Kategori arşivi: Aynaya Bakış

Önsöz-Aynaya Bakış

ÖNSÖZ

 Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile,

Esirgeyen ve bağışlayan, kâinatın ve hesap gününün tek sahibi ve hâkimi, varlığımızın da tek sahibi olan, sayısız maddi ve manevi nimetleri ile lûtuflandıran, kullarını nuruna kavuşturmak için daimi vesileler yaratan, darda olana yetişen, belâ ve imtihanlarını kazanç vesilesi kılan, kalpleri mesken kılan, apaçık kitap ile zoru kolaylaştıran Allah-ü Tealâ’ya sayısız hamd olsun.

Peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin rahmeti, dinin doğru uygulayıcısı, insanlığın kâmil’i, vesilelerin en keremlisi, Allah’ın sevgilisi, ümmetine merhameti bol, şânı yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed Sallallah-ü aleyhi ve sellem’e, ehl-i beyt’ine, şerefli ashabına, temiz ve pak soyuna, yolundan gelen hayırlı insanlara selâm olsun.

Dünyamızın gidişatı, maddenin öne geçmesi ile, insanın önemini unutturan, insanın yaradılış amacından uzaklaşmasına sebep olan bir hale çoktan girmiş. İnsanlık âlemi önce maddenin hakimiyetine kapılarak, bu gidişata ayak uydurmuşken, kaybolan maneviyatın etkileri görülmüş, bunalımlar, psikolojik destek arayışlarının artması, uyuşturucu bağımlılıkları, suç işlemelerin artması devrimizin özelliği olmuştur. İnsanlık âlemi artık bütün sorunlarını, daha iyi yemek, daha iyi gezmek, eğlenmek, daha çok para kazanmak ve harcamak üzere çözeceğini sanma aldanışına düşmüştür. Böylece mutluluğunu da kendi imkânlarını daha büyütmekle sağlayacağı gafletindedir. Halbuki eğer işler böyle gitseydi, en mutlu insanlar en varlıklı insanlar olurdu. Halbuki en mutlu insan, en huzurlu kişi başkaları için bir şeyler verebilen, yapabilen kişiydi. Bunun böyle olduğunu Batı düşünürleri de ifade etmişler; “eğer mutlu olmak istiyorsanız, birilerini sevindirin” demişlerdir.

İşte tam da mutluluk yollarının tıkanmaya başladığı şu zamanlarda, insanlık âlemi için üzülmenin yetmeyeceğini düşünerek, “ne yapabilirim?” sorusu ile kendimi sorguladığım zamanlardan birinde, bir şeyler yazmaya başladım. Bu yazdıklarımın insanlık için bir derman olabileceğini düşünmeden, sadece yazdırana tâbi olarak yazmaya başladım. Sonunda deryadan bir katre çıktığını fark ettim. Olsun. Bir katre misali de olsa belki çorbada bizim de bir tuzumuz var diyerek, mutlu oldum.

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.), Tebük seferinden dönerken, Sahabi Efendilerimiz’e “Hazırlanınız. Cihad-ül Ekber’e!” buyurmuşlardı. Onlar: “Ya! Resulullah! Şimdi cihattan dönmekteyiz. Yeniden cihada mı gideceğiz?” deyince, “Henüz döndüğümüz savaş cihad-ül asgardı. Biz esas şimdi cihad yapacağız. Bu savaş nefsimizle yapacağımız savaştır.Onun için adı da cihad-ül ekberdir. Nefis ile yapılacak savaş, büyük savaştır” buyurmuşlardır.

Hayatımda ilke olarak hep bu kıymetli hadisin davetini öncelikli tuttum. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi ile destekledim. Nefsin tuzaklarını, hile ve aldatmacalarını bildiren Rabbim, samimi olan niyetimin karşılığını verdi. Böylece söylenmesi kolay, fakat yazılması daha zor olan incenin incesi meselelerde görüşümü ve hissiyatımı açarak yardımını ulaştırdı. Bize düşen ise sadece O’nun yazan eli olmaktı.

Kitap, bir nasipli kişinin kendine ilk defa insaf nazarı ile bakmasıyla başlıyor. Bir kerelik bir bakış bu kişiyi nerelere götürüyor. Önemli olan sadece bu bakışı yakalayabilmek. Başlangıç kısımları, iç âlemin tahlilleri ile biraz yoğunluk taşıyor. Anlatımın en kısa yolu ile anlatmaya çalıştığım halde, ancak bu kadar başarılı olabildim. Ama bu kısımlar da esas anahtar olmuş oluyor. Eğer bu anahtar ele geçirilebilirse, sonrası daha akıcı ve anlaşılabilir olarak seyrediyor. Kitap giriş ve son bölümle birlikte on altı bölümden oluşuyor. Her bölümün içinde ayrı konular yer alıyor. Ama hepsi, adı belli olmayan bu kişinin etrafında, hayatında. Adın ne önemi var, diye düşünerek, kahramanımıza isim vermedim. Cinsiyet de vermedim. İnsan olması yeterli gelmişti. Kahramanımız nefsini bilme yollarında ilerleyen biri idi. Ben kitabın hiçbir yerine kendimi koymadım. Lâkin her yerinde vardım. Biraz o kişilikte, biraz öteki kişilikte. Böylece toplumun içinden birileri olarak, yazmaya devam ettim.

Çok iyi biliyorum ki, nefsin terbiyesi burada anlatılanları okumakla olmaz. Bu bilgiler, insana bu konuya ilmî olarak bir yakınlık verir. Ama ancak bunları hayatımıza geçirebilirsek, başarılı olmuş oluruz. Bu da ayn-el yakîndir. Başarabildiğimiz bu ahlâk artık bize ait olur, yani tabii olarak bizde mevcut olan olur veya meleke kazandığımız olursa, o zaman Hakk-el yakînden söz edilir. Yazarken bunları bilerek yazıyordum. Ümidim ise, bir kavram ile kalbe tesir eden bir açılım olsun. Her insan için farklı yakalanabilecek ip uçları olsun. Yani okuyanlar kendilerine yarayacak bir başlangıç noktası, bir hareket noktası bulsun. Nereden başlayabilirim, diyerek ümitsizliğe düşmüş olanlara, “daha her şey kaybedilmedi, yapacak bir şeyler var” diyerek, ümitlerini canlandırmaya vesile olsun. Hayatlarına bir ışık, bir aydınlık getirsin. Böylece Allah indinde ne kadar önemli olduklarını ve ait oldukları yerin O’nun yanı olduğunu hissetsinler. Asla başı boş olarak dünyaya bırakılmadıklarını ve her insanın farklı bir yaradılış amacının olduğunu anlasınlar. Kendilerinin gerekli olduğunu, dünyada hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını düşünsünler.

Ve istedim ki; din geniş açıdan bakılan, hoş görüye dayanan, asla daraltılmayıp, genişletilen, korkutulmayıp, müjdelenen olsun. Ve yine istedim ki Allah’a yaklaşmanın sevgiyle, muhabbetle daha kolay olduğu bilinsin. Sevmeyi başaramayanlar hiç değilse sevmeyi sevsin. Ve yine istedim ki en büyük mutluluğun huzurda durmak olduğu bilinsin.

Kitapta özen gösterdiğim önemli bir konu ise, mümkün olan en sade ifadeleri kullanmaya çalışmak oldu. Buna çok dikkat ettim. Gençlerin anlayabilmesi ve zorlanmaması için, bilhassa günümüzün Türkçe’sini kullanmaya dikkat ettim. Bazen yerine bir başkasının koyulamayacağı ve kendi ifadesini korumam gereken kelimelere dokunmadım. Onlar belki de hepimizin öğrenmesi gerekenlerdi. Elimden geldiği kadar az sayıda olmalarına özen gösterdim.

Bu kitabın yazılmasına manevi destek veren, yakın çevremdeki nefis yolculuklarını neredeyse tamamlamak üzere olan gönül dostlarıma, bizden bir şeyler öğrendiklerinde, Sahabi Efendilerimiz misali hemen hayatlarına geçiren ya da en azından geçirmeye gayret eden bu güzel insanlara, beni önemseyerek verdikleri destek için teşekkür ediyor, hepsinin iki cihanda saadetlerini temenni ediyorum.

Dünyaya gelişime vesile olan babamı rahmetle, annemi de hürmetle anıyorum. Varlıkları ile Allah’tan şerefli birer hediye olan Kerem ve Emre’mizin, yolumda kolaylaştırıcı olan hallerindeki güzelliği, okuyucularımızın şahitliğinde teslim ediyorum. Işığı görmem ve nura kavuşmam hususunda her zaman manevi destek veren, muhterem eşime teşekkürü borç biliyorum.

Daha önceki kitabımızın ve bu kitabın basılması konusunda emek veren, Sayın Yılmaz Özkaya’ya da özellikle teşekkür ediyor; iki cihanda saadette olmasını diliyorum.

Nefisleri ile mücadeleye karar verecek olanlar için de, kitabımızın bir başlangıç nefesi olmasını dileyerek, Allah’a emanet olalım, diyorum.

Ayşegül Erdoğ

Meram/Konya 26. 10. 2004 – 11.Ramazan. Salı Saat 4.22

Aynaya Bakış

AYNAYA BAKIŞ

İnsanın dünyası küçük, beklentileri büyük, gücü az, hükmetme arzusu sonsuz, görmek istediğini görürse ve duymak istediğini duyarsa mutlu; sabredebildiği kadarki süre içinde erişebildikleri ile umutlu, sabredemediği süre içindeki ulaşamadığı kadar umutsuz…

Hayat ise kaygan bir zemin üzerinde hiç yakalanamadan akıp giderken ; geçmişe ait eksiklikler ve hatalar onarılamadan üzerine yenilerini bırakarak, kendi akışını bozmadan hükmünü sürdürmede…

Her şeye hükmedebilecek kadar güçlü olan insan ise kendi hayatına hükmedemediği gibi, ellerinden kayan kendi hayatına ancak körlemesine bir bakış atacak kadar kudret ve vakte sahip. Şöyle bir durup, duru bir suda veya hiç lekesiz bir sırlı aynada kendimize bakabilsek ne görecektik acaba? O anda zamanı hiç yok gibi kabul ederek bakabilsek, yani acelesiz ve sanki o an son anımız gibi bakabilsek, görüneni görüp, görmek istediklerimizi unutarak bakabilsek… Geriye dönüp bakabilmek bir hüner, ama o ana olduğu gibi saf bakabilmek bin hüner. Gerçekleri görmeyi, hataları kabul etmeyi göze alacak bir cesareti ele geçirip, çoğunluğa uyma değil, olduğun gibi olmayı tercih ediş içinde bir bakış anını yakalayarak bakabilmek belki de hayata geliş gayesine uyan ilk an… Dıştan uzanan ellerimiz ile kendimizi tutup, o ana mıhlayarak bir sakin nefes içinde bakış. Belki bir nefes alıp verecek kadar bir süreyi kendimize tanıyıp duru bir bakış. Böyle bir anlık bakışlarda o saflık sebebiyle aşk yakalanmıyor mu? İnsanlar karşısındakinin nefretini, kudretini, merhametini böyle anlık bakışlardan yakalamıyor mu? Ömür boyu sürecek olan dostlukların böyle bir an ile başladığını bilmedeyiz. O halde bu bir anı kısa görmemeliyiz, zira hayatımıza yayılacak bir genişlemeye sebep olabilecektir.

Birinci Bölüm:

İşte bir gün ben de aynaya baktım. Bomboş bir bakış ile… O bakışta duyguların hiçbiri yoktu. Geçmişe ait bir düşünce veya geleceğe ait bir hayal yoktu. Acı, sevinç, nefret, sevgi ve diğer hiç bir şey yoktu. Sadece o anda olduğu gibi var olan benden başka bir şey yoktu. Aman o ne müthiş bir keşif idi. Sanki o anda doğmuş ve henüz hayatı algılamaya başlamış gibiydim. Hem henüz doğmuş, hem de çabuk büyümüş; hem bütün evrene kök salmış, hem de yalnız kalmış gibiydim. Hem cahil, hem bilgin; hem zalim ve hem de mazlum bir şey gibiydim. Böyle bütün zıt kavramları kendinde toplamış biri olarak ve bütün bu zıtların güzellik ve çirkinliklerin beraberliğinin yumuşak uyumunu kabullenmişliğimden dolayı o anı ancak orada yakalayabilmiştim.

Oval bir yüz, kararlı bakan gözlerimle bütün eleştirilere açık, durgun ve sükunetli ağzım sanki susmaya yeminli; sadece o kaçırılamayası anın kıymetine ait olmak üzere nefes ve hareket yok. Gözler sırrın kalesi, ruh mahremiyetinin kaçınılmaz açığı. Ayna bana kendimden kaçma paniği getirse bile ayaklarım gözlerimin hükmünde gibi yere saplanmış, hareket yok. Adeta kendileri de yok gibi. Çünkü gözlerim ilk defe özgürce görüyor. Özgürce ; çünkü görmek istediğini değil, gördüğünü görmeye devam etmek istiyor. Bugüne nasıl böylesi gelmişim?. Habersizce; kendinden habersiz, geçmişinden habersiz, ailesinden, yakınlarından ve uzaklarından habersiz. İnsanı bilmeden, kâinatı anlamadan, sadece kendi yaralarını biliş, başka dertlerin varlığı hakkında içimde sızı duymaksızın bir araba dolusu laf ederek, kendine yabancı, kendindekilere yabancı, Yaradan’ına yabancı, peki neye aşina? İşte o bir anda bu soruları aynada gördüm.

Daha önceki görüşler görmek istediklerim olduğu için hep bu görüşün önünü kesmişler, ben daha görmeden sanki bir program ile görmek isteyeceklerimi öne almışlar ve böylece görmem benim saltanatımda değil, benliğimin saltanatında olmuş. Gözlerim, bedenim, hayatım gerçek olandan uzak heba olmuş. Gerçek olan ben olmak istenilen değil, ben olan ben imişim. Eksilerle ya da artılarla; yapabildiklerimle ve başaramadıklarımla; güzelliklerimle veya çirkinliklerimle kendimi kendimde kabul etmeyi o an başardım. Ben o anda zenginliğimi fark ettim. Hep ötelere ittiğim, asla yalnızken bile hoşlanmadığım BEN’ e yaptığım haksızlığı gördüm. Gözlerimde okuduğum bu derin ihtarı korkarak kabullendim. Aslında mevcut olan varlığımın zenginliğini biraz gecikerek görmüştüm. Bu sağlam bakışın ışığında sağlamlığa yakışmayanları seçebildim. Meselâ ben kendimden daha önce, toplum için önemli olmalıydım. Halbuki kişi kendi için kendini önemli bulduğunda, kendinin dışındaki hiçbir şey için önemli olmayı düşünemiyor; hatta her şeyi ve herkesi kendi için önemli görüp, tekrar bir halka ötede aldanışa düşüyor. Meselâ, yine orada çocukluğumdan beri severek veya etrafın baskısı ile kabullendiğim yüzlerce kimliğimi fark ettim. Cici çocuk kimliği, çalışkan öğrenci, örnek eş v.s. gibi pek çok kimlikler. Halbuki yaradılışımda mevcut olan zenginliğim, pekala bana iyi çocuk olmayı, çalışkan öğrenci olmayı, iyi ve örnek eş olmayı öğretecekti. O zaman bu kimlikler bende sabitleşecek, yapıştırma olmayacak, dolayısıyla bende mevcut olan BEN korunmuş, saf kalmış ve daha verimli olmuş olacaktı.

Yine meselâ ileriye yönelik idealler öylesine ben adına önem kazanıştı ki benim çoktan önüme geçmiş, önümü kesmiş, beni seven yakın çevremin de gönlüne öylesine girmişti ki orada ben kaybolmuştum. Beni sevenlerin beni mi yoksa olmak istedikleri gibi olmayı başaran beni mi sevdiklerini düşündüm. Yine eğer olmak istedikleri ben olmasaydım beni yine de sevecek veya değerli bulacaklar mıydı? Onların istedikleri ben, şayet hoşlanmadıkları bir şey yaparsam yine istedikleri mi olurdum, yoksa dışladıkları mı? Ya da böyle hüviyet değişimine uyanlara devlet kanalıyla veya daha yüksek bir yerlerden özel bir tahsis mi yapılacak? Aynaya bakan gerçek ben, yüzümün diğer yerlerinde gezinip düşüncelerimde kaçamak yapmaya çalışırken; o gözler, ah o gözler şimşek bakışlar ile yakaladığı fırsatı kaçırmayarak beni aynı noktaya getiriyor ve ben de artık pes ederek söz veriyorum. Korkmayacağım, önce aynaya bir müddet korkmadan bakmaya alışacağım. Ne zaman ki gözlerimle dost olur, açık ve net kendimle buluşursam; o zaman işte o zaman o aynada kendimi seyre başlayacağım, kendimde kendimi seyre dalacağım. Acı da olsa, geç de olsa bunu yapmalıyım, yapacağım. Bu, pek kıymetli bulduğum BEN’ e kıymetini bildirmenin belirtisi olacak.

Bu karara varmanın rahatlığını hissederken, senelerin, ayların, günlerin önemli olmadığını fark ettim. Ve de dönüp geriye baktığımda günlüklere vakit olmadığını, anlarla zamanı genişletebileceğimi gördüm. Herkesin günlük tuttuğu gibi ben de ANLIK tutmaya başladım ve kendimi anların içinde yakalamanın kolaylığına bıraktım…

ANLIKLARIM

birinci anlıktaki biliş : özgür düşünce anı

Şu an yaşarken geride bir anı getirdi. O vakit gerideki an ile şu an birleşip aradaki kocaman zaman dilimini temizledi. Şu anın kıymeti aklın serveti ile belirdi. Bu özgür düşünce anı. Özgür düşünen akıl, aklı selim servetine beni ulaştırdı. Hikmet odur ki aklın şerefini korur, kalbin yumuşaklığını temin eder, düşüncenin ve kalbî görüşün yumuşak sağlamlığını korur.

Şu an düşüncede ama sadece düşüncede, her düşüncenin en uç noktaya varıncaya kadar özgürce bırakıldığı, düşünme anını yaşayalım. Bir defalık olsun fikren bunu başaralım.

Belki de o zaman o kadar uçlara gitmeye gerek kalmayacak. İnsanda düşüncenin sınırlı oluşu aklın sınırlı oluşundan dolayıdır. Aklın sınırlı oluşu ise esaretini bilip, yaşamını esaretinden dolayı en kârlı geçirme yolunu seçmesi sebebiyledir. Dünya hayatı yaşanırken bizi hayatın içindeki bazı geçerli olan şeyler esir alır. Biz de kazanacaklarımıza karşılık bu esareti kabul eder, hatta zaman içinde baş tacı eder de farkına varmayız bile. Verdiğimiz ödünleri düşünürsek hiç de haksız olmadığım görülecektir. Üniversitede bir öğretim üyesinin yerini korumak için verdiği ödünleri, düştüğü iç acıtıcı durumları bilirsiniz. Hem de bu bazen kendi altında olan insanlara karşı olabilir. Öylesine acıdır ki belki de çok kıymetli çocuğu için veya annesi, babası için harcayamadıklarını dünya makamı için harcamıştır. Bu ise kişiye kendi yaradılışı ile özgür bırakılmış olduğu halde, kendi kimliğinde bir esaret getirecektir.Artık çok ucuza satılan bu kıymetli hazinesini başka tavizler ile giderek daha kolay harcayacaktır. Ödün vermek ya da taviz vermek mal için makam için,eş için, evlât için…

Kısaca dünya hayatını yaşarken dünyada kazandığı her şey için, belki de sadece dünya için olacaktır.

ü Dünya kendi özgür hayatını yaşarken birilerine bir şeyler vererek, o birilerini kendine esir etme prensibini güder. Belki de toprağının suyunun ve havasının kirletilmesinin hesabını sormak için ya da bunlardan sorumlu olduğunu bildiği insandan intikam almak için esaret zincirini takar,kim bilir? Belki toprağının altüst edilip çıkarılan madenler için insanların birbirini öldürmesini, ezmesini, devletlerin manda egemenliğinin hesabını sormak istemektedir. Belki de denizlere yapılan eziyet ile mitolojik güzelliğine gölge düşmektedir. Dünyanın kendi malı olan toprak için yapılan savaşlara da kızmış olabilir. Neticede insanlar neyi taparcasına sahiplenmişlerse o konuda esaretleri artmış olur. Bu da akılda baskılı düşünce yanı sıra, esas daha önemli olmak üzere kendi esareti sebebiyle başkalarını da esir etmek, hükmüne almak gibi bir zihniyeti getirecektir. İnsanlar kendi sevdiklerinin herkes tarafından sevilmesini, kendi sahiplendiklerinin sahiplenilmesini, kendi istemediklerinin istenmemesini isteyerek, hükmetme ahlâkına sahip olurlar. İşte böylece özgür düşünce yok olur.

O zaman kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi yaşamayan, kendi için önemli olanı önemsemeyen, kendi için önemsiz olanı önemseyen, kendisine eş hatta benzer ahlâk içinde olmayanlar; yine kendi tarafından acımasızca değerlendirilecek; onlar, basit, önemsiz, eksik, kıymetsiz, hatalı ve hatta suçlu bulunacaktır.

Halbuki insan kendi için istediği şeyi başkası için de istemeyi düşünebilseydi; kendi özgür düşüncesinin de bir gün sınırlanabileceğinin mümkün olabileceğini düşünebilseydi; sanırım bu akıl oldukça zengin bir akıl olacaktı. Aklın kısırlaşması ve fakirleşmesi bütün ihtimallerin ve şartların herkes için mümkün olabileceğinin unutulması ile başlar. Böyle akıl sahipleri bir gün kendisi için de aynı şeylerin olabileceği ihtimalini unuturlarken, ellerinde o günün şartlarını sağlayan geçici sebeplere pek sıkı bağlanmış ve kaybetmeyeceklerine pek çok güvenmiş olmuyorlar mı? Böyle bir aklın sahibi sizce ne kadar akıllıdır? Hem sadece kendi aklımızı beğenirsek başkalarını da pek az akıllı bulursak; kendi aklımızın içinde kısırlaşmaz mıyız? Peki bilgilenmenin önemli bir yolu olan başka fikirlerden yararlanmayı, sadece kendimiz gibi düşünenlerden mi almalıyız? O zaman fabrikasyon fikirler, insanlar, aynı kısır çember içinde dönülen bir yaşam oluşmaz mı? Peki danışmanın, tartışmanın, tecrübe sahiplerinden yararlanmanın önemi nerede kalır? Sadece pek önemli olan kendimizin, pek önemli olan kendimize ait düşüncelerini mi hayatımızın içinde alıp vererek, kendimize dahi yetmeyecek hale gelerek mi yaşamalıyız? O zaman kendine yetmek, daha sonra da kendini aşmak nerede? Modern insanın ağzından düşmeyen globalleşme sadece bir fantezi söylem mi?

Hayır, hayır… Kararlıyım, kendi fikirlerimden zaten haberdarım. Ne olursa olsun artık dinleyeceğim. Başka şeyleri sanki çok doğru imiş gibi tarafsız bir dinleyiş ile dinleyeceğim. Yanlış da olsa, alıştığımın dışında da olsa, herhangi bir yorum yapmadan, bir bebeğin annesinden safiyâne öğrenişi gibi dinleyeceğim. Hiçbir şey öğrenemesem bile, o anı duru yaşamanın kazancı bilinciyle dinleyeceğim.

ikinci anlıktaki biliş:   

İkinci anlıkta, birincinin zaferini bildim. Bu hiç de kolay olmadı. Zira aklım senelerdir çalışma sistemindeki alışkanlığı sebebiyle kendi işleyişini uygulayamayınca, önce isyan etti, kızdı, taraf oldu, taraf tuttu, kendi dışındakileri ahmak buldu, küçümsedi, çatladı, patladı, üstünlük taslayamayınca, kalbimin sesini dinleyip ona sabretmesini tavsiye edince; ve bunu defalarca yapınca, bendeki kararlılık ve sağlamlık karşısında sonunda kısa bir süre için pes etti. Daha doğrusu pusuda bekleyerek pes etmiş gibi göründü. Bazen dudaklarıma mâna vererek kıvrılmasını ve karşımdakini hiç olmaz ise yüzümdeki dilim ile mat etmeye, beğenmediğimi, küçük gördüğümü ifade ettirmeye çalıştı. Lâkin bende hasıl olan kararlılık, konuyu tekrar başa getirmem gibi bir sonuca getirince bu defa gerçekten sustu. Dinlediğimi anladım. Belki de ilk defa bana uygun olmayan o fikrin pekalâ uygun olduğunu, hiç bu pencereden bakmamış olduğumu gördüm. Biraz sonra bayağı iyi bir fikir gibi gelen, az sonra olağanüstüydü. O ışığın penceresinden bambaşka bir dünyaya açıldım. Burası özgürlüğümün düşüncede aşmış olduğu sınırsızlığı, sonsuzluğu idi… Artık bu sükunet içindeki sınırsız harekete istediğim gibi sahip olduğumu biliyordum. Şimdi böylece bütün mekânlarda yerim olmuştu. Zira bu sonsuzluk meydanında mümkün olmayan yoktu…

Kendimi dünyada adeta yalnızmışım gibi hissettim. Sanki düşüncemin sonsuz özgürlüğü evrene öylesine yayılmış idi ki, bu kaplama alanında bulunan her şey o örtünün altında kalmıştı. Sanki ben her şeyi o örtünün altında kaybetmiş, veya istilâ etmişim de benden başka bir şey kalmamıştı. Yahut sınırlı olan şeyin ölümlü oluşunu ve sınırsızlığın ölümsüzlüğünü hissetmiştim. Ya da sınırlı olan her şeyin varlığını, dayandığı sağlam ve sonu olan sebepler yüzünden, aynen dayandığı sebepler gibi gölge mesabesinde görüp; sınırsızlığın gerçek olduğunu tespit ettim. Evet bu büyük bir tespit idi..

İnsan için bu noktayı tespit etmek bir başlangıç idi. Peki bunu anlamadan ömrün geçişine ne demeli? İnsan niçin az düşünür? Kendine insafsız davranır da zulmeder? Niçin öğrenmez de cahil kalır? Kendini bilmenin cahili, kendini tanımayarak kendine zulmediş, kendine hak tanımama konusunda ve başkaları hakkında önyargılı davranıp kanaat sahibi olmada aceleci.

İnsanın kendini bilmesi; kendindeki mevcut olan hakikatleri hoş veya acı olsa da kabul etmesi ile başlar. Zor olan ilkönce bu kabule yanaşabilmektir. Çünkü hiç kimse yoktur ki kendini, kendi dili ile de olsa eleştirmeye açık tutabilsin. İnsan kendini hep olunması gereken yerde görme aldanışını tercih eder. Bu aldanış, üzerine biriken gerekliliklerle ömrün içinde giderek yoğunlaşır da başlangıç noktası kaybolur.

Fakat bu kadar kudretli olan insan nedense, kendindeki gerçeklerle karşılaşmaya hele ki kabul edip eleştirmeye, düzeltmeye zayıftır, güçsüzdür. Kolay olanı seçmek, her zaman mücadele etmekten daha kolay gelir. İşte kimlik değişimleri öncelikle kolayı tercih ile başlar. Sonra; aynı zamanda geçici menfaatler sağlamakta etkili sebep olur. Bir gün kendimizdeki kendimize yabancı, kendimizden çok uzak, rolümüze oturmuş olan sahte kimliğimizde kendimizi arasak da bulamaz oluruz.

Kendimize yaptığımız bu büyük haksızlığı, kendimize fevkalâde yakıştırarak, etrafımıza da kendimizi farklı tanıtmıyor muyuz? Burada etrafımıza da haksızlık yaparken acaba en büyük kayba kim uğruyor? Hayatımızın içinde belli bir süre yer tutan insanlar mı, yoksa kendimizle bir ömür boyu yaşayacak olan bizler mi?

Artık DÜRÜST olmak zorundayız. Hem kendimize karşı, hem yakın ve uzak çevremize karşı her şeyi göze alarak, bütün kudretimizi insanlar üzerinde şimdiye kadar yaratmış olduğumuz etkilerin kaybını göze alarak, nüfuzumuzu kaybetmeyi, belki de tenkidin en acısına uğramayı göze alarak dürüst olmalıyım. Bendeki hoş olmayan beni önce ben kabul edip, bu yürekliliği göstermeliyim… Hoş geldin BEN, senelerdir bir köşeye sinip belki de hiç bu anı yaşamayacağını düşünerek, sinmiş olan BEN… Bendeki sahte çoğullarımın hep gerisinde bıraktırılmış olan BEN…

BEN – BENLİK

BEN yaradılışı ebediyete açık olan, bu imkâna sahip, dolayısıyla ebedi hayatı kazanmayı temin eden, dünya hayatını ise doğru yaşamaya imkân veren kıymetli bir hazine. Belki ruh, belki can, belki doğruyu öğrenme ve yaşamaya kabiliyet, belki sınırsız düşünce, belki iyi yanımız ki içinde ihtiras, öfke, saldırganlık, kin, nefret, menfaat için kirlenme v.s. barındırmayan bir azizlik, ululuk, hakikatten bir nefes, adaletten bir oluşum… Yaradılışı evvellerden sonlara kadar uzanan, kimliği dıştan içe kadar geniş kapsamlı… Yaradılışı sadece Yaradan’ına ait. O’ndan başka hiçbir şeye bağımlı olması mümkün olmayan. Var oluşumun gerçek sebebi. Tanımam gereken, bilmem gereken, bildirmem gereken, bilmeyenlere de bilmeyi öğretmem gereken. Bir yanı bir yerlerde, bir yanı başka bir yerlerde; bu iki uzak uçlar arasında sakin dolaşma alanım, bazen zıt olan bu iki ucu kabul noktasında, tek noktada toplamam gereken… BEN de mevcut olanlar arasında pişmanlık, üzüntü, yanlışa sevk etme, uzun planlar yapma, hüsrana uğrama, aldatma, aldanma, acelecilik, kıymet bilmeme, itme, örtme, perdeleme, farklı kimliklere itibar yok. Kendi olmak, kendinden memnun ve razı olmak, kendinin dışındaki kimliğe itibar etmemek ve en önemlisi insanın değerini bilmek, hatta yaratılmış olan her şeyin kıymetini bilmek ve değerini korumak var. Ayırım yapmadan değer veriş, taraf olmadan karar veriş, adaleti yerinde uygulayış gibi evrensellik şuuru ve ahlâkı var. Nasıl böyle bir kıymeti kıymetsiz edişimin hıyaneti içinde mahzunum. Esas değeri göremeyip, değeri geçici olana itibarımdan dolayı pişmanım. Lâkin bendeki BEN pişmanlığıma mani. Şu an yakalanmış ve yaşanması mümkün olan an. Ben de anlık yaşamımın peşindeyim. Pişmanlık, belki de sadece kendine acıma aldatmasını getirecektir. Şu an bana hakim olan özgür BEN…Ve ben Onun hükmünde şu anın tadını çıkartmalıyım. Pişmanlıklar benliğe ait. Şimdi ise kalbî huzur anı, yaşamalıyım…

BENLİK; yaradılışı sınırlı zaman için gerekli olan, dünya hayatının geçirilmesi ve ebediyete ulaşabilmek için iyiye yönlendirilmesi gereken. Yaratılma özelliği bakımından dünya hayatının şartlarına uymuş, kötülüğe yönlendirici. Dünya gibi sonu tükenerek yok oluş. Dünya gibi kirlenen, dünya kadar tükenen, dünya kadar aldatıcı, dünya gibi aldatıcı, kendi varlığının yaşamı kötülüğe yönelmesi ile mümkün olan, çelişkiler, karmaşalar, tekliğe gelebilesi zor olan, hırs, öfke, tamah, kin, nefrete açık, güzel olan her şeye kapalı bir oluşum. Varlığı sonradan mümkün olmuş, varlığının sebebi olan BEN’ e düşman, varlığının devamı BEN’ e zıtlıklar içinde bir şey… Daha çok söz edilebilir pek çok şey ile dolu bir karmaşa…

Varlığı ebediyete ulaşamayacak olan, bu vasıfları ile bendeki esas olan BEN’ i örten bu benliğin koyuluğunu görünce ürperdim. Kışı iliklerime kadar hissettim. Bu kış beni kendimden ötelere iten bir güce sahipti. Evet bu itişi, yani kendime olan uzaklığı kaldırmalıydım. Ayna bana cevap verdi. Gözlerimde bir ışıltı, bir güç yavaşça vücuduma yayılmaya başladı: Bahar geliyordu…

üçüncü anlıktaki biliş:   

Baharın sesini duydum. Musiki gibi dalgalanıp yayıldı. Isındım. Kudret güneşi beni ısıtırken, içimde tomurcuklanmalar hissettim. Ve işte tomurcuklar yavaşça açılmaya başladı. Tek tek… Açılımlar yavaşça, sırayla, sabırla olacaktı. Yaşasın. Bahar gelmişti. Müjde banaydı. Müjde cihanaydı. Müjde kudretin, müjde bilmenin, müjde hikmetindi. Artık kendimi olduğu gibi kabul, olduğu gibi sunuş, olduğu gibi biliş, eksikleri tamamlama, fazla ve zararlı olanları ayıklama, güzellikleri ekme, büyütme, sonra da eserimi seyretme dönemine girmiştim. Bana gerçek düşman ne idi, tanıyordum. Artık iş kolaydı. Nereden başlamam gerekiyordu? En iyisi; bende mevcut olan yolda geriye doğru gidiş, önüme çıkan ilk olgu ile başlamamdı. Kendimde yolculuk başlayacaktı. Başka türlüsü aldanma idi. Kendimi kendi limanlarımda yolculuğa bıraktım. Bu limanlar duraklarım idi. Ve ben artık bilinçli olarak bu duraklarda sefere başlayacaktım.

DURAKLARIM:    

İnsan kendindeki yaratılış özelliklerine sahip olan BEN’ i; sonradan kazandıkları ile yani benliği ile örterek yaşarmış meğer. Aynada gördüğüm benin altında yakaladığım beni, yani esas beni özgür ortamında ortaya çıkarmak üzere yolculuğa başlıyorum. Çok heyecanlıyım. Zira bu anda tespit ettiğim bu son duraktaki mevcut olan benin altındaki esas beni, yani hakikatimi çok merak ediyorum. Bu sondan başa doğru gidişlerle, önce tespitlerim olacak; sonra bir evvelki olmak üzere kendi denizimin dibine kadar ineceğim. Bütün örtüleri yani kendi gerçeğimi örten hayali veya gölge beni kaldırdığımda, sonunda ortaya çıkan çıplak ben olacak ki bu apaçık, dosdoğru yani emrolunduğu üzere olan ben olacağım. Bu müthiş an, bir daha asla yaşanmayacak bir an. Belki bütün örtülerin kaldırılması hayal edilmiş olabilir. Belki başarım tam olarak mümkün olmayacak. Lâkin ben artık düşmanımı tanıyorum, ne yapacağımı biliyorum, nasıl başaracağımı da biliyorum. En önemlisi bundan sonraki yaşamım elverdiği kadar kendimi bu işe adayacağım. Ve ne kadar başarılı olursam o kadarını kâr bileceğim. Artık gerisi beni var edene kalmış…

son durakta seyir:

Burası oldukça karmaşık bir yer. Çünkü hem kendisi bir afet yeri, hem de daha evvelki yerlerin birikmiş, nasırlaşmış, yer etmişliği var. Burada sadece karanlık bir tünel tespit ediyorum. Beni hareket noktamdan uzakta tutmak isteyen engeller bu tünelin her yerinden üzerime ısrarla geliyor. Biliyorum kararımı bozmayacağım. Bir yemin ettim ki dönemem!..

Hayretle müşahede etmekteyim. Burada kendi varlığım çok büyümüş. Sahiplenme duygularım perçinlenmiş. Vazgeçemeyecek noktaya gelip dayanmış olan ve adeta ihtiras haline gelmiş olan dünyaya ait sevgilerim, bağlantılarım var. Her şey benim veya bana ait ya da bana ait olmak zorunda yahut bana ait olmak üzere. Sahip olduğum şeylerin hiç birini bırakmam mümkün değil. Bu sahiplendiklerim için neler vermişim, üzülüyorum. Acaba değdi mi? Sahiplendiğim her şey bir esaret getirmiş, bana getirdikleri ile benden götürdüklerinin dengesi nasıl? Sahiplendiklerim için hayatımı şu anına kadar tüketmiş olduğum halde, bu sahip olduklarım ancak sahiplenmek isteğimi daha fazla kamçılamaya sebep olmuş. Şimdi tarafsız bir nazarla bakınca fark ediyorum ki bu isteğin sonu asla gelmeyecekmiş. Şükürler olsun ki iyi bir karar vermiş ve dönüp geriye bakmayı başarabilmişim. Sahip olduğum her şeyi elde etmek yetmemiş, bu defa onları korumak için de seferber olmuşum. Korumak yetmemiş, çoğaltmak için didinmişim. Hesabını tutmak için uykularım kaçmış, hırsızlardan korumak dert olmuş, sonunda sahip olduklarım beni hizmetine almış. Ben onlarla rahat bir yaşam süreyim, hizmetimde çoğalsınlar diye düşünüp plân yaparken, birden tersine çalışan bir çarkın içinde kendimi bulmuşum. Ben onlara hizmet eder olmuşum. Bunu hiç fark etmemiştim doğrusu. En şaşılacak olan ise bu güne kadar onları kendime kullanma fırsatım bile olmamış. Belki ileride benden gelenlere kalacak olan bu sahip olduklarım, ancak onlara miras olsun diye toparlanmış. Hesabı bende, üzüntüsü bende, yarın ebedi hayatta sorgulanması yine bana. Dehşetle irkildim. Kendime bu kadar haksızlığı acaba başka kim yapabilirdi? Bana benden daha çok zulmeden olamazdı. Sahiplenmelerim yanı sıra, ihtiraslarım, kin ve nefret duygularım, öfkelerim, haksızlıklarım, yalanlarım… Kısaca bu tünelde bu son durağın dehşetini destekleyen olgular, ahlâkım olmuştu…

SON DURAKTA Kİ KÖTÜ AHLÂKLARIMDA SEYİR

İHTİRASIM; var oluşum ile bana verilmiş olan kudretin, sahiplenmede kullanılması ile oluşmuştu. Bu kudret ihtirasımı öylesine beslemişti ki kendi kudretim kaybolmuş, ihtirasım kudret olmuştu. Sahip olduğum hiç bir şeyi kaybetmemek için ihtirasım her an nöbette… Belki onlardan vazgeçmemek için her şeyi bana yaptıracak kadar nöbette. Kazandıklarımı kaybetmemek için, ihtiras ahlâkımın güçlü yardımı ile, bende kalmış güzelliklerin her birini rahatlıkla harcayabilir yani ödün verebilirdim. Ve yine başkalarının hakkını hiçe sayabilirdim, hatta onların haklarını kendi bu korkunç varlığımın devamı için rahatlıkla gasp edebilirdim. Hatta zorlanmadan hırsızlık yapabilirdim, öldürebilirdim… Nasıl da tam zamanında aynaya bakmıştım. Sonsuz şükürler olsun.

KİN VE NEFRETİM; yine sahiplenme duygusunun hakimiyeti altında, sahiplendiklerimi kaybetmekle kin; sahip olduklarımın bir başkasına geçmesi ile nefret duygum oluşmuştu. Hatta daha kaybetmeden, ihtimal dahilindeki duygular için dahi kinim, nefretim, tamahım harekete geçmek üzere hazır bekliyordu. Sanki hiç ölmeyecektim. Ebedi ölümsüzlük sözü almış gibiydim. Elbette bu ölümsüzlük zannı içinde çok şeye sahip olmam gerekiyor gibiydi. Gençtim, kudretliydim, sağlıklıydım. Ve bunları hiç kaybetmeyecekmiş gibiydim.

ÖFKEM: Yine sahiplenme ve hükmetme duygularımın varlığıma hakim olması nedeniyle, sahip olamadığım zaman ve isteklerimin yerine gelmesi aksayınca, öfkelenmem söz konusu oluyordu. Öfkenin ne kadar zararlı olduğunu, öfke anında insanın gözünün hiçbir şeyi görmediğini gördüm. Öfkenin akla sirayeti ile, akıl doğru düşünmeyi kaybediyor, en çok bana zarar verecek şekilde yanlış kararlar alabiliyordu. Bu öyle birbirine bağlı hareket sistemiydi ki ancak sakinleştikten sonra, doğru düşünce işlemeye başlayınca, zararlar görülebiliyordu.

Baldan tatlı ve bıçaktan keskin olan öfkemin, bende kurulu saltanatını görünce, ister istemez sinirlendim. Senelerdir hiç böyle bakmayı bilememiştim. Bu tam bir ahmaklık idi. Zira kendi çıkarlarıma hizmet adına kendime ne kadar zulmetmiştim. Ortada kârlı olan da yoktu. Ben sadece şeytanı kârlı kılmıştım. Gör bakalım bundan sonrasını…

HAKSIZLIKLARIM: bendeki sanal beni ayakta tutabilmek, güçlü kılmak, hakim etmek üzere elbette rahatça haksızlıklar yapabiliyordum. Sanki dünyada bir ben önemli idim. Adalet düşüncem sadece kendim için işliyordu. Öyle ya her şeyden önce ama en önce ben vardım. Adaletsiz olmak kötü bir ahlâk, ama başkalarının haklarını yerine koyamamak, hatta o haklara saldırmak çok daha beter bir ahlâk. Bu noktamın tespiti ile çok sarsıldım. Bu hakların hepsini nasıl ödeyecektim? Bundan sonra adaletli davransam bile, öncekilerin ayıklanması nasıl olacaktı? Allah affedebilir miydi? Elbette hak sahipleri ile işlerimi düzelttikten sonra, bu davranışlarım için Allah’tan ancak o zaman af dileyebilirdim. Kul hakları, hayvan hakları, ezdiğim, parçaladığım çiçeklerin hakları, kirlettiğim çevrenin hakları… İşte bütün iyi niyet kuvvetimi toplayıp, iyiye yönelmeye karar verdiğim şu anda, birden işimin zorluğunu fark ettim. Nereden başlayacaktım? En iyisi boş verip, eskiye devam etmek miydi? Kolay olanda başarı neredeydi? Tam ayaklarımın kayacağı yerde bir şey beni tuttu. Bu fırsatı belki bir daha hiç yakalayamayacaktım. Zor da olsa denemeliyim diye düşündüm. Belki de kolay olacaktı, hem başarırsam kendimden kalın bir perdeyi kaldırmış olacaktım. Çok şükür tekrar kuvvet bulmuştum. Hodri meydan, ileri !..Artık kendi gözümde o kadar zavallı değilim. Artık az da olsa gücüm var. Denemeliyim, deneyeceğim. Bu güne kadar kazandıklarımı, belki de bugün harcamak bahasına olsa da, deneyeceğim.

