Kategori arşivi: 4.01.Fakrın Hakikati

Fakrın Hakikati

Fakrın hakikati:

Muhtaç olunan şeyin yokluğuna fakirlik denir. İnsan için düşünülürse, muhtaç olduğu hiçbir şey olmasa bile, Allah(c.c.)’a ihtiyaçlıdır. Bu bakımdan Allah(c.c.)’dan başka hiçbir şey muhtaçlıktan kurtulamaz. Kul varlığı bakımından, hem var olması için ve hem de varlığının devamı için Allah’a muhtaçtır. Allah-ü Tealâ ise varlığı ve varlığının devamı(bekası) için hiçbir şeye muhtaç olmamakla, Ganiyy-i Mutlak’tır.

“Allah ganidir. Siz ise fakirlersiniz”           Muhammed/38

Bu âyet ile mutlak fakr anlatılmaktadır. Mutlak fakirlik, hiçbir şeyin muhtaçlığı olmasa bile, kişinin Allah’a muhtaç olmasıdır. Diğer fakirlikler, şöyle söylenebilir: ilme muhtaçsa, ilmen fakir; mala ihtiyaçlı ise, malca fakir; v.s…

İnsanlar arasında ise fakirlikten söz edilince, mal, geçim parası, nafaka eksikliği anlaşılır. Hatta insanlar başka şeylere olan ihtiyacı, mal zenginliği ile örterler. Böylece sadece yaşam seviyesi ve geçim hali bakımından fakir-zengin değerlendirmesi yaparlar. Biz de burada mala göre fakirliği beş kısımda inceleyeceğiz:

1)Fakrın birinci hali: ZÜHD’dür. Zühd ehline zahid denir. Fakirlik makamlarının en üstün olanıdır. Çünkü dünyayı terk etmeyi başarmak vardır. İnsan için dünyayı terk etmeye gayret göstermek, en zor olan gayrettir. Zira zahid, belli bir süre için zahid değildir. İnandığı ve uğrunda gayret gösterdiği bu hali ölene dek götürecektir. Yoksa zahid olamaz. Cehd ve gayret ile yapılan her iş gibi, bu da çok kıymet ifade eder. Allah(c.c.) katında da hayli makbuldür. Muhabbete uğrayanlarda ise, gayretsiz olarak dünya terk edilmiş olduğu için, buna zühd denmez. Ancak, muhabbetin kendi çilesi, zühd gibi gayret ile elde edilen şeylerin çilesinden daha büyüktür.

Zühd; kişinin muhtaç olduğu mal kendisine verilse de bundan hoşnut olmamasıdır. Malın elinde olmasını çirkin karşılar. Bilir ki mal, şerri ile gelmektedir. Yolunu şaşırtır, meşgul eder, oyalar, hesabını yaptırır, sonunda da hesap verdirir. Bu sebepten buna bulaşmamak için, kaçar.

2)Fakrın ikinci hali: Buna rıza denir. Bu makamda olana da razı olan denir. Bu kişi mala heves etmez, eline geçince sevinmez, kaybedince üzüntü duymaz. Buradaki rıza; genel olan rıza makamının rızası değildir. Sadece malın peşinde koşmamak, eline geçip, geçmemesi ile ilgilenmemek bakımından razı oluştur.

Kişi, fakirliğe razı olur da, başka belâlara razı olmayabilir. Burada sadece mal ile fakirliğe rızadan söz etmekteyiz.

3)Fakrın üçüncü hali: Kişiye, malın varlığı, yokluğundan daha sevimli gelir. Malın peşinden koşmaz, fakat kendiliğinden gelirse sevinir. Bu hale sahip olana “kâni” denir. Yine de makbuldür. Mevcut ile kanaat etmiştir. Zayıf bir hevesi olsa bile, ihtiyacının peşinden koşmamıştır.

4)Fakrın dördüncü hali: Muhtaç olduğu mala hevesi vardır. Fakat peşinden koşacak hali ve imkânı yoktur. Eğer imkânı olsa, bütün eziyetine, zahmetine katlanacak ve peşinden koşacaktır. Bunun sahibine “haris” denir.

5)Fakrın beşinci hali: Kişinin ekmek ve suya, çıplaklığını örtecek olan elbiseye olan ihtiyacı, en önemli ihtiyaçtır. Yani bunlara ihtiyaçlı olmak adeta zaruridir. Fakrin bu beşinci halinde ise, kişi elinde olmayan mala ekmek gibi, çıplaklıktan kurtaracak elbise gibi muhtaçlık duyma halidir. Bu, en düşük fakirlik halidir. Temin etmek için, heves etse de etmese de birdir. Temin etmeye heves etmeyen yok gibidir. Bu kişilere “muztar” denir.

