Kategori arşivi: 5.Ölüm

Şiir-Ölüm

ÖLÜM

 

Ölmek belki kolay, hesap olmasa

Hayatımı veren, hesap sormasa.

İmanımla gitsem, fırsat olsa da

Son nefeste Azrail’den korku olmasa…

 

Can verirken acısı vücudu sarar

Ölüm meleği acep, hangi taraftan bakar?

Aldanışım, Hak’la perdeler kadar

Aldanmadan gitsem, perdem olmasa…

 

Hayatım sınırlı, vakit tükendi

Ayrılığın acısıyla, arzum bilendi.

Kavuşmak istesem de,”isteme” dendi

Bir de son nefes korkusu olmasa…

 

Seven için yaşam-ölüm fark etmez

Vuslatın avuntusu, kalbimden gitmez.

İmanımla koşsam, bilirim yetmez

Kabrimde bekleyen, amel olmasa…

 

Yaşar iken unutmadım, adını

Alamadım şu dünyanın tadını.

Burak oldum, yükledin kervanını

Bir de Münkir ile Nekir olmasa…

 

Cennet, Cehennem Sen ne dilersin?

Arzundan öte arzum yok, bilirsin.

Hesap verecekler, sıraya girsin

Bir de geçilecek, Sırat olmasa…

 

Niyet ettik, “beli” dedik ezelden

Hiçbir haber gelmez oldu güzelden.

Varacağız huzuruna tez elden,

Son nefeste aldandığım bir şey olmasa…

 

Sen Gafur’sun, Sen Rahim’sin, hem Rauf

Hem Afüv’sün, hem Rahman’sın, hem Settar

Ben çelimsiz, hem çok aciz, çok korkar,

Ameli kamçılayan ümit olmasa…

 

Her anımı ölüm ile yaşarım,

Kurtuluşun sevinciyle coşarım

Talep ettim, vereceksin umarım

Hesabı verilecek, nefes olmasa…

 

Rahmetinden ümit kesmem, âyettir.

Fazla ümitli olmak da gaflettir.

Ya! Resul’üm; bizi O’na affettir

Azalarım dile gelip, söyler olmasa…

 

Gün bitecek, ecel gelip, konacak.

Bir şekilde emanetin alacak.

Kıyametin küçüğü yaşanacak,

Aldanacak perdelerim olmasa…

 

Elim boştur, sermayeyi yitirdim,

Karıncanın hakkını, padişaha bildirdim.

Bu  yüz ile Mahkeme-yi Kübra’ya girdim?

Bir de hesap ödeyecek, tasam olmasa…

 

Ayşegül Erdoğ

27.4.2005/ Konya

Mektup-Ölüm

Mektup:

Ya! Rabb-i Rahim!   Ya!  Merhametlilerin en merhametlisi! Bu kitapla birlikte, kurtuluş yollarını tamamlamış bulunuyoruz. İnşallah kurtuluş yollarından en az birini kemale erdirerek, öğrendiklerimizi hayatımıza geçirmiş oluruz.

Bu konuları tamamladıktan sonra, şunu çok iyi anlamış durumdayım: Sana gelmek, Sana yarar işler yapmak, Senin rızana ulaşmak kolay değilmiş. Ama kul olabilirsek, aciz olduğumuzu bilirsek, rahmetinin idrak edemeyeceğimiz kadar genişliğini anlayabilirsek, işte o zaman yaklaşabiliriz. Bütün anlatılanlar ise, kulun kulluğunu idrak etmesi ve İlâh olma hatasına düşmemesi içinmiş. Korkarız, çünkü insanız, hatadan uzak olamayız. Ümitliyiz, çünkü rahmeti, affediciliği çok ulu Rabbimiz var. Bizde korku ve ümidi daim et ve eşit kıl. Bizi bize bırakma, Ya Allah! Ya Kerim!