YALANLARIM: En zor olanın tespitini yapıyorum şu anda. Her şey belki sadece benim bilgim dahilinde düzelebilecek iken, geçmişim ile ilgili belki sadece haklar konusunda başkalarının haberi olacak iken; yalanlarımı düzeltirken herkese rezil olacağım. Belki de hepsi yüzüme tükürecek. İnandıkları insanın hakiki yüzünü görecekler. Eyvah bana! Yazıklar olsun bana! Hiç düşünmemişim bu güne gelişi. Halbuki ne kadar akıllı sanırdım kendimi. Aklıma nasıl da güvenirdim. Hepsi ama hepsi boş imiş. İnsan en çok neden yalan söyler? Tabii ki kendini farklı göstermek için, menfaatlerini arttırmak için, kendini akıllı zannedip kendi dışındakilerin aklını hafif bulduğu için, ve en önemlisi de ölümü hiç düşünmediği için. Galiba en rahat yalan söyleme sebebi, insanın kendini ölüme hiç yakın hissetmediğinden oluyor. Şu noktayı tespit ettiğim anda birden ölümle yakınlığımı hissettim. Belki de şimdiye kadar hiç böyle yakın olmamıştı. Evet belki de ölmek üzereydim. O zaman İlâhi adaletin huzurunda nasılsa yalanlarımı kendim tek tek ikrar edecektim. O halde orada rezil olmaktan ise burada o rezilliği göze almalıydım. Of!… ne kadar da çoktular. Bir yalanı ayakta tutup devam ettirebilmenin tek yolu, mutlaka onu destekleyen diğer yalanlar idi… bu yüzden çoktular. Ama kendi özgürlüğümü korumalı, yalanlarımın beni esir etmesine engel olmalıydım. Hey güzel aklım! Artık yalanlarımı koruma alanında tutabilmek için, beni etkileyecek bir kocaman yalan bulmalısın. Artık gözlerim açıldı. Beni ne ile kandıracaksın? Ben artık senin pek akıllı olduğuna da inanmıyorum. Ben senden daha akıllıyım, göreceksin… Bu an zafer bende, güç bende. Bunu kaçırmayacağım.

Üçüncü anlıktaki bilişte öğrendiğim en önemli şey; karar vermek ve iyi bir niyete sahip olmaktı. Böylece son durakta sefer ederken gördüğüm ve tespit ettiğim zulmetin ta kendisi ile başa çıkmaya niyet ederek, bu kalın zulmet perdesini ciddi ve büyük bir kararlılık içinde kaldırdım… Hayatımda belki de ilk defa samimi olarak şükürler olsun diyorum. Bu şükrü belki bana bu ilhamı veren Rabbim’e, veya bu anı yakalamama sebep olan aynaya, ya da ilk defa bakıp, görmeyi yakalayan gözlerime yapıyordum. Önemli değil her ne olursa olsun ebedi yıkılıştan belki kurtulmamı sağlayan her şeye binlerce şükür, binlerce teşekkür, binlerce selâm…

son duraktan bir evvelki durakta seyrü sefer:

Üçüncü anlıktaki biliş çok geniş kapsamlı. Son duraktaki perde, insanı ancak hayvandan ayıracak kademede tutan, belki de hayvanlardan daha aşağılara çeken bir kalınlıkta imiş. Bunu kaldırınca kabaca zulmet, yani kendime ettiğim zulümlerin oluşturduğu bir olguyu kaldırmış ve altındaki bir evvelki birikenleri görmüştüm. Burası pişmanlıkların duyulduğu, ama çabuk unutularak tekrar bilerek hatalarımı uyguladığım yerdi. Üstteki kalın olan kalktığı zaman bu alanın hayatımdaki yerini hatırladım. En son olan halim, daha evvelki halimi öylesine örtmüş ve kaplamıştı ki ben sadece o en son zulmeti kaldırmakla her şey tamamlanacak sanmıştım. Ne gezer… Burası daha zor ayıklanabilecek bir alandı. Daha ince ve daha hassas davranırsam belki görebilecektim. Yoksa çok kolay atlayabilirdim. Hatta kötü olan bir olguyu iyi gibi görebileceğimi anladım.

Kişiliğimin zayıflığını tespit ettim. O kadar zayıftı ki her yöne eğilebilir, kabul görmek ve dışlanmamak için her kötülüğü zararsız görebilirdi. Menfaatlerimin önemine göre beni satan benliğim ne kadar kıymetli olmuş ve ben onun bekçiliğini yapmaktayım. Eğer fırsatım olursa, onu ben hükmüme alacağım ve bundan böyle bana tabi olacak. Pekalâ suç kimde idi? Sorumlu sadece ben miydim? Daha derinlere inmeye başladım. Çocukluğuma yöneldim. Kendi hayatlarını fark etmeden yaşayanların, öğrettiği hayat bilgisi ne derece sağlıklı idi? Onlar da bir evvelkilerden öğrendiklerini aktarmışlardı. Lâkin hayat şartlarının değişimi eklenince acayip bir bilgi birikimi oluşmuştu. Meselâ; kendileri iyi bir eğitim görmemişlerse evlâtlarına bunu vermekle, yeterlilik hissine kapılmışlardı. Esas olan ise arada kaynayıp gitmişti. Çocuklarının bütün istediklerini yaparak onları kendileri gibi mahrumiyet duygusundan uzak tutmak istemişler, bu davranışları ile, benliğimi benim gözümde kıymetli kılmışlar, ve beni hak etmediğim tarzda büyütmüşlerdi. Bunun gibi adeta hayattan istediklerinin elde edilememiş olanlarını özellikle seçip, önüme koymuşlardı. Onlar bunu iyi niyet içinde, fark etmeden yapmışlardı. Şimdi ben gerçek olarak nerede idim? Onların istediği yerde olmakla gerçekten iyi bir yerde miydim? Bendeki bu yanlışlarla ben çocuğuma ne verebilirdim? Ben sadece kendime eleştiri nazarı ile bakabilmek cesaretini verdiğinden dolayı Allah’a ne kadar teşekkür etsem az olur, diyorum. Zira kendindeki yanlışları veya eksiklikleri bildiği halde, inat ile aynı halde ısrar eden nice insan var, diye düşünüyorum. Onlar; kendilerinden küçük yaşta olandan asla bilgilenmek istemezler. Çünkü kendileri daha büyük oldukları için mutlak doğruya sahip olduklarını sanırlar. Sonra eğitimin yüksek seviyede oluşu veya bulundukları makam; onların kâmil düşünmeleri için onlarca yeterlidir.

Evet insanlık âlemi için önemli bir eksiklik, bilgilenme tembelliği, bilgilenme utancı ve de gerçekleri kabul etme kudretinin olmayışıdır. Öğrenmede yeterlilik duygusu zulümdür ve şüphesiz insanlık için en büyük tehlike; zulüm, cahillik ve yok oluştur.

Beni benden alan kararlılık kuvveti, gözlerime ve kalbime açık görüş verdi. Artık açık ve seçik olarak geride kalan anlarımı görebiliyordum. Bendeki zavallı benliğim, dışarıdan kocaman bir damardan besleniyordu. Bu damarda dış görünüş, geçici kazançlar, hep ele geçirilmek istenenler, hep alış, hep alış ve hiç vermeyiş vardı. Gıdam bu olmuştu. Artık başka türlüsü imkânsız gibi görünüyordu. Kendi çağdaş olduğunu sandığım dünyamda, çağdışı bir imparatorluk kurmuştum. Bu imparatorluk öylesine dallanmıştı ki artık tek bir an gıdasız kalması mümkün değildi. Dış dünyadan beslenemediği zaman, benim kanımla beslenmek durumunda idi.

Böyle bir saltanatı artık yıkacağım. Özgür düşünce, umumun haklarına ve fikirlerine saygılı olmak, kendi var oluş sebebimi başka var oluşlardan üstün tutmamak esas düsturum olmalıydı. Zor olacaktı. Zira daha karar verip, niyet ederken bile kendime haksızlık yapıyormuşum gibi hissediyordum. Bir de çok önemli bir düşünce yolumu kesiyordu. İnsanların çoğunluğu benim gibiydi. Bir kere onlar arasında nasıl var olacaktım? Ve de onlar gibi çoğunluğun arasında tek kalmış gibi veya yok olmuş gibi mi olacaktım? Hem de karşılığında kazancım ne olacaktı? İşte böylesine müdafaa mekanizması benliğimi kasıp kavuruyordu. Onun için çok zordu. Lâkin iliklerime kadar yayılan bir duygu, bana bu zoru başarma niyetinin dahi, bir huzur işareti verdiğini bildiriyordu. Kalbimde huzur, yaşamımda doğruluk, ellerimden kaçar gibi olan hayatımı artık yönlendirme kudreti bende; azim, karar, niyet ve sevinç göz yaşlarımla geliyorum ebediyet… Sana açılıyorum bütün varlığımla… Artık yok oluşum boşuna olmayacak, seni kazanmak ve sende seyrime ebedi devam etmek üzere anlamlı bir yok oluş… Aslında sonludan yok olmakla sonsuzda varoluş…

ESARETLERİM   

Bu seyir sırasında tek tek acele etmeden esir olduğum ve esir aldığım her şey ile yüzleşmeye başladım. Esir olduğum her şey, yani onsuz asla yapamayacağımı sandıklarım; aslında sonu olan şeylermiş. Bu bir yıkımdı. Güzelliğim ile göremediğim değerler ve onu devamlı kılmak için harcadığım çabalar, zamanlar, paralar…

Bendeki var ettiğim her şeye esir olmuşum. Var ettiklerimin hepsi bende, beni kıymetlendirecek unsurlar olarak kendi hudutlarında kalmamışlar, benim önüme geçmişler ve onların arasında ben yok olmuşum. Bilgilerim, şöhretim, güzelliğim, hünerlerim, servetim, gençliğim kısaca benim var ettiğim her şey, bende beni aşarak yaşamakta, hüküm sürmekte ve dal budak salarak beni yönlendirmekte hatta ben yokmuşum gibi bana hükmetmekte… esaretin bir kurtuluş ümidi vardır. Burada ise bunlar kendi varlıkları içinde beni önce esir almış, sonra da sindirmişler. Artık uyanışta sebat var. Bundan sonrası kurtuluş harekâtı. Sahip olduğum her şey kendi emeğim ve çabamla kazanılmış, lâkin hepsi de kendi hudutlarında var olmalıydılar. Şu andaki bilişimde, bunları kazanmanın bana ait olduğunu lâkin devamlılıklarını sağlamanın ise benim elimde olmadığını anlamış oldum. Hepsi bana nasıl bir sebeple geldiler ise, yine bir sebep ile elimden gidebilecek şeylerdi. Hepsini kaybedebilirdim. O halde hiçbiri tam olarak benim olmamıştı. O zaman bir emanetçi olduğumu anladım. Bu elimde olanları bir emanetçi titizliği ile korumanın ötesindeki her türlü bağım, kendime hıyanet, yaşarken acı ve sonunda hüsrandı. Hayatım bir Pazar yeri olmuş, ben de bu Pazar yerinde, almışım, biriktirmişim, başkalarının sahiplenemeyip benim sahiplendiklerime için için sevinmişim, satmamış, hep almışım. Her alış esaretimi arttırmış, her esaret benim başkalarını esir etme yolumu açmış. Şaşkınım, çirkinliklerimin zenginliğinden usanmayı yaşıyorum…

Şu anda bana en çok gereken şey, kuvvetli olmak. Zayıflıklarımdan sıyrılıp, hiçbir şeyi kendime yaptığım haksızlıklardan daha önemli görmeden, kimseden korkmadan, kaybedecek bir şeyimin kalmadığına inanarak kuvvetli olmalıyım. Kimliğim sahip olduğu her şeyi kaybetse bile, sadece arı duru hiçbir şeysiz olarak da olsa öz varlığımın kıymetini bilerek, hiç olan bir şey gibi de olsa O’na sahip olup, Onunla barışık olarak ve O’nu tanıyarak yaşamayı öğreneceğim. Yani gerçek var oluşun, ancak hiçlik içinden doğduğunu ve bunun da ebediyet olduğunu hissediyorum, anlıyorum, hatta biliyorum. Bu bilgi hiç unutmamam gereken…

Bu gerçek var oluşu hayal etmek bile huzur getiriyor. Kalbim zafer kazanmanın sevincini yaşıyor. Artık eller ne derse desin, kudretin, kudretimin farkına varır gibiyim. Bunu gerçek olarak yaşamak istiyorum. Kolay olmayacağını bilerek de olsa…

İnsan neden zayıftır? Niçin zayıflıkta ısrarlıdır? Ve neden zayıflıklarını örtmek ister? Doğrusu merakım kendime. Ben nasıl zayıf oldum? Gölgem gerçek ben olunca, gerçek ben gizlide kaldı. Gerçek bende bir define olma gizemi varken nasıl da sabırla bu günleri bekledi. Acaba beni yargıladı mı, veya hafife aldı mı bilmiyorum. Hazineyi kenara gömüp, çakıl taşlarına itibar etmiştim. Bendeki olduğum gibi olma hazinesinin kapağını açınca, kudretimin hayranı olacağım. Ben geliyorum, gerçek ben. Ben kudret, ben hazine, ben temiz, ben saf, ben hüsranın köşesinden dönen, ben hapisten kurtulan, ben acısız tat, ben ekşisiz maya, ben arı su, ben benliğinin önünde, ben dalında taptaze, ben ölülere müjde, ben dirilere yoldaş, ben ezeli, ben ebedi, BEN KUDRET mahalli, ben geliyorum…

Geçmiş ve geleceğin ısrarlı güzelleri; sitem etseniz de, darılıp kızsanız da, sulu aşınıza pek de uygun görmeseniz de ben geliyorum. Başım dik olmuş ilk defa. Göğe uzanmakta, görünüz. Ayaklarım hakikate bir kere saplanacak ki arz titreyecek. İki cihan uyanacak, mahmur gözlerle görecek. Ben geliyorum. Benim başımı döndüren, kudretin hayalinin kuvveti… Yanlış yolumdan çeviren, ölümsüzlüğün cazibesi… Artık hangi fani sözü ve de gözü önemsenir burada? Bir pencere açıldı gerçeğe, kendi gerçeğime… Yol şimdi başladı. İşte gerçek yol bu yol. Yoldaş nerede? Bu yol sız yolu: yoldaşsız, sınırsız, sinirsiz, varlıksız, öfkesiz, hüsransız, makamsız, malsız, mülksüz, günahsız bir yol… Binlerce edinilmişliklerin kaybedildiği yol… Selâm yola, selâm yolcuya, selâm yalnızlığı göze alana, selâm yalnız kalana, selâm yalnızlığa saygı duyana, selâm (SIZ) yoluna, binlerce selâm…

Burası sabit durduğumda gerçeği yakaladığım, sabit duramadığımda ise yani bendeki benliğe uyduğumda ise aşağıların aşağısına indiğim yerdi. Meğer en dıştaki kabuk içe doğru inildikçe incenin incesi oluyorken, aynı ipek misali kaldırılması güç bir örtü mahiyetinde. Hani ipek de hem ince, hem de çok sağlamdır ya… Kendi hakikatimi örten dıştaki perdelerden kurtulmak meğer daha kolaymış. Perde inceldikçe kaldırılması daha da zorlaşıyormuş. Bunu ancak kalınları kaldırdıktan sonra anladım. İyi de oldu, zira eğer daha önce bilmiş olsaydım, bel ki de işin zorluğu sebebiyle bu yolculuğa hiç çıkamayacaktım. Şükrediyorum. Şu önemli yerde bir şey daha fark ettim. Ayna tam burası için gerekliymiş meğer. Esasen aynaya baktım da kendimi buralarda buldum. O halde şu anlayış ile işler biraz kolaylaştı. Artık iş ayna ile yürüyorsa, ben de onunla yakın olmalıyım, dost olmalıyım… Ve yine irkilerek fark ettim ki anlayışım açılıyordu. Yoksa ben bunları nereden düşünecektim? Zira şimdiye kadar aklıma hiç gelmeyen bir düşünce selinin oluştuğunu görüyorum. Şimdi biraz dinleneceğim. Uykuya gidiyorum. Ama aynadaki aksim gözlerimin önünde iken uykuya geçeceğim. Çünkü bir şeyler kaybetmek istemiyorum…

Gözlerimde gözlerim, uzandım. Bir ses duyuyorum uzaklardan geliyor gibi. İsmimi soruyor, bulamıyorum. Hangisini söyleyeceğimi bilemiyorum. Bir seferinde yorgun diyorum, ismim yorgun… o ses, olur mu böyle bir isim, dediğinde “olur” diyorum. Ben yorgunum, uzaklardan geldim, kendi hayatımın içinden çıkarak geldim, çok yol aldım, menzil belli değil yorgunum, diyorum. O ses, eğer sızlanacaksan niye geldin? diyor. Utanıyorum, başım utanmış göğsümde, bu defa bildim diyorum, ismim bildim… o ses,olur mu hiç diyor, böylesi bir iddialı isim? Ne bildin, neyi bildin, nasıl bildin, bildin de istifaden hani? Yoksa bana bildim demek için mi bildin? Elbette bildim, diyorum. Hem de neler bildim. Aynadan bildim, bulduğumu bildim, bilince sevindim, kimsenin de benim kadar bilmediğini bildim, benim ismim gerçekten bildim. O ses, bu kadar bildin de bilgi ile övünemeyeceğini bilemedin mi? Diyince bir kere daha mahcup utanıyorum, gözüm yerde, kalbim sıkıntıda avucumda gibi. Gayret diyorum yavaşça, ismim gayret. Bir sessizlik oluyor karşıda, sonra usanmış bir ses diyor ki belki ismin budur. Sana düşen belki bu olmalıdır, veya sebat olmalıdır. Şimdilerde bu isimler unutulmuş gibi, hemen hiç yok. Herkes yorgun, veya bilgin veya alim, veya abid, veya zahit, veya makamat gibi isimleri kuşanmış. Halbuki onların ismi altın, gümüş, mal, mülk, şöhret, para, olmalıydı. Gerçek isimleri bunlar olmalıydı. Yalnız bizimle konuşup ahitleştikten sonra isim alanlar için, yani senin gibiler için, bu isim işi önem taşır. Artık sen ismine uygun yaşamak sorumluluğunu taşımaktasın. Senin mesuliyetin onlardan farklı, ona göre hareketlerine dikkat etmen gerekiyor. Ses silindi, artık duyamıyordum. Ter içinde gayret, sebat diye kendi kendime tekrarlarken irkilerek uyandım. Rüya görmüştüm. Hayatımda ilk defa bu kadar mâna taşıyan bir rüya görüyordum. Hem sevindim kalbime gelen ilhamdan dolayı; hem de sorumluluk duygusunu gerçek mânada ilk defa bu kadar iliklerimde hissedişim sebebiyle ürktüm. Ama ne olursa olsun yaşamaya başlamıştım…

İLHAMLARIM BAŞLIYOR     

İlhamlarım başlamadan önce yukarıda yazılı olan durakta kaç mevsim veya kaç sene durduğumu neredeyse unuttum. Hep indim çıktım. Ya da düşüp kalktım. Her inişim, bir daha asla çıkamayacağım zannını veriyordu. Ve her çıkışım da bir daha asla o alt dereceye inemeyeceğim inancını getiriyordu. Ve maalesef çıktığım yeri hep en yüksek yer sanıyordum. Öylesine yüksek ki kimsenin erişemeyeceği bir yer… ve her iniş noktamı da kimsenin hiç tanımadığı bir yer olarak, utançla düşünüyordum. O zaman benden beteri yok sanıyordum. Çok şükürler olsun ki bu iki noktada da fazla oyalanmıyordum. Şükrediyorum, çünkü yukarılarda daha fazla kalacak olsam mahvolacağım, zira orası benliğin beslendiği en tehlikeli yermiş. Ve eğer aşağıların aşağısına inmesem, gayretim boşuna olacak ve gerçek helâkimi hazırlamış olacağım. Lâkin aşağıda da ümitsizlik yerleşip, helâk oluyorum.

Allah’ım ilk defa anlıyorum ki insan olmak ne kadar zormuş. Bunu anlamak bile büyük bir ilim imiş… Bu arada gecelerim dopdolu geçmekte. Rüyalarım ümidimi beslemekte, lâkin nefsim yani o korkunç canavar benliğim asabi. Bu güne kadar o canavar ile çok iyi yaşamıştım. Benden aslında pek memnundu, iyi bir geçim içindeydik. Ben onun emirlerini dinleyerek geçici şeyler elde ediyordum. O da beni oyalamak için önüme bir şeyler atıp, istediklerini yaptırıyordu. Böylece geçinip gidiyorduk… evet her inişte ümitsiz, her çıkışta korkusuz… her iniş kimsenin bilmediği yalnızlık, her çıkış kimsenin gelemediği yalnızlık… Böyle geceler, böyle gündüzler, inişler masallardaki deve hizmet, çıkışlar daha beter hezimet…

Ömrüm böylece geçerken bazı şeylerin öneminin kaybolduğunu da gözlemlemeye başlıyorum. Öncelikle kendi önemim; bende fazlaca olan benliğime verdiğim önemim giderek azalmaya başlıyor. Zira öylesine yoruluyor ve usanıyorum ki kendime verdiğim gereksiz önem kaybolmaya başladı sevinemiyorum, çünkü hangisi iyi bilmiyorum, bilsem de önemini yitiriyor gibi. Vay diyorum, vay. Hey gidi özenli insan tipi olan ben, girdiğim yerde dikkatleri toplayan, hiç hata yapmayan biri gibi görünen ben. Sen şimdi nerdesin? Yokuşun başında ve sonunda gidip gelişlerle karınca misali bile olsa yol alamayan ben, helâkini seven, kendinden kendi hakikatini dayanamayıp kaldıramayan ben… ne de kocamandın, ne de kıymetli kendi indinde. Peki şimdi kimsin, nesin, kimin indinde?

Rüyalarım pek dolu, moral veriyor inişlerime, tat alıyorum yorulsam da. Bir rüya, ağzımda bal tadı. Bir gerçek yüreğimde buruk acı… bir perde aralayıp, bir tutkudan kurtuldum sanırken, perde arkasında kurtulduğumu sandığım ahlâkı dipdiri buluyorum. Meğer bu sefer de aslan kafesin başka yerinden saldırmış. Ama bende mevcut olan saklanma yerlerini görmeye başladım. Artık yavaş yavaş nefsimin saldırma noktalarını ve zaaflarımı tanımaya başladım. Aman Allah’ım nasıl da o rüyada ismimi bildim diye söylemiştim. Meğer hiçbir şey o kadar kolay bilinmiyormuş. Şimdi en azından bilmediğimi biliyorum.

Bir seferinde uzun bir yolda gidiyorum. Bahar havası güz soğukluğu ile birlikte. Sağımda bir at yürüyor gibi geliyor, dönüp bakıyorum. Bir kır at, yaşlı. O anda atın gözlerinde güneş beliriyor. Ben mâna veremiyorken birden atın gençleştiğini ve tüylerinin parladığını görüyorum. Yine bir ses duyuyorum ki daha evvelden tanıdığım ses: “Kudretimizi görünüz. Biz dileyince olur, sebat esastır, gayret esastır”, diyor. “Ben, diyorum kabul ettim, bir şey demedim, sebat ismini aldım, gayret de olabilir, neden korkutuyorsunuz?”. “Siz artık çıkınız, yükseliniz diyor, çıkışınız nazlı, inişiniz pek kolay, bize ne fayda, bize ne fayda, bize ne fayda…” bağırmama uyanıyorum. Rüyanın sıkıntısı orada kalmış, gönlüm ferah, nefsimi fark ettiğimden o korkup bir köşeye gizlenmiş, yol açıldı yine, yelkenler fora! Doruğa, doruğa, doruğa…

Hayatı yaşarken öyle şeyler yaşıyorum ki bu yaşadıklarımın rüyada mı yoksa uykuya geçiş anında mı, ya da düşüncemde mi oluştuğunu ayırt edemiyorum. Halbuki yaşadığım dünya hayatının da benden beklentileri var. Bu hayatın ceremesine katlanmam gerekiyor. İşte bir gün yolda giderken, ayaklarımı sürüklüyordum; bedenim ağırlaşmış, aklımda art arda bin bir düşünce… Birden önümde koyu renk paltolu birinin yürüdüğünü fark ettim. Ben fark ettiğim anda onun bana bütün bedeniyle yarı dönüp, sağ elini bana doğru uzatıp parmaklarını kıvırarak “gel” demek istediğini anladım. Gözleri bir Çinliyi andırıyordu. Kararlı ve kuvvetli bakışları göz bebeklerimden içimdeki bene ulaşmıştı bile. Birden hatırladım. Onu tanıyordum. Gece rüyalarımda çoğu zaman vardı. Ama şu ana kadar benimle bir iletişim kurmamıştı. Mecburmuşum gibi peşi sıra gittim. O bazen dönüp gözlerime bakarak, ona inanarak gitmemi istiyor gibi davranıyordu. Ne kadar yürüdük bilemedim. Evlerin seyrelmesinden şehrin dışına çıktığımızı anladım. Artık evler yoksul görünümde idi. Tek tük ve küçük evlerden mavi badanalı birine doğru parmağını uzattı. Oraya gitmemi istediğini anladım. Merak içindeydim. Arkama bakmaksızın oraya yürüdüm. Evin kapısı harap, bacaklarım yorgun, zihnim arı duru, gönlüm heyecanlı.

Kapıya dokundum açıldı. İçeri adımımı atmadan arkamı döndüğümde, onu göremedim. Demek gitmişti. İçeride ağır bir koku yüzüme çarptı. Ev bomboştu. Sadece bir duvarın köşesinde bir yatak vardı. İçinde önce çocuk olduğunu sandığım biri yatıyordu. Yaklaştığımda yatanın oldukça yaşlı ve zayıf biri olduğunu gördüm. Gözlerinin feri azalmıştı. Bembeyaz sakalları göğsüne iniyordu. Anlamak için düşünmeye ihtiyacım yoktu. Açtı, kimsesizdi. Her şeye ihtiyaçlıydı. Hiçbir şey konuşmadık. Sadece yorganın üzerindeki eline dokundum ve oradan kaçmak istedim. Kendimi dışarıda buldum. Rüzgar yüzümü okşuyordu, öfkem kabardı. Benim gibi kendine fayda sağlayamayanın burada ne işi vardı. Elbette civarda ki komşuları ona bakar diye düşünüp rahatladım. Belki de akrabaları vardı. Ama sonra birden yüzü gözümün önüne geldi, açtı. Geri döndüm. Bu sefer kapıyı bilinçli açtım. Hem bilinçli, hem kararlı idim. O, gözleri kapıda, geri döneceğimi biliyormuş gibi beni bekliyordu; bu defa “selâm” dedim. Gülümsedi.

Neye ihtiyacı olduğunu sorduğumda rafı gösterdi. Rafta bir tencere ve içinde birkaç dilim ekmek vardı. Tencereyi aldım. Yatağın kenarına getirdim. Baş ucundaki testiden kupasına su koydum. Birkaç yudum ekmek ve sudan sonra önce Allah’a, sonra bana teşekkür etti. O gün o saate kadar kimse yanına uğramamıştı. O da yerinden kalkamadığı için yiyip içememişti. “Elbette”diyordu, “Elbette Allah hiçbir kulunu rızıksız bırakmayacaktır. Bu gün de seni gönderdi”. Onun bu çaresizlik içinde iken, Yaradan’ına olan imanı beni çok etkilemişti. Ona nasıl yardımcı olabileceğimi sorduğumda; “gözlerim artık yorulmak istemiyor” dedi, “Okuyamıyorum. Şayet bazen aklına gelmişse ve istekli olursan bana biraz okuyabilir misin?” Olur dedim ve ayrıldım.

Dışarı çıktığımda hava lâtifti, ayaklarım hafif, bedenim kuş gibi, kendimdeki her şeyi unutmuş gibiydim.

Bu ilişki giderek tatlanıp devam etti. Bazen zorla gittim, o zaman okumamı istemedi. Bazen de şevk ile koşarak gittim, okumama gün yetmedi. Onu tanımak bende şöyle bir etki yarattı: Bedeni nahif, ihtiyacı çok olduğu halde, Yaradan’ına nasıl güvenmişti. Bu ona öyle bir sağlamlık ve zenginlik veriyordu ki adeta hiç ihtiyaçlı değilmiş gibi oluyordu. Bu ihtiyar bendeki büyük eksikliğin kapısını aralamama sebep oldu. Allah’a güvenmiyordum. O’na inandığımı sandığımı, lâkin esas inancımın kendime olduğunu fark ettim. Şimdi bu bana büyük bir iş açacaktı. Esasen kendimdeki bin bir perdenin arkasındaki bin bir kimliğimle yüzleşmeye çalışırken, şimdi bir de bu çıkmıştı. Bu konuyu unutmak için bir müddet ihtiyarı unutmaya çalıştım. Unuttum da…

Bir gece yarısı tam uyuyacak iken bir garip ses duydum. “Kelime-yi şahadet” getiriliyordu. İnce, zayıf, fakat kararlı bir şekilde tekrarlanarak kulağıma gelen sesi duyuyordum. Ben de farkına varmayarak, adeta iradesizce, tekrarlamaya başladım. Birden ne olduğunu anladım. İhtiyar ölüyordu. Benim unutma gayretim ile zihnimden uzaklaştırdığım ihtiyar, ölüyordu. Hemen fırladım, acele bir giyinişle sokakta koşmaya başladım. Aramızda nasıl bir bağ oluşmuştu, bunu anlamak mümkün değil gibiydi. Benimle onun arasında ne olmuştu da veya kaç yıllık bir geçmiş vardı da, ben haber almıştım. Görünüşte sanki ben ona fayda vermiştim, ama iyi biliyordum ki karşılaşmamız tesadüf değildi. Her şey ayarlanmış bir senaryonun vakti geldiğinde uygulanması gibi gelişmişti. O anda fark ettim ki aslında hiçbir şey tesadüf olmayıp, belirli bir düzen içinde yaşanıyordu. Zamanı gelince ve tam o anda. Ne bir adım önce, ne de sonra… evet faydaya gelince, benim faydalanmam söz konusu idi. O ihtiyar yaradılış amacına uygun olanı, yani gereken görevini yapmıştı. Aklımda ısrarla Allah’a inanmam ve güvenmem gerektiği fikri git-gel içinde çalkalanıyordu. Artık kaçamazdım, Allah’a güvenip, inancımı gözden geçirmeliydim.

Ey İhtiyar! Dedim. Bekle, geliyorum. Sana söylemek istediklerime şahit olmalısın. Böylece belki de daha rahat ölürsün. Bir gün ben de senin gideceğin yere geleceğim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum. Şu ana kadar ölüm benden uzakta ve herkesin yakınında idi. Ama şimdi herkesten daha çok bana yakın gibi geliyor. Sen amacına ulaştın. Nasıl da öyle hareketsiz yatarken, bana bunu hissettirdin. Ayaklarım ölmüş gibi ağırlaştı. Kalbim yeni doğmuş gibi dipdiri… koşuyorum zorla.

Kapıdayım. İçerisi kalabalık. Bu insanlar kimdi? Bu güne kadar neredeydiler? İçeri giriyorum usulca, hissettirmeden varlığımı. İhtiyar duyduğum şahadeti söylemekte. Mırıldanarak çıkan sesini hangi rüzgâr bana ulaştırdı, diye düşünüyorum. Yattığı sedire yaklaştım, ellerine kapandım yavaşça. O benim gözlerimin içine, tâ dibine baktı. Gözleri sanki solmuştu, eski keskin bakışlardan eser yoktu. “Geldin” dedi. “Hoş geldin, seni bekliyorken, ölüme gidemezdim”. “bana çok hakkın geçti, çook. Sen gelmeden gitmek istemedim”. Aslında söyleyecek çok şey vardı ama şu anda hepsi önemini kaybetmişti. İhtiyarın son anlarında bile beni düşünmesi çok ağır gelmişti. Dudaklarımın arasından fısıltı gibi zorla birkaç kelime döküldü. “Siz bana Allah’ın kudretini gösterdiniz. Ben artık O’na inanıyorum ve güveniyorum. Bunu siz başardınız. Teşekkür ederim” diyebildim. Hayret ben inanmaya başlayacağımı sanırken inanmış olduğumu fark ediverdim. Demek ki iman böyle oluveriyormuş. Bir anda hissedilen bir şey.

Onunla birlikte şahadet getirmeye başladım. O sakin, mutlu olarak öbür tarafa geçiverdi. Etraftan o anda sesler yükseldi. Herkes ihtiyar ile ilgili bir hayat anlatıyordu. Herkesin hayatı toplandığında bu kişinin hayatı oluyordu. Dağınıklıktaki bütünlük şaşılacak şeydi. Yaşamının böyle olması kendi tercihi imiş. Anlamak zordu. Oradan ayrıldım. Bir daha dönmemek üzere gidişim, beni oradan ayırırken azap gibi bir duygu yaşattı. Hayatımdan bir sayfa daha kapanıyordu. Fakat bu sayfa sanki yeni başlayan bir kitabın ilk sayfası gibiydi…

Yorgun ve biraz da ümidini yitirmiş olarak eve döndüm. Uzandım. Uyumuşum. Çok yüksek dağlar ve yankılanan güçlü bir ses… Önce rüzgârın ıslığı sandım, sonra seçebildim. Rüzgâr değildi. Müzik nağmesi gibi alçalan, yükselen, ağıt gibi bir ses. Ninniye de benziyordu. Bulut dolu semada yer yer açılan kısımlarından ayın ışığı dağları yıkıyor, onlar da kâh yüksek, kâh alçak gözüküyor. İnanmak zor ama dağların sesi bu… Dağlar ses veriyor. Özgürlük sana, sana, sana… Ben yerden ayaklarımın kesildiğini hissederken, “bana mı?” diye soruyorum. Gökyüzüne yükseliyorum, dağlar ufacık. Ses aynı yükseklikte, ben boyumun büyüdüğünü ve başımın göğe erdiğini görüyorum. Gözlerim şakaklarıma doğru çekiliyor. Başımın iki yanında yer alan gözlerim, başımı çevirmeden çepeçevre görmemi sağlıyor. Dünyanın hem içinde hem de dışında gibiyim dünya küçücük, hem iyi seçiyorum, bütün ayrıntıları ile dünyanın her yerini seyrediyorum, hem de çok küçük kalmış gibi, sanki tırnağımın ucunda… Ne olduğunu anlayamıyorum. Zaman yok gibi, gece gibi ama çok aydınlık. Alnımın ortasında bir his… esas görüşüm buradan gibi, boşluğa bakıp, dolu görüş… Böyle acayip geceler, gündüzler art arda… rüyada mı yoksa gerçekte mi yaşıyorum. Olaylar benim peşimde, bırakmıyor. Ben de üstünde durmuyorum.

Hayal ile gerçek arasındaki sınır, önem verdiğin ölçüde imiş. Ben bendeki hayal veya gerçeğe önem veremiyorum. Aklım imanımda. Nasıl bir iman olmalı? Bilmiyorum. Biri gerekli sormak istediklerim için. Bir bilen. Ama nerede? Her şeyi karıştırıyorum. Sağlam bir yürek ve akıl gerek. O nerede? Arayıp bulmak mümkün mü? Yoksa bütün doğrular, eğrilerle bulaşık… şimdi ben ne yapmalıyım? Keşke o ihtiyar yaşıyorken bunları sorsaydım. Lâkin o zaman da böyle sorularım yoktu. Demek ki soruların sorma zamanı şimdi geldi. O halde “keşkenin” de önemi yok. Aslında keşke yok, diye düşünüyorum.

İnsanın kemali için düşünmeye ihtiyacı var. Ama kemalât kalabalıklar içinde mümkün. Tek başına olunca olay yok. İnsan da kendini kemalli sanabilir. Lâkin kalabalıklar ile olaylar zinciri başlıyor. Bunlar görmemizi, duymamızı, hislerimizi geliştiren; iyi hissetmeyi, doğru duymayı ve görmeyi sağlayan olaylar. Ve bu olayların içinde bizim rol alışımız. Olaylara kendimizi kaptırmadan rol alışımız. İşte hakikat burada sırlı… hem içinde hem dışında kalarak, yaşamak, algılamak, sebeplere sarılırken ciddi sarılmak, esas faili görürken yine aynı ciddiyette olmak.

Bu arada yaşamım devam ediyor. Dünyanın en önemli işi olan ayakta kalabilmek önemli. Çevrem bendeki değişim fırtınalarının pek farkında değil. Oysaki ne çok olayları ne küçük zaman dilimlerinde yaşıyorum. Bazen biteviye geçen zaman bana büyümüş gibi gelirken, bir karmaşa, sonra bir de görüyorum ki pek az vakit geçmiş. Demek ki zaman bizim oluşturduğumuz ve önem verişimiz ile ilgili bir ölçü. Yani zamanı önem verdiğimiz konuya göre harcarken, gerçek önem verileni kaybederek, onu başka bir zamana bırakıyoruz. Böylece önem kazanıyor. Dünya hayatını sürdürürken, başarılar ve başarısızlıklar elbette bir arada. Bu hayatımıza yansırken, etkiliyor. Başarılar mutluluk, aksi durumlar ise mutsuzluk getiriyor. Halbuki hayatın kendi içindeki olaylar, sadece başarı açısından bakarak değerlendirilmemeli diyorum. Meselâ, insan hayatında öyle olaylar yaşar ki bu olayların sonunda elde edilen deneyim daha sonraki olaylara ışık olur. Böylece hiçbir öğreti ile elde edilemeyen bir fikre sahip olunabilir. İşte ben de yaşamımdaki olayları mümkün olduğu kadar tarafsız bir açıdan izliyorum. Bu tarafsızlıkta gözlem var. Dikkat, gözlem üzerine. Keyif, tahminim tuttuğu kadar. Meselâ, bir işin sonucunda ele geçemeyenin, aslında sonradan görülen bir zarar doğurduğunun farkının gözlemi ile keyif. Bu arada elden giden gitsin, elde kalan asıl fayda… işte bunun gibi…

İkinci Bölüm

İkinci Bölüm:

DOSTLUKLARIM    

Bir gün otobüs beklerken, başıma taş düştü. Nereden ve nasıl geldiğini halâ bilmiyorum. Küçük bir taş idi. Etrafıma bakınıp, taşın geldiği yeri araştırırken, O’nu gördüm. Gözlerindeki sıcaklık beni kendine çekiverdi. İlk defa kendimi olduğu gibi bırakabileceğim bir kucak bulmuş gibiydim. O telâşlı, başıma bakıyordu. Yokladığımda kanıyordu. Çarçabuk elimle siliverdim. Tutunduğum gözlerden düşmek istemiyordum. Kanla filân uğraşacak durumda değildim. Elimi uzatıp, “merhaba” dedim. Sonra sessiz kalıp sadece baktım. Orada ebediyete ulaşmış oldum. Sanki hiç kaçırılamayan bir duruluk ve sükûnet vardı. Böyle bir garantinin varlığında, sağlam bir şey yakalamış gibiydim. Her şeyimi anlatabileceğim biri, bir dost çehresi, güvenli, samimi bir okyanus, bir arkadaş bilmiyorum ki daha nicelerini barındıran bir değer… o gün sadece bu kadar idi. Ve daha sonra görüşmek üzere ayrıldık.

Mutluydum, bir dost bulmuştum galiba. Sonradan tekrar buluştuğumuzda, ondaki güzelliğin kaynağını merak etmeye başladım. Hayatı oldukça zor başlamış, yine de aynı zorluklar ile devam ediyordu. Belki bir başkasının haksızlık olarak değerlendirebileceği her şey, onun için olağandı. Nasıl da sakin karşılayabiliyordu. Zaman içinde, birbirinden gizlisi saklısı olmayan bir ikili olmuştuk. Benim mümkün görmediklerimi öylesine bana gösteriyordu ki gerçekten de aslında mümkün olduğunu anlayıveriyordum. Hayatı başka türlü karşılamıştı. Hiç kimseden ve hiçbir şeyden beklentisi yoktu. Kendisinden beklenen her şeye de hazırdı, elinden gelen kadar cevaptı. Beklentisinin olmayışı onun tenine yansımış, bir kutsallık kazandırmıştı. Parlıyordu. Karanlıkta bile parlayan bir teni vardı. Parıltısı kendindendi. İncelendiğinde belki güzel bile değildi. Lâkin bir çekim alanı vardı. Benimle her seferinde öyle sakin konuştu ki aradan yıllar geçtiğinde fark ettim ki çok şey öğretmiş. Israrsız, eleştiriye açık, her zaman haksız olabilmeyi kabul içinde, şefkatle fedakârane hep cevap oldu. Sorularım, sorunlarım artık kolay çözülebiliyordu. Bana verdikleri ve benden esirgediklerinin hepsi fayda idi.

Bu arada yaşamımdaki her şey bozulmaya, alt üst olmaya başlamıştı. Şaşırıyordum. Bir yanda öğrendiklerimi yaşamıma geçirip, artık karada ölüm yok diye düşünürken, diğer yanda her şeyin alabora olması ile şaşkın olmuş, sallanıyorum. Anlayamadığım şey ise tam düz yolda iken uçurumlar… daha sonra kavrıyorum, hayat zıtlarla yaşanıyor. Önemli olan en uçları yaşarken düşmemek, kaymamak, sallanmamak. Her şey bir öğreti bırakıyor. Her öğrenilen akabinde kullanılıyor. Dama oyunu gibi…bu arada yaşamımda ilk kez anlaşılmış olmayı yaşıyorum. Bu o kadar önemli ki geriden gelen bozgunlar önemsiz kalıyor. Şimdi artık özgürlüğümü yaşıyorum. Kimse için değil, kendim için kendim olma özgürlüğümü…

Bahar geldi, kış bitti. Kendi âlemimdeki yaşadıklarım kendimde. Bir seferinde kuşlarla konuşuyorum. Bir başkasında aslanlarla. Hepsi ile aynı dili konuşuyorum ve sonra elimde anahtarlar ile yürüyorum. Başım dumanlı dağları aşmış, içim külhan bağırmak, haykırmak istiyorum mutluluktan, sesim çıkmıyor, uyanıyorum. Penceremde birkaç kuş çığlık çığlığa sesleniyor bahara. Bahar geldi kış bitti… artık solumak lâzım havayı, havasızlıklarda bile…

HİÇ…   

Dost bildiğim “yaz” diyor, “duygularını, düşüncelerini hiç atlamadan, ayıklamadan olduğu gibi yaz”. Yazıyorum. İşte başladım: ne yapmak istediğimi yazarken kocaman bir hiç olmak istediğimi yazdığımda perişanım. Böyle yazmak istememiştim. Ama öyle yazdı kalem. Acaba yazdıran kim? Gül yüzlüye soruyorum: “hiç olunur mu hiç?”. “Evet, olabilir” diyor. “Olabilir de pek mümkün değil gibidir. Zira herkes her şey olur da, hiç olamaz, bu sebepten mümkün değil gibi” diyor. Şaşkınım, hayatımın alt üst oluşu mu hiçliğe talip olduran? bilemem nasıl olur, iyi mi, kötü mü bilmiyorum. “hiç olma” fikri şu ara iyi bile geldi. Bu fikirle birlikte önce işimden çıkarıldım. Kendi çevremde pek de hafife alınmayacak bir itibarım vardı, o da sallanmaya başladı. Yani her şey giderek eksilmeye yok olmaya başlarken sinirlerimin sakinliği ilgi çekici idi. Uyuşturulmuş gibiydim. Sanki konunun dışında imiş gibi ve o konu benimle ilgili değilmiş gibi duruyor ve izliyordum. Hiçliğe mi gidiyordum? İşin garibi hiçliğe gidişte hiçbir şey olmuyordu.