İşte insanlar, fakirlik halinde iken bu haller içinde olabilir. Bu beş halin ötesinde bir hal daha vardır ki, bu da malın varlığı ile yokluğunun eşit olması halidir. Bu hal; fakirliğin ikinci halindeki rıza hali gibi değildir. İkinci haldeki fakirlikte, kişi malın varlığına, yokluğuna razıdır. Burada ise, kişi dünya varlığı ile meşgul değildir. Çünkü malın sahibi olarak, Allah-ü Tealâ’yı görürler. Bu kişiler serveti veya malı ha kendi ellerinde, ha başkalarının elinde olmuş, farksız görürler. Bu kişilere “müstagni” denir. Buradaki müstagnilik, malı bol olup da müstagni olan zengininki gibi değildir.

Zenginlik içinde olan, kayıtlı bir zaman içinde zengindir. Zenginliği hem elinden gidebilir, hem gitmese de kayıtlı bir zaman için zengindir. Hem de esas önemli olan, mal ile zengin ise de hakikati bilemediği için, hakikatte fakirdir. Halbuki müstagni olan için, elinde servetin olması , yahut elinden kaybı halini hiç değiştirmez. Zahidlerden farklıdır, zira servetin varlığı kendisini üzmez, dolayısıyla bu malı hemen elinden çıkarmaya da ihtiyacı yoktur. Servete sevinmiyordur ki, elinde tutmaya muhtaç olsun. Elinden kaybetmiş değildir ki, eline geçirmeye muhtaç olsun. Bunun iyi anlaşılması lâzımdır.

Allah(c.c.) Mutlak Gani olduğu için, bu ahlâk ile ahlâklanmış ve yakîne girmiş olan bu özelliklerdeki güzel insana, müstagni demek uygundur. Gani demek uygun düşmez, o, Allah’a, Mutlak Gani’ye aittir. Bu kişiler mukarreblerdir. Hakk’a yakınlık, kurbiyyet kesb etmişlerdir. İlâhi tecellilere muhatap edilmişler ve Hakk’ın vasıfları ile donanmışlardır. Onlarda artık, Zât’tan başka bir şeyle alâka kalmamıştır. Dolayısıyla dünyadan vazgeçmek bile, bir alâkanın kopması demek olduğundan, bu kişilerin dünyaya karşı ilgisizlikleri, önem vermemeleri zahidlerinki ile bir değildir.

Mal sevgisi ile kayıtlı olan kalp, köledir. Bundan kurtulan hürdür. Aynı şekilde dünya sevgisinin hangisi olursa olsun, bununla kayıtlı olan; kayıtlı olduğunun kölesidir. Bu sebepten zühd önemlidir.  Zühd, ebrar için kemaldir, kolay ele geçmez. Mukarrebler için ise, zühd eksikliktir. Bu sebeple ebrarın hasenesi(iyilikleri), mukarreblerin seyyiesi(günahları)dır, denilmiştir. Zira zahidler, dünyayı kerih görmekte ve bulaşmamaya çalışmaktadırlar. Bulaşmamaya çalışmakla da yine de dünya ile ilgilenmektedirler. Oysaki Allah’dan başka bir şeyle meşgul olmak da perdedir. Bu perde uzaklığa sebebiyet verir. Kul ile Allah(c.c.) arasındaki perdeler; kulun Allah(c.c.)’tan başka şeylerle meşgul olduğu şeylerdir. Kişinin kendi nefsi ile ve şehveti ile meşguliyeti de aynıdır. Nefsinin sevdiğinin peşinde gidip, elde etmekle meşgul olan nasıl Allah’tan ayrı düşüyorsa; nefsinin istediğini vermemek için gayret gösteren de yine nefsi ile meşgul olup, Allah(c.c.)’tan uzaktır. Bu sebeple dünyayı kerih görüp, buğz eden de Allah(c.c.)’tan gafil olmuş olur. Elbette bunlar öğrenilince, nasılsa uzağım diyerek, vazgeçmek olmaz. Mücadele ile umulur ki, dertten kurtulup, aradaki mesafeler kapatılabilir. Dünyaya sevgi ile yönelip, meşgul olmakla kişi giderek Allah’tan uzaklaşır. Lâkin dünyaya buğz ederek meşgul olmakla ise, kişi giderek Allah(c.c.)’a yaklaşır. Mukarreblerin makamı ise, makamların en üstünü ve kemallisidir.

