Fikrin Mecraları(Yolları):
Fikrin yani düşüncenin tamamı din ile ilgili hususlarda değildir. Tevhid açısından ele alınacak olursa; elbette hiçbir şey Allah(c.c.)’dan ayrı husus değildir. Buna rağmen din ile ilgili diye ayırım yaparak inceleyeceğiz. Din ile ilgili hususlardan kast ettiğimiz, kul ile Yaradan’ı arasındaki hususlar ile ilgili fikirlerdir. Din ile ilgili olmayan fikriyatın, tevhid ışığı altında, nasıl din ile ilgili olduğunu ise şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Kişi meselâ; ileride başarılı olmak, iyi kâzanmak, hayatını kurtarmak fikri içinde, gece gündüz buna ulaşma yollarını arıyor, düşünüyor, nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapmak için aklını meşgul ediyor ve sürekli düşünüyorsa; bu dinin dışındaki konular ile ilgili fikirdir. Ama yine de tevhid bakımından aynı potaya koyup karıştırırsak, bu düşünce de iyi bir sonuca götürebilen bir fikir olmuş olur. Çünkü, kişi eğer bu fikriyatını uygulamaya geçirebilirse; kimseye muhtac olmayacak, dilenme durumuna düşmeden hayatını kurtarmış olacak, insanlara belki de faydası olacak, meselâ öğretmen ise çocuk yetiştirecek, belki kendindeki fikirleri de onlara aşılayacak, belki içinde bulunduğu durumu dolayısıyla alan el değil, veren el olacak. İşte bütün bunlar da Allah(c.c.)’ın hoşuna giden şeyler olduğu için, bu fikirlerin de O’ndan ayrı olmadığını söylemiş olduk.
Din ile ilgili hususlarda, yani kul ile Rabbi arasındaki hususlarda kulun düşünce ve fikri, âzalarına ait ve kalbine ait olmak üzeredir. Her ikisi ile ilgili olmak üzere, Allah’ın yanında sevimli olanlar ve sevimli olmayanlar olmak üzere de iki kısımda mütalâa edilir.
Kul kendi özelliklerini ve yaptığı işlerin özelliklerini düşünür. Özetlersek: Kulun kendisiyle ilgili iki türlü fikri olur:
Birinci kısım: Muamele ilmine girer. Bu kısım da:
A)Allah (c.c.) katında sevimli olmayan işler:
1) Âzaların işi olan: İSYAN. Burada kul isyanını düşünür.
2)Kalbin tehlikeli ve helâke götüren vasıfları: MUHLİKAT. Kul, kendini helâk olmaya götürecek olan ve kalbinin helâkta oluşuna sebep olan hallerini düşünür.
B)Allah (c.c.) katında sevimli olan işler:
1)Âzaların işi olan: TAAT’ini düşünür.
2)Kalbin vasfı olan ve kurtuluşa götüren işler: MÜNCİYAT. (Adımlar 1,2,3)
İkinci kısım: Mükâşefe ilmine girer. Bu kısım da:
A)Allah(c.c.)’ın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını tefekkür etmek,
B)Allah’ın fiillerini düşünmek. (işlerini)
C) Allah(c.c.)’ın mülk ve melekûtunda yer alan her şeyi; göklerin ve yerin yaratılışlarını ve bunların arasındakilerin yaratılışlarını düşünmek.
Yukarıda sınıflandırılanlardan, Allah(c.c.)’ın yanında sevimli olmayan şeyler hakkında, üç hususta düşünmek lâzımdır:
1) Kendisinde, kötü sıfatların mevcut olup, olmadığını düşünmek.
2) Kötü olan halinden kurtulma çarelerini araştırmayı düşünmek.
3) Eğer şu anda bu kötü olan kendinde mevcutsa hemen şimdi, terk etmeyi düşünmelidir. Veya kendinde yoksa bile ileride karşılaşma ihtimali yüzünden, tedbir almayı düşünmelidir.
Muamele ilmi ile ilgili olan tefekkür:
İSYAN: Kişi her gün, günah işlemeye müsait olan yedi âzasını kontrol etmelidir. Bu yedi âza ile olan isyanlar; kalp, dil, mide, el, edep yeri, ayaklar ve bütün vücuda yayılmış olan anne-babaya isyan şeklindeki günahlardır. Bunların hakkında geniş bilgiyi Adımlar 1’deki tevbe bölümünde anlatmıştık.