O sene kışa girerken babamı, kışı çıkarırken de annemi kaybettim. Esasen sakin olan ailemizde yalnız kalmıştım. Onlara olan bağımlılığım beni bu olaylarda sarsacak sanırken, aksine kendim de umulmadık bir sükûnette buldum kendimi. Etraftan eleştiri bile aldım. Ama bunlar etkilemiyordu. Onları özleyeceğimi biliyordum. Bu benim için yeterli vefa duygusu idi. Benim kendimde tespit ettiğim bir şey de bu olaylar ile hissettiklerim oldu. Etrafın söylediği önemini kaybetmişti. Önemli olan benim hissettiklerim idi. Onlar için elimden geleni yapmış mıydım? Kendimi sorgular iken insafsız, oldukça net ve acımasızdım. Sonuç ne olursa olsun artık buraya kadardı. Şimdiden sonra ne yapabilirdim, bunu düşünmeliydim. Onlarla birlikte, sanki önemim de kaybolmaya başlıyor gibiydi. Belki önemli oluşum onlarla mümkündü, kim bilir?

Toprağa ilk yaklaşımım babamı ona bırakırken oldu. Sevdiğim, örnek almaya çalıştığım, kendimi kanıtladığım kişiyi oraya huzurla ve tasasız bıraktım. Yağmur yağıyordu, toprak yumuşak ve ılık. Yavaşça oraya yerleştirdim. Sevgiyle… sanki o çukur, onu benden kendine emaneten aldı. Babam hoşnut, ben hoşnut, toprak hoşnut, sadece şimdiden özlem, hasret, doyuşamama…

O gün hayatımı ilk etkileyen ölüm olarak, ihtiyarın ölümünü hatırladım. Onun gidişi daha bilinçli, beni bekleyişi ve gidişine tek engel benim gecikmem. Yine kendi ölümümü düşünmeye başladım. Acaba nasıl, nerede ve hangi sebeple ölecektim? Ölümümde beni hemen özleyen olacak mı? Kim beni toprağa saracak? Yaz mı, kış mı, yoksa bahar mı olacak? Ölümümle sevinç mi gelecek yeryüzüne? Yoksa hüzünle mi dolacak âlem? Bunları ilk defa bu kadar ayrıntılı düşünüyordum. Dalmışım. Rüyamda bir mezar kazılmış benim için. İçinde ben yatıyorum. Yüzüme kürekle toprak atılıyor. Toprak sıcak, yumuşak, gül kokuyor. Ben de ölmemişim ama kimse farkında değil. Bağırıyorum “ben ölmedim” diyorum. Kimse duymuyor. O güzel toprağı yüzüme, gözüme atıyorlar. Sayısız bağırışlardan sonra, artık duymadıklarını anlayıp, yorulmuş susuyorum. Razı oluyorum. Yerim ılık, alışmışlık sarıyor her yerimi… bir ses ince ince “burada hiç var, hiçten başka bir şey yok” diyor. Hiç mi hiç aldırmıyorum. Hiçmiş, hiç… uyandım ve huzurla öbür tarafa dönüp, yine uyudum.

Kendi önemimi kaybederken bilinçli değildim. Her şey sanki kendiliğinden gelişiyordu. Bir yandan kendi önemim kayıp giderken, diğer yandan kendi önemim inşa ediliyor gibiydi. İki alanda da ben yoktum. Kaybolan önemim vehmettiğim önemim idi. Yeniden inşa edilen önemim ise, olması gereken insanlık önemim idi. Her insanda olması gereken, önemim idi. Burada taraf tutmaksızın ve ayırım yapmaksızın insanın önemi vardı. Lâkin insan kendince önemli gördüğü önemini kaybetmeden, asıl hüviyeti olan insan olma önemini kazanamıyormuş. Esaretsiz, ezmeyen, hakka saldırmayan, adil, özgür, hakkı koruyan insan; kendisinden söz edilmeye değer olan insan olmuş oluyor. İşte asıl insanı önemli kılan değerler bu gibi değerlerdi. Şimdi bunları biliyorum. Bilmeyenlerin hakkımdaki düşünceleri önemsiz, bilenlerinki önem kazanmış.

Kendime zulmetmeden bakmaya çalışıyorum. Kötü ahlâklarımdan kurtulurken, yeni bir alanla karşılaşıyorum.

İnce, ince örülmüş ipek bir ağ gibi sağlam ve şeffaf bir örtü. Altında ben varım. Bu defa dış örtümle düzelmiş, güzelliğe adım atmış, böylece kötü ahlâkımı iyi ile değişmiş ben; iç örtümle aldanmış, aldatmış kendi halinden kendi saklanan ben… kendimi kabul edebilmem için kendimi olmak istediğim şekilde kabul eden ben… kendi hakikatim beni deli mi eder? yoksa kendime olan saygımı, güvenimi mi yok eder? kendi gerçeğime yanaşmak zor, kabul etmek zor, sonra da düzeltmek zor. Kudretim yok kabule. Güzelliğin peşine düşerken, dağ olmuşum. Bu dağ un ufak olsa da kendiliğinden, kurtulsam. Ben yapamam. Birden aklıma Kuran’dan bir ayet geliyor. Duyduğumda etkilenmişim ki şu anda hatırladım. “Kuran eğer dağlara inmiş olsa, o dağlar Allah’ın haşyetinden un ufak olur,dağılır…” ben de kendimi dağ gibi görüp, eğer bir hakikati algılarsam, bu dağ parçalanır, diye düşünüyorum. Zira hakikat ağırdır. İnsanı hangi noktaya götüreceği bilinemez. Yarab! Yardım et. İlhamlarım var ediyor. Gidişatım hiçliğe, bu nasıl olacak? Ben bu ince meselelerin insanı değilim. Hem bilgisiz, hem güçsüz, hem de yardımsız mıyım?

Yeniden asabi olmaya başladım. Bu defa asabiyetim, elden gidenler için veya elde edemediklerime değil. Kendime. Kendimdeki karmaşaya, kararsızlığa, çıkmazlara…bir an kolaylıklar, diğer an zorluklar. Bu arada her şeyim bozuluyor. Harcamalarımın önemli bir kısmını tamirata ayırmak durumunda kalıyorum. Diyorum ya hayatım alt üst olmuş durumda. Yeni yeni yakalamaya başladığım sükûnetimi de kaybediyorum. Kendime gayret ile sakin olma talimatları veriyorum. Boşuna.

Bir Pazar günü yine tamir işleri ile uğraşırken, kapı çalındı. Sıkıntıyla açtığımda, ihtiyaç belirten biri ile karşılaştım. Onun hali beni hiç ilgilendirmiyordu doğrusu. Bir şeyler söylüyordu ama dinlemiyordum. Sonra birden aynı durumda ben olabilir miydim?diye düşündüm ve kendimden utandım. Belki biraz moral vermek bile yetecekti. O gün zehir zemberek. Usandım bitmeyen hallerimden, serkeşliklerimden…sonra yine fevkalâdeden bir şey oldu. Gazetede bir şiir:

“Sen kendine yetmeden kendini aşamazsın,

Kendini aşmaz isen, bize kavuşamazsın”

Allah Allah! Biri beni gözlüyor gibi. Kendine yetmek kendi çemberinde dönüp durmak, diye anlıyorum. Kendini aşmak ise kendini bir şeylerin ardına itivermek, ya da birilerini kendi önüne geçirivermek gibi geliyor. Bu nasıl olur? Acaba böyle yapabilenler var mı? İnsan elbette önce kendini düşünür, doğal olan da budur. Ama kendinden önce birilerini düşünmek, kayırmak, işte zor olan bu. Dostu arayıp konuşmak istedim. Bir araya gelince hemen sordum “insanın önüne kim ve ne sebeple geçebilir?”diye. Onun cevabı kısa “kalp sevmeyi bilirse, menfaat biter ve yedi cihan onun önüne geçer”. Şaşırmıştım. Doğruyu yakalamıştı, sevmeyi bilmiyordum. Bütün ilişkilerim alış veriş gibi olmuştu. Bu yüzden galiba kendimi sevmeyi bilmiş, lâkin dışına taşamamıştım. Mevlâna’yı önemle hatırladım. Kendisine eziyet edenleri bile çağırıyordu. O kendini aşanlardandı. İşte bulmuştum. Bu kişiler ancak Mevlânalardı. Ben onlarla bir olabilir miydim?

İçimde bir hafiflik, rahatlamıştım. Ben sıradan, ben eksik, kusurlu, hatalı. Büyük işler büyüklerin. Huzurluyum. Konu kapandı. O gece uykumda Hz.Mevlâna’yı görüyorum. Sema’ yapıyor. Ben de merdivenlerinde oturup, seyrediyorum. Bana eliyle “gel” diyor. Ben “gelmem” diyorum. Bu birkaç defa tekrarladıktan sonra “niçin” diye soruyor. “kendimi aşamadım, aşamadım, olmuyor”diyorum. “Aşmadan gel. Lâkin aşksız gelme” diyor. Sonra kendi mübarek oturuşuna geçiyor, sonra da büyük bir ney oluyor. O neyden öyle güçlü bir ses yükseliyor ki kâinata yayılıyor. Dikkat edince fark ediyorum, neyin perdesi olan deliklerinden süt akıyor. Ağzımı yaklaştırıp, kanasıya içiyorum. Uyandım ağzımda bal tadı, kalbim sakin, iç âlemim yine huzurlu. Hey gidi dost Mevlâna, inanıyorum ki duyularla hissedemediğimiz bir başka boyut var ve oradan buraya yardım geliyor. Mevlâna’dan beslendim. Açıklığa kavuştum, gittiği kadar…ne alâka, ne merhamet. İşte O’nun önünde ben. Benim önümde yine ben…

IHLAMUR YOKUŞUNDA HAYAT

Hayatın gerçeklerinden biri de geçim gailesi. İşsizim ve iş bulamıyorum. İşsizlikten yorgun, kendimdeki çabadan yorgun. Bir gün aniden serbest bir işin benim için daha uygun olacağı fikri ile uyandım. Yine de iyi bir iş bulursam belki dönebilirim diye de düşünüyordum. Güzel dostum ve yeni dostum olan bir sanatkâr ile birlikte bir dükkân açmayı düşündük. “Üç dostlar sanat evi” veya “dostlar kubbe altı” diye isim bile bulduk. Burada her şey olacaktı. El sanatları, eski plâklar, yazmalar, müzikli kutular, belki mandolin, keman, hatta ney, resim katalogları, nota broşürleri vesaire… Beşiktaş Ihlamur’da bir binanın alt katı, hem de epeyi geniş bir yer bulduk. Kira uygun, manzara güzel, tam da satacaklarımıza yaraşan bir havaya sahip. Mevsim kış, hava soğumaya başlamış. Kendi kendime “bakalım ne için buradayım?” diyorum. Haydi hayırlısı. Keyfim yerinde. Doğrusu üçümüz de anlaşma içindeyiz. Bu arada aramıza sonradan katılana son dost diyorum. Çünkü insanın çok arkadaşı olur ama, dost ancak bir tane, hadi bilemedin iki tane olur. Biri ilk dost, diğeri son dost. Son dostum, ilk dostumun çok eski dostu. Çocukluktan devam eden bir beraberlikleri var. Evlilikleri de bu dostluğu etkilememiş. Onlar daha kaynaşmış. Bende biraz çekingenlik var. Ama yine de istersem susabiliyorum, sorgulanmıyor. Bu kadar özgürlük de bana yetiyor. Zira son zamanlarda, konuşmadan saatleri tükettiğimi biliyorum. Daha çok düşünüyorum. “Çok konuştun, lüzumlu, lüzumsuz” diyorum. “Artık sus”.

Ihlamur yokuşu kar tutmada, bizim gönlümüzde güneş doğmuş, sıcacık. Camlar silindi, eski havayı veren kilimler serildi. Şu köşeye bir rahat koltuk, bu tarafa da bir gramofon koymalı. Belki Edith Piaf belki Hafız Burhan belki de Safiye Aylâ sesleri ile doldurur buraları. Oh ne alâ! Lây lây lâ…

İçim seviniyor, ortamımı buldum. Esaretlerimden kurtulduğumda, düşünmemişim ama işim de biraz sıkmış beni. Şimdi özgür, şimdi mutlu. İşimden çıkarılmamın ne kadar hayırlı olmuş olduğunu o an anladım.

Camlara perde takmayalım, diyorum. Perdeler öyle çok ki içimizdeki beni gizleyen. Bari burada olmasın. Gülüyorlar. Ben utanmasam zıplayarak yürüyeceğim. Gramofon, son dostun evinden geldi. Hafız söylüyor. Ne de yanık. Ağlamamalıyım.

Küçük bir gaz sobası başına hepimizi topluyor. Yani üçümüzü. Üstünde bir demlikte ıhlamur. Eh! Hani ya Ihlamur yokuşunda da en güzel ıhlamur demlenir. Şimdi diyorum sevdaya sıra gelmeli. Havanın soğuğu iliklerime işliyor. Ihlamur içmek için toplandığımızda, sohbetler ile bir sıcaklık dalgası hepimizi sarıyor. Daha dükkânı açılışa sunmadan dolup taşıyor. İstanbul’un bu tenha semtinde ne de meşhur oluverdik aniden, diyorum. Esas gelenler son dostumun kıymetli arkadaşları. Çoğu sanatkâr. Ben de şimdi hep dinlemedeyim. Bambaşka bir dünya açıldı önüme, özgürce aydınlık bir dünya. Bir Baha Efendi var gelenlerin içinde. İki çocuğunu ve eşini çok önceden kaybetmiş. Yangın sebebiyle, sonradan söylüyor. Adamın içi yanmış, halâ yanıyor. Kış günü ceketle geziyor. Eğer isterse Hafız’a eşlik ediyor. Hiç acıya dokunmuyor, acı bile yemiyor. Kendi âleminde, lâtifesi bol, gelip, gidiyor. Ben biraz daha yabancı düşüyorum. Bu sebeple ıhlamur verme işini üstlendim. Bazen kalabalıkta camlar buğulanıyor, siliveriyorum. Dostların havasının yanında ham olduğumu hissediyorum. Onlar olgun, ben ise ham, bu yüzden hizmete kaçarak hamlığımı saklıyorum. Bizim önümüzden inen yokuş biraz dikçe. Kışın karda bu sebeple araba pek olmuyor. Çok keyif var, çok hoş bir hayat. Ufak tefek satış da başlayınca diyecek lâf yok.

Bazı günler akşama kadar misafirimiz oluyor. Bir ressam var, özel biri. Az konuşup, piposunu hep ağzında tutuyor. Bir gün karakalem beni çizdi. Bakışlarım kartal bakışı, dudaklarım alaycı kıvrılmış, alnım dert küpü… beğenmedim. O ise sen busun, ben seni böyle görüyorum dedi. Üstünde durmadım. Ama sonradan içime sindiremediğimi anladım. Gerginliğim gitmeliydi. Dostlarım gibi pamuk helva olmalıydım. Gül yüzlüm bunu duyunca, “olsun en iyisi sen, sen ol” dedi. Baha Efendi için dükkâna bir nargile koymalı, zavallı belki biraz şenlenir, diyorum… Akşamlar başka türlü yuvarlanıyor önümüze. Ben içlerindeki en isteksiz, en mızmız. Beşiktaş vapurunda, Üsküdar’a geçerken uyukluyorum. Vapur acelesiz, kaptan aheste. Ben isteksiz, önümde yapayalnız bir gece. Nereye?

Her akşam son anı uzatmak için yeniden ıhlamur demliyorum, rafları düzenlemeye çalışıyorum, iş icat ediyorum. Kubbe altı beni esir mi alıyor? Hoppala… şimdi de bu mu çıkıyor yoksa?

Yavaş yavaş yeni hayatım düzene girecek derken geceler uzuyor. Yatağım bir başka dünya, orada sadece ben kalıyor. Nerelerden geldim buraya? Bir Konya gezisi düşünüyorum bazen. Ama sadece Mevlâna’ya gitmeliyim, diyorum. Sonra hemen dönmeli, hiçbir yerde oyalanmamalıyım. Gezi gibi değil de bir dostun bir dostu ziyareti gibi olmalı. Biraz daha olmalıyım. Böylesi ayıp! Biraz insan, biraz melek olabilirsem, biraz da canavarlığımı yanına katabilirim, diyorum. Hepten kurtulmak zor da, biraz iyi hali arttırmak belki mümkün olur, diye düşünüyorum. Yine rüyamda Mevlâna’yı görüyorum. “gel! Ne olursan ol yine gel…”diyor. Birlikte sema’ yapıyoruz. Bu defa ney olmuyor. Sema’ yaparken yükseliyor, göremiyorum. Uyandım, üşümüşüm. Bu ilhamlar güzel olmasına güzel de ne kadar sürecek? Merak ediyorum.

Artık dünya sevgisi denen tutkularımdan yavaş yavaş sıyrıldığımı fark ediyorum. Dünya sevgisi denilen faydasız olanı terk ile dünyayı gerektiği gibi sevmeye başladığımı hissediyorum. Şimdi onun insana yaklaşımını görüyorum. Baharda tazelenişini, kışın uyuyuşunu, suyunu, bereketini, insanın gözüne, kulağına, burnuna, gönlüne sunduklarını yeni görmeye başladım. Ya bunları anlayamadan gitseydim, yazıklar olsun demez miydim? Şimdi ciddi çevreci, hayvan dostu, bitkileri anlama gibi özelliklerin önemini anlıyorum. Yüzümü ıslatan yağmurdan şikâyet ederdim, şimdi şükrediyorum, ne denli önemli olduğunu fark ediyorum. Yani hayatı ve içinde yaşadığım dünyayı çok seviyorum. İleriye dönük plânlarla içinde yaşadığım anlar kaybolmuş. Eskiyi ararken veya sorgularken de böyle olmuş. Beyhude nefes almışım. Şimdi her nefesim bilinçli, değerli, kendimden haberdarım. Yaşamak da bu olmalı, diyorum. Yazık ulaşamayana…

İSTEYENLERE NEY ÜFLETİLİR…

Cama bir ilân: “isteyenlere ney üfletilir”. Bir arkadaşımızın büyük annesi ney dersi verebileceğini söyledi. Yaşı seksen gibi. Ama ne şevk, ne gayret. Faydalı olma isteği ile arzulu. Önce şaştım, sonra takdir ettim. Daha sonra da talebe olmayı talep ettim. Pazar günleri Fatih’e gideceğim, ney için. Sonra Konya, sonra…

İlk dost ile son dostum arasında bir konu gündemde, daha verimli nasıl yaşarız, ne yapabiliriz? Baha Efendi “Siz bilirsiniz” diyor. “Eğer bize de bir hizmet düşerse varız”. Fakat bir türlü aradıklarının ne olduğunu bulamıyorlar. Ben çaresiz. Onların buralardan uzakta bir şeyler yapmalarını istemiyorum, bunu açıkça söyleyemiyorum da… her ne ise, iş olacağına varır. Kar bu yıl şiddetli, kış sert geçiyor. Kapının üstünden buzlar sarkıyor. Hayal ediyorum, bir çocuk gibi. Billûr buz kalıplarında Konya… Yol açılsın, gidelim. Gerçekten çağırdığında biliyorum ki oradayım. Biraz naz, biraz cahillik, ama niyeti kurdum. Bazen bizim kubbe altı, Konya’nın yeşil kubbesinin altı oluyor. Musiki ile, coşku ile karşılanıyorum. Mangalda kahve, kokusu buram buram burnumda. Omuzuma dokunuyor son dostum. Kahve pişirmiş, “buyur” diyor.

Bu hafta neyimi sırtlayıp, doğru Fatih’e. Gülizar Teyzemiz bir Seyyide hanımefendi. Yani Peygamberimiz(s.a.v.)’in soyundan. Hareketlerime aşırı itina gösteriyorum. O da farkında. Şu zamanda böyle değerleri anlayan kalmadı diye düşünüyor olmalı. Beni hüsnü kabul ile karşıladı. O gün üfleyemedim. Neyime sadece yaklaşmış ve nefesimi tanıtmış oldum. O utangaç ses vermedi. Belki de naz yaptı, bilmiyorum. Oradan biraz da mahcup ayrıldım. Gülizar hanımefendi “böylesi normaldir, siz çalışın,olacak”diyor. Belki… nefes meselesi ya da nefis meselesi diye düşünüyorum. Öyle ya ney içi boş bir kamış. Verdiği ses muhteşem. Belki de nefes verenin de içinin boşalmış olmasını arzu ediyor. Benim içim dolu. Nefesim doluluk kokuyor. Ne zaman ki boş bir an yakalanır. O anın gafletsizliğine hürmeten karşılıklı boş boş anlaşırız diyorum. Ruhun insanda İlâhi nefha olduğunu düşünüyorum. Yaradan kendi ruhundan nasıl insana nefh etti ise, yani üfledi ise, bu nefha bomboş olan insanın her yerine yayılıp, nasıl doldurdu ise ve insan o zaman söz edilir hale geldi ise… böyle bir alâka kuruyorum ve düşüncemi işe yaramaz boş olan her şeyden temizlemeğe ahdediyorum.

Artık vakit sonsuza uzanmakta. Kendimi sorgulamalarıma ara mı verdim, diyorum. Günler kendi halinde akıyor. Bana hiç dokunmadan. Ben de bazı düşünceleri kendime yaklaştırmadan yaşıyorum. Hiç ellenmeyen bir mahremiyet gibi özel korunmadalar sanki. Ne olacaksa oldu mu, yoksa hiç bir şey olmadı da yeni mi olacak, bilmiyorum. Kendimden şu aralar uzaklaşmış gibiyim. Ama bunu düşünmüyorum. İnsanın ömrü, ne düzelmek için ne de düzelmişliği korumak için yeterli değil. Lâkin çabuklaştırıcı ve sebat ettirici bir sebep çıkarsa ne alâ.

ÜÇ KAFADAR KENDİ ÂLEMLERİMİZDE…   

Üç kafadar, kendi âlemlerimizde yaşıyor gibiyiz. Hepimizde bir suskunluk. Can sıkıntısı değil, sanki bir bekleyiş, birini bekleyiş… Sanatkârların yalın halleri ile etkileniyorum. Onlar her şeyden uzak kalabilmişler, dünyanın kirine bulaşmadan yaşamayı becerebilmişler. Tek hedefleri var gibi; eserleri. Yaşamlarını önemli kılacak bir eser verme arzusu ile günleri geçip gidiyor. Akılları sadece bununla meşgul gibi. Ne hırs gelişmiş, ne de başkalarına ait olana gözlerini dikmişler. Ne toplama, ne de biriktirme arzusu; ne istikbal kaygısı, ne de geçmişin pişmanlığı… bazen onlarla konuşuyorum da ferahlıyorum. Belki saatlerce eserlerinin anlaşılması için anlatıyorlar, ne temiz duygular, ne temiz insanlar. Çocuklar gibi masum duygular taşıyorlar. Fark ediyorum da tarafsızlıklarını, her insanın fikrine hürmetlerini, hür görüş ve hür düşünceye verdikleri önemi… o zaman bütün insanlığın belki de severek bir sanata yönelmesinin kurtuluş olacağını düşünüyorum. Hele biri var ki her an ayrı bir coşkuda. Karşısındaki çocuk, büyük aynı önemde. Bilgelik akıyor ellerinin duruşundan. Tek derdi bir türlü iyileşemeyen zavallı hasta annesi. Bu konuyu bir sonlandırabilse, başka düşüncesi kalmayacak gibi. Çocukla çocuk oluyor. Büyükle yine çocuk. Süleyman Abi diyorum. Süleyman Emre adının tamamı ama ben Süleyman demeyi daha uygun buluyorum. Sanki ismi uzun olunca, kendi de büyüyecek gibi geliyor.

HAYATIM DEĞİŞECEK…  

Biz böyle ciddi bir işle ciddi meşguliyet içinde oyalanırken, kubbe altına bir gün bir beyefendi geldi. Yanakları soğuktan kızarmış, yokuş da onu yormuş olacak ki hızlı hızlı soluyarak içeri girdi. Abdullah Yüce taş plâkta makberi söylüyor. Baha Efendi eşlik etmede. Beyefendiye acele bir yer gösteriyoruz. Oturup bir “ooh” çekiyor. “Efendiler, biraz dinleneyim de konuşacağım” diyor. Dükkân sakin, öğlen vaktinin ölü saatleri havaya bulaşmış. Nerdeyse ben de uyuyacağım. İçim geçip geçip geliyor. Yaşlı bey kilolu, boylu, poslu. Ayakları iri, elleri ak ve iri. Sanatçı eli gibi. Ben incitmeden inceliyorum. Acaba ne alacak diye düşünürken, o öksürüp, sesini toparladı ve “alalım mı, satalım mı?”dedi. Ben ne dediğini pek anlayamamıştım ama dostlarım mimiklerinden anladığım kadarıyla gülüyorlardı. “Ne alacaksınız bilelim, ne satacaksınız onu da bilelim” dedi, biri. Afallamıştım. Böyle bir şey ilk defa oluyordu. “Vakti biraz geçirmek için ayaklarım buraya getirdi. Sanki biri can veriyordu da aman istemiş gibi geldi. Biz de can alır, can veririz ya, geldik işte, hadi bakalım, pazar ola”. Doğrusu garip biri idi. Her şeyi hem hafife alarak, hem de ciddiye alarak konuşuyordu. Anlamak zordu, biraz da çekindim, ağzımı açmak şöyle dursun, bir yerlere kaçacak halde idim. Lâkin ayaklarım kıpırdamıyordu. Baha Efendi, gramofona Hafız Burhan yerleştirdi. Keyif daha yeterli, ıhlamurlar tazelendi. Adı Mustafa Bakî imiş. Buralarda otururmuş eskiden, yani eski muhiti imiş. Çok da severmiş buraları sevmesine amma karşı taraflara taşınmak durumu hasıl olmuş, taşınmışlar. Oğlu hasta imiş. Hastaneye yakın bir ev onlar için uygun olunca, muhite sevda kesilivermiş. Arada sırada eski hatıralarına hürmeten gelip, dolaşıyormuş buraları. Ud çalıyormuş halâ. Bize “Şaka bir yana çocuklar. Şerif Muhiddin’in ud taksimlerinin notalarını bulamadım, size rica etsem benim için araştırır mısınız?” diyince, ne olduğunu anlamadan “elbette buluruz” diye atladım. Sonunda konuşmuştum ama mahcubiyetten de kıpkırmızı olmuştum. O gün öylece geçti. Akşama kadar hiç konuşmadım. Bönlüğüme utanıyordum. Ne vardı lâfa karışacak. Biri elbet cevaplardı. Bilgeliğin susarak kazanıldığını ve yine susarak korunduğunu bildiğim halde susamamıştım.

O hafta bu konu hiç gündeme gelmedi. Tünel’de müzik dükkânlarında araştırdım, nihayet Şerif Muhiddin Targan’ı buldum, tanıştım. Kasetini, diskini ve o meşhur notalarını buldum. Gerçekten harikulâde idi. Udu öyle konuşturuyordu ki gitar, tambur ve ud sesi algılanıyordu. Benim tanımadığım bu zat, meğer Avrupa’nın takdirini çoktan kazanmış ve eserleri oralarda aranıyormuş. Türkiye’de yaşamış, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerefli soylarındanmış. Ne çok bilmediklerim var diyorum, ne çok. Bu bilgisizlik asla bitmeyecek gibi geliyor. Yine de Şerif Muhiddin’i rahmetle anarken, buna sebep olan Bakî Efendi’ye de içimden teşekkür ediyorum.

On günlük aradan sonra Mustafa Bakî Efendi teşrif ettiler. Bu sefer onun daha da yaşlı olduğunu tespit ettim. İlk görüşümde sanki fark edememiştim. Epeyi yaşlı duruyordu. Koştum, ağır paltosunu aldım, elini öptüm, yer gösterdim. Dükkân dolu, hafta sonu. İnsanlar benim telâşıma bakıyor. Bu telâş niye, bilmiyorum. Kalbim gümbürdüyor. Duyulmasın diye boynuma atkı sarıyorum. Bana heyecan veren bu ihtiyar, acaba ilk ihtiyar dostu mu hatırlattı? Bakî Efendi, memnun, kalın kaşlarının ucundan gülümsediğini fark ediyorum. Hayretle görüyorum ki gülünce gözlerinin yanından kaşlarına kadar uzanan çizgi derinleşiyor. Böylece saklasa da güldüğü belli oluyor. Emanetlerini uzatıyorum, memnun, alıyor. “borcumuz?” diyor. Ağzımı açıp kapıyorum, ses çıkmıyor. “Estağ-firullah” diyeceğim, diyemiyorum. O anlamamış gibi tezgâha büyükçe bir para bırakıyor. Artık ellemiyorum, son dosta havale ediyorum, esasen bacaklarım tutmuyor. Oraya çöküyorum. Bende epeyiden beri duymadığım bir etki yaratan Bakî Bey, her şeyden habersiz, notaları uzun uzadıya inceleyerek, bacaklarıma kavuşuncaya kadar beni beklemiş oluyor.

Böyle nice vakitlerimiz oldu. Ben hayatımın bu sayfasını artık kontrolümde tutamıyorum. Bakî Efendi zaman zaman uğruyor. Sohbeti tatlı, doyulmaz bir bilgi kaynağı. Her sorunun cevabı mevcut. Giderek hayranlığım artıyor, bağlılığım kuvvetleniyor. Nasıl böyle bir şey olabilir, diye düşünüyorum. Görünüşte sıradan biri gibi, ama konuşmak için ağzını açınca veya elleri ile bir şeyin işaretini yaparken alışılmışın dışında bir ahenk ya da musiki başlıyor. Vücudu anlattıklarına uyumlu salınımlarda, elleri, ses tonu anlatılanın tam ortasına çekiyor insanı. Fark etmeden dinleyip, öğreniyorum. Hem de bir daha hiç unutmayacakmış gibi… Bambaşka bir dünya önümde yuvarlanıyor. Her öğrendiğim tekrar bir soruya gerek bırakmıyor. Anlatılanları dinlerken, iliklerime kadar yaşıyorum. Sormadan söylemiyor. Bir şeyler öğretme hevesinde hiç değil. Ne zaman ki bir soruyla karşılaşıyor, o zaman sükunetle bildiklerini aktarıyor. Kritik sorulara da kökten cevap veriyor. Anladım ki aydınlık bir akıl için, yobaz cevaplar yok. Dar kalıplarda kalanlar için ise cevaplar canice. Meselâ o zaman birileri yaşamamalı, birileri ölmeli, birileri düzeltilmeli, birileri bizimle aynı olmazsa kurtuluş yok… v.s. bunlar çoğaltılabilir. Bakî Efendi’ye göre ise her şey böylece yerli yerinde. O biliyor ki zorlama ile bir şey öğretilemez. Öğretilse bile hayata geçirilemez. O’nu tam olarak anlamak isterdim. Önümde yepyeni bir dil. Adeta dil öğreniyorum.

Yeni bir ufuk açıldı önümde. Din bir yaşam tarzı değil. Bir tercih de değil. Aslında din insanla birlikte mevcut olan, dünya hayatını yaşarken kendi haklarını koruyarak, etrafa zarar vermeden yaşayabilmemiz için gösterilen nasihatler topluluğu. Dünya, kendi yaradılış nizamını bozmadan kendimizden sonrakilere bırakacağımız, emaneti aynen devredeceğimiz bir yer. Ama bunu anlamayınca çılgın ihtiraslarımızla insana, hayvana, bitkilere, çevreye öyle zarar vermekteyiz ki dünyayı kendi malımız gibi kabul edip, asla ölmeyecek gibi düşünüp, torunlarımızın torunlarına veliahtlık sağlayacak bir saltanatı, serveti dahi küçümseyip doymazlığımızı arttırmaktayız. Bu sebeple bizi yaşadığımız yerle birlikte Yaradan’ın, tavsiyelerine mutlaka uymak zorundayız. Bu temel uyuştan sonra, bazıları için sadece kendini ve Yaradan’ını ilgilendiren konularda tercih yapılabilir. Bu sadece o kişiyi ilgilendirir. Ama diğer insanlara ve canlılara zarar verecek konularda din, tercih meselesi veya yaşam şekli olmamalıdır. Meselâ bir ağaç kesmek veya kesmeyip yeşile önem vermek nasıl bir yaşam şekli veya tercih meselesidir?

Artık düşünme çemberim genişliyor. Her konuyu olmazları için bile olabileceğini varsayarak düşünüyorum. Bu benim tarafsızlığımı geliştirecek. Doğrunun tek olduğunu biliyorum. Ama bütün doğruların bana ait olamayacağını da biliyorum. İşte tarafsızlık burada gerekli. Uygulamanın zor olduğunu biliyorum. Bir diğer zorluk da öfkeli anlarda daha da zor olmasına rağmen, kendini karşındakinin yerine koyabilmek. Başarmayı umutla bekliyorum. Böyle niyet içindeyim, böyle kaydola…

VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR:

Bakî Efendi artık bir gizli hazine gözlerimde. Hazinenin kapağı aralandı, şimdi keşif başlıyor. Her geçen gün yeni bir şey keşfediyorum. Dininin bütün gereklerini yerine getirirken, şaşılacak şey bunları önemsemiyor. Yani yaptıklarını çok büyük görmüyor. Bunları tevazu ile değil, samimi duyguları ile belirttiğinden eminim. Allah’ın verdiklerinin yanında yaptıklarının ve yasak olduğu için yapmadıklarının önemi olmadığını her vesilede tekrarlıyor. Başı önünde, mahcup. O’na inanıyorum, samimiyetinden eminim. Nasıl böyle olunurun cevabını henüz bilmiyorum. Belki daha sonra… Beni şaşırtmaya devam ediyor. Bunu ben şaşayım diye yapmadığı besbelli. Ben şaşırmaktayım, zira hiç karşılaşmadığım bir insan tipi ile karşı karşıyayım. Böyle olmak isterdim doğrusu. Lâkin herkesin içtiği su farklı. Bana düşen örnek olarak alabildiğimi almak. O’nun milli duygularını herkes biliyor. “Evlât, vatan sevgisi imandandır” hadisini biliyor musun? Vatan asıldır. Meselâ benim vatanım, bayrağım dinimin önündedir. Zira vatanımı kaybedersem, bayrağımın altında başım dik olamazsa, dinin ne faydası olur? Ama dinim ve inancım benim kalbimde, onu kimse alamaz. Ben vatansız ve bayraksız yaşayamam, lâkin dinimi taa içimde yaşamaya devam ederim de kimsenin haberi olmaz. Bunları söylediği gün gözlerimde yeni bir ufuk daha açıldı. Bu adam yamandı doğrusu. Bunları söyleyecek kim vardı? O kadar doğruydu ki kalbim dua ile kabardı: “Yarab bizi vatanımızdan ayırma, vatansız, bayraksız bırakma” ve Akif’i andım:

“Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” .

Hey gidi Koca Akif seni şimdi anlamaya başladım.

Günlerin günleri kovalayarak getirdikleri beni yeniden yapılaşmaya götürüyordu. Eğri ile doğrunun ayrılması bazen kolay, bazen de imkânsız geliyordu. İçimdeki yeni doğan çocuğu büyütmeye başlamıştım. Bakî Efendi beni bazen evine davet ediyordu. Bu genelde artık hem üfleyip, hem de nağmelendirebildiğim neyimi dinlemek için oluyordu. O’nun yanında daha iyi gidiyordu. Hasta olan oğlu, daha da ağırlaşmıştı. Birkaç aydır. Bakî Efendi sadece hastane için dışarı çıkıyordu. Çok geleni vardı. Ev hep dolu oluyordu. Oğlunun, hastalığı ile geçimi de şaşılacak şeydi. Her zaman yüzü gülüyordu. Bazen dışarı çıkmamızı istiyor, o zaman onun ısdırabının başladığını anlıyorduk.

Genelde Erenköy’e giderken Hacı Bekir’den lokum götürüyordum. Sakızlı ve güllü lokumlar. Ben de hoşlanıyordum tadından. Kültürümüze yerleşmiş olan bu tatlı, hastamızı biraz olsun oyalıyordu. Babasından ud çalmasını rica ediyor, gözlerini kapayarak kendi bedeninde kayboluyordu. Ben de o zaman onu daha rahat inceliyordum. Artık iyice zayıflamıştı. Çok az yiyordu. Babasının gözleri önünde eriyordu. Ne müthiş bir acı olmalıydı. Bir baba ya da anne nasıl dayanabilirdi? Ama görüyordum ki iyi dayanıyorlardı. Allah hiçbir kuluna kaldıramayacağı bir yük yüklemez ayetini hatırladım. Sonra ağır imtihanların Peygamberlere, velilere ve salih kullara verildiğini… zor geldi.

Öğrendiğim her bilginin ve öğrendiğim kaynağın değerini bilerek, son baharın üç ayını geride bıraktık. Kışa girdik. Aynaya baktığım günden bu güne hesapladım, dört buçuk yıl geçmiş. Ömrün ne değeri var ki? Geçip gidiyor. Baktım faydalı ve dolu geçen dört buçuk yıl. Bundan öncesi silinmiş ve anlatılacak pek az şey var… kendimde çok büyük farklılıkların olduğunu bildiğim halde, henüz pek az yol aldığımı kabul etmek zorundayım. Hayatı ne kadar boşa yaşamışım meğer… şimdi bunu acı ile anlıyorum. Sadece kendim için var olmuşum. Sadece uzun emellerimle yaşamış ve içinde olduğum anları hep kaçırmışım. Şimdi bir rüzgara kapılmış gibiyim. Sürüklenirken sarhoş ve ayık… sarhoşluğun getirdiği ayıklık ya da ayıklığın getirdiği sarhoşluk… ifademin ancak bu kadar anlatabildiğini biliyorum. Yaşayanlar için belki daha anlaşılır bir duygu…

 EVLÂT ACISI:  

Bakî Efendi’nin hasta oğlunu bu hafta kaybettik. Göz yaşlarını saklama gereği duymadan oğlunu toprağa verdi. Annenin acısı daha şiddetli idi. Evlât acısı zor imiş. Kimsenin kolay kaldırabileceğini düşünmüyorum. Bu devrede O’na daha yakın oldum. Kim bilir, belki beni kaybettiğinin yerine koyuyordu. Ben hep suskun, meraksız, anlamaya ve acısını sessizce paylaşmaya çalışarak yanında oldum. Dostlarım da bana rahatlık verdiler. Sonra bir gün onları düşündüğümde, benden daha çok lâyık oldukları halde, benim O’nun yanında oluşumu yadırgadım. Kim bilir bu, Allah’ın kimi kulları için takdiri ile ilgili bir şey diye düşündüm. Yoksa ben her şeyden uzak ve zayıflıklarla donanmış biri idim. Bu konu, kesinlikle benim özel biri oluşumla ilgili değil, aksine belki de en çok ihtiyaçlı oluşumla ilgili diye düşündüm.

Bazı akşamlar geç olduğunda Erenköy’de kalabileceğim söylendi. Oğlunun odası ve yattığı yatak kaldırılmamıştı. Orası bazen benimle doluyordu. O zaman annemize (Bakî Efendinin ailesi) bir neşe ve şevk geliyor, yüzü aydınlanıyordu. Ben de oraya yük olmadığımı hissediyordum. Sanki benim ihtiyacım, onların ihtiyacı ile örtüşüyordu. Ne büyüktüler. Yatağımda uyumaya çalışırken, Bakî Efendinin usul usul okuduğu Kuran ile doluyordum. Tam anlar gibi bir duyguya kapılacak iken uykuya geçiveriyordum. Kendimi sadece o anın içine bırakıyor ve hiçbir şey düşünmüyordum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor, birikmiş bütün düşüncelerden, geçmişimden, geleceğimden boşalıyordum. O kadar boşluk oluyordu ki asla dolmayacakmış gibi bir ebedi boşluk… hiç yakalayamadığım bir huzur… sonra anladım ki huzur, anı yakalamakla ve iç âleminde hiçbir şey bulundurmamakla ele geçiyor. Sevinçliyim, huzurluyum, mutluyum. İnsanları, yaratılmış olan her şeyi çok seviyorum. Beni yaşama bağlayan ümidimi seviyorum. Lâkin ümidimin ne olduğunu pek bilemiyorum. Galiba kendimden ümitlenmeye başlıyorum…

Kış şiddetli değil bu sene. Bendeki duygular ve değişimler şiddetli iken şiddetli geçti de ve sanki bendeki sükûnetle şiddeti kaybolmuş gibi. Bazı geceler evime üstümü değişmek ve banyo için uğruyor ve yine Erenköy… bana yorgunluk olacağı söyleniyorsa da ne yorgunluğu, uçarak gidiyorum. Hatta kalbim kabul edilmemek korkusunu yaşıyor.

EYÜP     

Bakî Efendinin yanında O’nun farklı yönlerini de tanımaya başladım. Başka bir kapı daha açıldı. Vaktinin bir kısmını yoksul ve ihtiyaçlılara ayırırken, diğer kısmını da çocuklara musiki dersi vererek geçiriyordu. Bahçeli bir ahşap yapı, Eyüp’te. Babadan kalma… etrafını yüksek apartmanlar sarmış. Orada hafta sonları muhitin çocuklarına müzik dersi veriyordu. Nota bilgisi, müzik aletlerini tanıtma, ses bilgisi gibi. Bu işi tahmini otuz senedir yapmakta imiş. Emekli müzik öğretmeni olduğunu duyduğumda biraz şaşırdım. Dâr-üş şafaka lisesinden emekli olmuş. Hep kimsesiz çocuklar ile beraberliğini devam ettirmiş. Çocuklara o kadar yakın ki “onları sokağın sıkıntılarından korumak lâzım”diyor. Gönüllü gitar öğreten, ud, kanun, ney dersleri veren öğretmenler var. Çok ilgimi çekti. Çocuklar bir aferin almak için yarışıyorlar. Onlara kalem, mendil, şeker vererek şevk ve heveslerini arttırıyor. Aman Yârab! Ne güçlü bir yöneliş, ne sonu olmayan ümit, ne bitmeyen şevk… böyle olunabilir mi, bilmiyorum.