Ölüm bize ait değilmiş gibi yaşamaktayız. Sanki o çok uzaklarda ve başkalarına gelmekte. Bu yanılgımız, ölümden korktuğumuz ve hoşlanmadığımız için olmakta. Halbuki Sen, ölümden hoşlanmayandan hoşnut olmadığını söylemektesin. Yarattıkların için kötü bir şey vermezsin elbet. Ölümün bilinmezliği, kalplerimize korku salmakta. Ama Sana inananlar olarak biliyoruz ki ölüm, Sana kavuşmak, Seninle bir olmak için bir geçit. Bize ölümün hakikatine ermeyi öğret ve ölümle Sana gelmenin lûtuf olduğuna kalplerimizi inandır. Ölümü yaşamadan evvel, uyanmayı, ölüme hazırlanmayı, yani Sana gelmek için hazırlık yapmayı nasip et. Böylece ölmekten korkmamayı, ölüm için hazır olmamaktan korkmayı öğret. Yaşadığımız her nefesin kıymetini bilmeyi, bu nefesler ile nefsimizden kurtularak, temizlenmeyi, hayatın her anının değerinden haberli olmayı, bunun için yaşamı sevmeyi bildir. Yaşam, yaşarken kılçıklandığımız kılçıklarımızdan kurtulma fırsatı. Bu fırsatı değerlendirmek, biraz daha temizlenmek için ömrümüzü bereketli olarak istiyoruz. Ölümü istemek gibi bir gafletten de koru. Ama Sen dilediğin zaman gelecek olan ölümü de çirkin gösterme.

Ölüm veya yaşam. Senin muradın, muradımız olsun. Yeter ki kalplerimiz, ölmüş olmasın. Dünya sevgisi ile kararmasın. Haset ve hırs ile çürümesin. Kendi değerimizle, Senin değerini örtmeyelim. Seninle aramızda uzaklığa sebep olacak olan nice perdeler var etmeyelim. Seni  idrak etmenin zorluğu yanı sıra, kalbimizin heva ve heveslere meyletmesinin kolaylığı, bizi Senden ayrı düşürdü. Yaşarken kolaylık ver, ölümde kavuşma sevinci ver. Ve kalplerimizi Senden ayrı düşürecek her şeyden koru, Ya Sahib-el Kulûb!

Rüya Alemi

Rüya Alemi:

İnsanlar iki türlü görürler. Baş gözü ile ve kalp gözü ile. Kalp gözü ile görmeye basiret denir.

“And olsun ki sen (dünyada) bundan gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp, açtık. Bu gün gözün(ne kadar) keskindir”                                                                  Kâf/22

Peygamberler, basiret ile Lehv-i Mahfuz’u açık olarak görürler. İnsanlardan da ancak müttaki olanlara ve dünya sevgisi ile kuşatılmamış olanlara basiret açılmıştır. Müttakilik yani takva sahibi olmak, dış görünüş ile değil, kalp ile mümkündür. İnsanlar öldüklerinde mülk âleminden ayrıldıklarında, gayb ve melekût âlemine ulaştıklarında, basiret ile görebilirler. İşte dünyada yaşar iken basiret ile görebilenler, ölmeden evvel ölme sırrına erenlerdir. İnsanlardan basiret ehli olmayanların, ölmeden evvel göremeyişlerinin sebebi ise; dünya sevgisi ve şehveti sebebiyle kalplerinin üzerine kalın perde çekilmiş olmasıdır. Bu perde, görmez eder. İnsanlar uyanık iken duyuları sebebiyle, etrafları ile devamlı alâkalıdırlar. Uykuda iken ise duyular çalışmaz. Ve duyuların algıları bu sebepten kalbe ulaşmaz. İşte bu sebepten uykuda iken, rüya âleminden bazı görüşler olabilir. Uykuda duyular durduğu halde, hayal kuvveti çalışır. Dolayısıyla Lehv-i Mahfuz’da olanların bir kısmı kalbe aksedince, hayal kuvveti bunu hemen alır ve dünya hayatında algılayacağımız bir imgeye adeta tercüme ederek, anlayabileceğimiz şekle çevirmiş olur. Bir misal ile anlatır. Bunu hayalde muhafaza eder. Kişi uyanınca, Lehv-i Mahfuz’da seyrettiğini değil, hayale misal ile yerleştirileni hatırlar. Bu bakımdan rüya, bu konulara vakıf olanlarca,  tabir edilmelidir.

“Rüyasında Beni gören, gerçekten Beni görmüştür. Çünkü şeytan, Benim suretime giremez”

Buhari ve Müslim

“İyi ve salih rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür”

“And olsun ki Allah, Resûl’ünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir”                                        Feth/ 27

Kabir Azabı

Kabir Azabı:

Berâ b. Azib anlatıyor: “Resûl-i Ekrem ile birlikte ensardan birisinin cenazesine gitmiştik. Resûl-i Ekrem başı eğik olarak, mezar başında oturdu. Sonra üç defa, (Allah’ım kabir azabından Sana sığınırım) dedi”.

“Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: (Rabbim beni geri gönder. Ta ki zayi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amelde bulunayım)”                                                         Mü’minun/99,100

Bu ayetle, Allah-ü Tealâ bu kişiye (ne istiyorsun ve neye heves ediyorsun? Servet edinmek, sular akıtıp, bağ bahçeler yetiştirmek mi istiyorsun?) diye sorar. Kişi: (Hayır, salih ameller yapmak isterim) der. Allah(c.c.): “Hayır, ondan iş geçti. Bu ölüm anında herkesin söyleyeceği sözdür” buyurur.

Kişi, dünyada yaşarken, dünyada bağlandığı bağları (evlât, eş, eşya, mal, mülk gibi) ne kadar kuvvetli ise, azabı da o derece çok olur. Bu bağları ne kadar az ve kuvvetsiz ise o derece selâmet bulur.

“Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olandan daha hafiftir” Hadis-i Şerifi düşündürücüdür.

Burada bağlanılan şeylerden kast olunan, insanın alâka kurduğu ve alâkasını hiç ölmeyecekmiş gibi sağlam tuttuğu, tutkulaştırdığı hak olmayan bağlardır. Yoksa insanın sahip olduğu şeyler, gönle sokulmadıktan sonra bir zarar vermez. Gönle sokulmaması demek ise, varlığı ile yokluğunun eşit derecede olması demektir. İnsanın ise yaradılış özelliğinden dolayı, sahip olduğu her şeyi gönlüne sokma ahlâkı vardır. Hem (gönlüme sokmuyorum) der, hem de ayrılamayacak kadar gönlünde taşır. Nefsi ile sahiplenmesini örter, ölünce de, sahip olduklarından ayrılmanın acısını yine kendi çeker.

Kabirde ilk sorgulama, Münker ve Nekir meleklerinden gelir. Görünüşlerinin ne kadar korkunç olduğu, Hadislerde bildirilmiştir. Ölmüş olanın verdiği cevaba göre, kabri daraltır veya genişletirler.

Ölüm ile Ruhdaki Değişiklikler

Ölüm İle Ruhdaki Değişiklikler

Birinci derecedeki değişiklik: Ölümle ruh, nasıl göz, kulak, el, ayak gibi azalarından ayrılıyorsa, ailesinden, malından ve sahip olduğu her şeyinden ayrılıyor demektir. Ya kendisi bunlardan ayrılmaktadır veya bu sahip oldukları kendisinden ayrılmaktadır. İşte eğer sahip oldukları her şey kendisinden ayrılıyor gibi hissediliyorsa, bu ayrılıkta hasret ve üzüntü vardır. Ayrılık üzüntüsü ve elemi vardır. İşte bu sebepten, “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi, bu üzüntünün duyulmaması için, yaşıyorken, sahip olduğunuz her şeyden bir gün ayrılacağınızı bilerek, ilişki kurun, manasını taşır. Zira dünya hevesi içinde ölen kişi, geride bıraktığı ve kendisine zevk veren şeylerden ayrı düşmenin eziyetini çeker. Daha dünyada yaşarken, kendisini terk edeceğini bilerek insan ve eşyalarla yeteri kadar alâka kurmak, onlara fazla bağlanmamak, ölümün geride bırakılan şeylere hasretini giderecektir.

İkinci derecedeki değişiklik: İnsanlar hayatta iken göremediklerini, ölüm ile göreceklerdir. Böylece: “İnsanlar aslında uykudadırlar, ölüm ile uyanırlar” âyeti yine bu manayı açıklar. İlk keşfedilen şey, yaşamı sırasında yaşadığı iyilik ve kötülüklerden kendisine yarar ve zarar verenleri görür. Kendisinde gizlenmiş olan her şey kendisine açılır. “Bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter” İsrâ/14. âyetinin manası ile kendi nefsindeki gizli olan her şeyi görür. Dünyada yaşarken, kendi nefsini bilmesine engel olan dünya sevgisi ve meşgaleleri ile, kapalı olanların hepsi, daha mezara girmeden, can bedenden ayrılınca açılır.

İşte bu bilgiler ışığında, ölümün bir mekân ve boyut değiştirmek olduğunu biliyoruz. Ölüm hakkında daha fazla bilgi, yaşam hakkında daha fazla bilgi edinmek ile olur. Yaşamın manasını bilen ölümün manasını da bilir. Ne için yaşamakta olduğumuz idrakine sahip olan, ne için ölümün olduğuna da vakıf olur. Ve insan yaşarken ne ile ünsiyet(yakınlık) kurdu ise, ölümü de ona uygun olur. Yaşamanın esas manasına vakıf olan, ölümden korkmaz.