İşte bütün âzalar ile ilgili düşünülür, şayet âzalardan biri veya daha fazlası ile şu anda günah işleniyorsa, hemen terk edilir. Düne ait bir günah varsa, tevbe etmelidir. Gelecekte böyle bir günah işleme durumu varsa, hemen korunmak üzere tedbir alınmalıdır. Meselâ dil ile (yalan, iftira, gıybet, alay etme, kendini övme, düşmanlık, şakacılık, boş sözlere dalmak gibi) yapılan isyanı önlemek için Kur’an ve Hadis’lerden ibret almalı, sünnetteki yeri öğrenilmelidir. Önleyemediği zaman insanlardan uzaklaşmalı, salih kimselerle dostluk kurmalıdır. Hatta bazen helâl olan şeylerin dahi aşırı olanlarının meşru olmadığı düşünülmelidir. (Çok yemek, çok içmek gibi. Zira bunlar şehvete kuvvet verir)
Düşünülmelidir ki, haram lokma ve giysi ile yapılan ibadetler kabul olmaz. İsyanın baş sebebi, harama bulaşmakla olur.
TAAT: Üzerine borç olan farzlara bakmalıdır. Eksiklerini nafilelerle tamamlamayı düşünmelidir. Bütün âzaların itaati sağlanmalıdır. Gözün, kulağın, dilin hakkı verilmelidir. Âzaların ne için yaratıldığı düşünülmeli, şükürlerinin yapılıp yapılmadığı hesaplanmalıdır. Malının fazlasını ihtiyacı olana vermelidir. Böylece malı da itaate sevk edilmiş olur.
MUHLİKAT: Kişiyi helâke götüren vasıfların kalpte yer almasıdır. Bunlar; şehvet, gadap (öfke), cimrilik, kibir, ucup (büyüklenme), riya, haset, kötü zan, gaflet, gurur ve benzerleridir. Kişi kalbine bakmalı, ama insafla bakmalı, bu hastalıkların kendinde var olabileceği ihtimalini düşünmelidir. Çoğu zaman nefis, insana bu kötü vasıflardan uzak olduğunu zannettirebilir. Bu bakımdan kişi emin olmamalı, kendisini tekrar tekrar olayların içinde denemelidir.
MÜNCİYAT: Kişiyi kurtuluşa götürecek olan iyi vasıfların, ne kadarının veya kaçının kalbinde bulunduğunu düşünmesidir. Bu iyi vasıflar: Tevbe, pişmanlık, belâya sabır, nimete şükür, korku ve ümit, ihlâs, iyiliğe niyet, rıza, sadakat, muhabbet, huşû, tevazu, zühd, takva gibi, kişinin kurtuluşuna vesile olan güzel ahlâktır. Kul insaf ile kalbine bakmalı, bu vasıflardan hangilerinin ve ne kadarının kalbinde bulunduğunu düşünmelidir. Bu vasıflar ilim ile meydana gelir. İlimlenmek için de tefekkür etmek, kendini nerede ve nasıl görmek istediğini bilmek ve tercihini yapmak gerekir. Bütün bunlar, rast gele yaşayışların içinde, fark edilemezler. Ancak düşünen insan için önemi vardır. Bu bakımdan Kuran-ı Kerim’de düşünen insan övülmüştür. Düşünmeyenler için ise: “Hiç düşünmezler mi?..” denmiştir.
Sevilen halleri elde etme ilmi, en iyi bir şekilde, manası düşünülerek okunan Kuran-ı Kerim’den alınır. Kitabımız bütün hal ve makamları içinde toplamıştır. Tefekkür ederek okunan ve tesirinin hissedildiği bir âyet, tefekkürsüz indirilen bir hatimden daha makbuldür. Eğer Kuran’ın manası her okuyanın kalbine inmiş olsaydı, böyle okuyanlar için asla kalpte dünya sevgisi kalmazdı. Hadisler için de aynı şey söylenir. Hadis ile verilmek istenen öz, eğer okuyanın kalbine tesir etseydi, o hadisi bir kere okumak yetecekti ve dünya kalpten silinecekti.
Allah (c.c.) yoluna girmek isteyen ve bu isteğinde samimi olduğu kadar sadık da olan, Allah (c.c.) taliplerinin son arzusu; tek olan Hakikat’te yok olmaktır. Sıddıkların nimetlerinin sonu da budur. İşte münciyat (kurtuluş yolları) ile meşgul olmak, samimi olarak Allah’a ulaşma isteğindendir. Fakat ömür boyu bu işlerle meşgul olmak ve ömrü böyle geçirmek de akıl kârı değildir. Çünkü bu işlerle meşgul olunurken, Cemalullah’a ulaşmaya ve bunun zevkini ve huzurunu bulmaya vakit kalmayacaktır. Bu şuna benzetilebilir: Bir kadın sevdiği eşi için süslenip hazırlanır, nihayet yanına girer. Fakat ona lâyık olarak hazırlanmak için, bütün ömrünü hazırlık içinde geçirirse, sevdiği için bunları yaptığı halde, eşine kavuşamamış olur. Bu sebepten tavsiye edilen, öğrenmek, sonra öğrendiğini hayatına geçirmek, sonra aynı hataya dönmeden başka bir şeyi öğrenip, hayatına geçirmek ve sonunda bunları tamamlayıp, tevhide bir an önce ulaşmaktır. Fakat nefis, iyilik yolcusunu bırakmaz. Hep iniş ve yokuşlarla oyalar. İnsan kendi kısır döngüsünde dolaşır durur.