Sadece müzik eğitimi vermiyor. Fark ettirmeden temel ahlâki kuralları öğretiveriyor. Yalan, arkadaşlık, haksızlıklar, hayata karşı kuvvet kazanma gibi çok önemli meseleleri güncelleştiriyor. Yeteneklerine göre okul seçmelerinde yardımcı oluyor, kayıtlarını takip ediyor… müziği bir hobi gibi zamanlarını değerlendirmede kullanıyor. Sadece özel kabiliyeti olanları, bu işin eğitiminin ilmî olarak yapıldığı yerlere gönderiyor. Ben bu evin ses veren her zerresini seviyorum. Evin önünde bir sundurma var. Güzel havalarda müzik arası verildiğinde orada toplanıyoruz. Eyüp’ün meşhur simitini ve halkasını çayla yiyoruz. Bu tadı başka bir yerde hiç bulamadım. İşte o zaman müziğin dışında konuşuluyor. Bazen çocukların anneleri veya babaları da uğruyor. Hepsi de Mustafa Bakî Efendi hayranı, sevgi ve saygıları daima hissediliyor. Evin odaları küçük ve ses her yere yayıldığı için, herkes sıralı müzik yapıyor. İmkânım olsa da büyük bir yerim olsa ve bu iş için açsam diye hayal kuruyorum. Bakî Efendi ise “bu şartlarda olması daha iyi değil mi? Belki o zaman bu samimiyet ve başkalarının hakkını gözetme duygusu kalmayacak. Böylesi yerinde”diyor. Pek anlamasam da itiraz yok. Kaynaşmışlık önde geliyor. Hayran oluyorum samimiyete, dostluğa, en çok ta verişe…burada herkes değerli, önemli, kendi olması gereken yerini bulmuş. Bu duyguyu biliyorum ki O veriyor. Biraz sonra evinde veya dışarıda yani O’ndan uzakta yine horlanma, değersizlik, dışlanma… o zaman tespitim doğru. Kimse buradan ayrılmak istemiyor. Ayırımsız, tarafsız ve adil bir dünya hepimizin hakkı… peki bunu yaşamayı niçin başaramıyoruz?

Doğa diye bir çocuk var. Yaman akıllı. Bateri diye tutturdu. Bateri ve öğretmen bulundu. Çocuk herkesin işi bitince sırası geleceği için, sabırla sırasını bekliyor. Kısa sürede ilerleyiverdi. Yine şaşırdım. Biraz kapris olarak algılamıştım konuyu. Ama sonunda başarıyı gördüğümde utandım. Yine mahcubiyet. Bu kadar yakınında, bu kadar ihtiyaçlı ama bu kadar kendi aklına yenik ben. Daha uzakta olan için ne kusur bulunabilir? O’nu anlamanın çok zor olduğunu anlamak bile bir adım imiş. Ama O bütün bunları yüzüme vurmadan, usulca kendi bildiğini yapmakta. Bizlerden sıkılmıyor mu? Zavallı ben; içimden itirazlarımı yapmadan önce biraz bekleme sabrını ne zaman göstereceğim? Acziyetimi hissederek yaşamam daha ne kadar sürecek. “İnsan acziyeti ile Sultana varır. Sen hiç kibri ile varanı duydun mu?” İrkiliyorum. İçimdekileri okuyuverip, cevaplayan, aciz oluşun değil, aciz hissedişin değerli olduğunu söyleyerek, benim sıkıldığım acziyetimi yükselten ses, içimde bahar havası estiriyor. Yine bahar müjdesi, uğurlu olsun…

EYÜP’E BAHAR GELİYOR:

Bahçede hazırlık var. İki haftadır bahçeyi düzenliyoruz. Müziğe ara. Toprak kazıldı, sebze fideleri ekildi. Suladık, düzenledik. Hamlığımızı attık. Domates, biber ve salatalık yiyeceğiz bahçeden… Bir tarafa yeni gül ağaçları, sol taraf gölgelik, oraya ortanca… içimde bir heyecan, toprağın kokusu buram buram… Bizler başka bir hayat yaşıyoruz. Rüyada gibi. Bu inanılmazı başaran O’nun kudreti. Bizden ihtirası alınca çek, senet işleri kalmamış. Elbet bunlarla uğraşanlar da olacak, lâkin bize açılan kapı bu. Bir küçük aylık yetiyor. Biriktirme, arkadakilere bırakma telâşı olmayınca, hayatın tadına varılıyor. Allah’a karşı mahcubum. Başım düşük, kalbim yenik, söyleyecek şükrüm yok. Ben ne yaptım da bu huzura getirildim? İşte bu sorunun cevabı da yok. Kendimde hiçbir güzellik bulamıyorum. “Sen kendi bulunduğun halden mutlusun. Onlar da kendi hallerinden. Onların kavuştukları sende yok. Senin kavuştuğun da onlarda…Belki yerleriniz değişebilseydi hem sen, hem onlar isyan ederdi”. Yine cevap alıyorum, tam da düşündüklerim üzerine. Bu biliş biraz beni tedirgin ediyor. Eksik ve kusurlarımı açığa çıkaran düşüncelerden uzak olmalıyım…

Ve işte Eyyüb-el Ensari Hazretlerinin türbesindeyim. O: “İstanbul’un manevi fatihi”diyor. “Burada çok dua etmeli, bizi duyar”. Gözlerimi kapadım, İstanbul gibi bir şehri gözetene teşekkür ettim. Fatiha ile andım, gözlerim ıslandı. Orada o büyük değerle birlikte oluşum ayrı bir haz… Acaba İstanbul’da yaşayıp, hiç ziyaret etmeyen var mı? Diye düşündüm. Sonra bütün sünnet çocuklarının hiç değilse bu sebepten ziyaretlerinin olduğunu hatırlayınca, ferahlık duydum. Biliyorum ki bu ziyarette fayda bize. Onlar ziyaret edilmeyi beklemiyorlar ki… O gece rüya görüyorum. Hazret sandukasından yarı beline kadar kalkmış. Başını bana çevirip, eli ile gel diyor. Ben ayakucu tarafındayım. Yanına gidiyorum. Ses yok, fakat içimde “ziyaretin kabuldür inşaallah” cümlesi yankılanıyor. Sevinerek uyanıyorum. Bunlar benim hayallerim mi? Yoksa gerçekten böyle manevi bir boyut var mı? Önemli değil. Ben kuş gibiyim, sanki kanatlanıp, uçacağım.

Zaman zaman sıkıntılı devirlerim oluyor. Sanki manevi bir hayat yok ve ben bir şey yaşamamış gibiyim. O zaman O’ndan uzak duruyorum. İşte böyle devirlerde O’na karşı da olumsuzluk taşıyorum. Bu duygularımı anlamasın istiyorum. Zira sonradan bu hali atlatıp normale geldiğimde, mahcup oluyorum. Bir yandan da farkında olduğunu biliyorum. Bir seferinde: “İnsanın kendinde bulunan nefsi o kadar zalimdir ki insana dostu düşman, düşmanı dost gösterir. İnsana en büyük düşman bu sebeple kendi nefsidir. Ama insanoğlu da nefsinden memnundur ve ona itaat etmek ister. Halbuki itaat sadece Allah’adır. Ve bunun kaynağı da ruhtur. Ruh insana sadece İlâhi olanları ilham eder. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in nefis ile cihadın, büyük cihad olduğunu söylediği hadis çok önemlidir”. İşte buyurun, bir anda sanki binlerce perde açıldı gözümde. Evet, yine nefsim bir köşeye sindi, imkânlar benim…

Üçüncü Bölüm

Üçüncü Bölüm:

İSTANBUL’U YENİDEN KEŞFEDİŞİM

Ah İstanbul! Benim apaçık şahidim. Sen, sen olalı benim gibi dalgalananı gördün mü denizinde? Benim hikâyem senin hikâyelerinden sadece önemsiz bir hikâye… Tepelerin, sanki bana büyüklenme diyor. Denizin ise, sen bir damla ben bir derya diyor. Ben senin renklerine sevdalı, her semtinin ayrı olan kokusuna özlemli. Lisanın anlatır, kimler geldi, geçti. Tutunabilenler ve tutunamayanlar… Sende sevda saklayıp, senden sevda çalanlar… Martıların seni sevmeyi ve cömertçe verdiklerini almayı biliyorlar, benim bilemediğim kadar… Taşın, toprağın müjdeli; havan, suyun bereketli… Her milleti içinde severek kaynaştıran, birliğe ulaştıran, her türlü uç noktayı barındıran, şairlere binlerce ilham veren ki hiç biri benzemez diğerine, esen rüzgârı delice, aklı yerine getiren ve Peygamber selâmının ulaştığı tek müjdeli belde…

İstanbul’u yeniden keşfediyorum. Daha önce hiç tanımadığımı bilerek, Onunla dolaşıyorum…

Vapurdayız. Anadolu Kavağı’na gidiyoruz. Hava mevsim dışı sıcak. Gökyüzü mavi berrak. Martılar çığlık çığlığa. Vapurun yan tarafında, dışarıda oturuyoruz. Arada dalgalar ellerime yüzüme sıçrıyor. Hoş bir ürperti. İçimdeki ben, benden önde koşmakta. Dışımdaki ben sakin görünüyor. Saygılı ve edepli. İçimdekinin sür’ati sesime dalgalanma veriyor. O’nun gözleri uzaklarda. Bir şey sormaya çekiniyorum. Kim bilir, belki oğluyla beraber şu anda. Nefesimi bile dikkatli alıyorum. Sonra konuştu yavaşça. “Ben hayranıyım gördüklerimin, gördüğüm için mi şükretsem, sunulan bu muhteşem tabloların çeşitliliği için mi? Bilmiyorum” diyor. Sonra başını çevirdi, o kadar keskin baktı ki ciddi bir konuya başlayacağını anladım. “Biliyor musun insanın şu dünya hayatında sahip olduğu en büyük zenginlik, iç âlemindeki duygularıdır. Şu dünya anlayışında duygulu olmak ve duygulara yenilmek insanın zaafı gibi gösteriliyor. Halbuki duygulu olmak insanı insan yapan özelliklerdendir. Duygunun yanlışı olmaz. Bütün duygular doğrudur ve kaynağı kalptir. Yanlış olan kalpten gelen doğru duygulara çekilen settir. Ve bu, zaaflı olmamak adına yapılmaktadır. Üzülmek, sevilmek, coşmak, mahzunlaşmak, merhamet duymak, öfkelenmek, bunların hepsi yaşamla bütünleşmiş olan insanın iç âleminin dışarıya olduğu gibi yansımasıdır. İnsandan zaafsızlık adına ya da kuvvetli olmak adına merhameti kaldırırsan yani önüne set çekersen, Nazi canavarlığı gibi insan ötesi bir şey ortaya çıkmaz mı? Terörler de böyle kendi ideolojilerini doğru bularak bu ideolojileri yerleştirmek adına merhametsizce saldırı değil midir? Burada ideolojinin maşası olunmuyor mu?”

Bu konuşma bende yine farklı bir boyuta uçuş sağladı. Ne kadar haklıydı. Tam da ortamın bütün duygularımı harekete geçirdiği şu anda nasıl da yerinde bir konuşmaydı. Bütün konuşulanlar tam kalbimin ortasına oturuyordu. Hiçbir yerden böyle fikirler duymamıştım. “Efendim bu zaafsızlığa dünya gerçeği diyorlar. Sizce dünyanın gerçeği bu mu? Kuvvetli olmak için kalbimizi devreye sokmamalı mıyız? Gerçek kuvvet sizce nedir?” Aslında maksadım O’nu biraz daha konuşturmaktı. Yoksa söylediklerine kalbim tam onay veriyordu. Öfkelenerek “Bu, dünyanın gerçeği olamaz ancak kıyamete gidişin gerçeği olabilir. Kudretin hakikati sun’i olarak geliştirilen hareketler ile değil, olduğun gibi olup iç âlemindeki hiçbir şeyi örtmeden kendindeki gerçeği yakalamaktır. Ve burada sırtını sadece Yaradanına dayamaktır. Ve bazı duyguları doğru yönlendirerek yine duygularını kullanmaktır. Meselâ öfke duygusunu sahip olamadıkların için değil haksızlıklar için kullanmak, insanı kudretli kılar ve olumlu sonuca da ulaşılır. Aynı şekilde merhamet duygusunu merhameti hak eden için kullanırsak, nefsimizin ulaşamadıkları için kullanmazsak, yerinde olur ve insanı kudretli kılar”.

Ben anlıyordum, lâkin insanların bu fikirleri nasıl kabul edeceğini bilmiyordum. “Efendim, ben insanların bu dünya düzeni seviyesinde olanlarının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Sizin doğru olduğuna inandığım fikirleriniz gibi fikre sahip olanların, pek az olduğunu sanıyorum. Doğrusu yanılmayı isterdim. Çocuklukta başlayan eğitim, yani ailenin evlâdını büyütürken verdiği öğretiler hep; başarılı olmayı, başkalarını geçmek, gerekirse ezilmemek için ezmek, sahip olduklarını kimseyle paylaşmamak, yüze gülmek, işlerini yükseltmek için her türlü yola başvurmak gibi şartlara bağlıyor. Sanki adeta başarıyı yakala da nasıl ve hangi yoldan yakalarsan yakala komutu gibi oluyor. Ve başarı, elde ettiği işi ve sahip olduğu maddi unsurlar olmuyor mu? Ben doğrusu çok şaşırıyorum. Birisinin çocuğunun başarısı anlatılırken, kazandığı okullar, ülke dışındaki mastırları, v.s. anlatılıyor. Kimse dürüstlüğünden, adil oluşundan, hizmet amaçlı çalışmalarından söz etmiyor. Meselâ evlenecek kızların anneleri de kızlarına çıkan taliplerin evi, arabası, yazlığı var mı, diye soruşturuyor. Kimseyi kandırmamak, hak yememek hiç sorulmuyor. Bu nasıl bir düzen ve nereye kadar gidecek?”.

Yüzü gerilmişti ve bu konuda yaralı olduğu anlaşılıyordu. “İşte duyguları yok edersek, geride madde kalır. Madde de daha sonra yine maddeyi getirir. Bu işin sonu giderek büyüyen maddi dünyadır”. “İnsanların az bir kısmı iyi ve kaliteli besleniyor. Çoğu açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Tok olanlar daha ne yiyeceklerinin hesabını yaparken, bir yandan da torununu hatta onun da torununu doyuracak kadar biriktiriyor. Şimdiden. Ne korkunç bir hayal. Belki de biriktirdikleri asla yerine ulaşamayacak. Bütün bunların sebebi, çocuklara dünya hırsının ve sahip olma arzusunun yeterinden fazla verilmesi. Yoksulları, açları göstermemek, ölümü kendilerine uzak görmek gibi bir bilgisizlik içindeyiz. İnsanlar vicdanlarını örttüklerinde, başkalarının acılarını göremeyen körlüğü yaşıyorlar. Bu tabii ki bir körlüktür. Bir de kendini karşındakinin yerine koyamamak, onun yaşadıkları senin başına gelirse ne yaparsın? sorusunu, asla başına gelmeyecekmiş gibi kendine soramamak da aynı şekilde bir körlük yapar. Bütün bunlar acı bir aldanıştır. Bir gün belki de kendi başına gelmesi mümkün olan hiçbir acıya alışamamaktır. Esasen böyle durumla karşılaştıklarında kabul etmeleri zor olmuyor mu? Halbuki insanlar hastaneler, akıl hastaneleri, hapishaneler gibi yerleri, düşkün ve acizlerin bulunduğu yerleri arada sırada dolaşsa, en büyük fayda yine kendilerine olacaktır”. “Her gün huzur evlerinin sayısı artıyor. İnsanlar diğer düşkünleri değil, kendi annelerini, babalarını düşkün olarak görmeye, onlara hizmet vermeye tahammül edemiyorlar. Senede bir gün, iki gün tatillerinden vakit ayırırlarsa ne alâ…”

Beylerbeyi’ne yanaşıyoruz. Vapur alımlı çalımlı yanaşıyor. Yolcu pek az. Biraz inen biraz da binen oldu. Beylerbeyi çocukluğumun ilk durağı. Anne tarafımdan Beylerbeyi’liyiz. İskelede, sahilinde, şimdi misafirhane olan okulunda, teravih namazları kıldığımız camiinde anılarım çabucak dolaşıverdi. Denizden görünüşü pek asil. Zamanında iskelede insanların birbirine yol göstererek “buyur” demeleri söylenir. İsmini belki bundan belki de bir beylerbeyinin burada mekân tutmasından almış olmalı. Tarihi yakalamış bir belde. “Senin memleketine geldik değil mi?”. “Evet efendim. Şanslıyım ki bu tarihi beldenin havasını uzun süre kokladım”. “Biraz ailenden bahset”, dedi. “Annemin babası Bulgaristan Kızanlık’tan babasıyla birlikte göç etmiş. Ve Beylerbeyi’ne yerleşmiş. Hikaye uzun, sizi yormayayım. Dedem o devrin sağlık bilgilerini öğrenerek büyümüş. Günün birinde Beylerbeyi Sarayı’na Sultan II. Abdülhamit Han’ın yanına tavsiyeyle alınmış. Berber başı olarak. O zamanın berberleri aynı zamanda diş çeker, hacamat yapar, sülük ile kan alırlarmış. Yakın zamana kadar hacamat takımları, diş aletleri ve her türlü bitkisel tedavinin yazılı olduğu bir defter çekmecede duruyordu. Sultan, Ali dedemi çok sevmiş. Çok yakınında tutmuş. O tarihte haftada bir gün Kuleli Askeri Lisesine görevle gidiyormuş. Hatta orada Atatürk ile de karşılaşmış, ona da hizmet vermiş. Sonra malumunuz jurnalcilik işleri ve dedemin Sarayburnu’ndan geri dönüşü ve padişahtan hizmetten azat edilmesini rica edişi var. Jurnalciler kıskançlık sebebiyle padişahla arasını açmak isteyince dedem saraydan ayrılmış. Akaretler yokuşunda bir antikacı dükkanı açarak, bundan sonraki hayatını antikacılıkla geçirmiş.

Sonra uzun hikaye anneannemle evlenmesi ve Beylerbeyi’ne getirmesi var. Çamlıca Caddesindeki yokuşta bulunan bu üç katlı kâgir evde, üçüncü nesil olarak ben yaşadım. Sonra kız kardeşimin çocukları da dördüncü nesil olarak yaşadı”. Derin izler bırakan hatıralarımdan söz etmemeyi uygun buldum. Ne önemim vardı ki. “Rahmetli Ali dedenizi görmediniz sanıyorum. Ahlâkı nasıl anlatılır? Ondan size kalan bir huy, ahlâk var mı?”. “Bilmiyorum”, dedim. “Fakir babasıymış. Onların hacetlerini görür, yemek yedirir, evleneceklere yardım eder, hastalarıyla ilgilenirmiş. Evin üst katında yaşanır, orta kat misafirlere ayrılırmış. Orada iftar yemekleri verilir, eve ihtiyacı olan garipler yerine yerleşinceye kadar orada vakit geçirir, hastalar nekahat dönemini burada yaşarlarmış. En alt katta mahallenin kedileri için yemek pişer ve doyurulurmuş. Benim çocukluğumda da böyleydi. En alt katta kimsesiz Tayyibe Hanım Teyze vardı. Sayısını bilemediğim kadar çok kedileriyle…”

“Dedem imanlı biriymiş anlaşılan. Namazını ve orucunu aksatmadan yerine getirirmiş. Bana böyle anlatılmıştı. Sanırım benim ona benzer bir halim yok”. Bakî Efendi gülümsedi. Cebinden kehribar bir tesbih çıkardı. “Bende dünya malından en kıymetli olan bu tesbih, Selanik’de yaverlik yapmış olan rahmetli Şakir Dedemin hatırası. Bunu size emanet ediyorum. Sizde dedenizde olandan daha fazlası var. O Beylerbeyine açılmış bir sayfa, siz ise cihana açılacaksınız. O zaman bu günü yad edersiniz”. Korktuğum başıma gelmişti. Namaz kılmam, söylenebilecek en ince şekli ile söylenmişti. Aldım, öptüm, başıma koydum. Sonra da gömleğimin göğüs cebine, tam kalbimin üzerine…

Namaz kılmak zor geldiği için kılmıyordum. Daha doğrusu sanki daha özel insanlara ait gibiydi. Lâyıkıyla yapabileceğimden emin değildim. Ama şimdi yapabilirim, diye düşünüyordum. Bakî Efendi’ye ait bir özellik de, galiba bir şeyi söylediği zaman kolaylaştırıyor gibiydi. Sanki mümkün oluyordu. Vapur dalgalar üzerinde salınırken ruhumu secdede eğiyor, büküyor, şevkimi attırıyordu. Eve gidince hemen denemeliydim.

NİHAYET HUZURUNDA EĞİLİYORUM   

İskelede ne inen, ne de binen yolcu vardı. Kış mevsimi gelmiş gibi sakin iskelede yalnız biz vardık. Simitçinin mis gibi kokan simitlerinden aldık. Kır gazinosu gibi sade bir yerde çay ile simitlerimizi afiyetle yedik. Hiç konuşmuyorduk. Oradan Yuşa Hazretleri’ne revan olduk. Bir tabire göre peygamber, diğerine göre ise veli imiş. Her ne olursa olsun makamı ferahlık veriyor. Gün bitmeyecekmiş gibi. Bakî Efendi bahçedeki şadırvanı göstererek “İstersen abdestini al, öğleni kılalım”. Burada başlamam iyi olacaktı. Bakî Efendinin ve Yuşa Hazretlerinin şahitliğinde namaza başlamış oldum. Kul kusursuz olmaz fikriyle eksiklerimi görmemeye çalışarak secdeye vardığımda bütün varlığımla duygulanmıştım. Duyguları saklamamak adına göz yaşlarımı bırakıverdim. Evet önünde eğilinecek tek yerdi. Eğiliyordum. Bu eğilişten anladığım: “Senden başkasına eğilinmez, Senden başkasının kulu olunmaz.”idi. Sana kul olmak veya Senin esirin olmak beni Senden başka her şeye esir olmaktan azat edecekti. Hür olacaktım. Senin uğruna verdiğim hürriyetim, sonu olmayan bir Bakî için verilmiş hürriyet idi ve değerdi. Bu en değerli şeyimi sadece sana vermek ile fâni olan her şeye yönelen tutkularımdan beni kurtaracaktı. Bu mânada namazın esas mânasının secdede saklı olan sırrını keşfettim.

Benim için o gün Yuşa günü oldu. Ve secdenin hakikatinin açıldığı gün olarak kaldı. Yuşa Hazretleri tepede boğaza ve Karadeniz’e hakim manzarasıyla muhteşemdi. Suyundan içtik, toprağında oturduk, mescidinde namaz kıldık. Bizi konuk etti.

Günün dönüş kısmında anlatacak pek fazla şey konuşulmadı. Dağlar morarmaya, sular kararmaya başladı, ömrümde seher vakti, vapurda akşam oluyordu.

ÖMRÜMDE SEHER VAKTİ    

Kendimin dışında yaşarken, yani kendime uzak kendimi tanımaya çalışırken, kendime yaklaşmıştım. Hem de bir hayli. Kendi dışımdan kendimi seyrederken, her iki ben de yerine oturmamış, uçucu bir şey gibiydi. Şimdi kendime yaklaşmışlığımla biraz daha sağlam olarak kendimi yakalayabiliyorum. Bu sağlamlık yeni tanıdığım bir şey. Kendim kendime baktığımda yeni bir film izliyor gibiyim. Çok değişiklik olmuş, henüz filmin sonunu bilmiyorum. Et ve kemikten olan ben aynı, içimdeki ben ise çok farklanmış. Yani iç âlemim baştan sona yıkılmış ve yeniden yapılanmakta. Kur’andan bir ayeti hatırlıyorum. “…padişahlar bir ülkeye girince orayı tarumar ederler, sonra yeniden abad ederler…” Gülümsüyorum, nasıl bir alâka kurdumsa Padişah(Allah) kalbime girdi. Oradaki her şeyi yıktı. Yerle bir etti. Şimdi kendi nizamı üzere yeniden mamur ediyor diye düşünüyorum. Bu yorumu biraz çocukça bularak kimseye söz etmiyorum. İçim gülüyor, başım dumanlı, mutluyum.

Erenköy, Fatih, Beşiktaş, Eyüp. Bu duraklar arasında geçen hayatım değişiklik olmaksızın devam ediyor. Yaz bitti. Güz geldi. Kurumuş sarı yapraklarını yere serdi. Erenköy’ de daha erken kış soğuğu iliklerde. Ellerim cebimde, gözlerim yerde düşünerek yürüyorum. Daha öğrenebildiğim ufak tefek şeylerin sevincini yaşarken birkaç sene devriliveriyor. Öğrendikçe ilim gözlerimde genişliyor. Öğrenmek, öğrenemediklerini fark etmek olmalı, diyorum. Sonu olmayan bir derya. Birkaç ömür verilse de yetmeyecek bir öğreniş. “…ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve Allah’ın ilmini yazsalar bu ilimden bir şey yazmış olamazlar…” ayetini hatırlıyorum. Ürperiyorum. Hava mı soğudu?

Acaba erenler, Erenköy’de mi otururlardı. İstanbul kadısının Kadıköy’de oturduğu gibi ya da bostancıların Bostancı’da oturduğu gibi. Böyle tuhaf düşüncelerim hep oluyor. İnsanların yakıştırmaları kolay çözülüyor. Allah’ın muradını bilmek çok zor. “Hakkı ancak hakkıyla Hak bilir”, “Hakkı en güzel Hak sena eder” hadislerini öğrendiğimde bu kadar bilinmezliğe doğrusu şaştım. Ben bile bu yüce bilinmezin pek çok yönünü biliyordum. Ama şimdi böyle düşünmüyorum. Bilebildiğim her şey, bilemediklerimin çokluğunu gösteriyor.

Bütün insanlık âlemi kendi başına bir kâinat imiş meğer. Her kime yönelsem, duyguları, üzüntüleri, yaşantıları itibarıyla koskoca bir âlem. Yer küredeki bu çeşitliliğin Allah tarafından düzenlenmesi, belli bir sisteme oturmuş olarak yerli yerinde yürümesi şaşırtıyor beni. Yüceliğin gerçek mânasını seziyorum gibi… Belki de henüz anlamaya başladım. Bu anlayış lâfla olmazmış. Yaşıyorum, yaşayarak anlıyorum. Her Allah sözü eden O’nun büyüklüğünü söyler ama bu sezgi ile mi? Ben kendimi şanslı buluyorum. Sanki Yaradan’ımı anlamaya başladım. Elbette takdir etmekten söz etmiyorum. Zira takdir etmek için o seviyeye yükselmek lâzım. Ben sadece hayranlık duyabiliyorum. Yarattıklarını olduğu gibi kabul eden, kurallarını bildirip, zorlama yapmayan, gönül ile razı olarak kendisini tercih eden bir hazine arıyor. Evet, evet böyle hissediyorum. Pahalı bir varış noktasında anlatılamaz bir yüce varlık… Kendine ait olan her bilgiyi ancak her şeyinizi alarak veriyor. Lâkin vermeye hevesli değil. Hevesli olmayana bir sıkıntı veya belâ yok. Nizamı bozmadan yaşayabilir. Ama eğer kendisini talep eder ve hevesi kabarırsa, pahalı, hem de çok pahalı… Böyle düşünüyorum, böyle hissediyorum, yavaş yavaş ve emin olarak yaklaşıyorum… “Gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murad ettim, insanı yarattım” hadisini anlıyorum galiba. Gizli hazine cesaret ve sebat ile aranıp, bulunabilir, diyorum. Haydi cesaret, sebat… Hazineyi bulmaya.

Sanki başka hiçbir sebep için değil de sadece O’nu aramak için yaratıldığıma inancım büyüyor. İnsan oğlunun tarih boyunca bu kavramdan uzak nasıl yaşadığını çözmeye çalışıyorum. Benim için adeta mümkün değil, görünüyor. Ama eğer kendimdeki o ilk gerçeği göremeseydim, ben de diğerleri gibi fark etmeden yaşamın içinde kaybolup gitmeyecek miydim? İlk aynaya bakış ile yakaladığım gerçeğimi… İçimde yaptığım yolculukta, sanki biri bana eşlik ediyor. Hep gözetim altında olduğumu hissediyorum. Fazla bir başarı gösteremesem de niyetim belli. Ameller de niyete göre değerlendirildiğine göre, her zaman niyetim sabit olmalı. O’na yakınlaşmalıyım, aynı lisanı kullanmalıyım veya O’nu anlamalıyım. Bunu yakalayabilme ümidi ve uzak kalma korkusu… İkisi arasında gidip gelirken başım dönüyor. Kendimi insanların en ihtiraslısı olarak görüyorum. Diğer bütün ihtirasların ufaldığını, değer kaybettiğini görmekteyim. En büyük olana istek ve arzu, ihtirasların en büyüğü değil mi? Peki insanı ihtiraslardan uzak olmaya sevk eden Kuran ve Hadis tavsiyeleri şerefli yaratılmış olan insanı ufak tefek isteklerden korumak ve “sen daha iyi şeylere lâyıksın, en büyük olana yönel” demek mânasını mı taşıyor? İşte böyle hep düşünmekteyim. İnsan için ne kadar az düşünür denilmiyor mu?

GÜNAHLAR MESELESİ 

Günahlarım konusunda kendimi insafsızca eleştiriyorum. Kendime göre bir sınıflandırma yapmaya çalıştım. Niyetim bu sınıflandırmaya göre kendimi zaman içinde arındırmaya çalışmaktı. Günlerce çalıştım ama sonuca ulaşamıyordum. Sonra sebebini buldum. Kendimi hep benden daha eksiklikler içinde olanlarla kıyaslıyordum. Böyle olunca bilânço daima beni temize çıkarıyordu. O zaman fark ettim ki bütün alçak gönüllü görünüşüm altında korkunç bir kibir vardı. Günah olarak bu kendini beğenmişlik yeterdi. Yıkıldım. Kibir Allah’a mahsustu. O’nun bir ismi Kibriya değil miydi? Bundan sonra Mustafa Bakî Efendi ile kıyas yapmalıydım. Örneğimi bulmuştum. O’nun gibi olmak belki çok zordu ama bu yolda gayret göstererek hayatımı tamamlamam gerekiyordu. Olabildiği kadar… Rahat bir nefes aldım. Artık bu seferki amacım görünür olmuştu. İş kolay, diye düşündüm.

Günahlarımı sınıflandırmayı bir yana koydum. Kendimdeki yolculuk bitmez görünüyordu. Tam bir konuyu hallediyordum ki altında daha derinde başka bir şeyle karşılaşıyordum. Anlıyordum ki bu; Allah ile aramda nice perdelerin var edilmişliği idi. Bunları yaşarken ben var etmiştim. Şimdi de kaldırması bana düşüyordu. Böylece yakınlığı elde edebilecektim. Bu sebepten sınıflandırarak değil, karşıma çıkanla uğraşacaktım. Bu kararlı tavrın beni, şimdiye kadar her işi bir plân dahilinde yürütmüş olma alışkanlığından uzaklaştıracağını düşünsem de, böyle yapmaya karar verdim. Önümüze çıkanı görelim, diyorum.

Bir seferinde utandığım şeyleri düşündüm. İnsanlar fakirlikten, bilmediğini itiraf etmekten, özür dilemekten, hatasını kabul etmekten, başarılı olamamaktan utanıyor. Benim utandıklarım da aşağı yukarı böyle şeyler gibi. O zaman utanma duygusunu da yanlış kullandığımızı fark ettim. Evet, meselâ fakirlikten değil de zengin olup, hak yemekten, fakirlerin halini anlayamamaktan, kibirlenerek fakir olanlara yüksekten bakmaktan, fakirlerle beraberliği istememekten utanmalıyız, diye düşündüm. Onlar için bir şey yapamamaktan, kendimizi onların yerine koyamamaktan, onlar aç iken tok olarak uyumaktan utanmalıyız diyorum. İhtiyacımızın dışındaki lüks olan şeyleri elde edemeyince şikâyet etmekten utanmalıyız, elimizdeki fazla olanı paylaşamayınca utanmalıyız, hatta elde ettiklerimiz için sevinip, şükrederken utanmalıyız. Zira sanki “oh çok şükür benim evim yanmadı” demiş olmuyor muyuz? Burada şükrün kıymeti olabilir mi? Bu şükür çok kabaca yapılmış olmuyor mu?

Bilmediğini itiraf etmek de zor bir şey, bayağı kuvvet ister. Mustafa Bakî Efendi’ye dikkat ettiğimde, bir konu hakkında konuşurken “biliyorsam söylerim, bilmiyorsam araştırır, öğrenir sonra söylerim” diyordu. Bunu her zaman söylediği halde bu güne kadar cevap veremediği ve araştırmak zorunda kaldığı bir şeyle karşılaşmadım. Ama o her zaman “İnsan her şeyi bilmek durumunda değildir. Elbet bilmediklerimiz olacaktır” der, ve buna gerçekten inanarak söylediğini hissettirirdi.

İnsanın çok zor yenebildiği bir durum ise, haksızlığını kabul ederek, özür dilemesi imiş. Bunu şimdi anlayabildim. Ama ne olursa olsun özür dilemeyi öğrenmeliyim. Bunu yaparken de lâf olsun diye değil, inanarak yapmalıyım. Başkalarına zorla haklılığımı kabul ettirmeye çalışmanın zorbalık olduğunu idrak ediyorum. Kendinde insaf olan kişi, sükûnetini koruyarak, insaf nazarı ile kendine baktığında, ne kadar haklı ve ne kadar haksız olduğunu görebiliyor. Böylece bir defa haksızlığını kabul edince de artık özür dilemek kolaylaşıyor. Burada unutmamalıyım ki özür dilemenin yolu, sakin olarak kendine bakıp, haksızlığını kabul etmekten geçiyor. Asla unutmamalıyım. Beş yıl önce bunları algılamadığımdan, nice haksız davranışlarda kendimi görüyorum. Sonsuz şükürlerim beni bana gösterene ve kirliliğime rağmen ayakta duracak gücü ve ümidi kalbime doğdurana…

ASLA ZARAR VERME!

Başarı konusuna gelince, kafam karışıyor. Başarı nedir? Nasıl elde edilir? En büyük başarı, insanda var olan temiz değerlerin kirlenmeden korunabilmesidir, diye düşünüyorum. Meselâ iyi bir kariyer; taviz vermeden, değer yıpranmasına uğramadan, kimsenin önüne hileli engel koymadan ve ihtiras ile kaybetmeyi asla düşünmeden kazanılmışsa, başarıdır. Aynı şekilde iyi bir kazanç; haksızlıklar yapmadan, kimsenin emeğinden zorbaca istifade etmeden, insanların alın terlerini kendi menfaati için kullanmadan, kazancının içinde fakirlerin haklarının da olduğunu unutmadan elde edilmiş ise, başarıdır. Bütün bunların ışığında düşünülürse, kaç kişi başarılı olmuştur? İnsanların değerlendirmeleri ile, Allah’ın değerlendirmesinin farklı olduğunu düşünüyorum. Hatta tam olarak zıt geliyor. Allah için başarı temizliğini koruyanlar ve kirlenmiş olanların temizlenme çabası diye özetlenebilir. İnsanlar için ise, az bir kısmını konunun dışında tutarım; dünyada ele geçirilebilecek her şeyi elde etmek olmuyor mu? Ben şimdilik kendim için varabileceğim başarı çizgisini ASLA ZARAR VERMEMEK olarak görüyorum. Ne insana ne de başka bir canlıya hatta eşyaya bile, yani hiç bir şeye zarar vermemek olarak görüyorum. Bunu başarabilirsem ne mutlu bana…

Bakî Efendi’ye bir gün bundan söz ettim. O da bana “biliyor musun? Tıp fakültesinden mezun olan doktorlara böyle bir tavsiyenin olduğunu duymuştum: asla zarar verme (nil nocere). Bu, doktorların hastaya fayda veremeseler bile, zarar vermemelerinin de bir fayda olduğunu anlatır. Ya da fayda verecek hale gelinceye kadar, hiç olmaz ise zarar verme, mânasını taşır. Evet insanlık âleminde bütün insanlar bunu uygulayabilse, dünya hayatı Cennet olurdu.

İçim bir şey daha anlamak sebebiyle, kanatlandı yine, uçuyor. Herkese duyurmak, anlatmak için sabırsızlanıyorum. Bakî Efendi halimi fark etti. “Biz yaşadığımız kadar bu gerçeği bilerek bu günlere geldik. Sakin ol. Beş yıl önceki halini düşün. Bunlardan haberin bile yoktu. Şu an, senin için anlama, idrak etme anı. Yani insanlar bunu ya bir gün anlarlar, ya da anlamadan göçüp, giderler. Bu hakikati de kabul et ve sana gösterilenler için şükrünü arttır”.

Ben ne için öğrenmiştim? Bunları anlatıp, yaygınlaştıramadıktan sonra öğrenmemin kıymeti ne idi? Hemen cevabımı alıyorum: “Eğer Allah dileseydi bütün insanları hiç günah işlemeyecek durumda yaratırdı. O bundan asla aciz değildir. Kuran’da bu mealde ayetler de vardır. Burada doğruyu ve gerçeği bulma kapısı hep açık tutulmuştur ve insanların özgür iradeleri daima kıymetli olmuştur. İstenir ki insanoğlu kendi dileği ve tercihi olarak bunu yapsın. Peygamberler ve kitaplar bunun için gönderilmiştir. Bu kapı herkes için açık olmakla birlikte, herkes bunun değerini bilemez. Dünyada belirli pozitif enerjinin sabit kalabilmesi için, belirli bir oran sağlanır. Yani aynen ayet ile belirtildiği gibi: (bu Allah’ın lûtfu keremidir, onu dilediğine verir). Sen de kendini bu fikre alıştır. Sana düşen ise şimdilik şükrünü arttırmaktır”.

Aklım iyice karışmıştı. Bu kadar büyük bir piyango bana neden ve nasıl vurmuştu? Ve de dünyanın gidişatı üzerinde etkim niye olmamalıydı? “Efendim, o zaman emirleri ve yasakları duyurmak işi bu konunun neresinde kalıyor?” diyiverdim. Gülümsedi. Gülümsediği zaman gözleri ile gülümsüyordu. “Burada haklısın. Ama bir konu hakkında bir fikrin olunca karşındakine söylediğinde ne kadar etkin olur, düşün bir kere. O konuyu yaşıyorsan o zaman başka. Meselâ tok açın halinden anlayabilir mi? Tok olan aç olana karnı tok olduğu halde sabret, dese ne kadar etkili olur? Açlığı bilenin konuya yaklaşımı ise farklıdır. Emirleri ve yasakları bildirme işi bunları yaşayarak, hayatına geçirenler tarafından yapılmalıdır. Bu ise sadece ameller ile olmaz. Allah’ın bize bildirdiği emirler ve men ettiği yasaklar insan için kâfi değildir. Aslolan ise, bu kurallara uyarak yaşamayı öğrendikten sonra, ahlâkı düzenlemektir. Hadis ile belirtildiği gibi (din güzel ahlâktır). Şimdi birini düşün: yasakları dinlemiş ve yaşamına geçirmiş. Emirleri de duymuş yapıyor. Ama öze inememiş. Bir yandan sanki öbür dünya ya varsa der gibi, gayret gösterip amellerine devam ediyor, bir yandan da meselâ ticarette yalan söylenebilir diyerek yalan söylüyor, başta eşi ve çocukları olmak üzere insanları üzüyor, incitiyor, verdiği sözü tutmuyor, haksızlıklar karşısında hakkı ayaklar altına alıyor, taraf tutuyor, emanete hıyanet ediyor… v.s. bütün bunlar olmasa bile, Allah’ı uzak ve o anda yok sanarak, kimsenin olmadığı, görmediği yerlerde bunları rahatlıkla yapabiliyor.

Ameller ve bütün ibadetler, güzel ahlâka gitmek ve bunu benimseyip hayatına geçirmek içindir. Yani Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkı ile ahlâklanmak içindir. Peki sadece ibadetleri yeterli görerek, kendini düzenleyemeyen bir nevi pazarlık yapmış olmuyor mu? Bu sadece pazarlıktır. Ve: (ben sana kulluk ediyorum, sen de buna karşılık beni Cennetine koy. Bu amelden uzak olanlar da Cehennemliktir) demiş olmuyor mu? İşte böyle birinin emirleri ve yasakları duyurmasının ne gibi faydası olur? Karşısındaki insanın aklı yok mudur ki hiçbir konuda örnek olamayan birinin sözleri kalbine işlesin? Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Şu evrende eğer böyle bir kişiden yerdeki toprak şikâyetçi ise, o kişinin sözü karşısındakinin kalbine işlemez. Bütün insanlara dost olacak, hiç düşmanı olmayacak, kimse ile davası olmayacak, hayvanlar, bitkiler, ve bütün eşyanın hoşnut olduğu biri olacak. İşte o zaman ne söylerse etkili olur. Ve emir ve yasakları bildirmek konusunda da yetkili olur. Gerisi kuru bir lâftır. Ben böyle bilirim”.

O SENSİN, O SENSİN  

Ne kadar haklı idi. İçim coşmuş, bağırıyordum. Az önce saydığı özelliklere sahip olan kendisiydi. “O sensin, o sensin” diye bağırıyordu içim. Dışım sessiz ve düşünceli. Bütün insanlık âleminin sıkıntısını çektiği konuları nasıl da halletmişti. Nasıl böyle olabilmiş ve devam ettirebilmişti? Artık belki de yapacak bir şeyi kalmamış veya düzeltilecek bir tarafını bulamıyorken, nasıl da alçakgönüllü oturuyordu. Şu ana kadar kalbimde bir sıkıntı yaratacak hiçbir tavrına şahit olmamıştım. Beni en çok etkileyen hali ise, her tanıdığı yeni yüz ile ümidinin yükselmesi ve hayata hep olumlu bakışı idi. Her olayın olumlu yanlarını hemen görüvermesi, her kişinin kusurlarına rağmen iyi yönlerini bulup, değerlendiriyor olması idi. Dünya hayatına hiç bağlı değilmiş gibi gördüğümde, bizlerden daha bağlı olduğunu fark ediyordum. Ahiret hayatına gelince… Bir hadisi hatırladım: “Hiç ölmeyecek gibi çalışın, yarın ölecek gibi ahirete hazır olun”. İşte böyleydi. Her şeyi yerinde ve zamanında yapıyordu. Vaktin oğlu, diye düşündüm. Gereken gerektiğinde, gerektiği gibi…

ZİKİR SOFRALARI    

Mustafa Bakî Efendi ile sohbet etmek, daha doğrusu konuştuklarını dinlemek bir zevk idi. Daha önce hiç tanımadığım bir zevk… Ne yazık ki kendiliğinden asla konuşmuyordu. O’nu en iyi ben konuşturuyordum. Bazen kızabileceğini göze alarak ufak tefek şeyler de soruyordum. Çoğu zaman büyük ve önemli konular, bu ufak tefek sorulardan açılıyordu. Kızmasından ve delici bakışları ile “bu da sorulur mu?” dercesine yüzüme bakışından asla çekinmiyordum. Bu O’nun hali idi. Ben de o halin içinde kaybolmaktan memnun oluyordum. Eğer iltifat etse, var olacaktım. Bazen de böyle oluyordu. Ama beni kızarak yok edişi çok hoşuma gidiyordu. Var olmaya hazır değildim anlaşılan. Yoklukta kaybolunca, ancak ve biraz O’nun haline vâkıf oluyordum. Bu da bana keyif veriyordu. Sanki gizli bir şeyi körlemesine keşfediyor gibiydim. Değerdi, her şeye değerdi O’nu tanımak.

