç iyi değil, hemen hastaneye kaldırıyoruz. Bir türlü teşhis koyamıyorlar. Ateşi çok yüksek. Nihayet tetkik sonuçları belli oluyor. Durumu çok kötü. Ummadığımız kadar kötü. Kemik iliği verilecek, hastalığı kötü. Hem kendisi çekiyor, hem para pul yok. Düşünüyorum. Allah mutlaka bir çare verecek, diyorum. Fakat kalbime söz geçiremiyorum. Necip’in hastalığındaki hikmeti anlayamıyorum. Arada kendine gelince “tavuklar aç kalmasın abi” diyor. Tavuklara da bakıyorum. Hiç vaktim kalmadı. Harap olmaya bile…
…………………..
Üçüncü haftaya giriyoruz. İlik bulunamadı. Hepimiz kendimizden olabilir mi diye kontrol yaptırdık. Olmadı. Doktorlar, bir yakını olmalı diyorlar. Necip’in bizden ve Allah’tan başka kimsesi yok ki. Söyleyemiyoruz…
…………………..
Bu hafta bir ümit doğdu, ameliyata girilecek. İlik bulundu sayılır. İlâçları çok pahalı. İlk gereken parayı ben verdim. Hac paramı… Bakî Efendi, Hilmi Bey, dostlarım, arkadaşlarımız toparladık ucu ucuna. Bakî Efendi “Eyüp’ü satılığa çıkardım. Ama ha deyince olmuyor” diyor. Benim Hac paramı verdiğimi söylemişler. “İbadet paran, hem de heves ettiğin tek şey. Şimdi boşa mı gitti?” diyor. Bilmem der gibi omuzlarımı kaldırınca “Haccın kabul olsun, kabul olsun. Allah sana görünmez hazinesinden misliyle versin” diyor. O anda Necip için öylesine mutluyuz ki, Hac kaynıyor, hepimiz unutuyoruz.
Şükürler olsun Necip iyi bir netice ile ameliyattan çıktı. İlik nakli gerçekleşti. Hepimiz gözüne bakıyoruz. Bir açılsa da, ona da iyileştiği müjdesini verebilsek. Nihayet gözlerini açıyor. Bakî Efendi koridorda bekliyor, ben ve dostlarım başındayız. Bakî Efendi içeri giriyor. O anda Necip eli ile elime sarılıyor. “Abi, sen ne yaptın da müjdelendin? Tam ameliyata başlanacak, serum bağladılar, sayı saymamı söylediler. Hiç sayamadım. İçeri bir zât girdi. Bana senin haccını tebrik ettiğini söyledi. Fakat bu seferki acele oldu, seneye mutlaka Medine’ye bekliyorum, kendisine selâm söyle” dedi. Dilim teneke olmuş, ağzıma yapıştı. Gözlerim yine çağlıyor. Hem anlattıklarından, hem aramıza dönüşünden Necip’in… O elimi öpüyor. Başımı kaldıramıyorum, utanıyorum. Bakî Efendi “O, iki cihan güneşiydi Necip, sana da gördüğün için tebrikler ve şefaatine ulaşmanı umuyorum. Bu kerata biriktirdiği Hac parasını, gözünü kırpmadan sana verdi de…” . Doktor odaya giriyor, bizler dışarı. Mahremiyetim ifşa edildiği için mahcubum. Biraz da utanıyorum. “Hani diyorum Rabbim, hani seninle aramızda olanları sırlayacaktın?” içimden böyle söylerken Bakî Efendi “Bazıları sırlanır, bazıları açılır. Umum için, örnek olmak adına, ibret almak adına…” diyor. Ben Hac yorgunluğumu atmak üzere müsaade isteyip ayrılıyorum.