Eğer kişi yaşarken, dünyanın sonu gelmez albenilerine karşı kapılmamış, haklara uymuş, ihtirasa kapılmamış, boş olanlarla uğraşmamış, düşünerek ve algılayarak yaşamış, yaşamında bir felsefe ve bilince sahip olarak yaşamış, dünya hayatının sonunun olduğunu, baki olanın ise ahiret hayatı olduğunu bilerek yaşamış ve her kişinin ruhu ile müstakil bir varlık olduğunu, dünya hayatının şartları gereği kan bağlarının olduğunu bilerek, oğluna kızına aşırı bağlanmadan gereken kadar bir yakınlık ve sevgi kurarak yaşamayı başarabilmişse, esas dostun, Allah olduğu bilinci ile, O’na sevgi ve hasret duyarak, evvelinin de ahirinin de sadece O’na bağlı olduğunu bilerek yaşamışsa, ölüme hazırlanmış demektir. Ölüm ile şaşkınlığa uğramaz, hazırlığını bilir, öbür tarafa geçiverir. Bunun böyle kolay temini için de, mutlaka ölmeden önce ölmeye hazırlanmak gerekir. Nefis terbiyesi ile nefsi zabt altına alarak, daha yaşarken ruhu özgürleştirmek mümkündür. Dünyada yaşarken mülk âlemine kapılmayış sebebi ile, ruh kendi hakikatini açar ve Zât’ın mahiyetini bildirir.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. Hepsi de şâd olarak rızıklanır”                                                     Âl-i İmran/169

Kureyş’in ileri gelenleri, Bedir savaşında öldürüldüklerinde, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), onlara isimleri ile seslendiklerinde; (Ölülere mi sesleniyorsun? Onlar bunu nereden duyacaklar?) diyenlere, şöyle demişlerdir: “Onlar bu sözleri sizden daha iyi duyarlar, ancak cevap vermeye muktedir değillerdir”                                                  Müslim

“Mezar ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya Cehennem çukurlarından bir çukurdur”                        Tirmizi

“Ölüm kıyamet demektir. Ölmüş olanın kıyameti kopmuş sayılır”                                         İbn Ebi’d-Dünya

“Sizden biriniz öldüğü vakit, varacağı yeri akşam sabah kendisine gösterilir. Cennetlik ise, Cennetteki yeri; Cehennemlik ise, Cehennemdeki yeri gösterilir ve: (İşte kıyamet günü dirilip, gideceğin yer burasıdır) denir”

Buhari ve Müslim

“Garib olarak ölen, şehid olur, kabir iptilâsından emin olur. Gıdalanır ve Cennet’ten rızkının rüzgârı kendisine estirilir ve kokusunu alır”                                     İbn Mâce

Azabların en büyüğü, insanın arzuladığı şeyden uzaklaşmasıdır. Sebe/ 54.âyet’te: “Kendileri ile arzu ede geldikleri şeyler arasına  bir set çekilmiştir” buyurulmaktadır. Bu âyet, Cehennem ehlinin azabının en kapsamlı ifadesidir.

Zevklerin en üstünü de; Allah uğrunda ölen şehidler içindir. Zira onlar savaşırken dünyaya bir daha dönmeme ihtimalini kabul ederek, savaşa katılmışlardır. Peşinen dünyadan ilgilerini kesmişlerdir. Allah’ın vaadinde sadık olduğunu bilerek, vatanları için savaşmanın kutsallığının idraki içinde, ateşe atlar gibi savaşırlar. Tam o şehid olacakları anda, nefisleri daha öncesinden dünya zevklerini bir daha görmemek üzere alâkayı kesmiş olduğundan, bu ölüm anında, kalpleri sadece Allah sevgisi ile dolu olarak can verirlerken, en büyük nimete ulaşmış olurlar. Onlar savaşa giderken, bütün bağlarını koparıp, bütün alâkalardan kesilerek; haklarında Allah-ü Tealâ’nın muradına razı olarak, savaşa katılmışlardır. İşte bu sebepten hiçbir şeye hasret duymazlar ve en yüksek makam olan şehadet makamı nimetine kavuşmuş olurlar.

Ölünün ruhu, etrafındakileri görür. “Ölü, kendisini yıkayanı, taşıyanı ve mezara indireni bilir” hadisi bunu anlatır. Mü’minin ruhu istediği yere gitmekte serbesttir. Kişi evlâdının iyiliği ile mezarda müjdelenir.

Yezid-i Rakşî diyor ki: “Duydum ki insan kabre konduğu vakit, ameli kendisini kuşatır. Sonra Allah-ü Tealâ amelini konuşturur ve (Ey çukurunda yalnız kalan kul, dost ve ahbablarının hepsi senden ayrıldı, bu gün yalnız bizimle kaldın) der”.