Bir gün beni evine özellikle geceleyin davet etti. O gece Perşembeyi Cuma’ya bağlayan gece idi. Ve ben o gece zikir yapılacağını biliyordum. Dostlarından duymuştum. Lâkin bu güne kadar böyle bir ibadete katılmayı çok istediğim halde taleb etmemiştim. İçimdeki ses böyle diyordu. O’nu tanımak bile bir şans olduğu halde, bir de böylesi isteklerde bulunmak oburluk gibi gelmişti. Yanılmamışım ve iyi etmişim. Bana “bu gece bize gel ve zikrimize katıl. Bu güne kadar haberli olduğun halde, istekte bulunmadın. Bu da senin için iyi oldu. İnsanlar sınırlarını bilmeli ve bunu zorlamamalı. Sen seni düşünmezsen, Allah sahibin olur ve düşünür” dedi. Uçuyorum sevinçten. Bana doğruyu hissettireni görüyorum. O gece Erenköy kokusu, yalın ayak ve çıplak gibiyim. Musa Peygamber’e Tur dağında ayağındaki nalınları çıkarıp yaklaşmasını söyleyen Rabbim. Beni de soydu. Soyunmak, maddi dünyadan sıyrılarak, sadece Hakk’a yönelip, odaklanıp, başka hiçbir şeyle aklı, fikri ve kalbi meşgul etmemekmiş meğer.

“Beni zikredeni (ananı) ben de zikrederim(anarım)” ayetini yaşayacağım. Bakî Efendi önceden bir açıklama yapıyor. Yine her dağınık görüneni bir araya toparlayıverdi: “Zikir, Allah’ı anmak, O’nunla olmak, O’ndan başka her şeyden, her fikirden sıyrılmaktır. Namaz böyle kılınmalıdır ve kendisi olduğu gibi zikirdir. Oruç ta öyle. Yapılan her hangi bir iş Allah’ı unutmadan hak ve hukuk gözetilerek, adilâne olduğunda, halis zikirdir. İşte bunu iyi anlamak lâzımdır”

Dostlar geldiler ve Allah’ın isimlerini saymaya, yani zikre başladık. Kendimi tamamen unutmuşum. Bir huzur ortamı ve kalbin sükuneti… Gözlerim ıslanıyor. Yanaklarım ve yüzüm benim değil gibi. Bittiğinde kendim varım. İliklerim dolu, mutlu. Ben ise ağırlığım artmış gibi varlığımı hissediyorum. Tüy gibi hafif ve nahif olan bedenim bir kaya bloğu gibi ağırlaşmış. İçim, dışım Allah ile dolmuş gibi geliyor. Bunu taşımakta zorlanıyorum. İlk zikir gecesinden hissettiklerim bunlar…

Ardından sofralar kuruldu. Yoğurt çorbası bu kadar güzel mi olur? Salata ve pilav ile tamamlanan yemeğimizin son noktası çay ile kondu. Neler hissettiğimi anlatamam. İlk defa insanlığımın değerini fark ediyorum ve yaşamaktan, dünyaya gelmiş olmaktan mutluyum. Kendimi de çok seviyorum… Bunları bu kadar yalın hissetme sebebimin, hiçbir şey düşünmeden, geleceğe ait plân olmaksızın, geçmişe ait bir pişmanlık da olmaksızın, sadece o ana yönelerek yaşamış olmaktan kaynaklandığını sonradan öğreneceğim.

Dördüncü Bölüm

Dördüncü Bölüm:

IHLAMUR YOKUŞU BİZE HASRET, BİZ DE ONU ÖZLEDİK     

Beşiktaş, hayatımın mihenk taşı. Hayatım orada başladı, nerede biter bilmiyorum. Bu arada işyerim olduğu için Ihlamur’a gidip gelmeye devam etmekteyim. Ama gidip gelmelerim sırasında bile oraları sanki hiç görmüyor ve yaşamıyor gibiydim. Sadece manevi hayatımın içinde, manevi hayatım ise her gittiğim yerde… Ihlamur yokuşunda ıhlamurlar açmış, kokuyor. Birden düşüncesizce vefasızlık yaptığımı anladım. Öyle ya hayatım bu yokuşla zenginleşmişken, nasıl da içinde yaşarken bu değeri kaybetmiştim. Bu sabah ıhlamur kokularını fark ederken, her şeyi birden fark ettim. Biraz üzüldüm. Fakat anlayışla karşılandım. Ihlamur yokuşu da bizi özlemişti. Toprağı ılıcık ayaklarımda, taşları yumuşacık topuklarımda. Ben sevdaya sevdalı bir işe yaramaz aşık, dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına gelen tilki misali, yokuş tırmanmaktayım. Ağzımda bir uzun hava:

“Yayla çiçeği misin a gözüm, seni derlesem,

Derlesem de baştan sona seni vermesem.

Bin ümit bağladım sana, geri gelmezsen

Yanarım billâhi, dumanım tüter,

Tüter de yerinde çiçekler biter”

Keyif yerinde, hayatım kendi ellerimde. Bir korku, bir ümit gidiyoruz derinde. Ben aşka aşık, ben sevdaya ümitli, ben bana yakın, ben mutluluğun tam ortasında… Ben özgür, ben zincirlerinden kurtulmuş, ben hastalıktan şifaya uyanmış, ben zengin, ben güçlü… Benim duraklarım çok, benim yollarım açık, benim efendim ben… Doğruya hayran, Hak’ka aşina, gerçeğin sevdalısı, ben engel tanımaz, ben yılmaz, yorulmaz, ben doruğunda doğruluk, ben ışıksız aydınlık…Ben zehir içerek, ben başım vererek, ben ihtiyaçlardan sıyrılmış, ben rüzgarın sesi, ben gecenin nefesi, ben bilmem ne kadar ben…Hepsi de bir kapta yoğrulmuş, mayalanmış, pişecek…Ne zaman?

Dükkânda sonsuza kadar orada kalacakmış gibi acelesiz çalışıyorum. Tezgahın tozu, eşyalara dokunuşum, ıhlamur hazırlamam, müşterilerle oyalanmam… Bendeki değişiklikler dışıma taşmış olmalı ki dostlar gülümsüyor hafiften. “Ee, anlat bakalım. Dünyayı kurtarmış gibisin. Bize de söyle. Ne bu halin? İçine sığmıyorsun da dışına da sığmıyorsun”. Ben ise mahcup, suskun. Onlar kim bilir nice zamandır bu halleri yaşamış ve içlerine sindirmişler. Utanıyorum. Kaba bir görgüsüzlük içinde kayboluyorum. Sadece “hiç” diyorum, hiç… Söylemeye değer olan her şey söylenemeyenlermiş…

Öğleden sonra üç ile beş arası, biraz daha tenha geçiyor. O zaman ney üfletiyorlar bana. Ben de memnun oluyorum. Zira konuşma olsa bile ney üzerine gelişiyor. Neyimin arkasına saklanıyorum. Orada kendi âlemimden söyleyemediklerimle baş başa… Zafer neyden yükselen sesin. Ben yokum orada, bir nefes kadar hükmüm var. Hatasız sesler ve notalar. Bunda da yine mutlaka Allah yardımı geliyor. Yoksa ben bu kadar dolaşık yumakları çözmeye çalışırken, ney üflemem biraz geri kalmıştır, diye düşünüyordum. Allah ne kadar büyük ve ne kadar kuluna kâfi: ve kefa billâh…

Eski bir el yazması Kuran getirdiler. Cildi için. Hayran olduk yazının kıvrımına, işlekliğine. Ne sabır… Kimler yaşamış şu dünyada, belki de ömrünü bu işe vakfetmiş… Belki yaptığı tek önemli iş bu olmuş ve yetinmiş. Böyle insanların yaşamış olması beni mutlu ediyor. Kendinden razı, yaptıklarından razı, kendisine kader adı altında biçilmiş olan elbiseyi giymekten razı… Okuyarak anıyorum. Cildi için görevlendirildim, Cağaloğlu’na ben götüreceğim. Diğer dostlarımdan daha genç olduğum için böyle işler çıkınca beni gönderiyorlar. Sonra Cağaloğlu’ndaki ciltçiden vazgeçildi. Sahaflarda yaşlı bir zat varmış. Böyle el yazmalarını tamir etmekten çok keyif alırmış. Biraz söylenirmiş ama, işin sonucu iyi olurmuş. Ver elini sahaflar…

SAHAFLARDA     

Sahaflar benim çocukluğumun tatlı anılarını saklıyor. Babamın babası olan dedem ile giderdik. Bazı eski eserler için, hatta okul kitaplarından bile bulunmayanları burada bulmak mümkün oluyordu.

Hafız Mennan amca gözlüklerinin üstünden şöyle bir süzdü beni. Sonra gözlerime bakarak “buyurun” dedi. Ben elimdeki emaneti uzatarak, paketi avuçlarına bıraktım. Öptü, başına koydu. Sonra bana doğru bakarak, “Senelerdir bu işle meşgul oluyorum. Cildini düzenledikten sonra o kadar benimsiyorum ki sanki çocuğum gibi oluyor. Ya bu kitabı onca emek ile yazanlar neler hissediyordur, kim bilir?” dedi. Ben de duygulanmıştım. Gösterdiği ince davranış ve Kuran’ı ellerinde tutarken takındığı saygılı davranış, onu çocuklaştırmış gibiydi. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına dağınık kitabı yüksek bir rafa kaldırdı. Bana bir ikramda bulunmak istediğini söyleyerek, çay söyledi. O gün çok şey anlattı. Benim ilgimi çeken ise, yaşı ile çocuksuluğunun bağdaşmaması idi. Günü tamamlayıp, eve döndüğümde, tarihimizi oluşturan zenginliği düşündüm. Nice hattatlar, tezhipçiler, nakkaşlar, ebrucular yetişmişti. Bu gün kim vardı bu zenginlikten? Ömrünü eserine vakfedenler neredeydi? Ben neden daha önce bunları düşünemiyordum?

Uyumuşum. Rüya görüyorum. Kuran harflerini avucuma yazıyorum. Her harfi yazınca dile gelip, halinden söz ediyor. Sonra da avucuma yazdığımı yutuyorum. Harf şekil alıyor, ağzıma yaklaştırınca ağız boşluğuma doğru uçuyor… Önce “elif” yazdım. “Ben doğruluğu gösteririm. Allah’ın adı benimle başlar. Eğer Allah’a yaklaşmayı istiyorsan benim gibi dosdoğru ol”. Sonra lâm, mim, vav, ve diğerleri. Aklımda sadece elifin söyledikleri kalmış olarak uyanıyorum. “Dosdoğru ol!” kulaklarımda ısrarla yankılanıyor. Sonra Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in bir sözünü hatırlıyorum. “Beni (emrolunduğun gibi dosdoğru ol) ayeti ihtiyarlattı”. Demek ki O insanın doğru olamayacağını biliyordu, ne kadar olsa da bir yerlerde yine de eğrilecekti. Emr olunduğun gibi demekten kast edilen ise, ruh bedene İlâhi bir nefha olarak üflendiği zaman ne kadar arı duru ise, diye düşünüyorum. Yani insan dünya hayatında daha kirlenmeden önce, Yaradan’ı ile nice perdeler oluşturmadan önce nasıl dosdoğru ise… İşte böyle bir şeyler anlıyorum. İnsan eğer, Rabbi ile yakîni tesis ederse, o zaman, işte o zaman ancak tam doğruluk içinde olabilir diyorum. İnsan verdiği sözde dursa, emanete hıyanet etmese, kimsenin hakkını almasa, kimseye menfaati için riya yapmasa bile, incenin incesi bir eğrilik var, diyorum. İnsanların arkasından söylediğimizi yüzüne söyleyemiyorsak, yüzümüz tutmadığı için içimizden geçeni aktaramıyorsak ve bütün bunları da, kalp kırmamak adına yapıyorsak, işte eğrilik meseleleri…

Artık değiştiğimi düşünüyorum. Böyle düşünmeyi hiç bilmemiştim. Başka pencerelerden bakmak, hoşuma gidiyordu. Kendi düşünme modelim, kendi felsefem oluşmaya başlamıştı. Daha doğrusu eskiden sadece yaşamıştım da şimdi düşünmeye başlamışım gibiydi. Aslında eskiden de düşünürdüm. Meselâ ileride nasıl bir işim olur? Nerede gezeyim, nasıl eğleneyim? Bu yıl tatili nerede değerlendireyim?… gibi. Hem de bazen uykularımı kaçıracak kadar çok düşündüğüm olurdu. Çoğu zaman da yaptığım plânı uygulayamadığımı görür ve boşa geçen zamanıma, heyecanlarıma acırdım. Ya uykusuz gecelerime? Epeyidir önüme çıkanı yaşıyorum. Plân yapacaktım belki ama, hayatım öylesine akıp gidiyordu ki sadece önümdekiler ile meşgul olacak vakit ve imkân kalıyordu. Hepsinden memnundum yaşadıklarımın. Boşa giden bir şey yoktu. Yattığımda hemen uyuyordum ve dinlenmiş olarak kalkıyordum. Elimde malım, mülküm yoktu. Ama kimseye muhtaç değildim. Dolayısıyla kaybetmekten korktuğum bir şey de yoktu. İnsanların çoğu ömrünün yarısını kazanmak için hayatlarını mücadele içinde geçiriyorlardı. Geri kalan yarısını da kazandıklarını kaybetmemek, hesabını tutmak, kendinden sonra nasıl harcayacaklarını bilmediği nesilleri için biriktirmek ile mücadelede geçiriyorlardı. Çok şükürler olsun, gerçek özgürlüğüme kavuşmuştum. Hayatı farkına vararak, doyasıya tadını alarak yaşıyordum. Hayattan beklediğim bir şey de yoktu. O zaman hayat beni esir alamıyordu. Beklemek iyi bir şey değildi. O zaman hayat hep bekleyerek geçiyordu. Halbuki hayat, beklemek için değil, yaşamak içindi…

HATTATLIK YOLLARINDA    

Mustafa Bakî Efendi’ye hat öğrenmek için geç kalmış olabilir miyim, diye sorduğumda; “Belki üstat olmak için geç olabilir, ama öğrenmek için hiçbir vakit geç değildir” dedi. Hat derslerinden alacak çok şeyim olacaktı.

Özel mürekkebi, ipeği, kalemi… Ne çok incelik vardı. Yazı deyip de geçmemeli. Hele kalem… Tutuşu kâğıda değdirişi, harfin eğimine göre eğip büküş…Ter döküyorum ama mutluyum. Hattat hocam Ayşe Naz Hanımefendi. Eski bir Osmanlı Hanımı. Eşi Avrupa’da sefaret işi ile hayatını doldurmuş ve vefat etmiş. Aralarındaki bağ öylesine kuvvetliymiş ki onun ölümü ile hayatı boşalmış adeta. Hattatlığı eskiden beri geliyormuş. Kendisi için ve dostları için yazıyorken, eşinin yokluğu ile birlikte, dışarıya açılmak gelmiş içine…

“Bir vakıfta kurs için hattat arandığını duyunca derhal müracaat ettim. Ücretsiz olarak hoca olmak istediğimi beyan ettim. Böyle başladık. Çok iyi oldu. Zaten yeni nesillere bu sanatı nasıl aktarmalı diye düşünüp duruyordum. Arzu ettiğimin karşılığını alıyorum. İyi yetişmiş öğrencilerim var. Hatta bir tanesi hocalık yapacak seviyeye yetişti. Bu benim dünyaya bırakacağım eserim olacak. Ben de böylece karınca kararınca kendi imzamı, dünyaya atmış olacağım” diyordu, çaylarımızı yudumlarken.

Ben de yeni bir dünyaya yelken açıyordum. “Acaba başarabilir miyim?” dediğimde. “Sadece istikrar gerekli. Özel kabiliyeti olmak başka bir şey. Çok çalışırsak iyi yetişirsiniz”. Ayşe Hanımefendi Osmanlıca’yı iyi biliyor. Konuşması su gibi. Türkçe’yi çok güzel konuşuyor. “Tabi biz hep dışarılarda vazifemize devam ettik. Protokol ile oturup, kalktık. Çok özel insanlar hayatımıza girdi. Biz de onların yüksek fikirlerinden istifade ettik. Bu görev kültürümüzü, tarihimizi ve siyasal tarihi iyi bilmeyi gerektiriyor. Allah’tan rahmetli pederim bizi iyi bir eğitim ile yetiştirmiş. Ben kendim olarak dış ülkelerde Türk Kadınını olması gerektiği şekilde temsil edebildim, şükürler olsun. Eşimden çok destek ve güç aldım. Beni yaptığım her işte destekledi. Ben daha önceden öğrendiğim hat sanatına oralarda hiç ara vermedim. Bazen bir yemek daveti için vav yaptım, götürdüm. Roma sefaretinde sonradan gittiğimde gördüm ve iftihar ettim. “Lâ ilahe illallah” hattım duvarda bir sanat eseri olarak duruyordu. Bunlarla sevinip mutlu olarak yaşadım, çok şükürler olsun”.

Bir deryada gibiydim. Ne çok şey vardı, haberimin bile olmadığı… Sonra diğer insanlardan yüzde kaçı bunları biliyor? diye düşündüm. Köklerimiz yok gibi sanki havada yüzerek yaşıyoruz. Gençlik kendi geldiği yeri tanımıyordu. Yeni nesil sadece modernleşmekten yana gayret içindeydi. İçim acıdı yine. Nasıl, nasıl anlatmalı? Nasıl göstermeli, duyurmalı idim. Ayşe Naz Hanımefendi tahmini seksen yaş civarlarında, ama çok dinç, hem bakımlı, hem de sağlıklı görünen biriydi. Sadece dizlerini bükerek oturamıyordu. Beni yerde bir alçak masada diz üstü oturtarak yazmayı talim ettirirken: “Yazıya bütün vücudunla eğilmelisin. Ellerin ile yazarken kalbin ile hissetmelisin. Yazı yazmak ibadet gibidir, o zaman yazı esere dönüşür” diyordu. Bazen “Olmadı, öyle değil” diyerek, yanıma diz çöküyor ve aynı bir talebe gibi heyecan ile harfi tamamlıyor, sonra da kalkmakta zorlandığı için dirseklerinden tutup, onu kaldırıyorum. “Unuttum yine” diyor. “Görüyorsunuz ki hat söz konusu olunca her şeyi unutuyorum”.

Böyle geçiyor günlerim. Hiç boş vaktim yok. Şikâyetçi değilim ama bazen yetişememekten dolayı, sinirlerim bozuluyor. O zaman “Bütün bunları ben istedim, kimse zorlamadı” diye düşünüp, sakinleşmeye çalışıyorum. Bir gün zoru talep ettiğimi fark ettim. Ney üflemek en zor müzik aleti ile uğraşmak demekti. Hat ise başlı başına bir olay. Ben sadece birine bile razı olmam gerekirken, ne kadar aç gözlü davranmıştım. Bir yandan da geçimimi sağlamaya çalışıyordum. En büyük meselem ise, nefsim ile olan mücadelem idi. O asıl işim olarak, devam ediyordu. Eğer bunu bir kenara koysam, nefes alamayacak gibi olacaktım. Nefsim ile, yani kendi manevi hayatım ile ilgili adam olmak arzusu asla hiçbir arzumun arkasında olamayacaktı. Zira kâmil insan olamadıktan sonra, hangi işin başarısı tam olabilirdi? İşte bu düşünce ile kendi içimdeki yolculuğu asla aksatmıyordum.

BENİM DÜNYAM    

Erenköy, Fatih, Beşiktaş, Üsküdar duraklarım, İstanbul demekti. Hatta benim için dünya demekti. Benim dünyam: Erenköy’de asıl amacım, Fatih’te ney günlerim, Beşiktaş’ta dünya işim ve hat sanatım, Üsküdar’da ise evim, ocağım… böyle bir dünyanın önemsiz bir ferdi olarak yaşıyordum.

Mustafa Bakî Efendi çağlıyor yine. Ev kalabalık. Hat sebebiyle dizlerimin üstüne artık rahat oturmaya alışmış bir halde, odanın bir uzak köşesinde diz üstü oturuyorum. Şimdilerde yeni dünya diz üstü oturmayı unutmuş ama diz üstü bilgisayarı yapmış. Adını da diz üstü koymuş. Böyle garip bağlantılar yapan aklımla dalga geçiyorum bir yandan. “La ilahe illallah diyen, Cennete girecek”. Kanım uyumaya yakınken canlandı, kulaklarım dikildi. Bakî Efendi devam ediyor. “Elbette bu ayettir, Allah vaadinde sadıktır. La ilahe illallah demek, Allah’dan başka ilâh kabul etmiyorum, demektir. Yani dünyayı, malını, mülkünü, evlâdını, kısaca nefsini ilâh etmiyor, demektir”. Arka tarafımdan ince bir ses: “Yani başka dine mensub olanlar da mı?”. Soğuk bir hava esiyor. Bakî Efendi delici bakışları ile sadece önüne bakıyor.

“Evet, öyle” diyor. “Dinden murad edilen tek Tanrıyı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Başka hiçbir şeyi O’nun önüne geçirmemek, başka hiç kimseden bir şey beklememektir. İnsan evlât ve nesil sahibi olmak isterken, çocuk yetiştirmenin bütün külfetini göze alırken, ondan ileride bakılacağının garantisini almış olmuyor mu? Onun başarılarını isterken kendi yapamadıklarını onda görüp, şereflenmiş olmuyor mu? Yani geleceği için Allah’a güvenmeyip, O’ndan beklemeyip çocuğundan beklemiş olmuyor mu? Bu bekleyiş sırtını Allah’a dayayıp, kudreti ve kuvveti O’ndan almayı engellemiş olmaz mı? Böyle düşünenler de çoğu zaman ömrünün sonunu huzur evlerinde geçiriyorlar. Halbuki (Yarab! Sen nasıl murad ettinse o olacaktır)diye düşünerek, çocuklarından bir şey beklemeyerek, onları yetiştirerek, geçimlerini sağlayacak ve yeteneklerine uygun mesleklerini ellerine vererek, hayatlarını kimseye zarar vermeyecek hatta faydalı olacak şekilde tanzim ederek, kendileri için bir beklentiye girmeyerek, görevlerini yapmalıdırlar. Böylece çocuklarını İlâh etmemiş olurlar. O zaman da bütün bu yaptıkları umulur ki yine iyilik olarak kendilerine dönecektir.

Malımızı, mülkümüzü İlâh etmek de aynıdır. Malımıza güvenir, yaşlılık için teminat olarak düşünürsek, belki de malımız elimizden alınır. Mülk de mülkün sahibinindir. Bizler başını bekleyenler değil miyiz? Kimlerin malı kimlere kalır bazen… sen çalış çabala, eline geçirmek için. Başkaları senin yerine kullansın. Demek ki takdir eden var. Ve sana nasip olduğu kadar geliyor. Bütün bu yüce iradeyi göremeyenlerden bir kısmı, malının kaybı ile olayı içine sindiremeyip, mecnun olmuyor mu? Akıl hastanelerinde böylece aklını yitirmiş niceleri var.

Nefsini İlâhlaştırmak ise hem bunların hepsini kapsar, hem de ayrıca nefsinin isteklerini Allah’ın isteklerinin önüne geçirmek, demektir. Bu da şöyle olur. Allah’ın istekleri bizim için en doğru olanları tavsiyedir. Biz kendimiz için neyin hayırlı, neyin hayırsız olacağını bilemeyiz. İşte bu ışıktan bakılırsa, insan istediği bir şeyi yaparken, mutlak olmasını bekleyerek yapmamalıdır. Önüne çıkanı veya kendi için hayırlı olacağına inandığı bir şeyi tüm gayreti ile yapar. Ama sonucu da ne olursa katlanır. Sonuçta başarılı olamaz ise bilmelidir ki onun için o hayırlıdır. İşte bu hal, Allah’ın takdirine razı olmaktır. Yok eğer olmadığı için harabolur ve isteği doğrultusunda inatla, hırsla harekete geçerse, işte bu nefsin isteğini, Allah’ın muradının önüne geçirmek demek, olur. Sonunda hem moral yıkımı, hem başarısızlığını içine sindirememek, hem de nefsine esir olmak durumunda kalır”.

Çıt çıkmıyor. Orada bulunan herkes ve tabii ben de yaşadıklarımızı düşünüyoruz. Ne kadar doğru, ne kadar yerinde bir konuşma. Yaşadıklarım için içimden tevbe ediyorum. Bir daha yaşamak istemiyorum. “Yarab, gözümü aç, gönlümü aç. Gafletlerim son bulsun. Bunca gaflet içinde senden uzak, nefsime yakın nasıl yaşamışım? Daha doğrusu böyle yaşarken rızkımı vermeye devam etmişsin ve kendim ayılana kadar beklemişsin. Ne kadar büyüksün. Ne kadar beni ve herkesi düşünen, koruyansın”.

Asr suresini hatırlıyorum o anda. “Asr’a yemin ederim ki insanlar hüsrandadırlar. Sadece iman edenler, Salih amel işleyenler, Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna”. Burada iman etmeyi kalbim hakikati ile anlıyor. Dil ile iman ettim demenin hüsrandan kurtulmaya yetmeyeceğini anlıyorum. O zaman şekli bir iman söz konusu olurdu. Halbuki kalben iman edişte imanın şartları nasıl anlatıldı ise öyle yaşamak gerekiyordu. Meselâ; kalben ahiret gününe veya öldükten sonra diriltileceğimize iman etmiş olsak, buna gerçekten inanmış olsak dünyada yaşarken bunca ihtirasımız olur muydu? Ölüme inanmak, ölümü düşünmek bile gerçek mânada olabiliyor mu? Yoksa hayal gibi mi düşünüyoruz? Gerçek gibi düşünebilsek, böyle yaşayabilir miyiz? Hayata kendimiz merkezli hırs ve tamah ile, herkesi ezip silerek, hatta canice sarılabilir miyiz? Başka hayatları önemsemeden, kendi çıkarlarımız için başkalarının haklarına saldırıp, kendi imparatorluğumuzu kurabilir miyiz?

Asr suresi, dört ayet. Ama bana yetti de arttı bile. Kuran’ın mucizesi işte bu. İfade bazen tek ayette kuvvet buluyor. Aydınlanmak için bir tek ayet yetiyor. Allah’ıma dönüyorum yine. “Bütün dönüşler O’nadır” ayeti kulaklarımda. Dönüyorum Rabbim. Başka nereye dönebilirim? Bütün dönüşler sana… Mevlâna bunun ifadesini göstermedi mi? Sana dönerek. Senden sana dönüş, sonra yine sana dönüş… Kalbim Konya diyor. Öyle ya Konya’ya gidiş zamanı… Dur kalbim yerinde, dur ki gidebileyim…

O akşam eve geldikten sonra uyku tutmadı. Hz. Mevlâna’yı hemen ziyaret etmek ile, on yedi Aralık şeb-i arus’da ziyaret etmek arasında kaldığım için uyku tutmadı. Sonra birden “an bu an” diye düşündüm. Belki o vakte kadar yetişemeyecektim. Mevsim henüz ilk bahar… Nereden baksan altı-yedi ay var önümüzde. Madem ki aklıma düştü, hemen gitmeliyim.

Uyumuşum. Hem de hemen. Karar vermek, ikilikte kalmamak bu kadar mı rahatlık veriyordu? Rüya görüyorum. Bu seferki rüya görüşüm de farklı. Hem rüya görüyorum, hem de uyanık gibi dış dünyaya uyanık gibiyim. Konya otobüsündeyim. En arkada yer bulmuşum. Başım düşüyor, uyukluyorum. Ön tarafta oturanlar başlarını arkaya çevirip, bana bakıyorlar. Hepsini sanki tanıyorum. Bakî Efendi, benim hemen önümdeki koltukta, elini uzatıyor, avucuma ceviz koyuyor. Yeşil kabuklu taze ceviz. O’nun önünde oturan Abdülkadir Geylâni Hazretleri. Çok keskin bakışlı, gülümsüyor. O da bir kamış kalem uzatıyor. Yanında Rufai Hazretleri, tesbih gönderiyor. Şoför dönünce içimden İmam Ali diyor bir ses. Otobüs o kadar hızlı gidiyor ki bir anda Konya’da buluyoruz kendimizi. Büyüklerimin ellerinden öpmek için kalkarken uyanıyorum. Vücudumda tatlı bir rehavet, sabah ezanı okunuyor. Kendimi büyüklerimle aynı otobüste görmek, biraz şımartıyor beni. Olsun. Çocuk sayılırım ne de olsa… Bu işlerde, yani mânada yol alışım o kadar yeni ki çocuk sayıyorum kendimi. Çocukların hataları da affa uğrar…

Bakî Efendi’ye Konya arzumu bildirdiğimde, “Hayırlı olsun, bizden de selâm söyleyin” diyor. Hayır duasını aldım. Biletimi alıyorum. Nihayet Konya’ya …

Beşinci Bölüm

Beşinci Bölüm:

NİHAYET KONYA 

Zümrüt yeşili kubbesinin altındayım. Ziyaret edebilmek için bilet almam ve para vermem lâzım. Çok ağır geliyor. Çok kıymetli olan bir şeyi para ile gösteriyorlar diye içim acı duyuyor. Böyle karşılanacağımı hiç düşünmemişim. Gişeye yaklaşıyorum. “Para ile giremem, lûtfen anlayın. Beni davet ettiği için geldim. Şimdi para ile bu kutsal ziyaretimin gerçekleşmesini bağdaştıramıyorum”. “Paranız yoksa, girin” dediler. “Hayır, hayır. Param var ama para ile ziyaret etmek istemiyorum”. “Buyurun” denildi. İçerideyim. Huzurdayım. Ey! Koca Mevlâna nelere razı olmuşsun ki turistik bölümün bir parçası olmayı da kabul ediyorsun… Sen kabul edebilirsin, ama ben asla… Dönüşte Kültür Bakanlığına bizzat gideceğim, belki işe yarar. Allah dilerse bu zulüm biter, diye düşünüyorum.

Orada bir köşeye çekildim. Manen izin alıp, oturdum. Gözlerim kapalı, sekiz asır öncesi Konya… Hazretin buralara emir ile teşrifi. Konya ihya oluyor. İlmin kaybolmaya ya da zahirde kalmaya başladığı bir devirde Konya’nın ihyası, Mevlâna elinden… Yumuşak suret, kudretli siret… Aşk getirmiş varlığı ile, can gelmiş, ruh gelmiş. Ağzımda süt tadı alıyorum. Çok önce gördüğüm rüyamı hatırlıyorum. Hazretin ney’inden ağzıma süt akışı… Dizimde bir el, gözlerim açıldı. Bir kız çocuğu, gülerek bakıyor. Elinde şeker, bana uzatıyor. Süt niyetine alıyorum. Sanki Hazret’in özel ikramı… Türbede ikindiye kadar kalıyorum. Tekrar gelmek ümidi ile ayrılırken, ayaklarım buz kesmiş bu bahar havasında. Hürmetler sana ve senin gibilere, ömür içinde bir defa seni ziyaret etmek bile lûtufmuş. Artık ruhumda yerleşmiş olan ruhunla ayrılırken de beraber gibiyim. Tutulabilir mi göz yaşlarım? Bırakıyorum, sellercesine… İçeride şeker veren kız çocuğu elime yapışıyor “bize gidelim”. Şaşkınım. Davet kimden, karıştırıyorum. Babası gülümsüyor, başıyla “haydi” diyor. Sürüklenerek gidiyorum.

Avlu kapısından başımı eğerek giriyorum. Eski Konya evlerinden. Kapısı öyle alçak ki “buradan eşya nasıl geçer?” diye düşünüyorum. Osmanlı’da kapılar küçük. İnsanların boyları da uzun. Bu kapı da eski bir tarihten kalma belli ki. Ecdadımız tevazuu hatırlatmak adına kapıları küçük, yürekleri büyük tutmaya özen göstermiş. Avluda bir yaşlı teyze sac üzerinde ekmek yapıyor. Ekmeklerini belli ki taze yiyorlar. Selâm verdim, aldı. Sonra elimi yüzümü yıkamak üzere bir musluk başındayım. Büyülenmiş gibiyim. Sürüklenerek ev sahibini dinliyorum. Küçük kız Miyase. Babası ve nenesi ile birlikte yaşıyor. Annesi geçen güz ölmüş. Oturup, konuşuyoruz. Ben ziyaret sebebimi kısaca anlatıyorum. Yemek için davet alıyorum. “Yemek kabul, ama bir otel bulsam” deyince, evin babası “Olmaz, misafir bize Allah’ın hediyesidir, burada size bir oda hazırlarız, istediğiniz kadar kalırsınız” diyor. İtiraz edecek gücüm yok. Zaten gece heyecandan hiç uyumamışım, uzanıveriyorum. Miyase annesinin resmini getirmiş, ilgilenmeye çalışırken, ev sahibi Rıfkı Bey beni odama geçiriyor. Çarşaflar misk gibi kokuyor. Yastığıma gömülüyorum, uyumuşum.

Sabah ezanı farklı okunuyor. Ciğerime değdi. Geldiğimden memnunum. Namaz hazırlığı için avluya çıkıyorum. Ev halkı uyanmış, büyük hanım namazını kılmış, çay yapıyor. Sonradan öğreniyorum. Rıfkı Bey Halk Kütüphanesinden emekli, her hafta ziyarete gidiyorlarmış. “Kızım annesinin kaybının acısını ancak burada avunarak unutuyor. Burada neşesi geliyor. Belki de büyüyünceye kadar Hz. Mevlâna onu avutacak” diyor. Bana Hazretin Meram bağlarında sohbetler ettiğini anlatınca, oraları da ziyaret etmek istediğimi söyledim. Kendisi de bağlılarından, “Çok kerametini gördüm, bize çok yardımı oldu” diyor. Öğleden sonra Meram’a…

Konya umduğumun aksine bir belde. Yeşil. Meram ise eskiden üzüm bağlarının bulunduğu yermiş. Şimdi oturma bölgesi olmuş. Eski Meram, yeni Meram ve Yaka Meram olarak üç bölge halinde yerleşim bölgesi olmuş. Eski bağların olduğu yerden Meram Çayı akıyor. Bölgeyi ortadan bölüyor. Oralarda dolaşırken, Hz. Mevlâna’nın sohbetlerini duyar gibiyim. Acaba çevresindekiler ne kadar büyük bir değer ile beraber olduklarını bilmişler miydi? Şimdi biliniyor muydu? Ben biliyor muydum? İçimi bir hüzün kaplamıştı. Yara almış gibiydim. O büyükler, kendi önemlerini bilmeyerek mi çiğnetmişlerdi kendilerini, yoksa bile bile mi? Hazret’in hayatı bir çile idi bana göre, ne idi O’na göre? Bütün tavırlara, sözlere duyarsız gibi, bir de koca Mesnevi’yi dile getirmişti. Önüne konulmuş hayatı, insanlara fayda vererek en verimli şekilde doldurarak tamamlamıştı. Kendi mekânında bunları daha iyi hissediyordum. Konya’da keyifleneceğimi sanıyorken, mahzunluk kaplamıştı gönlümü. Ama O’nu anlamaya başlamıştım. Bedeli mahzunluk da olsa anlamak yine de iyiydi. Hayalimdeki Mevlâna başka idi, şimdi mekânında tanıştığım bambaşka…

Misafirlik üç günmüş. Üç gün Miyase’ler bırakmadı, orada misafir oldum. Üçüncü gün akşam üzeri, Hz. Mevlâna’ya vedaya gittim. Dönüşüm çok farklı olacaktı. Tekrar görüşmek niyeti ile veda ettim. Konya çarşısından Mevlâna şekerleri aldım, Bakî Efendi ve dostlarıma…

Bir hayalimi gerçekleştirmiştim. Huzurlu fakat düşünceli otobüsteyim. Bundan sonraki sefer nereye?

Rüya görüyorum. Eski büyük taş bir bina. Uzaktan uğultu halinde sesler geliyor. Burası Hz. Mevlâna’nın eviymiş. Evin avluya bakan kapısı açılıyor, birisi dışarı çıkarken bir sürü insan üstüne çullanıyor. Sürükleyip, götürüyorlar. Kapıdan çıkan Şems idi ve üzerine gelenler de Mevlâna taraftarları, O’nu sevenler… Ben ağlıyorum, bağırıyorum, “Yazıktır, yapmayın, siz hani Mevlâna’yı sevenlerdiniz. İnsan sevdiğine böyle zulmeder mi? O’nun üzüleceğini bilerek nasıl yaparsınız?” diyorum, sesimi duyuramıyorum. Duvarın ötesinde Mevlâna’yı görüyorum. Gözlerinden yaşlar akıyor, başı göğsüne düşmüş. “Aşk bendeki gibi değil onlarda. Onların aşkı nefislerine, nefislerine…”. İrkilerek uyandım. Şems-i Tebrizî’nin türbesini ziyaret ederken doğrusu böyle acı olaylar yaşadığını hissedememiştim. Şimdi daha iyi tanımış gibi oldum. İçimdeki boşluk hep böyle yaralar ile mi dolacaktı?

Konya ziyaretimde sadece ziyarette bulunmayı amaçlamıştım. Öyle de yaptım. Hz. Mevlâna’dan sonra, ertesi gün Tebriz’li Şems’i, Şeyh Sadrettin Konevî’yi, Ateş Bâz’ı, Tavus Baba’yı ziyaret etmiştim. Hepsi de kalbime hoşluk vermişti. Çok iyi olmuştu Konya ziyaretim. Başka sefere başka ziyaretler. Belki kısmet olusa Şeb-i Arus…

İstanbul, benim kucaklayan dostum… Boğaz Köprüsünden geçerken, boğazın iki yakasının muhteşem görünüşü, beni yeniden cezbetti. Bütün dünya bu güzelliğin farkında, hepsi de gözlerini buraya çevirmişler. Vatanımı kıskanıyorum. Elimden gelse bir karış toprağını bile kimselere göstermeyeceğim. Vatansız kalmak kadar zor bir şey olmamalı diye düşünüyorum. Özgürlük, vatanın özgürlüğü ile mümkün. Vatanım, bayrağım, ezanım. Benim egemenliğim bunlar ile kayıtlı. Esasen egemenlik hür olana mahsus. Hürriyet de vatanın hür olması ile mümkün. Vatanım hür, bedenim hür, vicdanım hür… Coşuyorum yine. İçimi aşk gibi bir şey kaplıyor. Vatan aşkı, özgürlük aşkı, bütün insanları çok seviyorum. Gökyüzü, güneş, yeşil olan her şey, yaratılmış olan her şey gözüme nimet, kulağımda musiki… Otobüsün şoförü radyo çalıyor. Hayranlıkla dinliyorum, mânadaki inceliği, Sezen Aksu:

“Ne gemiler yaktım, ne gemiler yaktım,

O kadar canım yandı ki karşıdan baktım.

Bir de ne göreyim kendime yıldızlardan daha uzaktım

Bu çocuğu yeniden büyütmeliyim,

Kor ateşlerde yürütmeliyim,

Değirmenlerde öğütmeliyim.

Farkındayım, farkındayım”

Gemiler yakmak, canı yanma bahasına da olsa yakabilmek, bana faydasız tutkulardan vazgeçmeyi ilham ediyordu. İnsanın alışkanlık haline gelmiş olan ahlâkını bir tarafa bırakıvermesi gibi anlıyordum. Elbette acı duyuluyordu. Kendimde yaşadığımı şarkıda buluyordum. Ve insanın kendine olan uzaklığı… Daha önce de bunu anlamıştım. Kendi hakikatine uzaklık, Yaradan’ına olan uzaklık oluyordu ve çok acı idi. Gemileri yakmak bir başka bakımdan, belki de yol aldıktan sonra kaybetmek tekrar başa dönmek oluyordu ki bu çocuğu yeniden büyütmeliyim derken, ümidimizi kaybetmemeyi, içimizdeki yeni doğmuş niyetler, duygular mânasında olan çocuğu, yeniden büyütmeye başlamayı idrak ediyordum. Yeniden bir ümit ile büyütmeye başlamak da kolay olmayacaktı. Kor ateşlerde yürütmek, sıkıntılara, belâlara katlanmak; değirmenlerde öğütmek de sıkıntılara katlanacak sabra sahip olmak mânasını ilham ediyordu. Çok seviyordum Sezen’i… öz olarak birkaç satıra sığdırıp, ifadeyi nasıl da kuvvetle veriyordu. Bu doğrudan İlâhi ilham olmalıydı. Can kulağı ile dinlenebilirse diğer şarkılarında da aynı ifadeler vardı. Anlaşılan minik serçe iyice büyümüştü…

Allah herkesten sesleniyordu. Bazen herkesi O’na çok yakın, kendimi de en uzak olarak buluyordum. Dünya küçülmüş, hepimiz toplasan bir avuç insan… Anlaşamayacak, paylaşamayacak ne vardı sanki? Hepimiz O’nu söylemiyor muyduk? Birimiz şiirle, birimiz müzikle, birimiz yazı ile… Bütün dünyanın kardeşçe, dostça bir arada oluşunu O istemiyor muydu? O halde niye ayrılık, kavga, çekememe, savaş, hakir görme? Bütün insanlık sevgide birleşemez miydik? Sadece sevgide… Birleşemediğimiz diğer noktalar, bizim farklılıklarımız olsun ve dünyayı zengin kılsın… “farkındayım, farkındayım…” gözlerim Boğazda, yüreğim müziğe takılı içim geçiyor.