Necip, benim can dostum, bir ayı geçti, halâ hastanede yatıyor. Ameliyattan sonra ilâçların ayarlanması, falan derken bu kadar süre geçti. Ben sırdaşım, arkadaşım Necip’e daha bir yakınım. Gözlerinde bir endişe olmasın istiyorum. Rabbim bize bağışla bu çocuğu… Bir daha hastalık yüzü görmesin. Farklı yapıda olup, farklı kültürlerin insanlarıydık; nasıl da yakınıma girebilmişti. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir hadisini hatırlıyorum. “Soyumdan gelen değil, yolumdan gelen bizdendir” . Necip ile soyca yakınlığımız olmadığı halde, aynı yolun yolcuları olarak, bir birimizi anlamayı yahut anlamaya çalışmayı başararak, nasıl yakın olduğumuza artık şaşmıyorum…
MAL SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ. HANİ BUNUN İLK SAHİBİ?
“Abi, Eylül girdi ya. Memlekette bu zamanlarda bağ bozumu olur. Gece, gündüz fark etmiyor, çok uyuyorum. Belki de ilâçlardan, hep rüyamda memleketi görüyorum. Bağ bozumunu. Şöyle lise diplomamı alayım da bir kere gitsek. Orada Yakut ana var . Babamın büyük halası. Artık çok ihtiyar, doksanı geçkin. Çocukları biraz soğuklar da, kendi öyle değil. Gideriz değil mi? Hem ben seni onlara mutlaka göstermek istiyorum. Abi bizim köy senin gibi bir adam görmemiştir daha” deyince, artık kendimi tutamıyorum, kahkahadan bayılacağım. “Benim gibi adam demekle ne demek istiyorsun? Yabani mi?” . “Yok abi. O nasıl söz öyle”. “Gideriz, sen şurada işini bitirip çık ta sonrası kolay” diyorum.
Necip nihayet taburcu oluyor. Hastane sonrası devrini nerede geçireceğine bir türlü karar verememiştik. Sonunda kendi evinde karar kılıyoruz. Ben yanında kalarak, bu dönemde ona bakacaktım. Bana fedakârlık ettiğimi söylüyorlar ama bana öyle gelmiyor. İnsan dost olunca, sadece iyi günde mi yanında olacak? Ben böyle düşünüyorum. Hilmi Bey ve hanımı Nazmiye teyze kendileri bakmak istiyorlar, çok ısrar ediyorlar. Ama onları yaşları dolayısıyla yormak istemiyorum. Ben daha müsaitim. “Hem nasılsa ev de satılmadı” diyorum. Necip yüzüme şaşkın bakıyor. “Abi ev niye satılacak ki?” diyor. Anlaşılan, duymamış, haberi yok. “Oğlum, sen çok hasta oldun, masrafımız çok oldu. Belki para lâzım olur diye düşünüldü. Neyse ki bizim topladıklarımızla idare edebildik. Şimdilik evini satmıyoruz” diyorum. Duygulanıyor. “Nereden benim evim oluyor? Evin sahibinden Allah razı olsun. Benim için demek ki evini satacaktı?” . “Yorma aklını ve kalbini. Biz bir vücudun organları gibiyiz. Dostluk ta esasen kuru lâfla olmaz. Dostluk kötü günde belli olur. Kime lâzım olsa, Bakî Efendi aynı şeyi yapardı. Doğrusu ben de yapardım. Hem mülkün esas sahibinin kim olduğunu sana anlatmıştım. Unuttun mu?”. “Ben kimleri tanımışım, kimlerle oturup, kalkmışım? Eğer sizlere lâyığınızı veremezsem yazıklar olsun bana, yazıklar olsun…” . “Can dostum. Biliyorsun; mal sahibi, mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi?”. Necip’i yalnız bırakıyorum. Daha rahat ağlaması için, dışarı çıkıyorum.