Kaabü’l-Ahbar diyor ki: “Salih insan kabre konulduğunda, amelleri kendisini kuşatır. Azab melekleri ayak ucundan geldiklerinde, namaz ameli onları durdurur ve: (Bu kişi bu ayaklar ile Allah için amel etti, namaz kıldı, bu kişiye azab edemezsin) der. Baş tarafından yaklaşsa, oruç mani olur. Ellerine yaklaşsa, sadakaları mani olur. (Bu ellerden Allah rızası için nice sadakalar çıkmıştır, azab edemezsiniz) denir. Böylece azab melekleri uzaklaştırılır, rahmet melekleri yaklaşır. Cennet’ten ışık getirirler, kabri aydınlanır, kıyamete kadar kabri nur içinde kalır. Ayrıca kabri genişletirler”.

Ölümün Hakikati

Ölümün Hakikati

Ölüm hakkında insanların çeşitli yanlış kanaatleri vardır. Bir kısmı, insan ölümünü bitki ve hayvanların ölümleri gibi görerek, yok oluş sanırlar. Bunlar, Allah ve ahiret hakkında bir imana sahip olmayanlardır.

Bir kısmı ruhun baki olduğunu, ölümle yok olmayacağını ama cesedin tekrar dirilmeyeceğini, bütün muamelenin ruha olacağını sanarak aldandılar.

Bir kısmı da esas hayatın sadece dünya hayatı olduğunu, bu hayatın içinde yeniden bedenleşerek, kemalâtlanıldığını sanarak, yanıldılar.

Ölüm gaybe aittir. Böyle olduğu için de oradan bir haber alınmaz. Lâkin, Allah kelâmı olan âyetler ve Peygamberimiz(s.a.v.)’in haber verdiği hadisler ile, ölüme ait gerçek olan bilgiye kavuşulmuş olunur. Bu bilgiler ışığında ölüm; ruhun bedenden ayrılarak, artık bedeni kullanamaz hale gelmesi veya azab üzere veya nimet üzere baki kalışı demektir. Aslında ruh dünya hayatında gizlide kaldığı için dünya hayatının şartlarına uygun olmak üzere azalara ihtiyaç duyar. Meselâ göz ile görür, kulak ile duyar. Bedende hapis olduğu için, azalara ihtiyaçlıdır. Ölüm ile beden hapishanesinden kurtulan ruh, gözsüz görür, kulaksız duyar. Yani hiçbir uzva ihtiyacı olmadan, her şeyden haberdardır. Ölüm bir bakıma azaların, ruha isyanıdır. Artık ruhun o azaları kullanamamasıdır. Ruh azaları kullanamamakla birlikte, anlayış, bilgi ve ilmini kaybetmez. İnsanın aslı, yani hakikati ruhudur. Anlayış, idrak, sevinme, üzülme, eziyetlenme hep ruha aittir. Azaların hastalığı da ruh ile hissedilir. Meselâ ölünün bacağı kesilse, ağrı hissede bilir mi? ama ağrıyı sinirlerin ilettiği söylenir. Ruh olmadan sinirin ağrı merkezine ulaştırdığı bilgi de hissedilemez. Ruh yaşam sırasında özgürleştikçe, yani hapsinden kurtuldukça, bu kurtuluşu kadar daha fazla hisseder. Dolayısıyla bu manadan bakıldığında; “İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar” ayetini daha iyi anlamaktayız.

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenazelerde hatırlatma ve gaflette olanları uyarma vardır. Gaflette olanlar kendilerinin öleceklerini hiç düşünmezler veya bunun çok sonra olacağını sanırlar. Ölüm bir öğüttür. Sonraya kalanlar kendisinin öleceğini düşünmez. Sanki kendi hiç ölmeyecek, tabuta konmayacak, toprağa girmeyecektir. Bunu böyle düşünmenin sebebi, isyan ile kalbin örtülmüş ve katılaşmış olmasıdır. Kişi cenazede, cenaze için hüsnü zanda bulunmalıdır. Kendi için de ölümünü düşünüp, üzülmelidir.

Resûl-i Ekrem(s.a.v.): “İnsanların en zahiti, kabri ve kabirde çürümeyi unutmayan, dünyanın fuzuli zinetlerini terk eden, bâkiyi fani üzerine tercih eden, yarınını düşünmeyen ve kendini ölülerden sayandır” buyurur.

Ölümü hatırlamak ve ibret almak için, kabristan ziyareti müstehabdır. Hz. Peygamber(s.a.v.) önce mezar ziyaretinden men etmiş, fakat sonra müsaade etmiştir.