Konya’dan döndükten sonra önce Bakî Efendi’yi ziyaret ettim. Benimle uzun uzun konuştu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar sordu. Memnuniyetini belirtti. Sonra da “Görüyorsun, davet almıştın ya, seni otele bile bırakmadılar. Büyüklerimiz böyledir” dedi. İltifatta bulundu. Arkadaşlarım için de önemli olduğumu bir kez daha anlamış oldum. Çok özlemişlerdi. “Her gün lâfın geçmesin, mümkün değil. Yokluğun boşluk yarattı” dediler. Onlar da iltifat ettiler. Hepsi de kendilerini söylemiş oldular. Kendileri güzeldiler, yoksa benim ne önemim vardı? İnsanlar karşılarındakine baktıklarında kendilerinde kaç gram sermaye varsa onu görüyorlardı. Kendi güzel olan güzel görüyordu. Çirkin olan da çirkin…

RAMAZAN    

Bir telâş, bir telâş… Ramazan’a giriyoruz. Bu yıl ilk defa orucumu tam olarak tutacağım. Bakalım niyetimiz olacak mı? Çocukluğumda tek tük tutardım. Geçen sene yarıdan fazlasını, bu yıl da nasipse hepsini ve bundan sonra böyle… Yıl içinde eski borçlarımı ödemeye gayret gösteriyorum. Hayatım ya bitiverir de borçlu gidersem diye korkuyorum. Allah’ın karşısında hep eksik, hep mahcup… Ne zamana kadar?. Bakî Efendi: “Tamamlarsın, İnşallah” diyor. “Sen niyet ettikten sonra, ölsen de tuttun kabul edilir, iş niyette” diyor. Öyledir, inanıyorum ama yine de bir an önce borcumu ödemek istiyorum.

Saliha Annemiz ısrar ediyor. “Bu yıl Ramazan’da beraber olalım. Sen yalnızsın, bizim de gönlümüz garip. Sahuru, iftarı beraber yapalım. Sen bize evlât gibisin, bırak biz de oyalanalım” diyor. Bakî Efendi de “iyi olur” deyince, ben dünden razı, teşekkür ediyorum. Yaza girerken Ramazan. Orucun nefse olan terbiyesinin değeri ölçülemez. Hem açların halini anlıyorum, hem de sadece yemeği, suyu kesmekle bu ibadetin tam olamayacağını idrak ediyorum. Elime, dilime oruç tutturacağım, bütün iş ve hareketlerimde olabildiğince gafletsizliğin gereğini görüyorum. Hatta kalbin bile korunması gerektiğini, kötü ve insanın şanına yakışmayan hiçbir şeyi, bu kıymetli yerden geçirmemeye niyet ediyorum. “Yardım edersen Rabbim, kimseyi kırmayacağım, üzmeyeceğim, kimse hakkında kötü konuşmayıp, düşünmeyeceğim. Ve bu bir ayda başarabildiğim alışkanlığımı bu aydan sonra da devam ettireceğim” diyorum.

Bu yaşıma kadar aklıma hiç gelmeyen düşünceler içindeyim. Geç kalmışlığımın utancı ve arayı kapama gayretimin yorgunluğu, beni biraz hırpalıyor. O zaman “an bu an” diye kendime moral veriyorum. “Benim için en uygun zaman her halde bu zaman idi” diye düşünüyorum. Allah’dan gelen her şeye razı olmanın bir parçası da belki geçmişimize razı olmaktı. Hatta geleceğimize de… Başka yolu yoktu. Kendi gayretim ile razı olamadıklarımda, ancak O’nun bizleri razı edebileceğini düşünerek, dua ediyorum.

Geceleri bazen, sanki bir sesle uyanıyorum. O zaman kalkıp, ağzımdan dökülen kelimeleri yazıyorum. Böylece pek çok şiirim birikti. Kimseye göstermek istemiyorum. Onlar benim iç dünyamın düzenlenmeden önceki karmaşaları, nasıl gösterebilirdim? Bu karmaşalar atılırken, safra atar gibi, şiire dönüşüyor. Büyük rahmeti görmemek mümkün mü? Karmaşalar sanat halinde terk ediyor beni. Hepsi de çok güzeller. Bende iken çirkin olanlar, benden çıktıklarında ilham örneği oluyor. Merhamet onları kıymetlendiriyor. Bu kadar mı önemli yarattıkların? Bu kadar mı yüzüme vurmuyorsun, eksikliklerimi? Bir gün, eski kendimden çekinmediğim bir gün belki birilerine gösterecek cesaretim olur… Kendimi çıplak hissetmemek için de saklıyorum. Fakat onları sahiplenmiyorum. Gerçekten benden çıktıktan sonra benim olamıyorlar. Belki de bu sebepten güzeller.

BİR TUĞLA DA BİZDEN    

Dostlarım bu sene Ramazan’la birlikte bir vakıf kurdular ve çevrelerindeki bu işten hoşlanan birkaç kişiyle birlikte çalışmaya başladılar. Aslında daha önceden çalışmaya başlayacaklardı, lâkin hazırlıkları ancak tamamlandı. “Kimseden bir şey istemeyip, kendi imkânlarımızla küçükten başlayacağız” diyorlar. İçlerinden birinin oğlu Amerika’da iş sahibi. Şimdilik parayı o gönderiyor. İlk başlangıç için iyi bir miktar. Hayırlısı. Doğrusu imreniyorum. Ne güzel çalışıyorlar. Yetim aileleri öncelikli olarak listede. Her ay erzak verilecek. Temel ihtiyaçlar esas olmak üzere, “Allah bize, biz onlara” diyorlar. Ramazan boyunca da her hafta et veya tavuk gibi gıdalar. Bayram’da da bu garip ve yetim çocuklarımız giydirilecek. Kolay değil, nerden baksan beş yüz çocuk var. Dostlarım bir yıldır, garipleri araştırıyor, gerçekten ihtiyaçlı olup, olmadığını tetkik ediyorlardı. Şimdi her şey hazır. Artık şimdi kepçe olma zamanı… Bazen ben de gidiyorum. Fakat yapımdan mı bilmiyorum, fakirlikten çok etkileniyorum. Fark ediyorum ki onlara ayak bağı oluyorum. Kendi kendime “sen önce kendine yet, sonra dışarı açıl” diyerek ileriki tarihe atıyorum.

Bu arada vakıf ile ilgili belgeleri ve tarihimizi inceledim. Şaşkınım. Ecdadımız, öyle çeşitli vakıflar kurmuşlar ki şaşıyorum. Meselâ; sosyal yardım vakıflarından başka, işsiz kalanlara iş bulana kadar takviye veren, beldelerin su, köprü, kervansaray gibi bu gün belediye hizmeti olarak tanıdığımız görevlerini yapan vakıflar, evlenecek yoksul kızları evlendirme ve çeyizlendirme vakıfları, evlerde çalışan hizmetlilerin kırdığı kap kacak gibi eşyaların zararını, ev sahibine ödeyen vakıflar, göçmen kuşlar için kurulmuş olanlar, leylekler için işkembe ile leylek besleme vakıfları, atların otlaması için mera bulunduran vakıflar… Bütün bu vakıfların giderleri de kendi bünyesinde bir gelire bağlanmış. Ne ince düşünceli imişler. Meselâ; leylekler telef olmasın diye düşünürken, ekolojik dengeyi sağlamış oluyorlar. Hizmetlilerin zararını öderken insanların onurları zedelenmesin diye düşünüyorlar. Şimdi Osmanlı’nın niçin bu kadar büyümüş olduğunu daha iyi anlıyorum. Meselâ; Valide Sultan, Vakıf Gureba Hastanesini yapıp vakfetmiş, tâ Terkos’tan İstanbul’a su getirtmiş, bunu da şartnameye koymuş. Bu su hastanenin giderine derman olsun istemiş.

Bu günün şartlarında böylesi bir sistem zor elbette. Ama belki de bizimkilerin yaptığı karınca kararınca, bir şeylerin başlangıcı olur. Şimdi sokaklardaki kedilere eziyet edenleri, köpekleri öldürenleri düşünüyorum. Av için itina göstermeyip, av zamanı dışında avlanıp, çevreye verilen zararları düşünüyorum. Yeniden canlanmalı, silkinmeli, kendimize gelmeliyiz. Bir birimizi eleştirerek, yiyerek değil, birleşerek bir şeylere başlamalıyız. Bu yüzden dostlarımın olumlu olan bu işleri bana keyif veriyor. Ben vakfın dış işlerinde koşturuyorum. Onlar da içeride bizzat hizmet veriyorlar. Böylece yeniden yapılaşma azmini gösteren Türkiye’de bir taş da biz koyuyoruz…

NUR PERDELERİM, BİNLERCE…

Kendimden memnun olduğum şu ana kadarki hayatımda, her şey olumlu gitmiş gibi görünüyor. Elbette sıkıntılarım, zorlanmalarım, vazgeçme noktasına geldiğim anlarım olmuştu. Ben kararlılığım ve azmimle bunların üstesinden gelmeyi başarabilmiştim. Şöyle görüyordum. Ben çok çok uzaklarda iken, Yaradan’ımla aramdaki perdeler, yani O’nu müşahede etmeme, tanımama mani olan perdelerim, aynı zamanda benim hayatım idi. Onunla aramda olan zulmet perdeleri, emirlerine uyup, yasaklarından kaçınınca yavaş yavaş aralanıyordu. Şu anda kendimde artık haramlara yönelme ve emirleri dinlememe gibi bir zaafın olabileceğine inanmıyorum. Bunun üstesinden, yine O’nun yardımı ile gelebildim, şükürler olsun…

Şimdi içimde gizli olan ve artık dış gözlemleme ile belli olmayan ince ahlâklarımın varlığını seziyorum. Meselâ bir gün kendimi beğenmeye başladığımı fark ettim. Bu o kadar kötü değildi, ama yavaş yavaş kendimi herkesten üstün ve yeterli görmeye başladığımı hissettiğimde, yıkıldım. Bu duygum nasıl gelişmişti? Bakî Efendi bir sebep ile önüme koyuverdi. O zaman görebildim. Belki de kendi kendime göremezdim, kendime itiraf edemezdim. Hem içimde böyle duygular taşıyordum, hem fark etmemek üzere kendimden de gizliyordum, ve hem de Bakî Efendi’yi bile anlamaz sanıyordum. Halbuki O, kalplerimizi az çok hissedebiliyordu. O’nu kendime göre daha akılsız sanmakla kimi kandırıyordum? Böylesi hallerden geçtikten sonra düştüğüm şu rezillik olacak şey değildi. Kendi gözümde değerim kaybolurken, rahatlıyordum. Böylece kendini beğenme uç noktasına gitmekten korunmuş oluyordum. Nefis mücadelesi zor bir şeymiş. Esas şimdi denize açılıyorum. Yelkenler fora… Vazgeçmeden devam etmede kararlıyım, ine çıka, düşe kalka, kırıla döküle… Rezilliğim en çok kendime. Kendimdeki bu gizliliklerin hepsini ilk aynaya baktığım gün görseydim, dayanamaz belki de can verirdim. Rabbim her şeyi nasıl da sırasıyla veriyor. Şimdi daha hazımlı gibiyim. En azından çabuk kabulleniyorum.

Dostlarımı için için kıskandığımı fark ediyorum. Çok utanıyorum ama yine de böyle hissediyorum. Onların birbiri ile eskilere dayanan yakınlıklarına dayanamıyorum. Kendimi hep onlardan ayrı, sıyrılmış ve yalnız görüyorum. Aslında bana çok şefkatli ve dostça yaklaştıklarını biliyorum. Ama yine de kendimi bu duyguya kaptırınca, yalnız hissediyorum.

Bir de Bakî Efendi var elbette. O’na su uzatana içim kızıyor. Dışımdan belli etmemeye çalışıyorum. Hele Bakî Efendi’nin fark etmesini asla istemiyorum. Kızdığım kişilerin bence önemli olan hatalarını, eksiklerini başka bir şey anlatırken, esas söylemek istediğim o değilmiş gibi, sanki önemsemeden duyurmaya çalışıyorum. Böylece O’nun gözünden düşürmeye kalkışıyorum. Aman Allah’ım ne müthiş bir kurnazlıkla çalışıyor aklım. Nefsimin emrindeki aklım beni de yanıltıyor. Hem riya yapıyorum, hem de Bakî Efendi’yi aldatmaya çalışıyorum. Ben deli miyim? Kendimden söz ederken de hep korumadayım. Sanki üzerime gelen var… Buradaki amacımın da tek olma arzusu olduğunu anlıyorum. Her anlayış bozgunluğum… Her anlamadan yaptığım davranışlar ise, kapalı kalışım ve karşımdakini ahmak yerine koyuşum. Utancım dağları yıkar. Ama bundan kurtuluş zormuş. Zulmet perdeleri bir çırpıda atılıyormuş. İlim ile, öğrenilenleri uygulamak ile başarılabiliyormuş. Şimdi hal yaşıyorum. Bu haller beni var oluşa götürüyor. Zulmeti yıkarken yokluğa gidiyordum. Şimdi nur ile var oluyorum. Yokluğa gidiş de ayrı bir varlıkmış, şimdi var olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyorum. Bir türlü yok olamıyorum.

Aslında yok olmak da istemiyorum. Yok olmanın nasıl olacağını hissediyor gibiyim. Kendim için yok oluş, cihan için var oluşu getirecek gibi. İnsanlık âleminde kaç kişi bunu yaşayabilir? Allah hepimizi yoktan var etmedi mi? Yok olduktan sonraki var oluş bu sebeple kıymetli. Var olmadan da yok olunmuyor. Şu felek insanın canına kıymaya görsün.

“Felek bir gün cana kıyar,

Sizi kaptan kaba koyar” dizelerini hatırlıyorum. Sizi kaptan kaba koyması, halden hale geçirmesiymiş, meğer. En büyük yok oluş, en büyük var oluş değil mi? Allah en büyük var olan değil mi? O kadar yok gibi ki var olmuş. Kendiliğinden, her zaman, öncesiz ve sonrasız bir var oluş… “Ölmeden evvel, ölünüz” Hadis’ini anlıyorum galiba. Yani ölmeden evvel ölmüş gibi olunuz ki öldüğünüz zaman diri olunuz, diyor… “Siz onları ölüler sanırsınız. Halbuki onlar diridirler, Rablerinin katından rızık-lanırlar” ayeti bunu anlatıyor. Ölmeden evvel ölme sırrına ermek ise yokluğa, hiçliğe gidişi anlatmıyor mu? Hiçbir noktada varlığını hatırlamadan, ortaya koymadan nasıl yaşanır? İnsan var oldukları ile mutludur. Başlangıçta ailesi, işi, malı, evlâtları, ilmi, kariyeri, dostları arasındaki itibarı, işe yarar olması ile var olunuyor. Daha ileride ibadetleri, hayırları, takvası, makamları, rüyaları, manevi halleri, etrafın itibarı, kendisine gösterilen saygı, mühim olmak,… Bütün bunlar o kişiyi var eden mutluluklar, zevkler değil mi? Tat alış insanı ayakta ve dünya hayatında bir amaç üzerinde tutuyor. Bütün bu tatların alınmaması mümkün değil. Alınırken almıyor gibi rol yapılamaz. O halde geriye tat alınan her şeyin tadı alınamaz hale gelmesi kalıyor. Bu da ancak Allah’ta kaybolup, yok olup artık kendine ait bir şeyin kalmaması ile mümkün oluyor. Yani neticede tadı veren, alıyor. O almadıkça insan tat alacak, dolayısıyla var olacak bir şeyler buluyor. Bu da dünya hayatını insan boyutunda sürdürebilmenin yolu oluyor. Eğer insan beşeri özelliklerinden kurtulabilirse, o zaman yoklukta var olmanın dayanılmaz ağırlığını hissetmeyecek. Belki sonsuza kadar ismi anılmasa, önemsemeyecek. Belki sonsuza kadar bir köşede sıkılmadan oturmayı başarabilecek. Belki yokluğun gerçek hazzını duyacak…

Bakî Efendi’yi düşünüyorum. Hayatı çok kolaymış gibi karşılamış. Sanılır ki hiç acı çekmemiş, hiç imtihanı olmamış. Hep böyle huzur içinde yaşamış gibi… O’nu anlıyorum. O Allah’ına öylesine sabitlemiş ki kendisini, başka hiçbir şey O’nu fazla oyalayamamış. Hiçbir düşünce daha sevimli gelmemiş. Bu yüzden O’na hiçbir şey değmemiş gibi. Allah ile huzurda olmanın sonucu, diyorum. “Yarab! Beni, bizim önemsediklerimizle oyalama. Gözümü sana çevir ve bir daha da ayırma. Başka yerde dolaşmasınlar. Gözlerim seni, isimlerini, sıfatlarını, Zâtını ve ilk evvel de fiillerini görsün. Lüzumsuz olan görüşlerin hepsinden temizle. Ne yapayım halk içindeki itibarı? Sensiz beni var eden küçük şeyleri ne yapayım? Benim esas amacım, seni bilmek sende erimek yok olmak… Sonra dilersen var edersin, dilersen etmezsin. Senin varlığın yanında var olma gayretim, seninle boy ölçüşen İlâhlığım olmaz mı? Sen varsan, ben yokum. Elbette ben olursam da sen yok olacaksın bende… Ben sende var olmaya baş koyuyorum, yardım et, lûtfen. Her neye mal olursa olsun, beni kendinde kaybet” duasındayım. Var oluşumu görünce öyle telâşlandım ki kazandıklarımın kaybının acısını öyle yaşadım ki böyle yakarıyorum, tek İlâhıma…

ESMA-ÜL HÜSNA     

Allah’ın güzel isimleri ilgimi çekiyor. En çok okuduklarım, hadisler, Esma-ül Hüsna ve Hazret-i Mevlâna’nın divan-ı kebir’i. Hadisler’de Peygamberimin insanı tanıyışı dikkatimi çekiyor. Esma kitaplarında da çok merak ettiğim Allah’ın ahlâkını öğreniyorum. Divan’da ise hayatın ta kendisi olan aşkı buluyorum. İnsan-ahlâk-aşk üçgeni… Esma’da en çok Hayy ismi cezbediyor. Bu isim Allah’ın diri oluşunu ifade ediyor. İnsana yansıması ise, insanın dirilişi oluyor. İnsanın kendini idrak edişi, kendini bilişi oluyor. İlk safhada böyle… sonraki safhalarda ise ölü kalpleri diriltişi oluyor. Herkes için değil tabii. Ölü kalpleri diriltmek, ihya etmek beni çok ilgilendiriyor. Bu isim tecellisi ile insan hiçbir şeyin sahibi olmuyor ve Allah o kişinin sahibi oluyor. Gerçek mânada kulluk da burada başlıyor…

Doksan dokuz isim döne döne okuduklarım. Bazen aradan açarak, bazen de sıralı okuyorum, doyamıyorum. Bende kaç isim tecellisi var, diye merak ederek sayfa aralarında kendimi aradığım da oluyor. Bazen iki satır arasında birkaç gün kayboluyorum. O zaman daha çok yalnız kalmak istiyorum. Hayranlığım giderek artıyor, kendime hayranlığım tükenirken, O’na olan artıyor. Şu Allah’ın kalplerimize doldurduğu düşünceler ne kadar zengin…işleri ne kadar bıkmadan, usanmadan yerli yerinde gidiyor. Adl ismine erişilmesi zor diyerek bakıyorum. İnsan kendine bile adaletli olamıyor. Ya diğerlerine?

BAYRAM GELDİ    

Bayram geldi. Kadir gecesi ile birlikte Bayram gelmiş gibiydi zaten. O gece Kadir Suresi yeniden okunuyor. Yepyeni bir idrak ile. Kadir gecesi diğer bin aydan hayırlıdır. Yani içinde Ramazan olan aylardan da… Çünkü Kadir Gecesi idrakin açıldığı gecedir. Bu gece Ramazan’ın son on gününde gizlenmiş ve bu gecelerde yapılan ibadetler, bu gecenin yüzü suyu hürmetine herkese ikram edilerek kabul edilmiş oluyor. Ben Ramazan’dan, Kadir gecesinden ve Bayram’dan murad edileni şöyle anlıyorum: kul Allah’a dönmüş, Ramazan orucunu istenildiği şekli ile tutmuş, yani azaları ve ahlâkı ile tutmuş, Kuran ile haşrolmuş, yani Kuran’ın dediklerinin önemli bir kısmını hayatına geçirebilmiş, şimdi Ramazan biterken, bir daha Ramazan’a kavuşamayacakmış gibi son şansını yakalamış gibi, kendi için yapabileceğini yapmak üzere duada. Nihayet duaları kabul görmüş, Arefe’ye yetişmiş. Bu mübarek günde de nefsine arif olmuş. Yani nefsini bilmiş. “nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi ile, Rabbini bilmiş. Bu saadet içinde zekâtını vermiş, fakirleri sevindirmiş, fitresini vererek, Bayram’a kavuşmuş. Bayram bu kula; ama rahmetin genişliği sebebiyle, sanki herkes bu aşamaları başarmış gibi, bayram umumi..

Bayram, akraba, eş-dost ziyaretleri ile renkli. Ve ibadetlerin en kutsal olduğu günler. Ramazan Bayramı aslında bir gün. Yani otuz gün oruç tutma ile nefsin terbiyesindeki ilerlemenin karşılığı bir gün bayram… Kurban bayramı ise üç gün. Kurban Bayramı’nın hakikati ise nefsi kurban etmek olduğundan, bunun karşılığı olarak bayram üç gün. Böyle düşündürüyor beni. Böyle düşünüp, böyle anlıyorum. Nefsimi kurban etmeye daha çook zaman var, diyorum…

Yaz bütün sıcaklığı ile geçiyor. İslâm’ı idrak ettiğimden bu yana hep eksiklerimi toparlamakla geçen günlerim, ne sıcağı sıcak olarak, ne de soğuğu soğuk olarak tam mânası ile hissettirmiyor gibi. Şimdilerde Hac görevimi de yapmayı niyetime koyuyorum. Önümüzdeki seneye kadar mali hazırlığım belki tamamlanırsa, gideceğim. Yaşadıklarımı yerinde yaşamak istiyorum. Kısmetse olacak…

ULUDAĞ’DA (RUHLAR ÂLEMİ) RÜYAM    

Yazın ortalarında idi. Sıcak doruğunda. Bakî Efendi Bursa’ya Uludağ’a çıkmayı ve orada biraz dinlenmeyi gündeme getirdi. Kendisine çocukluğundan beri bağlı olan Asım Amca, ailesi, iki oğlu ve küçük kızı, üniversiteye devam eden iki arkadaşımız, bendeniz ve Bakî Efendi ile Saliha Annemiz… Minibüsçümüz de var. Tatlıcı bir dost. Hep birlikte yola çıktık. Benim o aralar huysuzluğum kendime, lâkin dışarıya da taşıyor. Önce aralarına katılmak istemedim. Sonra ikna edildim. Galiba seviliyorum. Sevilmek çok önemli benim için. Hatta öyle önemli ki en çok sevilen ben olayım istiyorum. Benim buna çok ihtiyacım var. Yine bir şeylerde öne geçmiştim. Belki de benden daha çok sevilme ihtiyacı duyan vardı. O da kendi içinde en çok kendini ihtiyaçlı görüyor olabilir miydi? Kendine bu kadar önem vermek insanı kör ediyor. Bir an kendi dışıma çıktığımda, üniversiteli arkadaşımı fark ediyorum. “Ben annemi, babamı hiç tanımıyorum” diyor. “Onlar bir kaza ile öldüklerinde bir yaşında bile yokmuşum. Keşke biraz daha büyük olup hiç olmaz ise yüzlerini tanıyabilseydim” dediğinde, Bakî Efendi “Sana biz baba olsak, Saliha anneniz de anne olsa kâfi değil mi?” diyor. Arkadaşım mutlu, yerinden fırlıyor, ellerini öpüyor. Ben az önceki sevgi oburluğumdan kendime küstüm. Ama yine de kıskanıyorum. Sonra da içimden öyle öfkeleniyorum ki şu nefis insanı tam bir rezil eder, elinde bir tasma, boynuma bağlamış, istediği yere sürüklüyor. Sürüklenmeme niyetindeyim. Hemen arkadaşıma sarılıyorum. “Ben de senin ebedi kardeşin olmak istiyorum. Tam bir kardeş gibi. Böyle kabul edersen, beni rahatlatırsın”, diyorum. Nefsim yine sindi, göremiyorum. Şimdilik zafer benim. Dikkatli olmalıyım. “Hepsi senin mi?”

Uludağ, bütün tarihi ve ihtişamı ile önümüzde. Kaynaşmışlık içinde, her birimiz diğerine dost. Arabadan inip yerleşiyoruz. Dağda bir dağ evi. Üç katlı. Girişteki odaya annemiz ve Bakî Efendi’yi; Asım Amca ile hanımını ve küçük kızlarını da birer odaya yerleştiriyoruz. Orta katta Asım Amca’nın iki oğlu ile üniversiteliler bir de tatlıcı Niyazi Bey. Çatıda bir küçük oda, orası da bana kaldı. Herkes memnun. Ev Bakî Efendi’nin eski bir arkadaşına ait. Kendileri kardeşleri hastanede olduğu için, bu yıl şehirde kalıp, ona bakıyorlarmış. Dolayısıyla ev bize kaldı. Ev sahibi o gün bizim için gelmiş. Hem hoş geldiniz demek için, hem de eski dostunu görebilmek için. Ali Bey. Yumurta, peynir, zeytin ve ekmek getirmiş. Ben yalnız yaşamamın getirisi olarak, hemen mutfağa yönelip, ocağa çay koyuyorum. Onlar hoş beş edene kadar sofra hazır. Şaşırıyorlar ne zaman hazırladığıma. Hep birlikte mutfağın önündeki bahçede, tahta bir masa üzerinde açlığımızı noktalıyoruz. Rehavet çökmüş hepimize. On bir kişinin biri bile kıpırdamıyor. Şehir sıcaklığından uzak, serinlikle ürperip, giyiniyoruz. Cennette miyiz acaba?

Gece olunca dışarıda zor duruluyor. İçeride ocağı yakıp başına toplanıyoruz. Bakî Efendi pek az konuşuyor. Daha çok bizleri konuşturuyor. Birden fark ediyorum ki bizler için gelmiş. Kendi halinde hiç fark yok…

“Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa üzülürüm.

Aşkın ile avunurum, bana seni gerek, seni…”

İşte böyle olmanın zorluğu. Belki etrafındakiler zaten bunun böyle olduğunu biliyorlardı. Saliha Annamize ufacık çıtlattım. “Olsun”, dedi. “Geldi ya, biraz hava alacak ya, belki değişiklik iyi gelir”. İçim daralıyor. Böyle bir hayat çekilmez idi, tabii benim için. Biraz sonra kayboluyorum, dışarıda ay var. Mehtap, her yer ay aydınlığında aydınlık. İğde ağaçlarının kokusunu alıyorum. Burnum hassas. Dönüp, eve bakıyorum. Bacasından duman tütüyor. Huzurda bir ev, huzurda insanlar, mutlu yuva, koşuyorum ürpererek huzura, huzura, huzura…

İlk gece iş bölümü yaptık. Daha doğrusu Annemiz yaptı. Biz de onu rahat ettirmek istiyoruz. Çoğu işi biz gençler üstlendik. Evlât acısı onu bir hayli hırpaladı. Yaşlı ve dermansız görünüyor. Yine de elinden geldiğince yardımcı olmak istiyor. Biz de fark ettirmeden ona iş bırakmamaya çalışıyoruz. Hayatımda ilk defa böyle her yaştan karma bir topluluk ile tatil yapıyordum. Ama anlaşmamız çok iyi. Mesele çıkmıyor. Her birimiz sadece daha çok iş yapmak ve birbirimizi kollamak için bazen çatışıyoruz.

Burada gökyüzüne daha yakın gibiyiz. Bakî Efendi, bize tefekkürü anlatıyor. “Biliyorsunuz, bir anlık tefekkür, bin yıllık ibadet gibidir” diyor. Nasıl düşüneceğimizi bize ilham etmeye çalışıyor. Düşünce zinciri halkaların birbirine bağlanması ile oluşuyor. Halkalar varsa düşünce de oluşuyor. Gökler, yıldızlar, ay ve güneşin hareketleri bildiklerimiz halkalar. Bunlardaki düzenin nizamı ise düşünülecek şeyler. “…onlar ayakta, otururken, ve yanları üzerine yatarken, semâvatın ve arzın yaradılışını tefekkür ederler…” ayetini hatırlıyorum. İnsan çok düşünmeli, boş şeyleri değil, Allah’ın işlerini düşünmeli, isimlerini, sıfatlarını düşünmeli. Hem de düşünürken geniş açıdan bakabilmeli. Darlık, darlık getiriyor. Dar görüş insanı din için bile olsa dinDAR yapıyor. Din geniş olursa dindarlık bitiyor, ehli din olunuyor. Böyle düşünüyorum, gözlerim gökyüzünde, kimin gözleri benim yüzümde?

“Eğer aşk insanı kendi hapishanesinden çıkarabiliyorsa, aşktır”. Hoppala, şimdi bu ne demek oluyor? Ben kendi düşünce denizimde yüzerken, birisi soru sordu her halde. Bakî Efendi devam ediyor: “İnsanın mayasında aşk vardır. İnsan aşkla ve aşk için yaratılmıştır. Lâkin bazen bu sevdası ölünceye kadar kendisine olarak devam eder. Yani kendine sevdalı olmaktır. Aslında kendi dışında birine aşık olduğunu söylerse de, o sevdiğini kendi için severse bu, hakiki aşk değildir”. Atlıyorum aniden; “İnsan nasıl severse kendi için sevmemiş olur?”. Sessizlik, benim sınırımı bilemeyişim… “Sevdiğini, onun için sevecek. O mutlu olsun diye, onun istekleri öncelikli, hatta kendi istekleri aklına bile gelmeden. Böyle olursa bu aşk hakikidir. Sevenin kalbinde sevdiğinden başka bir şey bırakmaz. Kişinin kendi arzuları, muradı, hiçbir şey kalmaz. Kalbinde sadece sevdiğinin muradı olur. Kendinde kendi varlığından zerre kalmaz. İnsanı varlıklandıran kendi arzuları, emelleri ve muratları değil midir? İşte kalpte kendine ait bir şey kalmayınca, sevdiğinin muradından başka bir şey kalmayınca, sevdiğini sevdiği için sevmiş olur…” . Usulca soruyorum bu defa. “Bu aşkın faydası sevene gibi, peki sevilene zarar yok mu? Onu var etmez mi?”. “Sevmek bir hediyedir Hak katından. Elbette faydası hediyeyi alana olacak. Sevilen de kendine dikkat etsin. Ama genelde böyle aşklar tek taraflı olur. Yani İlâhi program, programı seven üzerine ayarlamıştır. Bize düşen, mülkün sahibinin programladığı kadere, rıza göstermektir”.

“Surete aşık olan ehli bi-vefadır,

Sirete aşık olan ehli safadır”.

“Dış görünüşe aşık olup, iç âleme yönelmekten nasibi olmayan, vefasızdır. Yani ruhların toplandığı Elest meclisinde vermiş olduğu söze vefasızlık yapmıştır. Sirete yani ahlâka, güzel huylara aşık olan ise safa ehlidir. Yani makamda safiye makamına çıkmaya namzettir”. Neler duyuyordum. Hiç duymadıklarımdı. Bakî Efendi, Asım Amca ile alışık olduklarından konuşuyor. Bizler küçükler olarak susuyoruz. Kendi hesabıma ben bazılarını anlamıyorum. Ama sanki içimde yer ediyor da zamanı gelince çıkacak gibi…

O gece yine rüya görüyorum. Bütün ruhlar toplanmış. O kadar çoklar ki, bir yandan da arkadan gelmeye devam ediyorlar. Ben kenardayım. Bakî Efendi ve iki dostumla beraberim. Ruhların yere bastıkları alan düz bir kâğıt gibi. Büyük bir kâğıt. Kâğıdın üstünde açık mavi gökyüzü sonsuza dek uzanıyor. Kâğıdın altını göremiyorum. Toprak veya başka bir şey yok. Boşluk var gibi. Bu arada ruhlar yürürken yumuşak, ipek bir kumaş sesi alıyorum. Hepsi, hepimiz toplandık. Saymak veya sıralamak mümkün değil. Bir sessizlik oluyor. Hareket yok, ama tanıdığım ve tanımadığım bütün ruhlar kendi âlemlerinde meşgul gibiler. İliklerime kadar yakınımda olan bir ses, her yönden gibi yükseliyor. “Ben sizin yüce olan Rabbiniz değil miyim?”. Ağır bir zaman. Seyrediyorum: bazıları hemen “beli” diyerek secdeye kapanıyor. Yani “elbette” diyerek. Ben şaşkın etrafımı seyrederken, bir de görüyorum ki Bakî Efendi de secdeye kapanmış. Halâ ne olduğunu anlayamamıştım ki Bakî Efendi kalktı, beni kolumdan tutup “hadi” deyip secdeye vardırdı. O secdede ruh olarak vardım ve hiç kalkmak istemediğimi hatırlıyorum. Böylece ne kadar kaldık bilmiyorum. Ben secdede iken kıvrılıp anne karnındaki çocuğun durumu gibi bir şekil alarak uyuyacaktım ki üşüyerek uyandım. Sabah ezanı okunuyordu. Üstüm açılmıştı, yoksa rüya belki de daha devam edecekti.

Namazlarımızı girişteki sofada ocaklı odada kılıyorduk. Bir dost ocağı tutuşturmuş. Namazdan sonra Bakî Efendi’nin yanına sokuldum. “Efendim, bir rüya gördüm. Merakımı çekti. Acaba hemen anlatabilir miyim?” dedim. Olur alınca da bütün ayrıntıları ile anlattım. Bana bakarak: “Mübarek olsun, çok manidar bir rüya. Sen gerçekten ruhların ilk toplanma yeri olan meclisi görmüşsün. Gördüğün rüya aynı şekildedir. Yoruma gerek bile yoktur”. “Efendim” dedim. “Ben orada şaşkın olarak etrafıma bakınırken, beni siz ayıktırdınız. Sayenizde secdeye varıp, (beli) diyebildim. Rüya hakkında hadisleri okumuştum. Rüyalar hakikate köprüdür, diye biliyorum. Bu rüyada açıkça belli olduğu gibi, size çok şey borçluyum. Lûtfen bizleri kendi nefislerimizle bırakmayın” . Ağlıyordum artık. Kendimi tutamıyordum. O’nun yokluğunu, eksikliğini ilk defa düşünmüştüm. Ya hiç karşılaşmasaydım? O zaman belki de Allah başka birini tanıtacaktı. Şükrüm Allah’a, ama sebeplere teşekkür etmemek nankörlük olurdu. Sebep olanın elini öptüm. Göz yaşlarım ile ıslandılar… Bakî Efendi kendi iç âlemine dalmıştı bile… Usulca yanından ayrıldım.

Uludağ’da ilk defa duyduğum bilgilerle altı günü tamamladık. Dönüyoruz İstanbul’a. Eşyalar toplandı, evi tertipledik, içim o günden beri daima “beli” diyor. Aklım ruhların yaratılışında, esas hayatta…

Altıncı Bölüm

Altıncı Bölüm:

SON YAPRAK  

Sonbahar geliyor. Bahçelerde yaprak sarının tonlarında. Bilmem kaç ton sarı… bu renk cümbüşünü gün be gün izlemek için, gidişlerimde genelde yürüyorum. Böylece Sonbahar’ın serinliğini hissederek, kokusunu içime çekerek yaşamın tadına varıyorum. Yaşamayı çok seviyorum…

Erenköy’deki yatağımdan pencerenin dışındaki ağacı seyrediyorum. Üzerindeki sararan yapraklar her gün azalmakta. Aniden O. Henry’nin “son yaprak” adlı hikâyesini hatırlıyorum. Çocukluktan gençliğe geçtiğim sıralarda okumuş ve çok etkilenmiştim. Hikâye şöyle gelişiyordu: yatağa mahkum bir kız, penceresinden dışarıyı izliyormuş. Pencerenin önündeki ağacın üzerindeki yapraklar her gün düşüyor ve eksiliyormuş. Hasta kız ablasına “bu yaprakların hepsi düştüğünde, galiba ben de öleceğim” diyormuş. Abla üzüntüsünü komşusu olan bir ressama söylemiş. Ve bir gece o ressam aynı yapraklara benzeyen birkaç yaprak yapıp, boyamış ve ağaca yapıştırmış. Günler geçmiş, yapraklar düşmüş. Ama o boyanmış olan bir iki yaprak düşmemiş. Hasta kız yapraklar düşmeyince ümidini kazanmış ve iyileşmiş. Kış geldiğinde yapraklar hala yerinde imiş… O güzel insanı düşünüyorum, ressamı… Nasıl bir hayata önem vermiş, ve bir insanı kurtarmaya vesile olmuştu? Bu aslında bir hikâye idi ama, biliyordum ki her hikâyede gerçek bir taraf vardı. İşte güzel olan her şey verdiğimiz önem ile mânalanıyor, renkleniyordu. İnsan olmanın vazgeçilmez güzelliği bu olmalıydı…

İşte ben de bu yaprakların hepsi düştüğünde, ben de farklanacağım diye ümitleniyordum.

DİN GÜZEL AHLÂKTIR: 

Bu arada bazen kendimi tam yakışmazlığın ortasında buluyorum. Meselâ, öyle özel olduğumu sanıyorum ki Bakî Efendi sadece benim için yaratılmış gibi aldanıyorum. Daha ne yapsın, diye düşünüyorum aklı selime kavuştuğumda. Hem dünyada, hem de ahirette elimizden tutmuştu ya, daha ne yapsın dı? Kendimle mücadelenin işte bu boyutlarını yaşıyorum. Meselâ; kendimi Hz. Mevlâna için de özel görüyorum. Yani kısaca sanki dünya ben merkezli dönüyordu…Sonra Ihlamur’a dükkâna gittiğimde, benim bereketimle müşteriler artıyor gibi. Aslında gibi değil, bayağı inanıyorum. Ağzımdan çıkan her şeyi “Allah söyletti” olarak alıyorum. Ama başkalarınınkini böyle duymuyorum. Sadece benimkini Allah söyletiyor, şeklinde inanıyorum. Kalpten böyle düşünüyorum.

Bakî Efendi anlatıyor. “Tevhid-i ef’al esastır. Yani bütün işlerde Yaradan’ı görmek… Bu, başlangıçta kendinden çıkan işleri Allah yaptırdı şeklinde olur. Daha sonra kendinin dışındakilerden çıkanların da Allah tarafından yaptırıldığı kalbe yerleşir. Tevhid-i ef’al, bütün işlerin tek olanda toplanması demektir. Yani Allah’ın fiil tecelliyatının her yaradılmış olanda görülmesi demektir”. Oh! Çok şükürler olsun, biraz rahatlıyorum. Demek yolun gidişatı böyleymiş. Şimdi sıra diğer insanlardan oluşan işleri de “Allah yaptırdı” fikrini önce benimsemek, sonra da kalben hissetmek. İlk noktada oyalanmamalıyım. Devam ediyor; “Sana yaptıran Allah da, öbürüne yaptıran kim? Başka bir güç mü var? İlâhlarımızı teke indirmeliyiz. Yoksa, bizler Allah’ı bırakıp ta başka İlâhlar mı edineceğiz?”. Gümbür… Başımdan aşağı dünya yuvarlandı. Rezil oldum. Sanki bana söyleniyor. Gözlerimin içine bakarak… Nefsimin yenilgisi, ruhumun zaferine karışıyor. Nefsimle başım çok dertte, hem de çook… Bir konuda ayılıyorum, başka oyununda yine gaflet… Ben böyle mi gideceğim? Yoksa gidemeyecek miyim? Cevap geliyor: “Levm eden nefis, yani kendini eleştiren nefis böyle iner, çıkar. İndiğinde en aşağılarda, süfli yerlerde dolaşır. Çıktığında da ulvî yerlere uzanır. Mülhimede olan nefiste ilhamlar kalpten doğmaya başlar. Bu nefis kıymetli bir makamdadır. Fakat iniş, çıkışları son bulmamıştır. Bu sebeple kendimizi, nefsimizin muhasebesini insaf ile yapmalıyız. Aldanmaya açık olan insanın kendisidir. Asla aldanmamalıyız. Hem aldanmamalıyız, hem de aldatmamalıyız”. “İnsanların önemli bir kısmı levvame nefis ile yaşar ve hayatını bu aldanışlar ile bitirir. Ben size daha ötesinden haber veriyorum. İnsan iman etti diye, hemen imanı kemal bulmaz. İmanın hakikatinde aldanmamak vardır. Biraz namaz kılmakla, oruç tutmakla, hac görevini yapmakla, yasaklardan uzak durmakla bir şey oldum zannedilmemelidir. Bunlar aslında her insanın esas olarak yapması gerekenlerdir. Aslolan ahlâktır. Siz (din güzel ahlâktır) hadisini duymadınız mı? Bu hadiste, din namazdır, oruçtur denilmiyor. Güzel ahlâk ta Peygamberimiz(s.a.v.)’in ahlâkıdır ki örnek almak yani sünneti yaşamak gerekir”.

Kalbim doldu yine. Umutluyum. Olacak, yavaş da olsa olacak… Kuran’dan hatırlıyorum: “Kulum farzlarla bana yaklaşır” ve yine: “Kulum nafilelerle yaklaşır”. Bu iki mânayı hatırlayınca soruyorum. Cevap aydınlatıcı: “Elbette ilk adım farzlardır. Sonra da nafile ibadetler gelir ki bunlar sünnetlerdir. Sünnete uymak, Peygamber(s.a.v.)’in hayatını yaşamaya, taklid etmeye çalışmaktır. Bir Kudsî hadis’te şöyle buyruluyor: (Kulum nafilelerle bana o kadar yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O kulum benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür). İşte nafilelerin hepsini yapmakla o kulda Hak zuhur eder. Tabii ki kolay değildir. Eee, ama ne yapalım ki Allah, pahası yüksek olandır. Kalpte başka şeylerle birlikte isen kalbe nazar etmez. İnsan aslında Hakk’ın bir gölgesi gibidir. Ayette belirtildiği gibi insanı yeryüzünde halifesi kılmıştır. İnsana verilen önem bu. Lâkin bu halifelik, padişahların Mekke’den getirdiği halifelik değildir. O sembolik bir şeydir. Esas halifelik, insan-ı kâmil olduktan sonra olur. Yani (Hiçbir şeyde insanda olduğu kadar zahir olmadım) Hadisinde söylenen gibi… İnsan Allah’ın Zıl’lıdır. Yani gölgesidir. Bu gölge varlık, olgun ve kâmil kişi olduğu zaman gölge kaybolur, halifelik başlar”. Soruyorum yavaşça “Efendim, halife tek mi olur, yoksa daha fazla mı?”. Kükrüyor “Elbette tek olur, Allah tek değil midir?”.

BENDE BİR BEN VARDIR BENDEN İÇERİ…     

İnsanın kemalâtı, kendi içindeki yolculuğunu tamamlaması ve kendine yaklaşması ile mümkün oluyor demek ki… Nihayet kendinde bulduğun da aradığın olmuyor mu?