Eğer Kur’an ve Hadis’ler ile uğraşmak ve tefekkür etmek için, vakit ayrılamıyorsa veya anlaşılmaz bulunuyorsa, bu çemberi yırtmış ve ulaşmış olanlar mutlaka vardır. Allah-ü Tealâ böylelerinden, dünyayı boş bırakmaz. Bu gibilerin sohbetleri dertlere deva ve iç âleme şifadır. Onların sohbetlerine gitmeli, kalbin perdelerinin varlığı tespit edilerek, açılmaları sağlanmalıdır. Yoksa; Cehennem korkusu ile amel etmek, dayak korkusu ile iş yapmak gibi olur. Aynı şekilde Cennet için amelde bulunmak, para karşılığı iş yapmak gibidir. Dinin incelikleri anlaşılmadan, korku ve beklenti ile amel etmek, kalbi genişletmez, açmaz. Vücuda da yorgunluk olur. Böyle yapan kişi bir yerde, amelleri bir başka yerde, kendi ise daha başka bir yerdedir. Yani kendisine uzak, kendindeki mevcut Hakikate uzak, tabii ki Allah (c.c.)’a da uzak olur.
Bu bakımdan sohbet ehli olmak başka bir hususiyettir. Sohbet ile gönlü açılmış olan, hem Cennet ehli, hem de Allah’a yakınlığı kâzanmışlardan olabilir. Ama karşılık bekleyerek amel eden, Cennet ehli olsa bile, Allah(c.c.)’ı bu dünyada tanımadığı gibi, öbür dünyada da tanıma fırsatını kaçırmış olabilecektir.
Kula gereken, Rabbi ile arasındaki yakınlığın mümkün olduğunu bilmek; bunu arttırmak veya devam ettirmek için daima nefsi ile mücadele vermek, sadece Cennet’e razı olmayarak yakîni istemek, dolayısıyla hakikat ifade eden her âyetin, hadisin, sözün üzerinde tefekkür etmek, her olayın ve her kişinin kendi nefsi için imtihan olduğunu düşünerek gafletsizliği yakalayabilmek ve ömrünün ilk kısımlarını bunlarla geçirmektir.
Bizim tavsiyemize gelince; her Allah ehli olmaya istekli olanın bir defteri olmalı, derim. Kişi, bu deftere kendinde tespit ettiği kötü halleri ve iyi halleri yazmalıdır. Her gün bu deftere bakmalı, kendindeki kötü halleri hatırlamalıdır. Çünkü nefis daima kişiye iyi hallerini gösterip, kötü hallerini unutturur. Muhlikatten yani kişiyi helâke götürmeye sebep olan ahlâktan on tanesi vardır ki, eğer kişi bu on ahlâktan selâmete ulaşırsa, diğer kötü olan hallerden de selâmete ulaşması kolay olur. Selâmete ulaşmamız gereken on muhlikat şunlardır: Cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, gösteriş yapmak, çekemezlik, fazla hiddet, oburluk, şehvet düşkünlüğü, mal ve mevki sevgileridir.
Selâmete ulaşmamız için münciyattan (kurtuluşa vesile olandan) on ahlâk yeterlidir: Günahlara nedamet, belâya sabır, kâzaya rıza, nimete şükür, korku ve ümitte orta yol, dünyayı sevmeyi terk, amelde ihlâs, halk ile iyi geçim, muhabbetullah, Allah’a karşı derin saygıdır.
İşte kul defterine muhlikat ve münciyatı yazmalı, kendisinde hangileri varsa veya kötü olanların hangilerinden kurtulduysa üzerini çizmelidir. Böylece hem her an günahları ve kurtulma yolları üzerinde tefekkür etmiş olur, hem de kendinde iyi haller varsa da kötüleri de görerek, kibre girmemiş olur. Ve hem de kötü hallerini iyiye çevirmeye gayret etmiş olur.
Ben; hesap günü gelmeden hesabımızı kendimiz tutalım; kendimizi aldatmaktan uzak olalım; başkaları ne derse desin, kendimizi kendimiz bütün açıklığı ile tanıyalım; günahlarımızı gördükçe tevbemizi arttıralım; iyi hallerimiz çoğaldıkça, şükrümüzü arttıralım; böylece insaf ile kendimize bakmayı ve kendimizi eleştirmeyi başaralım diye, böyle bir defteri öneriyorum. Kendimizi tanımak çok önemlidir. Zira “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” hadisi meşhurdur.