“Ölülerinizi ziyaret edin ve onlara selâm verin. Zira sizin için onlardan ders almak vardır”       İbn ebi’d-Dünya

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip olur”

“Adamınız öldüğü vakit, onu bırakın ve aleyhinde konuşmayın”                                                     Ebû Davud

“Ölülerinizi ancak iyilikle yad ediniz. Şayet onlar Cennetlik ise, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik iseler, zaten bulundukları hal kendilerine yeter”                                                            İbn Ebi’d-Dünya

“ Bir adam ölür ve Allah-ü Tealâ onun kötü bir kimse olduğunu bildiği halde, cemaat iyiliğine şehadet ederse; Allah-ü Tealâ: (Ey meleklerim, şahid olun. Ben kullarımın, bu kulum hakkındaki şahadetlerini kabul ederim ve onun hakkında kendi bildiklerimden vazgeçerim)buyurur”.                                                           Ahmed

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri:

Hepsi de son anlarında, dünyaya kapılıp gitmenin boşuna olduğunu anlatmışlardır. Allah-ü Tealâ’dan başka hiçbir şeye güvenilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Harun Reşid, ölümü sırasında: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp, mahvoldu” Hakka suresi 28-29. âyetlerini okumuştur.

Halife Mu’tasım da 44 yaşında ölürken; “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim, hiçbir şey yapmazdım” demiştir.

Selman-ı Farisi: “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem’in (Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın) dediğini hatırlıyorum ve bunun için ağlıyorum” demiştir. Halbuki, vefatından sonra Hz.Selman’ın bıraktığı serveti 10 dirhem kadardı.

Bilâl-i Habeşi: “ Ne mutlu bize ki, dostlarımız Hz. Muhammed(s.a.v.) ve dostlarına kavuşacağız” demiştir.

Amir b. Abdülkays: “Ağlamamın sebebi boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir” demiştir.

Fudayl da ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca da: “ Ah uzun yolculuk ve ah az azık” demiştir.

Resûl-i Ekrem(s.a.v.)’in İrtihalleri

Resûl-i Ekrem(s.a.v.)’in İrtihalleri:

(ölüm hali)

Hazret-i Peygamberimiz(s.a.v.), yaratılmışların en şereflisidir. Allah katında, O’ndan keremlisi yoktur. İnsanlığın uyması gereken en güzel örnektir. Makam-ı Mahmud’un sahibi, kıyamet gününün şefaatçisi, topraktan ilk dirilecek olan, Allah’ın kıymetlisi, nebisi, sevgilisi olduğu halde; bütün bu şereflerine rağmen, can çekişmeleri zor olmuştur. Hatta huzurunda bulunanlar, O’nun ızdırabına dayanamamıştır. Bizler, burada ders almalı ve ölümün ne kadar çetin olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Ölüm anında, mübarek alınları terlemiş, renkleri solmuş, iniltisi duyulmuştur. Nefeslerini alıp vermede zorlanmışlardır. Nübüvvet makamı, ölümlerini engelleyememiş; halkı müjdeleyici ve korkutucu olması bakımından, ömürlerini Allah yolunda hizmet ile geçirmiş oldukları halde, bir ayrıcalık ile müsamaha görmemişlerdir.

İbn Mes’ud (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Resûl-i Ekrem’in ayrılma vakti yaklaştığında, Hz.Aişe’nin evinde yatmakta idi. O, bize bakarak, gözleri yaşarmış olduğu halde: ( Hoş geldiniz. Allah size mübarek etsin, korusun ve nusret versin. Takvayı ve Allah’dan korkmanızı size tavsiye ederim ve sizi Allah’a emanet ederim. Ben sizi O’ndan açıkça korkuturum. O’nun memleketinde ve kulları arasında, O’na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i Me’va’ya, Sidre-i Münteha’ya ve Cenab-ı Allah’a rücû vakti geldi. Size ve benden sonra dinimize girenlere Allah’ın selâm ve rahmetini benden okuyun) buyurdu”.