EYÜP’E MEKÂN KURDUK
Eyüp’e mekân kurduk. Hafta sonunda hastaneden çıktık. Kontrollerimize gideceğiz. Bir yıl kadar iyi bakım ve tedavi devam edecek. Çatıya çıkıyoruz. Bana da yatak getiriliyor. Ne kadar oradayım, bilmiyorum. Şimdilik burada, yarın neresi murad edildiyse orada. Evi temizlemişler. Bir de güzel yemekler hazırlanmış. Afiyet içindeyiz. Hastam bana emanet edilmişti ya, tam bir hâmi oluyorum. Hilmi Bey hiç boş bırakmıyor. Bize elinden geleni yapmaya çalışıyor. Önce mani olmaya çalıştımsa da, onun da hoşlandığını anlayınca, kendi haline bırakıyorum. Necip hiç nazlı bir hasta değil. Bu bakımdan yorulmuyorum. Dersleri biraz aksamıştı, rapor ile onları da yoluna koyuyoruz. Çalıştığı yerden, halimiz öğrenilmiş, çok alâkadar oluyorlar. Necip’e para gönderiyorlar. “Lâzım olacak diye gönderiyoruz, arkadan da işlerini göndereceğiz, oturduğu yerde yapar” diyorlar. Bizleri uzaktan da olsa tanımışlar. Çalışmadan parayı kabul etmeyiz diye, çırak ile eve iş gönderiyorlar. İş görünsün diye gönderdiklerinin farkındayım, ama Necip anlamıyor. Dolaylı hiçbir şeyi anlamayacak kadar temiz olduğu için…
Necip’in her şeyini ayarlayıp, geç de olsa Ihlamur’a gidiyorum. Dönüşte Eyüp. Bu arada Erenköy fasılları da kapandı. Biraz canım sıkılmıyor değil. Hayatımdan Erenköy çıkınca, bir şey kalmamış olduğunu görüyorum. Hep giderken hiç anlamamıştım. Şimdi gidemeyince anlıyorum.
Hafta sonunda aşağıda bir hareket, boyacılar, sıvacılar gelmiş. Aşağı indiğimde girişte Bakî Efendi’yi görüyorum. Koşup ellerine sarılıyorum. Çok özlemişim, çok… “Yahu! Bizi rahat yerimizden kaldırıp, getirdin” diyor. Şaşkın yüzüne bakıyorum. Meğer müteahhit tanıdığı evin ufak tefek onarımını üstlenmiş. “Mahallenin çocuklarına bizim de bir hediyemiz olsun” demiş. Usta başı “Hastanız varmış, biz sizi yani hastanızı rahatsız etmeyiz. Bizim işlerde gürültü olmaz” diyor. Bakî Efendi de “Necip iyileşince ev de hazır olur” diyor. Haydi hayırlısı…
Bu sıralarda ney üflemek iyi geliyor. Bana arkadaş oluyor. Necip faturaları sıralayıp, yazar-çizerken, ben neyimle hemhal oluyorum. Necip bayağı çabuk iyileşti. Artık bir tedbir olarak yanındayım. Tavuklarına kendi bakıyor, yumurtaları topluyor. Ben de bir çorba, makarna veya omlet ile yemek işini götürüyorum. Çoğu zaman Hüseyin Hilmi Bey geliyor. Börekler, dolmalar, köfteler getiriyor. Yani Necip’e ben değil, Allah bakıyor. Ustalar gitmeden bacalara da bakıldı, soba kuruldu, kışa hazırız…
Yavaş yavaş, eski hayatımıza dönme konuşmaları geçince, Eyüp’ün bana iyi geldiğini fark ediyorum. Burada farklı bir ruhaniyet var. Öyle ayan beyan değil. Gizli saklı. Ne zaman ki içine giriyorsunuz, o zaman kendi gizemini yahut maneviyatını size açıyor. İşte Eyüp böyle bir yer.