“Bende bir ben vardır benden içeri” dizeleri ile Yunus Emre bunu ifade etmiyor mu? Koca Yunus özetleyivermiş. İnsanın bütün meselesi de ayrı düşmek oluyor. Yaradan’ından ya da kendinden uzakta olmak…

Mevlâna Mesnevisi’ne ;

“Dinle neyden kim hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede” diye başlıyordu. Bu ayrılık neye ses vermişti. Sesi ayrılığın sesi idi. Tabii bu sesi verebilmek için de içinin tamamen boşalmış olması gerekiyordu… İçi Hak ile dolunca da verdiği ses hikmet oluyordu. Hadisler gibi…

YAKÎNİN UZAKLIĞININ ACISI       

Artık en azından bende olgunlaşmanın henüz olmadığını bilerek kışa giriyorum. Kış dışarıda, kış içimde, kış iliklerimde… Uzaklığın kışını biliyorum. Yakınlığın kavuran yakışından henüz haberim yok. Hangisi daha iyi kaldırılabilir, bilmiyorum. “Benim Allah ile öyle bir yakınlığım olur ki oraya ne bir mukarrebin melek, ne de bir mürsel peygamber giremez” hadisini hissetmeye başlıyor gibiyim. Sadece hissediyor gibiyim. Tam anlamak henüz mümkün değil. Kulu ile arasını öyle özel tutmuş ki oraya başkaları için giriş yok… Kul ile Allah arasına kimse giremez sözü buradan kaynaklanmış olmalı, diyorum. “Biz insana şah damarından daha yakınız” ayetindeki ifade yerini buluyor. Bana benden yakın olan Rabbim! Ben kendimi benden uzaklara götürmüşken, sen bana benim verdiğim önemden çok daha fazlasını vererek, benim yakınımda benim gelmemi bekliyorsun. Birkaç perde sonra belki ya da ebediyen uzaklarda. Senin yakınlığından haberliyim. Lâkin kendimde bulamadım, örtülüyüm. İlmen biliyorum, ama yaşayamıyorum. Yaşayabilirsem, seni yakınımda veya beni senin yakınında müşahede edebileceğim… Senin gözünle nasıl görülür, senin kulağınla nasıl işitilir, henüz süt emen bebek gibiyim. Bu konulara bilgi olarak aşina, yaşayarak değil… Yakîn uzaklardan selâm veriyor. Selâm sana ey yakîn. Selâm sana ey yakîni yaklaştıracak olan binlerce sebep…

ON YEDİ ARALIK (ŞEB-İ ARUS)

Kendime söz vermiştim, Mevlâna çağırdı. Konya’dayım. Bu defa dostlarımla geldik. Önce ziyaretimizi yaptık. Sonra Konya’daki küçük dostum Miyase’ye gittik. Hediyelerini verdik. Çaylarını içtik. Kalabalık olmamız iyi sebep oldu, bir otele yerleştik. Zahmet vermek üzüyordu beni. Bu sebepten iyi oldu. Otelimizde odalarımız üst katta ve cadde üzerinde. Hazret’in kubbesini görüyoruz. Kar atıştırıyor. Henüz Aralık Ayındayız. Konya kışı yaşıyor. Akşam Şeb-i Arus törenine gideceğiz. Çok heyecanlıyım. Şimdiden düğün gecesine yöneldim. Konya o sene Mevlânasız kalıyor. Ben tarihin içinde sanki o günleri yaşıyorum. Düğün gecesi, öldüğü gece. Büyüklük, ölümü ayrılıktan kurtulmak ve sevgiliye kavuşmak için iyi bir sebep gördüğünden, ölüm gecesine, düğün gecesi dedirtiyor. Lâkin o sıralarda Konya’da o zamana kadar rastlanmamış şekilde depremler oluyor. Hz.Mevlâna’nın Hakk’a kavuşması ile depremler duruyor. Ne hikmet vardır kim bilir?

Otelin penceresinden dışarıyı seyrederken, bu düşünceler içindeyim. Dostlarım çarşıyı dolaşmak istediler. Ben katılmadım. “Hazret’e geldik, çarşıda ne işimiz var?” dedim. Onlar biraz kendi hallerinden mahcup olarak gittiler. Yine hodbinlik yapmıştım. Benim yolumu açmaya sebep olan bu insanlara bir şey öğretmeye kalkmıştım. Koşmak, arkalarından yetişmek, ve hiç te önemi kalmamış olan kendi koyduğum asil ilkemi çiğnemek istedim. Ama onlar çoktan gitmişlerdi. Ben ne zaman insan olacaktım? Ne kadar zordu ya! Rab! Şimdi Mevlâna benden çok mu hoşnut idi? Hiçbir şey kazanmamış, hatta yine kayba uğramıştım. Onların bu masum arzularını sanki bir farzı çiğniyorlarmış gibi yorumlamıştım. İnsan olmak incenin incesi bir şey… Bu incelik de zor kazanılıyor. Perişan oldum. Ne kıldığım namazdan, ne de çok arzu ettiğim ziyaretten bir neşe kalmamıştı. Odamdan çıkıp, dostlarımın odasının önünde beklemeye başladım. Çarşıdan döndüklerinde özür dileyecek, gerekirse ayaklarına kapanacaktım. Önümüzdeki akşam şimdiden zehir zemberek… Otel koridorunda ağlayarak bekliyorum. Bir daha asla olmayacak, diye kendime binlerce söz vererek…

Nihayet geldiler. Beni böyle görünce şaşırdılar. O zaman ben de belki de daha önce böylesi kabalıkları ne kadar yapmıştım da farkına varmadığım için bu hale girmemiştim, diye düşünüyorum. Daha kötü oluyorum. Elimi kolumu sallayarak, kabalıklarımla dolaşmışım da bu güzel insanlar bir kere bile yüzüme vurmamışlar… Özür diliyorum, fakat takatim kalmadı. Onlar ise “Bu kadar üzülme, hepimiz hata yaparız. Biliyorsun kul vara vara sultan olur” diyorlar. Ben de “Kul başını vura vura sultan olur belki” diyorum. Küçülmüşlüğün acısı, büyüklenmeme engel oluyor. İçim buruk, kalbim kendime küskün, ağzımda zehir tadı, midem yanıyor. İlâç alıp, uzanıyorum, biraz sonra uyku… Eğer uyuyamasam ne yapardım, bilmem. Uyku bana tam bir rahmet. Orada bir şeyleri atabiliyorum.

Âyin-i Şerif’in ve Semâ’ın yapılacağı yerde, bir ay önceden aldırdığımız biletler ile ön sıralardayız. Ben gündüzki kırılmışlığı halâ üzerimde taşıyorum.

Önce, Ahmet Özhan Şefliğinde Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğundan Tasavvuf Musikisi örnekleri dinliyoruz. Ben zaten yaralıyım, gündüzden. Duygularım coşuyor. O anda farklı bir hal yaşıyorum. Oturduğumuz ve sazendelerin oturduğu bölümün üzerindeki tavan açılıyor. Gök yüzü yıldızları ile üzerimizde. Ahmet Özhan sahnede bir ilâhi okuyor. O anda yanına rahmetli Muzaffer Hoca giriyor. Elinde bir tac var. Uzanarak Ahmet Özhan’ın başına koyuyor. Ahmet Özhan bu hali müşahede ediyor mu bilemiyorum. Yalnız o anda duygulandığını ve eski yılları hatırlayarak, bu salona veda edeceğini, artık seneye yeni salonda sanatlarını icra edeceğini söylüyorken, ben kendime geliyorum. Coşkulu bir müşahede anı yaşanıyor. Bütün salonda alkış, tezahürat…

Ara veriliyor, sonra Mevlevi Âyin-i Şerifi ve nihayet semâ’…Bu gece sevgiliye kavuşma gecesi. “Ne olur bizi de sana kavuştur”. Belki çok şey istiyorum ama sadece bu istek için yaşadığımı fark ediyorum. Ümidim burada yoğun… “…siz onları görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görseydi deli derlerdi…” Bu hadis her şeyi anlatıyor zaten. Dünya ehlinin dünyayı kafasına takması ile, Allah ehlinin kafasını bu noktaya takması, her birinin diğeri hakkında “deli” hükmünü getiriyor. Ben Allah ehli olayım da deliliğe çoktan razıyım… Burada deliliğin, karşındakinin hoşlandıklarından hoşlanmamak sebebiyle yakıştırıldığının farkındayım.

Gece otele dönerken, hepimiz suskun. Her birimiz orada vardığı lezzeti içinde saklamak istiyor. Belki sonra konuşacağız, ama şimdi susma vakti. Semâ’ın bize verdikleri ile içimizde yolculuk ve muhasebe… Bazılarının semâ’ın caiz olup olmaması hakkında, hatta Hazret hakkında ileri geri konuşmalarını hatırlıyorum. O zaman o kişilerin içlerine dönemediklerini ve bu sebepten dışarıdan baktıklarını, görüşleri yetersiz olduğundan dolayı da böyle algıladıklarını düşünüyorum. İçine dönememek bir acı ki her işi kışrında değerlendirmeye sevk ediyor. Yine binlerce şükür, diyorum. İçimizden haberdar ettiğin için ve içimize doğruyu ilham ettiğin için, sana binlerce şükür, binlerce teşekkür…

Konya’yı karlar altında bırakarak ayrılıyoruz. Gidişimizden üzüldü belki de… Düğün gecesinde beyaz gelinliğine bürünerek, düğünü anlattı bizlere… Mevlâna Hazretleri’ne veda ederken, içimde bir acı duyuyorum. Sanki uzun bir süre buraya gelemeyecekmişim gibi hissediyorum. Dostlarım daha hoş haldeler. Onlar hazımlı. “Getirirlerse ne alâ. Getirmezlerse ne alâ” diyorlar. Vay canına, hiç böyle düşünmemiştim. Sanki hayırsız gibi görünenlerde, Allah yaptırdı demek kolaydı da hayırlı olanların kendi muradımıza uygun olmasını istemek doğal gibiydi. Şimdi hac yapmak farz olduğu halde, yaptırırsa yaptıracak, yaptırmazsa yandıracak, diye düşünüyorum. Hadis’te söylendiği gibi ölü yıkayan kişinin elindeki ölü gibi olmaya mı başlıyorum? .

KAHRI DA HOŞ, LÛTFU DA…    

Bu fikir beni “Kahrı da hoş, lûtfu da hoş” kavramını anlamaya götürüyor. Otobüsteyiz. Herkes kendi kendine. Veya kendi kendinde. O’ndan gelen her şeye nasıl razı olunur, diye düşünüyorum. Belki razı olmaya çalışılır. Belki de razı olmanın başlangıcı böyledir. Kahra hoş demek acıyı sevmek gibi bir şey. Lûtfu da hoş demek zor. İnsan lûtfa uğradığında, lûtfedeni unutur da kendinden bilirse, lûtfu da hoş demiş olmaz. Lûtfettiğini zannetmiş olur. Lûtfu da hoş demek ise, kendindeki bütün güzel,iyi,hoş olan şeyleri sahibinden bilmektir. Onun için lûtfun sahibini göremeyince lûtfu da hoş denemez. Kahrın hoş oluşuna gelince, insan öylesine mahfiyete uğrayıp, öyle fenaya erecek ki ortada kendisinden bir şey, bir eser kalmayacak; işte o zaman da ne kahır ne de hoşa gitmeyen her hangi bir şey kendisine değmeyecek. Bunu söyleyenin samimiyetine inandığım için çok büyük görüyorum…

Ankara üzerinden gidiyoruz. Orada da kar var. Konya ile Ankara aşağı yukarı aynı mevsim koşullarında gibi. Ankara’da Hacı Bayram Veli, Konya’da Hazreti Mevlâna… Her belde nurun bölüşülmüşlüğünü yansıtıyor. İnsanlar için, onların hatırına şenlendirmişler. Bazılarını Alevi kardeşlerimizin sahiplenmesine şaşıyorum. O’nlar ayırım yapmamışlar ki… Her kim olursa olsun “gel” demişler. Ayırımcılık küçüklere mahsus. Yetersizlik, tarafsızlığı engelliyor. Küçüklük de büyüklüğü engelliyor. O’nlar hepimizin, bizler de Onlara aitiz. Onlardan olmak, onları kendine sahiplenmekle değil, O büyük insanların yolundan gitmekle mümkün elbette. İmam-ı Ali’nin de bütün Müslümanlar için ilim kapısı olduğunu düşünüyorum. Müslüman olan herkes nefsini bilme ilminde Hz.Ali’den yardım alacaktır. Hz.Ali’nin çok yerinde bir ifadesini hatırlıyorum. “Benim yüzümden iki gurup Müslüman helâk olacaklardır. Bir kısmı beni yeterince sevmeyi bilemeyenler, diğeri de sevgide aşırı gidenler”. Ehl-i Beyt sevgisi ve hassasiyeti olmadan, İmam-ı Ali’yi idrak edebildiğimiz kadar anlamadan, gidiş zor. Ama O’nu İsa A.S. a yapıldığı gibi bir konuma yerleştirmek de gidişi kapıyor. Rabbim bize orta yolu (Sırat-ı Müstakim’i) nasip etsin, diye dua ediyorum.

İnsanlar bozulmaya ve bozmaya meraklı. Kendilerine gönderilen Peygamberleri kaçı anlaya bilmiş? Hallac-ı Mansur’a, Muhiddin ibn-i Arabi’ye yapılan onca eziyet… Daha nice Allah dostuna Allah adına yapılanlar… İnsanlık âlemini anlamakta zorlanıyorum…

İstanbul’da kar yok. Yağmur bile yağmıyor. Biraz soğumuş. Bu defa Harem’de iniyorum. Doğru Erenköy… Bakî Efendi’nin kapısındayım. Bu sefer tereddütlüyüm. Kabahatim vardır, diyorum kendi kendime… Saliha Annemiz’e Konya’dan getirdiğim gül ağacı tesbihi hediye ediyorum. Bakî Efendi’ye de yumuşak bir çift yün çorap. O gece Konya’da geçen her şeyi anlatıyorum. Yemekten sonra misafirler geliyor. Ben kendi köşemde, dinlemedeyim… “Bir gün bir mürşit, arkadaşı bir mürşide mektup yazmış. Kendilerinde talebe kalmadığını, mümkünse oralardan bir talebe yollamasını rica etmiş. Arkadaşından gelen haber şöyle: (ben etrafta talebe bulamadım, ama mürşit istersen göndereyim)”. Kıpkırmızı oluyorum. Tam benim halime cevaptı. Konya’da arkadaşlarıma yaptığım kabalığı es geçmiştim, anlatmamıştım. Ama biliyordu. Tam da o konuyu anlatıyordu. Biraz bir şeyler yaşayanın, öğrenmeyi yeterli görüp, öğretmeye hevesli oluşunu daha iyi anlatmak mümkün müydü? . Ben alacağımı almıştım. O günkü konu yeniden canlandı, unutmuş gibiydim, gömmüşüm. Rezil oldum, ama rezil olmadan da olmuyordu. Artık biliyordum ki bu hataya bilerek dönmem nerdeyse imkânsızdı.

Yedinci Bölüm

Yedinci Bölüm:

MÜZİK SEVGİM     

Müzik çok sevdiğim, dinlerken dinlendiğim bir şey. Çocukluğumdan beri hemen her türlüsünü dinlerim. Şu sıralar bir Mercan Dede var ki çok farklı müzik yapıyor. Mevcut temaların üzerine veya kendi temaları ile müzik yapıyor. Eski gazeller, ilâhiler, deyişler, yeni birer eser oluyor. Pek çok isim vermiş kendisine. Sanıyorum, tek isimle tanınıp, sivrilmemek için olacak… O hepsinden memnun. Yabancı ve değişik kültürleri de kendi programlarında tanıtmaya gayret gösteriyor. Çok az alet ile, kalabalık bir orkestra dinleniyormuş gibi izlenim alıyoruz. Kasetlerini, disklerini alıyorum. Yetmedi konserine gittim. Çok mutlu oldum. İnsanın içindeki sesi duyurmaya amaçlı gibi. O’nun müziğini dinlerken bir ayağınız sabit bir noktaya basıyor, diğeri ile kâinatı dolaşıyorsunuz. İçinizdeki ses, tek olarak sizi kaplıyor. Yani bir duygular çokluğunda, teke ulaşır gibi oluyorsunuz. Ben böyle hissediyorum. Mercan Dede’nin başka bir özelliği de art arda ne kadar dinlenilse bıkılmıyor. Meselâ bir diskte on iki eser var. Bitince başa alıp tekrar dinlemek üzere bir gün dokuz defa dinlemişim, akşama kadar. Bıkkınlık gelmiyor. Her dinleyişte yeni dinliyormuşum gibi oluyor. Aynı eseri… Müziği evrenselleşiyor… Sonrakilere kalacak, biliyorum. Müzik dili ile bana verdikleri; insanlıktan ümidim artıyor, barışın dünyaya yayılacağına inanıyorum, sevginin insanlar arasında ortak dil olduğunu fısıldıyor, kendi arınmış duygularını benimle paylaşıyor… Devam etmeli, mutlaka devam etmeli…

MUSİKİ AŞIĞIN AŞKINI, FASIĞIN FISKINI ARTTIRIR:    

Bakî Efendi’nin çevresinden birileri benim müzik sevgimi biraz kabullenemiyor gibiler. Öyle sanıyorum ki onlar bir zaman sonra eskiden var olan bu tutkumdan da kurtulacağıma inanarak, sabırla bekliyorlar. Görüşlerinin biraz dar olduğunu düşünüyorum. Lâkin Konya’da yaşadığımdan ibret almış olmalıyım ki bir şey söylemeye cesaretim yok… Zamana bırakıyorum. Onlar da bir gün gelir, belki beni anlarlar diye düşünüyorum. Allah’ı tanımak çok zor. İnsan ya hep ya hiç kuralını yaşıyor. Biri “Biz de eskiden senin gibiydik. Şükürler olsun hidayete erişince, artık bu türlü zevklerimiz bitti. Sadece Allah’a dönüyoruz” diyor. Ben “Allah’dan başka şeyler de mi var? Yani her şey top yekun Allah’ın mülkünde mevcut değil mi? Müziği yahut başka bir şeyi O’ndan ayrı mı tutmak lâzım?” diye soruyorum. “Bence her neye yönelirsek yönelelim, içimizde, dışımızda nefesimizde, Onunla beraber olduktan sonra, yine O’na dönmüş oluruz. Ama bizimle birlikte olduğundan, bizi gördüğünden, duyduğundan gaflette olarak, ibadete yönelsek bile Onunla olmuş ve O’na yönelmiş olmayız” diyorum. Bütün kendime verdiğim sözleri unutmuş olmaktan mahcup, elimde olmadan ağzımdan çıkıyor lâflar… O sırada Bakî Efendi içeri giriyor. Konuya biraz ucundan şahit olmuş. “Musiki aşığın aşkını, fasığın fıskını arttırır” diyerek, konuyu kemaliyle sonlandırıyor.

YA SELÂM, YA HÂDİ…    

Düşünüyorum, hidayete ermek ne demek? İnsan hidayete erdim demekle hidayete ermiş olur mu? Bence her konunun olduğu gibi, bunun da bir yüzeysel, bir de hakikat olarak iç yüzü var. Allah “Müslüman’ım” diyeni Müslüman olarak kabul etmemizi istiyor. İslâm başka, iman başka, amel başka, ilim başka, irfan başka… Müslüman İslâm’ı kabul eden, kelime-yi şahadet getiren kişidir. Müslüman Allah’tan başka ilâh olmadığına inanır. Peygamberlere aralarında bir fark gözetmeksizin inanırken, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber olduğuna inanır. Bu iman içinde olan herkes Müslüman’dır. Lâkin İslâm’ın şartları vardır ki bunlar da namaz, zekât, oruç ve hac’dır. İşte bunları da uygulayan kişi Müslüman’lığın şartlarına tamamen uymuş olur. İman sahibi Mü’min veya Mü’mine kişidir. Allah’a ve söylediğimiz şekilde Peygamberlere iman esastır. Daha alâsı kitaplara, meleklere, ahiret gününün varlığına, kadere, hayır ve şerrin Allah’dan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanır. Allah’a iman, imanın başlangıcıdır. Allah’a iman ile kitaplara iman ve Peygamberlere iman daha kolaydır. Meleklere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra dirileceğimize iman etmek daha zor olup, imanın kuvvet kazanması ile mümkün olur. Eğer inananların hepsi, öldükten sonra dirileceğine, hesap vereceğine, ahiretin varlığına tam olarak iman etmiş olsaydılar, bu dünyada yaşayacak takatleri kalmazdı. Kimsenin canını yakmaz, kimsenin hakkını gasbetmez, ihtiras ve gaflet içinde kalıp, ölümü kendilerine uzak, başkalarına yakın görmezlerdi. Dünya hayatına kapılıp gitmek ve ahireti unutabilmek ancak imanın zayıflığı ile mümkün olur.

Amellere gelince emredilenleri yapmak, yasaklananları yapmamak olarak anlıyordum. Hepsi de bizim dünya hayatını zarar vermeden yaşamamız, ahiret hayatını da kazanabilmemiz için, bildirilmiş kurallar, ibadetler topluluğuydu. Yoksa bunların hiç birinin Allah’a bir faydası ya da zararı yoktu. Böyle olunca da herkes yaptığının karşılığını görecekti… İlim bütün bu anlatılanlarla beraber, amellerin usulünü öğrenmek, hataları azaltmak için gayret göstermek ve öğrenilenleri hayatımıza geçirmekti. İrfan en önemlisiydi. Allah’ı bilmek, O’nun hakkında anlayış sahibi olmak demekti… İslâm’ı kabul eden Müslüman, iman eden Mü’min, amelde bulunan kul, ilim öğrenen alim, irfan sahibi olan ise arif oluyordu. Arif kişi, Müslüman bir iman sahibi kulun, ilmi ile Allah’a karşı bir anlayışa sahip olması demek oluyordu.

Bu fikirlerimle dopdolu yatıyor, kalkıyor, gidiyor, geliyordum. O zaman insanlar derece derece idi. Herkes ayrı bir anlayışa sahipti. Veya itikadı da farklı idi. İşte burada çok önemli olduğuna inandığım bir noktayı yakalıyordum: herkesin hali kendine. Yani herkesin farklı bir hali vardı ve irfandan kendisine ne kadar açıldı ise o kadarına sahipti. Bu, şu an için böyle idi. Bir an sonra nasıl olacağı belli değildi. O halde kendime şöyle demeliydim: Allah her insan için farklı bir kader yaratmıştı ve her insan halden hale girerek sürekli değişim içindeydi. Benim birine o andaki müdahalem bu durum esas alınırsa, yersizdi. Ve birini eksiklerini görerek, eleştiri nazarı ile bakmam, gaipten haberim olmadığına göre cahillik idi. Belki benim kaderim sonradan isyan ile bitecekti veya o kişi kurtulanlardan olacaktı. Bu anlayış içinde perişandım… Yine kendimden kendime açılmış olan bu kavrayışa şükürler olsun diyorum…O zaman dava mümkün müydü? İddia yapılabilir miydi? Hele kendini beğenmek ve yeterli görmek? Başkalarını küçük görmek, hemen değerlendirip, noktayı koyuvermek?

“Ben gelmedim dava için,

Benim işim sevi için…” diyen Koca Yunus… Nasıl da kısacık iki satıra sığdırıvermiş yüceliği…

İnsanlar neden biraz öğrenince, kendini farklı görür de, diğerlerine yukarıdan bakar? İki lokma ile doyulur mu canım? Doymanın sonu olur mu? Doyan hiç acıkmaz mı? Biraz sonra acıkacağından habersiz midir? Ben kendi hesabıma bakmalıyım, esas hayatta hesaba çekilmeden burada ben kendimi hesaba çekmeliyim. Başkalarına sıra gelmeden önce kendime yetmeyi bilmeliyim. İşte bu düşünceler ışığında, hidayete ermenin mânasını anlayabiliyorum. Hidayet başlangıçta Müslüman olmak, şartlarını yerine getirmek, iman etmek, kulluk yapmak, ilim öğrenmektir. Ama hidayetin hakikati, Allah’ın her anımızı gördüğüne, her söylediğimizi duyduğuna, kalbimizden geçenlere bile vâkıf olduğuna, bize bizden yakın olduğuna şüphe olmaksızın iman etmektir. Ve bu iman ile, Allah ile birlikteliği yirmi dört saatin her anında yaşamaktır. Esas hidayet budur. “Ya Selâm, Ya Hâdi!”…

Nerelerden nerelere gelmiştim ama arkama dönüp baktığımda bir arpa boyu yol gitmiştim. İnsan olmak kolay değildi. “İnsandan söz edilinceye kadar nice bir zaman geçti…” Ayetini hatırlıyorum. İnsan olmak, yaradılış amacına uygun olmak demekti ki ne kadar vakit alıyordu. Sonrasında daha nice incelikler vardı kim bilir? Ömür kısa geldi birden, öğrenecektim, uygulayacaktım, hallenecektim, hallendirecektim… Vay hüsranda olana, vay kendinden habersize, vay kendine zulmedene… Vay ki nice vaylar…

ALDANMAK, ALDATMAK      

Hayat bir oyundan ibaret gibi. “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir” ayetle sabit. Ben kendi oyunumu mu oynuyorum? Hayatın içinde yaşarken önümüze çıkan her olayı bu oyunun bir parçası kabul edersek, hırs, ihtiras, kin, öfke, öldürmek, nefret etmek nerede kalır? Eğer bu ayete inanıyorsak, ki birini inkâr hepsini inkâr gibidir, bu oyuna nasıl bu kadar kendimizi kaptırabiliriz? Oyunu ciddiye alırsak, hakikati de oyun gibi mi göreceğiz? Eğer oyun ise kin, öldürmek, savaşlar, öfkeler, çocukları helâk etmek NİYE? Kendimizi aldatarak mı yaşayacağız, ölene dek? İnanıyorum diyen, paralarının üstüne bile bunu yazanlar neye inanıyorlar? Neye inanıp, çocukları öldürüyorlar? Aldanıyorlar… Kiliselerinde dua ederek, çocukları öldürmeye devam edenler, neye inanıyorlar? Ağlama duvarının önünde Allah’a ağlayarak ve lüle lüle sakallarını uzatmış inanan kimseler olarak dua edip, sonra çocukları öldürmeye gidiyorlar. Kendileri öldürmeseler bile öldürenlere ses çıkarmıyorlar. Hakk’ı savunmuyorlar. Allah’a inanan bir cana kıya bilir mi? İnsanlar terörlerde, din adını kullanınca temize mi çıkıyorlar? Bu Allah’ı kandırmak değil mi? Aslında sadece kendilerini kandırıyorlar. Dil ile inandım demekle uzakta olan Allah’ları dillerinden söylediklerini kabul ediyor da yaptıkları kötülükleri görmekten aciz mi? Bu nasıl bir iman? Diledikleri zaman Allah görüyor ve işitiyorsa, bu nasıl Allah? O zaman gelsinler. Ben onlara asla aciz olmayan, her an bizi gözetiminde tutan, her anımızdan böylece haberi olan, daima gören ve duyan Allah’ı anlatayım. O Allah ki bütün aldanışlarımızdan uzak olandır. O engin merhameti ile, yarattığı hiçbir kulundan, ayırım yapmaksızın vazgeçmeyendir. Kullarına, hoş olmayan işler yapsalar dahi, hakaret etmeyendir. Onlardan hesap soracaktır, Müntakim ismi ile aziz olan intikamını da alacaktır. Lâkin kullarını muhatap kabul edermiş gibi, asil ve aziz olarak davranmaktadır. Kendisini inkâr edene de, küfredene de rızkını verir. O asla kudretini burada göstermez. O’nun kudreti en çok sonsuz merhametinde ortaya çıkar…

Aldanmak ile aldatmak gelir. Aldanmayan, aldatmaz. İnsanlar kendi var ettikleri ilâhları ile yaşamayı tercih ederek aldanıyorlar. Kendi zanlarında mevcut olan Allah ile, hakikatte mevcut olan farklıdır. Kendi zanlarında mevcut olan, kendi nefislerinin her yaptığını onaylayan olmuyor mu? Halbuki bir tek İlâh vardır ki bizler O’na inanıyoruz. O da her yeri kuşatan, bilgisinin dışında hiçbir şeyin olmadığı ve muradını mutlak yerine getiren Allah’tır.

Kendimi nefsimin isteği doğrultusunda yaşayarak, sonunda büyük bir aldanışa düşmekten koru Ya Rab! Nefsimin isteklerini, senin isteklerin gibi görmekten ve aldanmaktan koru Ya Rab! Nefsime uyarak yaptığım kötü ve çirkin işleri sen yaptırıyorsun gibi düşünüp, kendime hak tanımaktan koru Ya Rab! Nefsimin hoşuna giden ve büyüklenmeme vesile olan hayırlı işleri yapmaktan da koru. Velev ki hayırsız insanlar listesinde yer alayım…Sana aldanmadan dönmeme ve huzurunda mahcup olmamama yardım et Ya Rab!…Kendi arzu ve isteklerimi, Senin arzu ve isteklerinmiş gibi görmeme, göstermeme engel olacak sebepler hasıl et Ya Rab! Sana kulluk ederken, yaptıklarımı bana büyük göstererek nefsime uydurma. Senden ancak yine sana kaçılır. Senden yine ancak sana sığınılır. Beni, Senin önüne geçireceğim heva ve heveslerimle oyalama Ya Rab! Hiç gafletin kalmadığı bir hal içinde, dünya hayatının ne kadar ağır ve zor geçtiğini tahmin edebildiğim halde, aldanmamak uğruna bu zorluğa katlanacak kuvveti de vereceğini bilerek, her şeye rağmen aldanmak istemiyorum, yardım et Ya Rab!…Benim elimden de hiçbir kulunu aldatma vesilesi çıkmasın. Hem aldanmamak, hem aldatmamak isterim. Gerisi Senin bileceğin iş, razı et Ya Rab!…

BU SENE AYVA ÇOK, KIŞ KUVVETLİ GEÇECEK   

Gümbür gümbür kışa girdik. Ocak Ayı ile kar dizde. Erenköy karda başka bir güzel. Bu kadar yüksek binalar yapıldığı halde, yine de ağaçlar karda belirginleşiyor. Hava soğuk, üşünüyor. Ben içimden duman tüterek, anlamıyorum. İliklerim yanmış gibi. Biraz ferahladım bile diyebilirim. Yaradılışımın hakikatini öğrenmek ve gafletsizliğe doğru gidişin sonunda, ne yaz ne kış umurumda… Bedenim O’nun hükmünde, O’na ait. Üşütmüyorsa benden mi? Etrafın benim hakkımdaki fikirleri de bir kulağımdan girip, diğerinden çıkıyor. Umursuzluk sarmış her yanımı. Hatta yanım da kalmamış… Bendeki bu değişimler, benim şaştıklarım. Etrafımdakilere bir şey sezdirmemeye çalışıyorum. Öyle ya bunlar benimle O’nun arasında sırlar. Kimseye ait değil ki ilgilendirsin. Önceleri kendimdeki güzel olan halleri birileri ile paylaşmak ve bundan kendi yücelişimin zevkini yaşamak isterdim. Şimdi farklı. Her şey gizliliklerde, bana ait… Ben de O’na ait. O zaman benim sırrımı açmak, O’nun sırrını açmak olmaz mı? Bakalım bu önemsiz hakkında muradı nedir? Göreceğim, ben de merakla ve sabırla beklemedeyim. Kar gözlerimde, dudaklarımda, ayaklarımda… Gökyüzü açık mavi, kar tipisi aydınlığı… Yürüyorum Erenköy’e, erenlerin köyüne… Hep yürümeye, hep yürümeye…

Bahçeli evlerin duvarlarından dışarı ayvalar sarkmıştı. Son baharda ayva bol olmuştu. Büyüklerin dilinde ise (kış bu yıl soğuk geçecek) olmuştu. Kış bu yıl soğuk, bende sıcak, bende sıcak…

Bakî Efendi’nin kapısı karla dolmuş. Önünü açmak gerek, sağa sola bakındım, kürek gibi bir şey bulamayınca ellerimle eşiği açtım. Bir şevk, bir heyecan… İşe yaramanın doyulmaz tadı… İncelik yolunda hep bir eşik olayı olmuş. Yunus Emre’de daha bilinen şekliyle. Ben de bir eşik olayı yaşamıştım. İnsanlık tarihi bazen tekrarlarla gidiyor. İçerideyim, Bakî Efendi’nin elini öpüyorum. O ellerimi bırakmıyor, ovalıyor. “Çok üşümüşsün, nasıl oldu?” deyince, annemiz eşiğin karlarını açtığımı söylüyor. Ben yaptığım işi gizlemek istemişliğimden dolayı mahcup, yere bakıyorum. “Camdan seyrettim, karışmadım, çok özenli ve hevesliydi” diyor, annemiz. Bakî Efendi “hiç olmazsa eldiven giyseydin” derken, kızar gibi olmasına rağmen, yüz çizgilerinden memnuniyetini anlıyorum, susuyorum…

O sene kışın en sert zamanlarında Eyüp biraz aksadı. Bakî Efendi her hafta sonu gidemedi. O zamanlarda da Eyüp’te oturan Edebiyat öğretmeni Hüseyin Hilmi Bey’den rica edilerek, öğrenciler boş bırakılmadı. Hiç olmazsa toplanmaları, okul ile ilgili sorunlarının tartışılması istendi. Hilmi Bey baba adam. Bakî Efendi’nin yirmibeş senelik can dostu. Hemen emir kabul edip, işe girişti. Sobayı ben yakıyordum. Üsküdar’dan bir vapur, Eminönü. Sonra da bir otobüs ile Eyüp. Eve girmeden, simitler, çörekler alıyor, eve girip, sobayı yakıyor, çay demliyor, çocuklara ikramda bulunuyordum. Hilmi Bey’de onlarla meşgul oluyordu. Eğer kar bastırırsa, orada kalıyor ve ertesi günü Ihlamur’a Eyüp’ten gidiyordum.

Böyle bir hafta sonunda, Hüseyin Hilmi Bey “ben bu gün sizi bize davet etmek istiyorum” dedi. Ne kadar ısrar ettiysem, mazeret kabul etmeyerek, beni kendi evlerine götürdü. Ev Eyüp’ün sırtlarında, bahçe içinde, eski bir ahşap yapı. Bahçeden girince sağlı sollu ağaçlardan bir koridor. Yüksek ceviz ve çınar ağaçları. “Belki yüz senelik çınar bunlar, babamın babası diktirmiş”. Tabii kış olduğu için hepsi çıplak, yapraksız. Yalın duruyorlar. Birkaç basamaktan sonra sofadayız. Büyük bir soba yanıyor. İçerisi sıcacık. “Baba yadigârı. Müteahhitler istediler, halâ da istiyorlar. Ama biz kıyıp, veremiyoruz. Bizden sonra çocuklar nasıl düşünür, bilemiyorum. Şimdi hayatı yaşarken, meşakkat istemiyorlar. Meselâ soba yerine kalorifer istiyorlar. Ben kömürü taşıyorum, hanım da yakıyor. Şikâyetimiz yok. Değil mi hanım?”. Köşede oturan ve önündeki mangalda ağır ağır kahve pişiren Nazmiye Hanım cevaplıyor: “O evlerde mangalda kahve bile pişmez. Biz memnunuz”. Eşyalar da farklı hepsi eski tip koltuklar, büfe, masa, sandalyeler. Bakımları yapılmış, yeni gibi. Bir de radyo dolabı var. Üstünde kahve sepeti, içinde fincanlar. Yerde mangal kenarında minderler, iki de koyun postu. Kara koyun ve beyaz koyun… “Kara koyuna sen bin, beyaza da ben, sıratı geçelim” bir kahkaha. Hilmi Bey pek şen, ailesi de öyle. Birbirine uyumlular. Kahvelerimizi içerken biraz konuşuyoruz. Konu hep Bakî Efendi’ye geliyor. Anlaşılan tanışıklıklar eskiye dayanıyor ya, bölüştükleri çok şey var. “Biliyor musunuz, benim hidayete ulaşmama Bakî Efendi vesile oldu”. Tahmin edebilirdim, mümkündü tabii. “Benim hidayetim, sizinkine benzemez, çok özel. Ben Ermeni idim. Katolik mezhebinden. O zamanlar on yedi yaşında ancak vardım. Biz ailecek Malatya kökenliyiz. Dedemi okutmak için o zamanlar buraya göç ediliyor, bu bahçe ve ev alınıyor. Her neyse uzatmayalım. Ben liseyi bitiriyorum o yıl, Bakî Efendi de müzik öğretmenimiz. O zaman genç, otuz beşi biraz geçmiş. Okulda bir hadise oluyor. Çözülmesi mümkün değil. Hırsızlık gibi bir olay. Hırsızlığı yapan, o devrin ileri gelen birinin oğlu imiş. Fakat daha sınırlı imkânımız olduğu için, daha çok benden şüphe ediliyor, tamamen üzerime kalıyor. Kendi suçsuzluğumu ispat etmem mümkün değil. Meğer çocuğun böyle çalma hastalığı varmış. Öğretmenlerden bir heyet seçiliyor, içlerinde Bakî Efendi de var. Benimle ve o çocukla konuşuyor. Ertesi gün okula geldiğinde, öğretmen arkadaşlarına ve müdüre hırsızın ben olmadığımı söylüyor. Hepsi de delil koyamazsan, böyle bir çocuğu suçlayamayız, diyorlar. Bakî Efendi, bizimle teke tek görüşüyor. Sonunda çocuk suçunu kendiliğinden itiraf ediyor. Fakat Bakî Efendi’nin bir ricası oluyor. Kaybolan şey para, hem de bir hayli. Üstelik harcanmış ta… Bakî Efendi kendi imkânları ile parayı yerine koyuyor. Bulunmuş gibi bir düzenle. Her şey halloluyor. Ben rahat, bana da asla bu konuyu gündeme getirmememi, bu kabahati örtersem, benim de öbür dünyada kabahatlerimin Allah tarafından örtüleceğini söylüyor”. Ben “Peki sizin Ermeni olduğunuzu biliyor muydu?” diye sorunca, “Elbet biliyordu. Ben zaten hiç uyuyamamıştım kaç günlerdir. O gece bir rahat uyuyorum. Rüyamda Bakî Efendi’yi görüyorum. Kıyamet kopmuş, herkes Arasat’ta toplanmış. Ter içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşuyorum. Bir ses duyuyorum (Bakî Efendiyi tanıyanlar, şu gölgeliğe gelsinler, önce onların hesapları görülecek) . Ben de usulca o tarafa geçiyorum. Sıcak, güneş yaklaşmış, herkes kavruluyor. Ben beklemeden geçiverince, Bakî Efendi’yi orada buluyorum. Koluna yapışıyorum. (bilseydim, bilseydim Müslüman olurdum) deyince, O (şimdi ol) diyor. Kelime-yi Şahadet getiriyorum ve böyle uyanıyorum. Ağzımda kelime-yi şahadet. Annem başımda, şaşkın. O gün okulda Bakî Efendi ile özel görüşüp, her şeyi anlatıyorum. O gün Müslüman oluyorum. Hem de ne kadar hevesle. Duygularımı tam olarak anlatabilmem çok zor. Seneler sonra bir gün öğreniyorum ki Bakî Efendi, kalbine gelen ile, yani delilsiz olarak suçun kimde olduğunu bilmiş. Belki de sicilinin bozulma riskini göze alarak doğru olduğuna inandığını yapmış”

Uzunca bir sessizlik, sonra ben daha sıradan sorulara geçerek, Hüseyin Bey’in gözünden daha fazla yaş inmesine mani olmak istiyorum. “Aileniz nasıl kabul etti?”, “O yaşta bir çocuk için çok şey göze almadınız mı?”. “Uzun bir süre içimde tuttum. Ama namaz kılmak istiyordum. Ben yeniden doğmuş gibiydim. Öyle lâf olsun diye değil… İçimde şiddetli bir Allah merakı oluşmuştu. Amel olmadan tatmin olamıyordum. Nihayet aileme açıldım. İsim vermeden başımdan geçenleri anlattım. Onlara yanlarından ayrılarak, bir daha hiç görünmemek üzere gidebileceğimi söyledim. Tabii onlar da etraflarına karşı benim yüzümden mahcup olabilirlerdi. Onlara zarar vermeye hakkım yoktu. Bakî Efendi bunun üzerinde çok duruyordu. Annemi ve babamı incitmeyecektim. Fakat bizim eve nur yağdı diye düşünüyorum. Ailem de Müslüman oldu. Beni anlayabildiler. Kız kardeşim, o kadar sofu oldu ki işi çok ileri götürdü, evden dışarı çıkmadı. Şimdi din bilgini biri ile evli. Biz saadete erdik. Babam rahmetli etrafından ve kendi ailesinden çok çile çekti. Ama yılmadı, onlara güzellikle davranarak, yoluna devam etti”. Şaşırmıştım. Akşam yemeğine davet görüyoruz, ama yerimden kalkamıyorum. “Siz ne kadar zordan gelmişsiniz” diyebildim. O devam ediyor: “Babam rahmetli derdi ki; bize bu lûtuf dedem sebebiyle verilmiş olabilir. Çünkü o fakirlere, yetim ve öksüzlere kol kanat gererdi. Bir ayırım olmaksızın, yardım ederdi. Etme bulma dünyası. Allah hiçbir şeyi karşılıksız bırakmıyor. Bu sebeple, lûtfun büyüklüğünün yanında çekilenler sadece imtihan mesabesindedir, diyorum”…

O gece yemekten sonra bana verilen odaya çekildim. Elektrik sobası ile ısıtılan oda çok sıcak geldi. Daha sonra yatağıma uzandığımda bir türlü uyku tutmadı. Sabahın ilk ışıdığı anlarda halâ uyumamıştım. Hilmi Bey’in hayat hikâyesi çok çarpıcı gelmişti. Allah insanlara ne türlü kaderler yazıyordu. Ben nasıl kolaydan bu noktalara gelmiştim. Ne kadar şükretsem az oluyordu.

Sabah birlikte kahvaltı yapıyoruz, soba yanmış, ekmekler kızarmış, çaylarımızı yudumluyorken, Nazmiye Hanım’ı yavaşça gözlüyorum. Eşine çok saygılı, evine sahip, telâşsız hareketlerde… Teşekkürlerimi sunuyor ve ayrılıyorum. Ihlamur bizi bekliyor…

Sekizinci Bölüm

Sekizinci Bölüm:

DAİMA IHLAMUR’A DÖNECEĞİM.

Dükkânı ben açıyorum. Dostlar vakıf çalışmalarında. Pazartesileri böyle oluyor. Bu gün yalnızlık iyi gelecek. Bir yandan sobayı yakıyorum, diğer yandan tezgâh üzerinin tozunu alıyorum. Çaydanlık tıkırdamaya başladı. Aklım Hüseyin Hilmi Bey’de. Bu olay beni hem çok etkilemiş, hem de şaşırtmış olacak ki kendimi düşünmekten kurtaramıyorum. Kendimi O’nun yerine koymaya çalışıyorum. Ne kadar başarılı olabilirdim, bilmiyorum. Herkesi yerli yerinde ve taşıyabileceği kaderi ile yaratan Rabbim! Bana benim kaderim kolaylaştırılıyor, diğerlerine kendi kaderleri… “…hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemeyiz…” Ayet’inin mânasını kalbimde taşıyorum. Anlıyorum. Anlayabildiğim için şükürler olsun…Başka ne diyebilirim? Yetersiz ama ancak bu kadar söz bulabiliyorum.