(Bezzar)

Rivayet edilir ki; irtihalleri sırasında, Cebrail a.s’a: “Benden sonra ümmetim için kim var?” diye sordular. Allah-ü Tealâ, Cebrail a.s.’a vahyetti ki:    “Habibimi müjdele. Ümmeti hakkında Ben O’nu perişan etmem. Yine müjdele ki, kıyamet günü mezarından ilk kalkacak olan O’dur. Mahşer halkının efendisi de O’dur. O ve O’nun ümmeti Cennet’e girmeden başkaları giremez” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “İşte şimdi gönlüm rahat etti” buyurdu.                                (Taberâni)

Hz. Aişe(r.a.) anlatıyor: “ Resûl-i Ekrem, yedi kuyudan alacağımız bir kırba su ile kendisini yıkamamızı emretti. Dediği gibi yaptık, biraz rahatladı. Kalktı, mescide gitti, cemaatle namaz kıldı. Uhud şehitleri için dua ve istiğfar etti. Şu tavsiyede bulundu: (Ey muhacirler! Bundan sonra siz çoğalırsınız, fakat ensar bu günkü durumlarından fazla çoğalmazlar. Ensar, benim has vekillerim ve sırdaşlarımdır. Ben onlara iltica ettim. Onların ihsan sahibi olanlarına ikram edin, kusurlarını da bağışlayın. Bir kul, dünya ve Allah katında olanlar arasında serbest bırakıldı. O da Allah katında olanı tercih etti). Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu sözler ile, kendisini kast ettiğini ve aralarından ayrılacağını anlayan, babam Ebû Bekir ağlamaya başladı. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem: (Dur. Şu mescide açılan bütün kapıları kapayın. Yalnız Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın. Zira ben, bana göre Ebû Bekir’den daha üstün sohbete değer bir kimse bilmiyorum) buyurdu”                 (Dârimi)

Said’in babası Abdullah’dan rivayetinde; “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in ağırlaştığını duyan ensar, mescidin etrafında toplandı ve üzüntülerini belirtmeye başladılar. Hz. Abbas, Hz. Fazl ve Hz.Ali huzura girerek, ensarın halini anlattılar. Hz. Peygamberimiz’in ölümünden korktuklarını, kadınların da toplanarak ağladıklarını anlattılar. Bunun üzerine, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali ve Fazl’ın omuzlarına dayanarak, mescide girdiler. Minberin ilk basamağına oturup, Allah’a hamd ettikten sonra:

(( Ey insanlar! Adeta benim hakkımda ölümü inkâr edercesine, benim ölümümden korkmakta olduğunuzu duydum. Size öleceğinizi bildirmedim mi? Benden evvel bir peygamber ebedi kaldı mı ki, ben de ebedi kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime gidiyorum. Siz de Rabbinize ulaşacaksınız. Ben size ilk muhacirlere iyilik etmeyi tavsiye ederim. Zira Asr suresinde hak olanı tavsiye etmemiz buyuruluyor. Her şey Allah’ın izniyle cereyan eder. Bir şeyin gecikmesi, sizi aceleye sevk etmesin. Çünkü Allah-ü Tealâ, insanların arzusuna göre hareket etmez. Allah ile üstünlüğe kalkışana, Allah galebe çalar. Allah’ı aldatmaya kalkışana, Allah hilesinin cezasını verir. Tekrar eski halinize dönüp, yer yüzünde bozgunculuk çıkarmayı ve akraba ile münasebeti kesmeyi mi istiyorsunuz? Aynı zamanda ensara iyilik etmeyi, ben size tavsiye ederim. Zira onlar sizden önce burada yerleşmiş ve imana sahip olmuşlardır. Onlara iyilikte bulununuz. Onlar meyvelerini sizinle bölüşmediler mi? Onlar size bütün servetleri ile kapılarını açmadılar mı? Kendileri muhtaç iken, sizi tercih etmediler mi? Kim ki iki kişi arasında başkan seçilir ve hükmetmekle vazifelenirse, bunların iyilerinin iyiliklerini kabul etsin, kusurluların kusurlarından vazgeçsin. Sakın onlara karşı üstünlük taslamasın. Ben şimdi önden gidiyorum. Siz de ardımdan geleceksiniz. Uğrak yeriniz havuzdur. Havuzum ise geniştir. Kevser oluğundan oraya su dökülür. Onun suyu sütten beyaz, kaymaktan yumuşak ve baldan daha tatlıdır. Bundan içen, bir daha susamaz. Bu ırmağın çakılları inci, yatağı ise misktendir. Yarın bana gelmeyi arzu edenler, bu gün elini ve dilini lüzumsuz şeylerden çeksin)). Bu vasiyet üzerine Abbas (r.a.) , Kureyş’e de bir vasıyette bulun deyince; (( Kureyş’e de aynı şeyi tavsiye ederim. İnsanlar Kureyş’e bağlıdır. İyileri, iyilerine; kötüleri de kötülerine karşılıktır. Kureyşlilerin insanlara iyilik yapmasını tavsiye edin. Ey insanlar, günah nimetleri bozar ve taksimatı değiştirir. İnsanlar iyi olursa, imam ve hükümdarları da onlara iyilik yaparlar. Kötülük yaparlarsa, onlar da kötülük ederler. Nitekim En’am/129. âyette: <Zalimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına böylece musallat ederiz> buyurulmuştur”

