Kategori arşivi: 09.Bölüm

Dokuzuncu Bölüm

Dokuzuncu Bölüm:

ÖLÇÜDE İLHAM, ZARAFETTE İLHAM, İŞTE SİNAN…   

Yüreğimde insanlığın hüsrana uğramasının kolay oluşunun acısı ile yaşamak ne kadar zor oluyordu. Ben de dahil olmak üzere insanlık hep hüsrana açıktı. Ancak imanım ve salih amellerim ile belki ümidim olabilecekti. Ben de böylece elimden geldiği kadar bu muhteşem sermayeye sarılıyordum. Belki kurtuluş, kim bilir?

Mustafa Bakî Efendi ile konuşmak içimi ferahlatıyordu. Geleceğe daha ümit var bakabiliyordum. Konuşmalarımız çoğu zaman her şeyden oluyordu. Zamanın zorlukları, insanların çağa ayak uydurabilmesi ile birlikte, inançlarını koruyabilmeleri, memleketimizin güncel sıkıntıları, insanların mali meseleleri… Her konunun tahlili muhteşem oluyordu. Yavaş yavaş dünya görüşüm genişlemeye başlamıştı. Dünyayı bir bütün halinde görmeye başlamıştım. İnsanlık âlemini de öyle… Bakî Efendi ile bir gün çay içerken, müziğin her insan için olduğunu ve insanların da her türlü müziğe açık olduğunu söyledi. “Meselâ bir Bach veya Beethoven ya da Mozart sadece kendi memleketlerine değil, herkese aittir. Herkes bu kişilerin müziğinde kendini bulabilir” dedi. Ben: “Efendim, bu yüksek sanatkârlar ilham ile beste yapıyorlar ise, bu ilham elbette Allah’a yakın olduklarının da kanıtıdır diye düşünüyorum” dedim. “Zaten, içten gelerek yapılan besteler, yani ilham olanlar su gibi akıp, gider. Zorlama olmaksızın kendiliğinden oluverir. Bu kişiler elbette inanıyorlardı. İnanıyor olmaları sebebiyle, asla anlaşılamadıkları halde, beste yapmayı ve ayakta kalabilmeyi başarmışlardı. Belki kapris yapabiliyorlardı, ters ve aksi olarak tanınmışlardı ama ince ruhlu oluşları asla anlaşılmamıştı”. “Tabi bu sanat konusu sadece müzik ile sınırlı değil. Bütün sanatlar özellikle edebiyat ve şiirin kaynağı ilhamlardır. Sanatkar bu ilhamlarla Yaradan’ına o kadar yaklaşır ki bu alanda öyle bir hakikati yakalar ki işte bu yakalanan ilham değişik çağlarda ve değişik ülkelerde aynı olur. Meselâ Tolstoy için ve yine Goethe için ölmeden önce Müslüman olduklarına dair rivayetler olmuştur. Halbuki açıkça Müslüman olduklarına dair bir delil yoktur. Bana sorarsan ilhamlarının kaynağının kendilerine yansıması sebebiyle böyle düşünülmüştür.” Etkilenerek dinliyordum. Devam ediyordu: “Bu içten gelen coşku bazen o kadar çeşitli ve kuvvetli olur ki insan gücü bunları kaleme almaya yetişemez zorlanır. Mozart genç yaşta öldüğü halde arkada bıraktığı eserlerin çokluğu ondaki ilhamın çağlayışını düşündürmekte. Gazalinin eserleri de adet bakımından akıllara durgunluk vermiyor mu? Leonardo da Vinci’de ilhamın çeşitliliğinin dorukta olduğunu görmekteyiz.” “Mimar Sinan?”diyorum. “O nerdeyse gerçekliğinden şüphe duyulacak bir efsane. Yaşadığı devirde o günün şartlarıyla bu kadar eseri verebilmesi ve teknolojinin henüz bilmediği, tarif etmediği kubbe sisteminin insanlığa sunuluşu. Ölçüde ilham, zarafette ilham, işte Sinan.”