Ama görevim bitmişti. Artık dönme vakti… “Eskiden olduğu gibi gene beraber oluruz. Kâh buraya, kâh Üsküdar’a, kâh Erenköy’e… Mühim olan kalplerimizin arasındaki rabıta devam etsin” diyorum. Elbette Necip mahzun… olacak da…
İLK HAT SERGİMİZİ AÇIYORUZ
Böyle gezgin dervişler gibi amaçsızmış dolaşırken, evlilik acaba daha iyi olur muydu diye düşünmüyor değilim. Belki bir yerlere sağlam basmak istiyorum. Başı boş olmak bazen yoruyor. Ama birkaç gün gezginlik bitse, bu düşünceleri kendimden uzaklaştırıyorum. Şimdi Erenköy zamanı… Erenköy bulunduğum her yere, kuş uçuşu mesafede…
Bakî Efendi’yi ziyarete gidiyoruz. Necip eni konu iyileşti. Hatta böyle bir şey hiç olmamış denecek kadar iyi. Kadıköy’den baklava alıyoruz. Karşılanmamızdan, ne kadar özlendiğimizi anlıyoruz. Saliha annem ikimize de sitem ediyor. “Hani benim çocuklarım olmuştunuz? Ben de hastamıza bakardım. Beni burada oturtup, unuttunuz”. Elini öpüyor, özürler diliyoruz. Öyle sevinmiş ki geleceğimize, akşamdan lâhana dolmaları sarmış. Keyfi geldi, bizim de…
Erenköy’e giderken, adet edinmiştim. Son hat çalışmalarımı dosyasıyla götürüyor, Bakî Efendi’nin fikrini alıyordum. O gün de yine yemekten sonra, dosya ortaya getirildi. Hep birlikte, son çalışmalarımı inceliyoruz. “Efendim, biliyorsunuz. Epeyidir ara vermiştim. Fırsatım olmamıştı, bu sebepten son çalışmalarım biraz yetersiz oldu” diyorum. “Yok yok. Ben pek anlamam ama, iyi duruyorlar. Eyüp’teki kültür merkezimize açılış yapalım ve orada senin bu eserlerini sergileyelim. Bence ilgi görecektir. Tahmini kaç eserin var?” . “Eser denir mi bilmem ama, seksen civarında sanıyorum”. “Peki sen bunların sayısını doksan dokuza tamamla. Eksik olanlara Allah’ın isimlerini yaz. Tek kelime daha kolay olur”. Ben birden adapte olamadım. “Çerçeve kısmı için ne düşünüyorsunuz?” diyorum. “Düz, mümkün olduğu kadar sade olmalı. O iş kolay. Üsküdar’da Zeynep- Kâmil hastanesine çıkan yokuşun aşağıya yakın kısmındaki çerçeveciye benden selâm söyle. Ona güvenebilirim. Titiz çalışır. Eser emanet edilebilir”. Yeni bir heyecan girmişti hayatıma. O gecelik bu kadar. Çalışmalarımı hocam da beğeniyordu. Sergi açmamı söylüyordu ama, esas sesi buradan beklemiştim demek ki… Bazı çalışmalarım hoşuma gidiyor, her şeyimi borçlu olduğumu hissettiğim Bakî Efendi’ye hediye etmek istiyordum. Sonra duvarına asmak zorunda bırakmaktan çekiniyordum, mecbur etmeyeyim diye düşünüyordum. Hiç birini iyi bir çalışma olarak görmüyordum. Şu anda da aynı fikirdeydim. Bana iltifatta bulunduğunu kabul ediyordum.
Eve geldiğimde saydım, seksen yedi adet olmuşlardı. Çeşitli boylarda, çoğu “besmele-i şerif” idi. Yedi adet “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Resulullah” vardı. Bir adet “Hilye-i saadet”, üç tane “Fatiha”, on bir tane “Asr Sure’si”, yirmi üç tane “Allah”, on iki adet çeşitli Esma-ül Hüsna, sekiz adet harf ve bilhassa “çift vav” ve gerisi “besmele”…On iki adet daha yapmam gerekiyordu. Bunları hazırlayacaktım. O gece başladım.