TUTUNAMAYANLAR… 

İnsanlar belki de hayatlarında tutunacak önemli bir şey bulamadıkları için, tutunacaklarını değişik yerlerde, değişik zevklerde arıyorlar. Sonra belki tutunmaya çalıştıkları ipin ucunun boş olduğunu fark ediyorlar. Eğer ipin ucunun bir gerçeğe yani hakikate bağlanmış olduğunu görseler aradıklarını bulmuş olacaklar ve varmak istedikleri bir hedefe sahip olacaklar. Tutunmanın, hakikate dayalı sabit bir hedef ile mümkün olduğunu artık biliyorum. Tutunulacak şey, çok ve çeşitli. Sanki bir Pazar tezgahında sergilenmekte. Bir kısmı uzun ömürlü, yani ipin ucu ebediyete ulaşıyor. Bir kısmı da kısa ömürlü. Yaşamımızın içinde ipin boş olan kısmı elimize geliveriyor. Pazar yerinde dolaşırken hangisinin, hangi ipin ucunun hakikate dayandığını bilmek çok zor. Kendi küçük aklımla şöyle düşünüyorum. Şatafatlı görünenler uçsuz. Yalın görünenler uçlu. Ama bir bilgi lâzım insanlık için. Bu bilgi, safiyetin kıymetli olması. Yalın olan, safiyeti arayana cazip gelebiliyor. Meselâ, hayatın içinde zenginliğe, güzelliğe, beğenilmeye, gözde olmaya, tek olmaya vs hevesler; geçici olan tutunabildiklerimiz olup, Pazar yerinde albenisi büyük, sonu olmayan tutunma hevesleri. Yalın olan, belki de bu sebepten gözümüze bile ilişemeyen ise ucu hakikate dayanan yumaklar. Tutunmak isteme arzumuz aynı zamanda kendimize verdiğimiz önem ile ilgili oluyor. Eğer kendimize verdiğimiz önem, kendi hakikatimizden uzak olan benliğimize verdiğimiz önem ise, o zaman şatafatlı ama kısa ömürlü veya gelip geçici şeylere tutunmayı yani tutunamamayı yaşayacağız. Ve eğer kendimize verdiğimiz önem, kendi hakikatimize yakın olan ben’e ise, o zaman yalın olan ve sabit olan şeylere tutunmaya çalışacağız yani tutunacağız. Bir bakıma gelip geçici olanlar dünya hayatının işaretleri, sabit olanlar da ebedi hayatın gerçekleri olmuyor mu?

Kulağımda dalga dalga müzik sesi alıyorum. “tutunamadım, tutunamadım şiirlere, şarkılara…”

SAFİYETİMİZ

Kaybettiğimiz, kaybettiğimizin farkına bile varmadığımız, bu sebepten aramayı da unuttuğumuz safiyetimiz… Hayatın başlarında yüzümüze yansıyan, hayatı yaşarken kirlenmelerimiz ile uzağımıza düşen safiyetimiz…Bilim adamlarında(ihtirassız olanlarında), sanatkarlarda, bilge kişilerde, hepimizin hayatının başında ve ölüm anında yüzümüze yansıyan çocuksuluk, safiyet. Yanlış olana değer veriş ile, yanlış öğretilerle, ihtiraslarla, sonu olmayan arzularla, kirletilen safiyet. Duyguları değersiz kılarak, maddeye önem vererek, adaleti hiçe sayarak bozulan, kirlenen, zedelenen safiyet. Kendimizde aradığımız çocukluğumuz, mânamız, ululuğumuz olan safiyet. Seni ararken tutunabildiğim iple elimde tutmaya ve hiç bırakmamaya yemin ettiğim safiyetim…

Diyar diyar gezdim geldim,

Safiyeti sezdim geldim.

Kendi ateşine yanan pervane idim,

Yalanımdan bezdim geldim…

Safiyet başlangıçta kendiliğinden mevcut, sonra hayatı yaşarken, olan değil, olması gerekene verilen önem ile kirlenen, kendi olmaktan uzağa düşen safiyet… ömür kirlenme sebebi, genelde başlangıca giderken saflık alanları çoklukta. Sonraları kirlenme alanları… Bir düşünür, doğunca hemen ölmek safiyeti korumak için çare mi, diyordu. Hayır bu çare değil elbette. Yaşarken kirlenmemeyi sağlamak ya da kirlenilmiş ise, kirliliği kabul ederek temizlenme yollarını aramak… Kendi kaybettiğimiz safiyetimizi bir anda görsek, belki kendimize olan aşkı yaşayacağız. O öyle bir çekim alanı ki başka hiçbir şey daha cazip gelmiyor. İşte bütün insanların hepsinde var olan bu saf alan bütün insanları sevme sebebim oluyor. Bu alan öyle bir etkili ki başka hiçbir şey daha etkili olamıyor. Fakat esas söylemek istediğim, bu safiyetin önüne binlerce duvar örmüşüz. Artık biz kaybolmuşuz da sanki bizi emrine almış olan: nefsimiz…

Doğrudan düşünce, ruha ait. Dolaylı düşünce nefse. Nefis hep dolaştırmada insanı. Meselâ bir konuda bir hata yaptığımızda, bu hatanın esas sebebini hemen göremiyorsak, bilmeliyiz ki nefsimizle halâ çok önemli sorunumuz var. Burada nefis bizleri başkalarını bahane göstererek, aldatır. Falancanın söylediğini dinlemeyerek, kendi kalbime geleni yapsaydım, bu hatayı yapmamış olacaktım, diyerek aldatır. Halbuki daha o harekete geçerken, yani başlangıçta hatayı yapmıştık. Ama bize bu hatayı başkalarının sebebiyle yaptığımıza inandıran nefsimize daha çok güveniriz. Böylece biz hata yapmamış olmakla, başkalarını sebep olarak görmekle ve buna her şeye inandığımızdan daha çok inanmakla kendimizi aklamış oluruz. Bu aklama ise, safiyetimizi örten bir demir perde olur. Aslında bir uyarı vardır halimizde. Aklanmış olmakla tamamen rahata da ulaşamayız. Bir tedirginlik yaşarız. İşte bu, hatamızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğine dair bir kalbi uyarıdır. Ama muhasebe etmeyiz bile… İşte hayat böyle akar gider. Bu aldanışların faturası ise Allah’dan uzaklığa götürür bizleri. Sonra da fark ettiğimizde işe yeniden nereden başlamak gerektiğini bile kaçırmış oluruz.

Safiyetin yakalandığı anlar, kaygan bir zeminde. Orada sabit durabilmek çok zor. Hep sabit durulabildiği sanılırken, uzaklaşma olmakta. Böylece sabit olanı yakalamak zor, lâkin elinde tutabilmek daha zor… Hz. Mevlâna’nın “Bir ayağım cihanı dolaşırken, diğeri Hakikat-ı Muhammediye üzerinde sabit durur” sözündeki hikmeti ancak anlayabiliyorum. Bir ayağın cihanı dolaşması, mümkün olan her hali mümkün görüş ve empati yani karşısındaki insanı anlayabilmek için onun haline girerek yaşayabilmesi. Diğer ayağının sabit olan yerde durması ise, o kadar insanın halini yaşayabildiği halde, kendi makamı olan hakikatten, yani hatanın belki de pek az olduğu veya hiç olmadığı sabit noktadan ayrılmaması oluyor. Bu sözleri ben böyle yorumluyorum. İnsanlık ise bir lokmalık bilgi servetiyle yeterliliğini bilge kişiliğe götürmekte. Ne kadar kocaman bir yanlışlık. Hem de asla yanlış yapmama zannı adına…

DÜŞÜNÜYORUM,DÜŞÜMELİYİM…

Günlerim daha çok düşünme, pek az da konuşma ile geçiyor. Hatta hiç konuşmuyorum diyebilirim. Neyi konuşacağım? Konuştuğumda ya hayrı söylemeliyim, ya da susmalıyım. Hayrı söylemek bana pek az nasip oluyor. O halde susmalıyım. Gerisi boş konuşma…

Düşünüyorum. İnsanların özellikleri hep bir örnek gibi. Aslında sanki aynı kalıpta yaratılmış farklı hallerde. Dinlemekteyim ya, dinliyorum: birisi gördüğü rüyalardan, komşusunun kendisine gösterdiği hürmetten falan bahsediyor. Bu tip insan kendini etrafındakilere anlatan, böylece ne kadar kıymetli yerlerde olduğunun onayını arayan insan tipi. Üç aşağı beş yukarı farklarla insanların önemli bir bölümü bu hallerde. Arada sırada konuşmasına “ben kim oluyorum ki” gibi tevazu gösteren cümleler de ekleyerek, aslında mütevazılık yapıyor. Gerçekten mütevazı hiç değil, ama kendisi de mütevazı olduğuna inanıyor. Bu tip insan; eğer bir nimete ulaşmışsa, nimeti vereni göremeyip bütün nimetlerin sahibi olarak kendini görmekte. Yani İlâhını unutmuş, yok gibi…

Bir başka insan tipi kibir içinde. Aslında hiçbir şey bilmiyor. Ama her şeyi biliyormuş gibi zannederek, bilmeye çalışanları küçük görüyor. Onların aralarına karışmayı, kendine yakıştıramıyor. Karşısındakilerin eksikliklerinin hep farkında, kendisinin de fazla olanlarının… Bu tip insan; kendini İlâh edinmiş olmuyor mu?

Bir başka insan tipi insanların arasına karışıp, kendi eksiklerinin farkında olduğu halde, tavır ve davranışları ile kendinde bunlar yokmuş gibi davranıyor. Bu tip insan Allah’ı kandırıyor…

Bir başka insan tipi, kendini Allah’a çok yakın hissederek, coşuyor, etrafa nasihatler öğretiyor, belki de pek çoğunun kafasını karıştırıyor. Ayrıca eline geçirdiği hayali yakınlık makamını asla kaybetmeyecek sanarak aldanıyor. Bu tip insan; Allah hakkında bir idrake sahip olmadığından, O’nu yanlış anlıyor, yanlış değerlendiriyor. Kendi zannındaki İlâhına tapıyor.

Bir başka insan tipi, mükemmel olma hevesinde, hem kendi hem çevrelerindekilerle birlikte mükemmel olma peşinde. Sanki kendi mükemmeliyetleri dünyayı kurtarmaya yetecek. Bu tip insan; kendi çevresinin İlâhı olmuş. Hiç hata yapmayan kendi ve çevresiyle yaşamak istiyor. Bu sebeple etrafındakilere hayat zehir zemberek. Halbuki Allah böyle mi yapıyor? O’nun ahlâkında böyle bir şey var mı?

Bir başkası çevresindeki insanları hükmüne almak istiyor. Kendi verdiklerine karşılık bekliyor. Bu bazen İlâhlık beklemeye kadar gidiyor.

Bir de ilimlenenlerin durumları var. Bir kısmı hadisleri reddediyor. Bir kısmı ayetleri istediği gibi yorumluyor. v.s… v.s…

İşte, diyorum. İslâm’ın parçalanmışlığı bu sebepten. Hani diyorlar ya bazan “siz kendi içinizde bile bir uzlaşmaya varamıyorsunuz” diye. İşte Allah’ı ve Resul’ünü farklı anlamak, kendince daha doğrusu nefsince yorumlamak bu çoğulluğu oluşturuyor. Allah değeri ölçülemeyen, bahası bilinemeyen olunca, elbette O’na giden yollar da mahlukatının nefesleri sayısınca olacaktır. Bir kudsi hadiste “Ben kulumun zannı katındayım” demiyor mu? Gerçek hayatta, Allah’ı nasıl zan içinde bildikse, öyle bulacağız.

Ya Rab! Bizi zannımızla değil hakikatinle şereflendir. Sana ait bin bir zandan yani perdeden kurtar da öyle bilelim, amin…

Bize senin gözünle görmeyi, kulağınla duymayı nasip et, amin…

Bizi İslâm adına her türlü aşırı düşünceden ve tavırdan koru, amin…

Bizi Sana yakın, nefsimize uzak et, amin…

Bize bizden yakın olan Rabbim, merhametinden ümitli, gadabından korkulu olma duygusunu bizde eşit olarak var et, amin…

REENKARNASYON NEREDEN GELDİ?

Bir de reenkarnasyon meselesi var elbette. İslâm’ın şartları belli. İman’ın şartları da belli. Hiç birinde yeniden doğuş mânasına gelen reenkarnasyon yok. Yani ne İslâm’ın ne de İman’ın şartlarından. Ama bir bakıyoruz, bazı guruplar hem dindar olduklarını ifade ederek, hem de bu meseleye inanmak şartmış gibi göstererek yeniden doğuşu önemli bir olgu olarak ortaya koyuyorlar. Burada niyetlerinde bir kötü düşünce varlığını kabul etmiyorum. Lâkin düşünce sistemlerinde bir tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Dayanaklarını Kuran’dan aldıklarını söyleyenler var. Hatta bazıları Hz. Mevlâna’nın böyle defalarca doğup tekâmül etmiş ruh olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyor.

Ben bir konuyu düşünürken, geniş düşünme melekemin yerleşmesi adına, yani konulara tarafsızca bakabilmek adına, önce ortaya konulan konunun yanındaymış gibi hiç itiraz etmeden bakmaya anlamaya çalışırım. İşte bu konuya da önce böyle yaklaştım. Bu konuyu yazanları okudum. Anlatanları dinlemeye ve nereye varacaklarını öğrenmeye çalıştım. Gerçekten iyi niyet içinde yaklaştım. Çünkü biliyorum ki Allah indinde her şey mümkündür. Hiçbir şeye sınır koyulamaz. Böylece dar açıyı genişleterek baktım. Bu konu neden gündemde diye incelediğimde, bazı Hristiyan inancında kuvvetle yaygın olduğunu tespit ettim. Belki de bu sebepten, başka sefer gelişlere bırakılan iyi işler ve iyi ahlâk anlayışlarında, kendilerini vebalsiz hissediyorlardı. Böylece şu andaki yaşamlarında meselâ Bağdat’ta çocukları rahatça katledebiliyorlar, daha insancıl davranışlarını başka hayatlarında uygulamayı amaçlıyorlardı. Bu da sadece dünya hayatını temel alarak yaşamalarına vesile oluyordu. Materyalist bir dünya yaşamı. Ahiret, hesap, vebal, günah yine dünya hayatında yeniden doğuş ile gerçekleşecek şeylerdi. Yani ruh tekâmül edecek, fakat bu tekâmül seviyesini tutturuncaya kadar, sahip olduğu ve henüz yeterince tekâmül etmemiş olan ruh ile her şey yapılabilecek…Bu yeniden doğuş meselesini aklımın reddediş sebepleri şöyleydi;

1)    Allah sınırsız sayıda ruh yaratacak kadar Âzamdır. Belli sayıda ruh yaratıp, onların tekrar tekrar dünyaya gönderilmesi, Allah’a ait bir acizlik atfetmeyi getirir ki Allah asla aciz değildir.

2)    Yine bu konuya inananlara göre, dünyada yaşarken her ruh farklı seviyede olduğuna göre, ilk ruhların gönderildiği zamanda, bazılarını tekâmül etmiş, bazılarını da hiç tekâmül etmemiş ruhlar olarak göndermek, Allah’ın adaletine uyar mı?

3)    Eğer tekâmül olayı dünyada iken sonlanıyorsa, Cennet ve Cehennem gerekir mi? dört kitapta da bu iki kavram insanlara bildiriliyor.

4)    Ruh başlı başına bir kemaldir. Asla tekâmül etmez. Ruh insanda Allah’tan bir nefhadır. Kuran’da “biz ona ruhumuzdan nefhy ettik” denmektedir. Ruh Allah’tan bir emanettir. Bütün insanlara hediye edilmiş olan bir hakikattir. İnsandaki nefis ile birlikteliği sebebiyle bu güzellik veya hakikat örtülür, perdelenir. Tekâmül ederek kemale ulaşmaya çalıştığımız nefsimizdir. Nefsin geri kalışı veya tekâmül edişi söz konusudur.

5)    Bütün insanlar eşit ruh seviyesinde yaratılmışlardır. “Bütün çocuklar Müslüman fitratı ile yaratılmıştır. Sonra onlar anaları veya babaları tarafından Hristiyan, Yahudi veya Mecusi olarak yetiştirilirler” hadisi, bu eşit yaratılışa işaret eder.

6)    “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi ile, “Ecel gelmeden hazırlığınızı yapınız. Ölünce nasıl malını, mülkünü götüremeyeceksen, şimdiden bunu kavrayarak, ona göre değer veriniz. Ölüm hali gelip çatmadan evvel, sanki ölmüş gibi günahlarınızın sevaplarınızın hesabını yapınız. Öldüğünüzde nasıl iradenizi kullanamayıp, Allah’a teslim olacaksanız, şimdiden teslim olup, dünyanın lüzumsuz ve fahiş isteklerinden vazgeçiniz…” gibi mânaları anlamaktayız. Kuran’da da bu mânaya destek olmak üzere, “sizi öldürecek, sonra diriltecek, sonra tekrar öldüreceğiz” ayeti, maalesef yeniden doğuş inananları için referans mânasını taşımaktadır. Halbuki burada iki defa ölümden bahsedilmektedir. Halbuki onlara göre bir ruh pek çok defa dünyaya gelir, böylece tekâmülünü tamamlarmış. Burada benim ve benim gibi düşünenlerin anladığı mâna ise; “Yaşarken, dünyanın aşırı olan taraflarını terk edin. Ölen birisinin kıskançlığı, hak yemesi, ihtirası, biriktirme hırsı olabilir mi? yani ölüden insana zarar gelebilir mi? sizi kendi irademizle öldürürüz(bu Allah’ın lûtf-u keremindendir, onu dilediğine verir ayeti ile) sonra tekrar diriltiriz (Allah’ın Hay sıfatı ile diriliş), ondan sonra tekrar öldürürüz (hayatın sonlanması)” oluyor. Yahut dünya hayatı ile ölmüş olan ve artık iyi hiçbir şeye duyarlı olamayan kalbin dirilişi ile yeniden doğuş ve hayatı Allah’ın rızasına uygun olarak yaşayış anlaşılıyor.

7)    Hz.Mevlâna’nın “önce nebat idim, sonra hayvan oldum, sonra da insan” dizelerini de dayanak alarak, Hazret’in tekâmülünü tamamlamış yüksek ruh olduğunu söylüyorlar. Hz.Mevlâna tasavvufun merkezi olarak nefsi anlatıyor. İnsan, önce emmare yani emreden nefsin hükmündedir. Bu nefis insana hayvanlık âleminde bile rastlanmayacak işleri yaptırır. Bazen yırtıcı hayvan gibi, bazen sinsi, bazen de başka türlere has davranışlarda bulundurur. Tasavvufta bilinir ki nefsin yedi aşaması vardır. İlk basamak ve en aşağılarda olan nefis, nefsi emmaredir. Sonra nefsi levvame yani kendini levm eden, yalanlayan, pişmanlık duyan, sonra pişmanlığını unutarak tekrar günah işleyen nefis makamı gelir. Üçüncü makam mülhime nefistir ki bu makamda kalbe ilhamlar gelmeye ve haller biraz düzelmeye başlar. Mutmain nefis makamı dördüncü makam olup, velilik makamıdır. Burada o kişiden emin olmak söz konusudur. O kişinin elinden dilinden herkes emin olur. İnsan olma bu makamda başlar. Beşinci makam radiye olup, Allah’tan razı olan kişinin nefsidir. Burada Allah’ın her türlü kaza ve kaderinden razı oluş vardır. Çok yüksek makamdır. Mutmain makamına gelebilenler için açılan yoldur. Altıncı makam mardiye olup, razı olan kullarından Allah’ın da razı olduğu makamdır. Yani kul rıza makamına erişince, Allah da ondan razı olur. Yedinci makam safiye makamıdır. Burada o kul, saf olmuştur. Yeni doğduğu andaki kadar safiyetine kavuşmuştur. Bu makamlar ayetler ile sabittir: “Ey! Mutmain olan nefis. Sen Allah’dan razı ve Allah da senden razı olarak, Rabbine dön. İbadet eden kullarımın arasına karış. Cennetime dahil ol”.

8)    Hz. Mevlâna yukarıdaki bilgiler ışığında, nefsi ile olan mücadelesini ve bu mücadelesinin sonunda yükseldiği, kazandığı makamlardan haber vermiştir. Kendisini tekâmül etmiş bir ruh olarak vasıflandıranlardan bizar olmuştur, şikâyet edecektir.

Bu sorularımı böylece yazarak, bir televizyon programında konuşma yapan, görünüşte erdemli, ama tekâmül etmiş bir ruha sahip olduğuna inanan bir beye gönderdimse de henüz bir cevap alamadım. Aynı konuyu müsait bir akşamda Bakî Efendi’ye açtığımda, memnuniyetini anlamamak mümkün değildi. O zaman cesaretlenerek: “Benim düşündüklerim için sonuna kadar doğru diyorsunuz, pekalâ o kişiler böyle düşünemiyorlar mı?” diye soruyorum. Sorumun sebebi sahiden sadece merak. “Doğruyu bulmak için, kalbin bazı sıkıntılardan temizlenmiş olması ve doğruyu hissetmesi gerekir. Doğru düşünce amel ile desteklenir. Doğru düşünce insanlığın menfaatleri öne alınmışsa, kuvvetle çıkar. Bu söylediklerin dünya nüfusunda kaç kişiler? Onlara doğruyu göstersen, kibirleri sebebiyle dinlerler mi? Sen kalbinin sesini dinle. Asla tekâmül etmemiş ve bir nur olan ruhunun ışığının aksettiği ve hükmettiği kalbinin sesini dinle. Bu Allah’ın lûtf-u keremindendir, onu dilediğine verir” . Böylece müjdemi almıştım ama bir türlü rahat edemiyordum. Bir yandan şükrediyor, diğer yandan hakikatin cazibesine tutulup, ilgilenip, zamanlarını bu uğurda harcayan fakat hakikatin kenarından teğet geçenler için dua ediyorum: “Onlara da bildir Ya! Rab”

İnsanlar, kendi inandıkları veya ısrarlı oldukları konuları kendileri uygulamakla yetinmeyip; yerleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Acaba sadece kendileri uyguladıklarında, yalnız kalmak mı istemiyorlar? Kendi inandıklarına başkaları da inanırsa, kendilerini daha haklı mı hissediyorlar? Senelerce bu tip örneklerle karşılaştık. Meselâ, bir örnek olarak vermek istersem, “namaz üç vakit kılınabilir, Kuran’da böyle üç vakit olarak geçer” diyenler çıktığında, ben şöyle düşündüm: insanlardan bir kısmı böyle hissedebilir, yorumlayabilir ama, bu doğru veya yanlış olsa da sadece kendisini bağlar. Bu konuyu yakalamış olmakla, ısrar ederek, yaygınlaştırmaya çalışmak ne derece doğrudur? Kendisi şartları sebebiyle veya böyle inanarak ne yapıyorsa, Allah ile kendi arasındaki meselesidir. Bunu illâ yaygınlaştırmak, velev ki alim bir kişiliği olduğunu söylese de, ne kadar doğru olur? Sonra insan azaltmak veya çoğaltmak hakkına sahip midir? İşte bir konunun toplumda yer bulması, esasen dinini, kendi hakikatini öğrenmeye hiç vakti olmamış insanlar için, hazır lokma olmaktadır. Ama inanmaya hazır olan insanlara bir şey sunulurken, vebali düşünülmeli, Hadis ve Kuran gibi iki sağlam kaynak delil olarak gösterilmeli. Belki mevcut delil gösterildikten sonra, “bu benim yorumum, bence, bana göre” kayıtları söylenmelidir. Böyle olmayınca, sanki yüz yıllardır saklı olan bir bilgiyi, o kişi bulmuş gibi gösterilmekle halkın temiz duyguları hafife alınmış olmuyor mu?

İnsan kendi için namaz kılmayı meselâ; bu çağ için uygun bulmuyor olabilir. İş-güç sebebiyle günde beş vakit ibadet o kişiyi zorlayabilir. O kişi bunun günah olduğunu kabul edip, Allah’ın rahmetine sığınacağına; bu devre ait olmadığını ispatlamakla öylesine uğraşır ki ve diğerleriyle birlikte olarak, günahı daha rahat işleyebilir, yandaş bulmakla öyle rahatlar ki sanki o zaman günah işlememiş olur. Bu anlattığım bir uç örnek.

Bu konular bence çok önemli. Az öğrenmiş olsak da devam eden az bir amelin kıymetini hissedebiliyorum. Hayatı doğru yaşamak, ahirete hakkıyla iman etmek, emirlere olduğu gibi tabi olmak, bize hakikati bulduracaktır, diyorum.

Artık kendimi yetiştirmek ile uğraşırken, başka kanalların da açıldığını o kanallardan daha farklı bilgilerin kalbime aktığını hissediyorum. Herkes neyi talep ederse, onu karşısında buluyor. Ben kendimi tanıma konusunda kararlıyım, ısrarlıyım, asla vazgeçmemeye niyetliyim. Kararlı oluşum sebebiyle, açılan diğer kanalların kalbe akıttığı bilgiler, anlıyordum ki beni pek çok zarardan koruyordu ve koruyacaktır…

Dokuzuncu Bölüm

Dokuzuncu Bölüm:

ÖLÇÜDE İLHAM, ZARAFETTE İLHAM, İŞTE SİNAN…   

Yüreğimde insanlığın hüsrana uğramasının kolay oluşunun acısı ile yaşamak ne kadar zor oluyordu. Ben de dahil olmak üzere insanlık hep hüsrana açıktı. Ancak imanım ve salih amellerim ile belki ümidim olabilecekti. Ben de böylece elimden geldiği kadar bu muhteşem sermayeye sarılıyordum. Belki kurtuluş, kim bilir?

Mustafa Bakî Efendi ile konuşmak içimi ferahlatıyordu. Geleceğe daha ümit var bakabiliyordum. Konuşmalarımız çoğu zaman her şeyden oluyordu. Zamanın zorlukları, insanların çağa ayak uydurabilmesi ile birlikte, inançlarını koruyabilmeleri, memleketimizin güncel sıkıntıları, insanların mali meseleleri… Her konunun tahlili muhteşem oluyordu. Yavaş yavaş dünya görüşüm genişlemeye başlamıştı. Dünyayı bir bütün halinde görmeye başlamıştım. İnsanlık âlemini de öyle… Bakî Efendi ile bir gün çay içerken, müziğin her insan için olduğunu ve insanların da her türlü müziğe açık olduğunu söyledi. “Meselâ bir Bach veya Beethoven ya da Mozart sadece kendi memleketlerine değil, herkese aittir. Herkes bu kişilerin müziğinde kendini bulabilir” dedi. Ben: “Efendim, bu yüksek sanatkârlar ilham ile beste yapıyorlar ise, bu ilham elbette Allah’a yakın olduklarının da kanıtıdır diye düşünüyorum” dedim. “Zaten, içten gelerek yapılan besteler, yani ilham olanlar su gibi akıp, gider. Zorlama olmaksızın kendiliğinden oluverir. Bu kişiler elbette inanıyorlardı. İnanıyor olmaları sebebiyle, asla anlaşılamadıkları halde, beste yapmayı ve ayakta kalabilmeyi başarmışlardı. Belki kapris yapabiliyorlardı, ters ve aksi olarak tanınmışlardı ama ince ruhlu oluşları asla anlaşılmamıştı”. “Tabi bu sanat konusu sadece müzik ile sınırlı değil. Bütün sanatlar özellikle edebiyat ve şiirin kaynağı ilhamlardır. Sanatkar bu ilhamlarla Yaradan’ına o kadar yaklaşır ki bu alanda öyle bir hakikati yakalar ki işte bu yakalanan ilham değişik çağlarda ve değişik ülkelerde aynı olur. Meselâ Tolstoy için ve yine Goethe için ölmeden önce Müslüman olduklarına dair rivayetler olmuştur. Halbuki açıkça Müslüman olduklarına dair bir delil yoktur. Bana sorarsan ilhamlarının kaynağının kendilerine yansıması sebebiyle böyle düşünülmüştür.” Etkilenerek dinliyordum. Devam ediyordu: “Bu içten gelen coşku bazen o kadar çeşitli ve kuvvetli olur ki insan gücü bunları kaleme almaya yetişemez zorlanır. Mozart genç yaşta öldüğü halde arkada bıraktığı eserlerin çokluğu ondaki ilhamın çağlayışını düşündürmekte. Gazalinin eserleri de adet bakımından akıllara durgunluk vermiyor mu? Leonardo da Vinci’de ilhamın çeşitliliğinin dorukta olduğunu görmekteyiz.” “Mimar Sinan?”diyorum. “O nerdeyse gerçekliğinden şüphe duyulacak bir efsane. Yaşadığı devirde o günün şartlarıyla bu kadar eseri verebilmesi ve teknolojinin henüz bilmediği, tarif etmediği kubbe sisteminin insanlığa sunuluşu. Ölçüde ilham, zarafette ilham, işte Sinan.”

Bakî efendi sanata ve sanatkara önem veriyor. Ben de vaktimiz olup da konuşabilme fırsatı elime geçtiği için aklımda olan her şeyi sormak istiyorum. “Efendim, bizde resim sanatı pek gelişmemiş sonradan canlanma olmuş. Müzik konusunda da bestekârların önemli bir kısmı Mevlevihanelerden yetişmiş. Klâsik musikimizde daha çok tasavvufi müzik yapılmış. Meselâ Mimar Sinan da daha çok, cami olarak eserlerini vermiş. Edebiyat konusunda da dini ağırlıklı eserler verilmiş. Belki on altıncı yüzyıldan sonra farklı eserler ortaya çıkmış. Ama en çok tasavvuf ağırlıklı eserlerle karşılaşıyoruz. Meselâ Yunus Emreler, Şey Galipler ve Mevlânalar gibi”. “Yani Müslümanların sanat eserlerinde din hakim olmuş da sanat konusu gelişememiş mi demek istiyorsun. Ben Avrupa’nın belli başlı yerlerini gezdim, gördüm. Meselâ resim konusunda İslam’ın koyduğu yasaklar çerçevesinde Batı Kültürü tarzında bir resim anlayışı gelişememiştir. Ama onlarda olmayan bir tarz, minyatürler gelişmiştir. Sonra ebru gelişmiştir. Tezhib gelişmiştir. Değişik yazı şekilleri ile hat gelişmiştir. Batı dünyası da normal olayların resmedilmesine takriben on altıncı yüzyıldan sonra geçmiştir. Paris’te Louvre müzesinde ilk yüzyıllara ait resimlerin temaları hep İsa ve çevresindekiler idi. İsa’nın doğuşu, Meryem’in kucağında, çobanların gelişi, çarmıha gerilişi, göğe yükselişi, hep bunlar vardı. On altıncı yüzyıl resimlerinde ise meselâ, elma yiyen kız tablosunda dini motif yoktu ama ya masa üstünde bir İncil ya duvarda bir haç, ya da resmin konusu olan kızın boynunda bir haç mutlaka vardır. Meselâ Bach, Hayden kilise için müzik yapmışlardır. O devirde kilise dışında müzik yapılmıyordu. İtalya’da Florance, Roma, Vatikan’da heykel olarak baktığımızda yine İsa Peygamber tasvirleri ve melek figürleri görülür. Ben bunların hepsini değerli buluyorum ve kendi devirlerini yansıtıyorlar. Yalnız sanat üzerinde dinlerin etkisi mutlaka olmuştur. Çünkü din, insanın duygusallaştığı zaman iç âleminde en kolay dokunulacak yeridir. Ve insanın manevi hayatının yoğun olması ilham kapısını çalar. Bu sebeple ilham din ile öncelikli ilişkidedir.”

Söylenilen her şeyi kalbimden hissetmeye gayret ediyorum. Bakî Efendi’nin bir evrensel toplayıcı olduğunu düşünüyorum. Öyle bir etkisi vardı ki önce sizdeki her şeyi dağıtıyor, sonra da dışarıda olanlarla birlikte sizde olanları tek bir noktada toplayıveriyordu. Bakî Efendi’nin yüksek ahlâkına ve bu ahlâkın eseri olan hoşgörüsüne, tarafsızlığına, engin görüşüne her geçen gün artan bir şekilde hayran oluyordum. Ama bu kadar dünyadan ve dünya tarihinden haberdar oluşu da beni ayrıca şaşırtmışı. Elimde olmadan sözünü ettiği her konuya ilgim oluşuyordu. “Leonardo’nun Hz. İsa’nın son yemek adlı tablosunu bir kilisenin duvarına resmettiğini duymuştum. Paris’e gittiğimde bu kilisenin şehrin biraz dışında olduğunu öğrenince gittim ve yerinde gördüm. Hz. İsa havarileri ile birlikte yerde oturmuş, çarmıha gerilmeden önceki gece son yemeğini havarileri ile birlikte yiyordu. Ben kilisenin duvarının tam karşısından o duvarı kaplayan tabloya bakarken sanki o anda oradaymışım gibi hissettim. Biraz sonra Hz. İsa’ya ihanet edecek olan St. Petrus’un kendisinin bile ihanet edeceğinden haberi olmadığı halde, gözlerini Hz. İsa’dan kaçırışı çok canlı olarak görünüyordu. O anda Leonardo’nun bu ana manen şahit olduğunu ve benim tabloyu seyredişim gibi o anı seyrettiğini hissettim. İşte bu ilham idi. Ve Hz. İsa’nın ihanetten haberinin olduğu bakışlarından belli oluyordu. İşte Leonardo ilham ile bu anı yakalamış olacaktı. Tablo da bu güne, o günün hakikatini böyle yansıtmış olacaktı”. Gözümü kapadım. Bir yerlerden görmüş olduğum bu resmi hatırlamaya çalıştım. Zordu. Gözün gördüğünü tekrar göz önüne getirmek zor oluyordu. Kalbin gördüğünü bir yerlere yansıtmak ise kolay…

PARFÜM PARİS’DEN…     

“Efendim, her şeye karşı bir merakınız olduğunu görüyorum. Doğrusu, hayretten hayrete düşmeme sebep oluyorsunuz. Sizin Avrupa’ya ilgi duymuş olacağınızı aklıma getiremezdim. Ama şimdi görüyorum ki çok şey görmüşsünüz. Acaba bir ömür hem Allah’ı tanımak hem de dünyayı tanımak bakımından yeter mi?”. “Bizim ömrümüz dolu geçti. Dünyada faydasızları terk edip, faydalı olanlarla meşgul olunca vakit yetiyor. Aklı lüzumsuz olan işlerle meşgul etmeyince ve etrafına bakarken görmek isteyince, hepsi mümkün. Sonra çevremizdeki her ne ise, algılarken hiç birini Hak’tan ayrı tutmayarak birlikte idrak etmek, hem O’nu hem de dünyayı hakikaten anlamaya götürür. Hiç hesaplamadan, ölçmeden, biçmeden geldiği gibi hayatı yaşamak ta aynı doğru algılama sonucuna götürür. Eğer, evvelinde bilgisizlik varsa, üstüne bilgiyi kurarken dikkat etmek gerekir. Bu, temelsiz bir yapı inşa etmeye benzer. Meselâ bu günün bilmeyen cahilleri, Avrupa’nın temizliğinden söz ederlerken, onları göklere çıkarır ve bizim temiz olmayışımızdan da utanarak bahseder. Bunları söylemeleri bu gün için gerçektir. Ama bizi kökten temizlikten uzak olarak yargılamaya hakları yoktur. Tarihimizi iyi bilmek lâzımdır. Versay Sarayında tuvaletler yok iken, porselen lâzımlıklar balo salonlarının kenarında ihtiyaç için dizilmiş iken, bizde çeşmeler, hamamlar ve evlerin bahçelerinde ihtiyaç yerleri vardı. İnsanlarımız gusul gereği sık yıkanırlar, abdest alırlar, elleri, kulakları, ayakları günde birkaç defa abdest sebebi ile yıkanmış olurdu. Sünnettir diyerek, yemeğe oturmadan önce eller yıkanırdı. Diş fırçalamak, İslâm ile birlikte misvak ile yapılırdı. On altıncı yüz yılda bir İngiliz aristokratı, nasılsa İstanbul’a geliyor ve burada bir müddet yaşıyor. Sonra memleketine döndüğünde, hatıralarını yazıyor. Bu hatıralar bizde Tercüman Gazetesinin külliyatında çıkmıştı. Ben de merakla okumuştum. Orada (Bu Türk’ler oldukça tuhaflar. Boyuna yıkanıyorlar. Her gün günde kaç kez ellerini kollarını dirseklerine kadar, burunlarını, kulaklarını, ayaklarını yıkıyorlar. Ayak topukları bebeklerin gibi pembecik duruyor. Yemek yemeden ellerini mutlaka yıkıyorlar. Ben onları görünce, doğrusu vaftiz edilmese belki de hiç su yüzü görmemiş olacak olan yurttaşlarımı hatırladım) diye yazıyor. Tabii ki daha pek çok çeşitli yönlerimizden, misafirperverliğimizden, yoksullara olan yardımlarımızdan söz ediyor. Bunları hayretle gözlemlediğini de sözlerine ekliyor. Bize ne olduysa sonradan oldu. Şimdi onlar yıkanır, paklanır oldular. Belki de bizler aslında var olan değerlerimizi nasıl unuttuysak, bunları da unuttuk mu acaba?”. “Sonra şunu da söylemekte fayda var. Biz Londra’da iken, tuvalete girdiğimde, şaşırdım. Taharet musluğu falan yok. Bu gün bu kadar temiz olan dünyanın ileri ülkelerinden biri olan İngiltere, taharet yapmıyor. Tuvalet ihtiyacını gördükten sonra, kalkıyor. O gün daha sonradan özel temizlendim ve artık tuvalet ihtiyacım için giderken yanımda şişe ile su götürüyordum. Elimde suyu gören temizlikçi ise o suyu ne yapacağımı her seferinde soruyordu. Kaldığımız yer de öyle ücra bir yer değildi. Londra’nın merkezinde, kiralık bir ev idi. Alafranga tuvaletlerdeki taharet musluğu tesisatı, sadece bize ait bir buluştur. Ben dolaştığım hiçbir yerde ne Paris’te, ne Roma’da, ne de Londra’da böyle bir şey görmedim. Tabii bu anlattıklarım sekiz-on sene evveline aittir. Belki de şimdilerde onlar da bu ihtiyacı duymuş ve yapmışlardır”. Çok şaşırmıştım. Doğrusu bu kadarını tahmin bile edemezdim.

O beni şaşırtmaya devam ediyor: “Orta çağdan sonra Avrupa’nın en kalabalık kenti Paris. Yollar dar. Sabah olunca evlerden, hatta pencerelerden şık porselen lazımlıklar sokağa boşaltılıyormuş. Sokakların ortasından gidenler şanslı… Bilirsiniz parfüm meselesinin merkezi Paris…Bu gün onlar filmlerinde bu konuları gerçekçi olmak adına çekinmeden gösteriyorlar. Her asilin lâzımlık taşıyan ve sadece bu işle görevli uşağı varmış. Ben bunları bu ulusları aşağı görerek değil, kendimizin İslâm ile şereflenmemiz sebebiyle ne denli temiz olduğumuzu göstermek adına söylüyorum. Şimdilerde bütün bunları unutup, kendimizi aşağı görmemeliyiz. Böylece kendimize haksızlık da etmemiş oluruz, diye düşünüyorum”.

Ben, hiç bilmediğim bir konuya şahit oluyordum. Biraz şaşkın, biraz da zor inanarak dinliyorum. O tarihlerde hamamlar, çeşmeler başımı döndürüyor. Su yolları, suya verilen önem, sebil çeşmeleri, hayır için susuz yerlere su getirip, bir Fatiha ile anılmayı bekleyenler… Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünneti diye yemekten önce el yıkamak ile mikroptan korunmayı yapmış oluyorduk. Abdest ile azalarımız temiz kalıyordu. Namaz ile başka türlü korunma, oruç ile başka türlü… Hem zahirimizi, hem de iç âlemimizi koruyacak olan pek çok emirlere itaatin getirileri, kârları…

“Siz Suriye, Bağdat ve en önemlisi Hac dolayısıyla Arabistan’a da gittiniz, biliyorum. Oraları nasıldı?”. “Evet bir defa Hac ve bir defa da Umre’de bulundum. Oralar malumunuz, abdest almadan ibadetin yapılamayacağı beldeler. Buralarda böyle sorunlar yoktu”. “Peki. O zaman Arap’lara neden pis diyorlar, efendim?”. “Bence bu tamamen İslâm’ı tanımamaktan kaynaklanan, dinimize karşı bir tavırdan destek alan yersiz sözlerden. Bir gün size o kutsal yerleri anlatırım, belki de kendiniz görürsünüz. Kim bilir?”. “Size yadırgadığım bir olayı anlatayım. Londra metrosunda şahit olduğum bir olay. Metro ile bir yere gidiyoruz. Bir durakta metro durdu ve içeri genç bir çift arabada bebekleri ile bindiler. Genç çift oturdu. Temmuz ayındayız. Bebeğin annesinin ayağında atkılı bir terlik vardı. Bacak bacak üstüne atmıştı ve ayağını bebeğin yüzüne doğru yaklaştırmış, yanındaki eşi ile öpüşüyor, konuşuyor. Sonra çocuk ağlamaya başlayınca, annesi ayak baş parmağını çocuğunun ağzına koyarak, eşi ile konuşmaya devam etti. Çocuk susmuştu, ama hepimiz çok kötü olmuştuk. İngilizler de fena olmuşlardı. Kimse kadına bir şey diyememişti, özgürlükler ülkesinde yaşamış olmak adına…”

İçimde yeniden kaybettiğimiz değerleri bulma azmi ile hayaller kuruyorum. Yoksulluklardan, cahilliklerden kurtulmuş, eskiden sahip olduğu her değere çağın icabı olan değerleri de eklemiş bir Türkiye. Yer altı zenginliklerimizden servet akıyor. İklim tarım için ideal olduğundan, her türlü tarım yapılıyor. Ürünlerin DNA’sı ile oynanmadığından hepsi doğal özelliklerinde. Her çocuk daha doğmadan sosyal güvencesini elde etmiş. Kişi başına düşen gelir diğer ülkelerin hepsinden yüksek. Komşularımız ile muteber ilişkiler içindeyiz. Bilim alanında bize fikir danışılıyor. Sanatta bir numarayız. Özgür, hür, demokratik yapımızla başarı sırlarımızı öğrenmek için heyetler geliyor. Kendi toplumumuzda bütünleşmişiz. Aykırı fikirlilerimizle birlikte, kuvvet içinde birlikteyiz. Bir rahatlık çökmüş üstüme, bir mutluluk. Bakî Efendi kulağıma doğru eğilince kendime geliyorum. “İkindiyi kılmadık”…