Peygamberler ve veliler ise mümkün olduğu kadar mal ve servet edinmekten kaçınmışlardır. Sanki kemalleri eksikmiş gibi, zahidane davranmışlardır. Bunun sebebi ise şöyledir: Peygamberler ve veliler dışındaki ümmet, her türlü zayıflık içindedirler. Peygamber ve veliler ise, bu zayıf kişilerin içlerinden birileri olarak, örnek olmak üzere, zayıf kimseler gibi davranıp, büyüklükleri sebebiyle onların seviyesine inmişlerdir. İnsanların bu zayıf olanları yani kemal derecesine ulaşamayanlar; kemal ehli için servetin varlığı ile yokluğunun bir oluşunu nasıl anlasınlar? İnsanlar, karşılarındakini ancak kendi anlayışları kadar anlayıp, en üstün kendi derecelerinde kabul ederler. Daha yukarılardan haberleri olmadığı için, bunu asla anlayamazlar. Bu sebeple, bu yüksek zümrenin zahirlerine bakarak, meselâ kendileri de onların yaptıklarını(meselâ; namaz, oruç gibi) yapıyorlarsa, bâtınlarını anlayamayacaklarından, ancak o kadar olduklarını zannederler. Halbuki, O’nların emin oldukları ve kendilerinin de kaygan zeminde oldukları  konusunda cahildirler. Bu sebepten, meselâ; serveti olanı örnek alıp, mal toplama hevesine düşüp, helâk olurlar.

Böyle kendilerinden zayıf olanların seviyesine inip, avam gibi davranmak; Peygamberlik, velilik ve ilim(marifet) bakımından zarurettir.

Fakirliğin derecelerini sayarken, beş derece olarak saymıştık. Bu derecelerin en üstünde de müstagniliği sayabiliriz. Fakat müstagni olana fakir denemez. Ama Allah(c.c.)’ın rahmetine  muhtaç olma bakımından fakirdir. Diğer beş gurup ise, mal ve servet bakımından fakirlik derecesindeki insanların halleridir. Fakir ismini almayı esas hak eden kimse, Allah-ü Tealâ’ya muhtaç olan kimsedir. Allah(c.c.)’a muhtaç olan kişi, Allah ile dolup, Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmamakla, esasında Allah(c.c.) ile zengin olmuş olur. Yani Allah’ın isimleri ile isimlenerek; sıfatları ile sıfatlanarak; fiillerine uygun fiillere sahip olarak; Zât’ın tecellisine mazhar olarak, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanma sonunda, Allah(c.c.) ile zenginleşilmiş olunur. Kısaca müstagni olana fakir derken, dünyevi bakış açısından fakir diye vasıflandırılır. İlâhi bakış açısı ile bakıldığında ise, zengindir.

“Fakirlikten sana sığınırım”

“Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” hadisleri, yukarıda anlatılanları doğrulamaktadır. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) (fakirlikten Sana sığınırım) derken; “Sensiz kalmaktan, Sana sığınırım” diye buyurduklarını, anlıyoruz.

Aynı şekilde “Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” Hadisinde de, Allah(c.c.) ile yakîn olmaya mani olacaktı, perde olacaktı, demektir. Kişi, Allah(c.c.) ile dolmadıkça, yani tevhide gelemedikçe, en yüksek fakirlik olarak, zahidlik derecesinde olacaktır. Bu da perdedir.

“Beni miskin yaşat ve miskin öldür” Hadisi ise, müstagni olma fakirliğini murad etmeyi anlatmaktadır.

Yukarıdaki üç hadisin, insanlar için açıklaması ise farklıdır. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), ümmetinin fakirliği kaldıramayıp, isyana girmesinden korkarak, “Fakirlikten sana sığınırım” buyurmuştur.  Fakir olup sabredememekten sana sığınırım, manâsında bir duadır. Ümmeti de bunu duyarak, belki böyle duada bulunacaktır. “Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” buyurmaları ise; fakirliğe tahammül edemeyen fakir, küfre yakın olduğu içindir. Yoksa, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) “Fakrımla iftihar ederim” buyurmuşlardır ve yakın çevrelerine tavsiyeleri de böyle olmuştur. Ve de “Beni miskin yaşat, miskin öldür” hadisi de malûmdur.