Sadece avam için değil, havas, salihler ve alimler için de, aynı tehlikeler olmasa da, aynı tehlikelere götürecek başka tehlikeler vardır. Çoğu zaman bu kişiler, sohbet ederken, kendileri kurtulmuş gibi söylerler. Hatta kendilerini böyle günahlardan öylesine sıyrılmış zannederek konuşurlar ki, avam onlar gibi kurtulmuş olmayı arzu eder. Halbuki onlar şu hadisleri unutmaktadırlar:
“Allah-ü Tealâ bu dini, öyle bir kavim ile (toplulukla) teyid eder ki (onaylattırır ki), onların ahiretten nasibi yoktur”
“Allah-ü Tealâ bu dini, facir kimselerle de teyid eder (onaylattırır)”
Bu kimselerin dikkat etmesi gerekenler ise: Şüpheli yemek, gıybet (başka bir alim hakkında), mücadele (kendi tezini müdafaa ederek), övme (menfaati olanı), dostlarına ve düşmanlarına karşı aşırı konuşma, yaltaklanma (önemli kimselere ve kendisini büyük görenlere) gibi günahlardır. Bir çoğu bunlardan kurtulamaz. Vera sahibi bir alim için içki, kumar, haram gibi günahlar olmasa da bu gibilerinin en çok zarara uğradığı günah, şöhrettir. Şöhret ise afettir. Bu noktada ancak sıddıklar kurtulabilir. Böyle bir alim sözü etkili ise, büyüklenir, değilse beğenmeyene karşı kin ve nefret duyar. Halbuki nefret ve kin duygusunun ne kadar kötü olduğunu öğrenmiş ve kalbini bu gibi kötü ahlâktan temizlemişti. İşte şimdi aynı günaha dolaşarak düşmüş olur.
Şeytan en çok Allah (c.c.)’a yaklaşmakta olana musallat olur. En çok da alimlere uğrar. Sözü beğenilmeyen alim, beğenmeyenlere karşı husumet, hatta kin duyar. O zaman şeytan: “Sen bu adama şahsın için değil, Allah için kızıyorsun. Çünkü Hakkı kabul etmiyor” der. Veya konuşma yaparken, konuşmasına bir eda verir, süslü cümleler koyarsa: “Sen bunu, gönüllere tesir ederek, Allah’ın dinini yaymak için yapıyorsun. Böyle konuşmanın sakıncası yoktur” der. Halbuki alim şöyle düşünmelidir: “İslâm’ın bana ihtiyacı yoktur. Çünkü benden önce de ayakta idi. Benden sonra da ayakta kalacak ve kıyamete kadar sürecek. Ben ölsem de bir şey eksilmez. Ben olmasam, Allah dinini anlatıp, yayacak birini elbette bulur. Halbuki ben, kalbimi düzeltmek konusunda, kendimden emin değilim. Belki de düzeltemeden öleceğim”.
Kısaca söylemek gerekirse; şeytan riyaset (baş olma hevesi) sevgisini, insanlara aşıladığı müddetçe, ilim devam edecektir, ortadan kalkmayacaktır. Yani baş olma hevesi olmasaydı, belki de ilim anlatan kimse olmayacaktı…
Alimler, toplumun örnek kişileridir. Hem alim olup, hem dünya sevgisine gark olma hakları yoktur. Aksi halde ilimleri ile amel etmemiş olurlar. Sünnetlere uymak durumundadırlar. İnsanları yoldan saptıracak haller ilham edemezler. Meselâ sevilen bir alim, dünyaya yönelse; insanlar dünyayı sevmede bir beis görmeyecekler ve: “Eğer dünya sevgisi kötü bir şey olsa, bu koskoca alim dünyaya yönelir miydi?” diyerek, inandıkları için, bir daha asla dünya sevgisini kalplerinden çıkarmayı düşünmeyeceklerdir.
Bu tehlikelerden ve riyaset sevgisinden ancak sıddıklar kurtulur. Bizlere düşen ise, Allah(c.c.)’a ulaşmanın çok kolay olmadığını bilmemiz, nefsimizle her an imtihanda olduğumuz ve o yüce makama ulaşana kadar, her an tehlikede olduğumuz bilincinde olmamızdır.
Kul nefsi ile mücadele yollarını düşünerek, kalbindeki kendi helâkine sebep olacak hallerden kurtulduktan sonra; kalbinde iyi olan ahlâka sahip olduktan sonra, mükâşefe ilmi ile ilgili olan, Allah(c.c.)’ın, mübarek isimlerini, sıfatlarını, Zât’ını, işlerini, yarattıklarını düşünmeye, tefekkür etmeye sıra gelir.
Mükâşefe (keşif) ilmiyle ilgili olan tefekkür:
A)Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını düşünmek,
B) Allah-ü Tealâ’nın fiillerini düşünmek ve Allah-ü Tealâ’nın yarattıklarını düşünmek.