Bakî efendi sanata ve sanatkara önem veriyor. Ben de vaktimiz olup da konuşabilme fırsatı elime geçtiği için aklımda olan her şeyi sormak istiyorum. “Efendim, bizde resim sanatı pek gelişmemiş sonradan canlanma olmuş. Müzik konusunda da bestekârların önemli bir kısmı Mevlevihanelerden yetişmiş. Klâsik musikimizde daha çok tasavvufi müzik yapılmış. Meselâ Mimar Sinan da daha çok, cami olarak eserlerini vermiş. Edebiyat konusunda da dini ağırlıklı eserler verilmiş. Belki on altıncı yüzyıldan sonra farklı eserler ortaya çıkmış. Ama en çok tasavvuf ağırlıklı eserlerle karşılaşıyoruz. Meselâ Yunus Emreler, Şey Galipler ve Mevlânalar gibi”. “Yani Müslümanların sanat eserlerinde din hakim olmuş da sanat konusu gelişememiş mi demek istiyorsun. Ben Avrupa’nın belli başlı yerlerini gezdim, gördüm. Meselâ resim konusunda İslam’ın koyduğu yasaklar çerçevesinde Batı Kültürü tarzında bir resim anlayışı gelişememiştir. Ama onlarda olmayan bir tarz, minyatürler gelişmiştir. Sonra ebru gelişmiştir. Tezhib gelişmiştir. Değişik yazı şekilleri ile hat gelişmiştir. Batı dünyası da normal olayların resmedilmesine takriben on altıncı yüzyıldan sonra geçmiştir. Paris’te Louvre müzesinde ilk yüzyıllara ait resimlerin temaları hep İsa ve çevresindekiler idi. İsa’nın doğuşu, Meryem’in kucağında, çobanların gelişi, çarmıha gerilişi, göğe yükselişi, hep bunlar vardı. On altıncı yüzyıl resimlerinde ise meselâ, elma yiyen kız tablosunda dini motif yoktu ama ya masa üstünde bir İncil ya duvarda bir haç, ya da resmin konusu olan kızın boynunda bir haç mutlaka vardır. Meselâ Bach, Hayden kilise için müzik yapmışlardır. O devirde kilise dışında müzik yapılmıyordu. İtalya’da Florance, Roma, Vatikan’da heykel olarak baktığımızda yine İsa Peygamber tasvirleri ve melek figürleri görülür. Ben bunların hepsini değerli buluyorum ve kendi devirlerini yansıtıyorlar. Yalnız sanat üzerinde dinlerin etkisi mutlaka olmuştur. Çünkü din, insanın duygusallaştığı zaman iç âleminde en kolay dokunulacak yeridir. Ve insanın manevi hayatının yoğun olması ilham kapısını çalar. Bu sebeple ilham din ile öncelikli ilişkidedir.”

Söylenilen her şeyi kalbimden hissetmeye gayret ediyorum. Bakî Efendi’nin bir evrensel toplayıcı olduğunu düşünüyorum. Öyle bir etkisi vardı ki önce sizdeki her şeyi dağıtıyor, sonra da dışarıda olanlarla birlikte sizde olanları tek bir noktada toplayıveriyordu. Bakî Efendi’nin yüksek ahlâkına ve bu ahlâkın eseri olan hoşgörüsüne, tarafsızlığına, engin görüşüne her geçen gün artan bir şekilde hayran oluyordum. Ama bu kadar dünyadan ve dünya tarihinden haberdar oluşu da beni ayrıca şaşırtmışı. Elimde olmadan sözünü ettiği her konuya ilgim oluşuyordu. “Leonardo’nun Hz. İsa’nın son yemek adlı tablosunu bir kilisenin duvarına resmettiğini duymuştum. Paris’e gittiğimde bu kilisenin şehrin biraz dışında olduğunu öğrenince gittim ve yerinde gördüm. Hz. İsa havarileri ile birlikte yerde oturmuş, çarmıha gerilmeden önceki gece son yemeğini havarileri ile birlikte yiyordu. Ben kilisenin duvarının tam karşısından o duvarı kaplayan tabloya bakarken sanki o anda oradaymışım gibi hissettim. Biraz sonra Hz. İsa’ya ihanet edecek olan St. Petrus’un kendisinin bile ihanet edeceğinden haberi olmadığı halde, gözlerini Hz. İsa’dan kaçırışı çok canlı olarak görünüyordu. O anda Leonardo’nun bu ana manen şahit olduğunu ve benim tabloyu seyredişim gibi o anı seyrettiğini hissettim. İşte bu ilham idi. Ve Hz. İsa’nın ihanetten haberinin olduğu bakışlarından belli oluyordu. İşte Leonardo ilham ile bu anı yakalamış olacaktı. Tablo da bu güne, o günün hakikatini böyle yansıtmış olacaktı”. Gözümü kapadım. Bir yerlerden görmüş olduğum bu resmi hatırlamaya çalıştım. Zordu. Gözün gördüğünü tekrar göz önüne getirmek zor oluyordu. Kalbin gördüğünü bir yerlere yansıtmak ise kolay…