Çerçeveciyi buldum. Çok hoş sohbet eski bir İstanbul’lu. Bakî Efendi’nin ne çok tanıdığı var, diye şaşıyorum. İsmini söyleyince, kapılar açılıyor. İşi kabul etti. Mevcutları getirin, her seferinde hazırladıklarımızı alırsınız, yenilerini getirirsiniz,diyor. “Bir tane örnek yapayım. Bakî Efendi görsünler. Muvafık bulurlarsa, devam ederiz” diyor. Pekalâ… Örnek yapılınca, götürüyorum, pek beğenildi. Başlayacağız. İşin mali kısmını soruyorum. “Bir kolaylık, sonradan bir kısmını ödemek gibi bir kolaylık olur mu?” diyorum. Her türlü kolaylık yapılıyor. Sanırım uzun zamandır bu kadar mutlu olmamışım. İçimde bir kuş, cıvıldıyor…
AÇILIŞ…
Eyüp hazırlandı. Giriş katı kütüphane oldu. Kolilerle kitap geliyor. Yerleştiriyoruz. Bir bilgisayar aldık. Böylece hem kitaplarımız kayıtlanmış olacak. Hem de eve kitap götürenlerin kimliği, adresi falan kolayca kaydedilecek. Necip akıllı, bilgisayarı açıp, kapamayı, adresleri kaydetmeyi gösteriyorum. Her zaman ben orada olmayacağıma göre, yavaş yavaş alışmalı. Eve kalorifer tesisatı da yapıldı. Onu da bir başka hayır sever üstlendi. Birlik ne güzel bir şey. Neler yapılabiliyor. Bodruma kalorifer kazanı yerleştirildi. Giriş katından bir düğme ile açılıyor. Yakıtımız bu sene temin edildi, seneye Allah kerim… Üst kattaki odalar müzik odaları. Her şey çok iyi düşünüldü. Bu arada açılış için davetiyeler bastırdık. Ben de çalışmalarımı getirdim. Panolar kuruldu üstlerinde yazılar, benim yazdıklarım, Allah’ın söyledikleri. Sergimiz üç hafta dursun diyoruz. Bu arada gelen, gezen olacak mı bilmiyorum. Bakî Efendi ne derse, dinliyorum. Başkaları gelmeden, serginin ilk müşterisi benim. Her gün yeni görüyormuş gibi tekrar tekrar dolaşıyorum. Bakî Efendi bu ilk açılış sırasında Eyüp’te kalıyor. Hilmi Bey’ler misafir ediyor. Nazmiye teyzemiz çok sevinçli. “Ne mutlu bize, hanemize güneş doğdu” diyor. Sabah erkenden Bakî Efendi kültür merkezimize geliyor. Ben de bu sıralarda Necip’te kaldığım için, erkenden kalkıp yolunu bekliyorum. Sabah kahvesini içmemişse hemen pişiriyorum. Daha farklı günler geçiriyoruz.
Saat on olmadan ilk gün. Doğrusu beklemediğim ziyaretçi akını. Bakî Efendi işaretle arka odaya çağırıp, çalışmalarımı satıp satmayacağımı soruyor. Aklıma hiç gelmemişti. Onları sergilemek bile, benim için lûtuf idi. “siz bilirsiniz” deyince, “bunlar senin eserin. İster satarsın, ister satmazsın” diyor. O zaman satabileceğimi söylüyorum. Satış işlemlerini Necip takip ediyor. Kimler gelmemiş ki… Önce hocam Ayşe Naz Hanım, sonra ney hocam Gülizar Hanım, dostlarımın sanatçı çevrelerinden herkes, Bakî Efendi’nin senelere dayanan eski dostları, Hilmi Bey’in çevresi, hocalarımın adını vererek gelen çevrelerinden kalabalıklar, hat talebeleri, ney talebeleri, civar komşularımız… şaşırmıştım kalabalıktan. Mutfağa koyduğumuz çay makinesindan çay ve kuru pasta ikram ediyoruz. Bir de haber verilmediği halde, bir dostumuzun dostu olan basından bir kişi haber yapacak, fotograf çekiyor. İlk günün akşamı yorgun mutlu olarak yukarı çıkıyorum. Böyle giderse çalışmaların hepsi satılacak diye düşünüyorum. Kaça satıldığı ve ne kadarının satıldığı hakkında hiç ilgilenmiyorum. Bununla Necip ilgileniyor.