PARFÜM PARİS’DEN…     

“Efendim, her şeye karşı bir merakınız olduğunu görüyorum. Doğrusu, hayretten hayrete düşmeme sebep oluyorsunuz. Sizin Avrupa’ya ilgi duymuş olacağınızı aklıma getiremezdim. Ama şimdi görüyorum ki çok şey görmüşsünüz. Acaba bir ömür hem Allah’ı tanımak hem de dünyayı tanımak bakımından yeter mi?”. “Bizim ömrümüz dolu geçti. Dünyada faydasızları terk edip, faydalı olanlarla meşgul olunca vakit yetiyor. Aklı lüzumsuz olan işlerle meşgul etmeyince ve etrafına bakarken görmek isteyince, hepsi mümkün. Sonra çevremizdeki her ne ise, algılarken hiç birini Hak’tan ayrı tutmayarak birlikte idrak etmek, hem O’nu hem de dünyayı hakikaten anlamaya götürür. Hiç hesaplamadan, ölçmeden, biçmeden geldiği gibi hayatı yaşamak ta aynı doğru algılama sonucuna götürür. Eğer, evvelinde bilgisizlik varsa, üstüne bilgiyi kurarken dikkat etmek gerekir. Bu, temelsiz bir yapı inşa etmeye benzer. Meselâ bu günün bilmeyen cahilleri, Avrupa’nın temizliğinden söz ederlerken, onları göklere çıkarır ve bizim temiz olmayışımızdan da utanarak bahseder. Bunları söylemeleri bu gün için gerçektir. Ama bizi kökten temizlikten uzak olarak yargılamaya hakları yoktur. Tarihimizi iyi bilmek lâzımdır. Versay Sarayında tuvaletler yok iken, porselen lâzımlıklar balo salonlarının kenarında ihtiyaç için dizilmiş iken, bizde çeşmeler, hamamlar ve evlerin bahçelerinde ihtiyaç yerleri vardı. İnsanlarımız gusul gereği sık yıkanırlar, abdest alırlar, elleri, kulakları, ayakları günde birkaç defa abdest sebebi ile yıkanmış olurdu. Sünnettir diyerek, yemeğe oturmadan önce eller yıkanırdı. Diş fırçalamak, İslâm ile birlikte misvak ile yapılırdı. On altıncı yüz yılda bir İngiliz aristokratı, nasılsa İstanbul’a geliyor ve burada bir müddet yaşıyor. Sonra memleketine döndüğünde, hatıralarını yazıyor. Bu hatıralar bizde Tercüman Gazetesinin külliyatında çıkmıştı. Ben de merakla okumuştum. Orada (Bu Türk’ler oldukça tuhaflar. Boyuna yıkanıyorlar. Her gün günde kaç kez ellerini kollarını dirseklerine kadar, burunlarını, kulaklarını, ayaklarını yıkıyorlar. Ayak topukları bebeklerin gibi pembecik duruyor. Yemek yemeden ellerini mutlaka yıkıyorlar. Ben onları görünce, doğrusu vaftiz edilmese belki de hiç su yüzü görmemiş olacak olan yurttaşlarımı hatırladım) diye yazıyor. Tabii ki daha pek çok çeşitli yönlerimizden, misafirperverliğimizden, yoksullara olan yardımlarımızdan söz ediyor. Bunları hayretle gözlemlediğini de sözlerine ekliyor. Bize ne olduysa sonradan oldu. Şimdi onlar yıkanır, paklanır oldular. Belki de bizler aslında var olan değerlerimizi nasıl unuttuysak, bunları da unuttuk mu acaba?”. “Sonra şunu da söylemekte fayda var. Biz Londra’da iken, tuvalete girdiğimde, şaşırdım. Taharet musluğu falan yok. Bu gün bu kadar temiz olan dünyanın ileri ülkelerinden biri olan İngiltere, taharet yapmıyor. Tuvalet ihtiyacını gördükten sonra, kalkıyor. O gün daha sonradan özel temizlendim ve artık tuvalet ihtiyacım için giderken yanımda şişe ile su götürüyordum. Elimde suyu gören temizlikçi ise o suyu ne yapacağımı her seferinde soruyordu. Kaldığımız yer de öyle ücra bir yer değildi. Londra’nın merkezinde, kiralık bir ev idi. Alafranga tuvaletlerdeki taharet musluğu tesisatı, sadece bize ait bir buluştur. Ben dolaştığım hiçbir yerde ne Paris’te, ne Roma’da, ne de Londra’da böyle bir şey görmedim. Tabii bu anlattıklarım sekiz-on sene evveline aittir. Belki de şimdilerde onlar da bu ihtiyacı duymuş ve yapmışlardır”. Çok şaşırmıştım. Doğrusu bu kadarını tahmin bile edemezdim.

O beni şaşırtmaya devam ediyor: “Orta çağdan sonra Avrupa’nın en kalabalık kenti Paris. Yollar dar. Sabah olunca evlerden, hatta pencerelerden şık porselen lazımlıklar sokağa boşaltılıyormuş. Sokakların ortasından gidenler şanslı… Bilirsiniz parfüm meselesinin merkezi Paris…Bu gün onlar filmlerinde bu konuları gerçekçi olmak adına çekinmeden gösteriyorlar. Her asilin lâzımlık taşıyan ve sadece bu işle görevli uşağı varmış. Ben bunları bu ulusları aşağı görerek değil, kendimizin İslâm ile şereflenmemiz sebebiyle ne denli temiz olduğumuzu göstermek adına söylüyorum. Şimdilerde bütün bunları unutup, kendimizi aşağı görmemeliyiz. Böylece kendimize haksızlık da etmemiş oluruz, diye düşünüyorum”.

Ben, hiç bilmediğim bir konuya şahit oluyordum. Biraz şaşkın, biraz da zor inanarak dinliyorum. O tarihlerde hamamlar, çeşmeler başımı döndürüyor. Su yolları, suya verilen önem, sebil çeşmeleri, hayır için susuz yerlere su getirip, bir Fatiha ile anılmayı bekleyenler… Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünneti diye yemekten önce el yıkamak ile mikroptan korunmayı yapmış oluyorduk. Abdest ile azalarımız temiz kalıyordu. Namaz ile başka türlü korunma, oruç ile başka türlü… Hem zahirimizi, hem de iç âlemimizi koruyacak olan pek çok emirlere itaatin getirileri, kârları…

“Siz Suriye, Bağdat ve en önemlisi Hac dolayısıyla Arabistan’a da gittiniz, biliyorum. Oraları nasıldı?”. “Evet bir defa Hac ve bir defa da Umre’de bulundum. Oralar malumunuz, abdest almadan ibadetin yapılamayacağı beldeler. Buralarda böyle sorunlar yoktu”. “Peki. O zaman Arap’lara neden pis diyorlar, efendim?”. “Bence bu tamamen İslâm’ı tanımamaktan kaynaklanan, dinimize karşı bir tavırdan destek alan yersiz sözlerden. Bir gün size o kutsal yerleri anlatırım, belki de kendiniz görürsünüz. Kim bilir?”. “Size yadırgadığım bir olayı anlatayım. Londra metrosunda şahit olduğum bir olay. Metro ile bir yere gidiyoruz. Bir durakta metro durdu ve içeri genç bir çift arabada bebekleri ile bindiler. Genç çift oturdu. Temmuz ayındayız. Bebeğin annesinin ayağında atkılı bir terlik vardı. Bacak bacak üstüne atmıştı ve ayağını bebeğin yüzüne doğru yaklaştırmış, yanındaki eşi ile öpüşüyor, konuşuyor. Sonra çocuk ağlamaya başlayınca, annesi ayak baş parmağını çocuğunun ağzına koyarak, eşi ile konuşmaya devam etti. Çocuk susmuştu, ama hepimiz çok kötü olmuştuk. İngilizler de fena olmuşlardı. Kimse kadına bir şey diyememişti, özgürlükler ülkesinde yaşamış olmak adına…”

İçimde yeniden kaybettiğimiz değerleri bulma azmi ile hayaller kuruyorum. Yoksulluklardan, cahilliklerden kurtulmuş, eskiden sahip olduğu her değere çağın icabı olan değerleri de eklemiş bir Türkiye. Yer altı zenginliklerimizden servet akıyor. İklim tarım için ideal olduğundan, her türlü tarım yapılıyor. Ürünlerin DNA’sı ile oynanmadığından hepsi doğal özelliklerinde. Her çocuk daha doğmadan sosyal güvencesini elde etmiş. Kişi başına düşen gelir diğer ülkelerin hepsinden yüksek. Komşularımız ile muteber ilişkiler içindeyiz. Bilim alanında bize fikir danışılıyor. Sanatta bir numarayız. Özgür, hür, demokratik yapımızla başarı sırlarımızı öğrenmek için heyetler geliyor. Kendi toplumumuzda bütünleşmişiz. Aykırı fikirlilerimizle birlikte, kuvvet içinde birlikteyiz. Bir rahatlık çökmüş üstüme, bir mutluluk. Bakî Efendi kulağıma doğru eğilince kendime geliyorum. “İkindiyi kılmadık”…