“HU”
Sergiyi kaldıracağımız gün, Necip önüme bir torba koyuyor. Para… “Abi sadece bir tek eserin satılmadı. Bu da satılanların ücreti, buyur” diyor. Bakî Efendi’nin kahvesini vermekteyim. Kızarıyorum. Dönüp satılmamış olan çalışmaya bakıyorum. “HU” levhası. “HU” yu alıp, öpüp başıma koyup, Bakî Efendi’ye uzatıyorum. “Efendim, ben hiç birini size verecek derecede iyi hazırlanmış bulmuyordum. Ama tek olarak madem ki bu levha kalmış, bunu size vermek istiyorum. Onun size ayrılmış olacağını düşünerek veriyorum. Yoksa halâ bir eser mahiyetinde görmüyorum” . “Belki baktıkça nefsine yenik bir zalimin, zulmetten nura çıkışına nasıl vesile olduğunuzu hatırlarsınız” diyorum. Bakî Efendi ise “Allah Allah! İçlerinde en ahenkli olan bu levha idi. En çok bunu beğenmiştim. Demek ki gizlide kaldı göremediler. Belki de kıymetini en çok biz biliriz diye bize kaldı” diyor. Necip’in önüme doğru uzattığı paraları alıyorum. Necip ne kadar olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Çerçevecinin verilmesi gereken borcu ödendikten sonra kalan para, gerçi Hac için yetecek kadar değil ama, tam hastalığında Necip için ödediğim kadar… Asla tesadüf yok ve mutlaka tevafuk var…
Bu anı kendimde saklıyorum. Paranın hiç önemi yok. Zaten ben de verdiğimi unutmuştum. Lâkin, Allah daha nasıl anlatsın? Anlayana ayan. Hac paramı yerinde kullandırıyor, hayır yaptırıyor. Sonra bu hayrı yaptığım için Hac yapmışım gibi müjdeliyor. Hayır yapılan kişiye de ikram ediyor. Sonra da tam o hayır kadar olan parayı gönderiyor. Hem de başımı kimseye eğmeden, alın terimle, meşru kazancımla, üstelik insanlar arasında sanatçı kimliğimle beni muteber kılıyor. Bu Allah için her şey feda edilmez mi, bu Allah için kul olunmaz mı, bu Allah’a secde edilmez mi, can verilmez mi?
Bana kendi kudret ve azametini gösterirken, şahit yok. Her şey Onunla benim aramda cereyan etti. Benimle sanki kimseye sezdirmeden konuşuyor; bana, O’nu bilme yollarını usulca açıyor. O’na olan muhabbetimin her şeyden önce geldiğini görmek istedi. Belki “Beytini” ziyaret etme arzumun önünde olan muhabbetimi görmek istedi. Görünce coştu, yağdırdı. Hepsi O’nun değil mi? Benim O’na rağbetim, O’nun olan şeylere rağbetimin önünde. Bunu görmek istedi. Gördükten sonra misli ile verdi. Sen benim Mevlâmsın. Sen benim tek Efendimsin. Her şey sana, senin için ve senden dolayı. Sen olmasan ben olamam. Ben olmasam da Sen varsın. Sen dilemesen ben sevemem, Sen murad etmesen günahımı bile kimseye veremem. Sen eksiklikten uzak olduğun halde, eksiklerle beraber (şah damarından yakın olarak); Sen yetersizlikten uzak bir kâfi olduğun halde yetersizlerle beraber; Sen incitmekten uzak olduğun halde incitenlerle; Sen, Sen, Sen… niceleriyle.