İbn Mes’ud(r.a.)’un rivayetinde: Resûl-i Ekrem(s.a.v), Hz.Ebû Bekir(r.a.)’e şöyle buyurmuştur: “Beni yıkayıp kefenlediğiniz vakit, evimdeki bu yatağımda, yani mezarımda beni bırakın. Bir saat kadar yanımdan uzaklaşın. İlk namazımı kılacak olan, Allah-ü Tealâ’dır. Nitekim Ahzab/56. âyette (Allah ve melekleri peygamberini överler, selâmlarlar) buyuruluyor. Sonra meleklere izin verilecek, yaratılmış olanlardan ilk namazımı kılacak olanlar sırasıyla; Cebrail, Mikâil, İsrafil, ve sonra da ölüm meleği Azrail’dir. Askerleri ile gelirler. Sonra da diğer bütün melekler gelir. Daha sonra da siz namazımı posta posta kılar, selât ve selâm edersiniz. Tezkiye ederek, bağırıp, çağırarak ve ses çıkararak bana eziyet etmeyin. Önce sizden imam ve  en yakın  ehl-i beytim gelsin. Sonra sizler ve sonra kadınlar daha sonra da çocuklar gelsin”.

Abdullah b. Zem’a anlatıyor: “ Rebiu’l evvelin ilk gününde, Bilâl sabah ezanını okuyunca, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), (Ebû Bekir’e söyleyin, namazı kıldırsın) buyurdular.

Azrail a.s. gelerek, ruhlarını alıp almamayı ilk defa olmak üzere, Allah tarafından kendi reylerine bırakıldığını bildirmiştir. Resûl-i Ekrem, kızları Fatıma’ya ölümünün yaklaştığını ve kendisine ilk kavuşacak olanın Fatıma olacağı müjdesini verdiler. Sonra ölüm meleği yanına gelerek, (Ya Muhammed ne emrediyorsun?) diye sorduğunda: (Şu anda beni Rabbime ulaştır) buyurduklarında; (Olur, Rabbin sana müştaktır. Senden başka kimseden izin almamı emretmedi. Saatin yakındır) diyerek yanından ayrılmıştır. Bu son anlarda Hz.Aişe validemizin kucağında, “Refik-i A’lâya” sözünü sıkça tekrarlamış ve baygınlık arasında kendilerine gelip, gözleri biraz açıldığında: “Namaz, namaz. Zira siz namaza devam ettiğiniz müddetçe dine bağlı kalırsınız. Onun için hepiniz namaza devam edin” buyurmuşlardır.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), hicretin on birinci yılında Rebiu’l evvel ayının başında hastalanmışlardır. Ateş ve şiddetli baş ağrıları ve terleme olmuştur. Zaman zaman kendilerinden geçme, baygınlık gibi hal olmuş; sonra açıldıklarında etraflarına vasıyette bulunmuşlardır. Rebiu’l evvel ayının Pazartesiye rast gelen onikinci günü, sabah erkenden ateşleri düşmüş, ezanı duyunca mescide gitmişlerdir. İnsanların namaz kılışını sevinerek seyretmişler, namazı kıldırması için, Ebû Bekir’e işaret buyurmuşlar, kendileri de, sağına oturarak  namaza katılmışlardır. Sonra zorlukla odalarına dönmüşler ve Hz. Aişe’ni kucaklarında, kuşluk ile öğlen arası, hakikate yürümüşlerdir.

Ölüm Anındaki Kişinin Halleri

Ölüm Anındaki Kişinin Halleri:

1)Sûret güzelliği(dış güzellik):

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); ölüm yatağına düşen kişi  için: “Ölmek üzere olanın, alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve dudakları kuruduğu vakit, bu hal Allah-ü Tealâ’nın rahmetindendir. Boğazı sıkılmış gibi hırıldar, yüzü kızarır, dudakları yağlanırsa, bu da Allah-ü Tealâ’dan kendisine inen bir azabtır” buyurmuşlardır.            Tirmizi ve Hakim

2)Lisan güzelliği:

Dili ile Kelime-i Şehadet getirmek hayır alâmetidir. Bu konudaki Hadis’ler şunlardır:

“Ölmek üzere olanlarınıza, şehadet kelimesini telkin edin”                                                        Ebû Said el-Hudrî

“Zira o şehadet, geçmiş hataları yok eder”      Huzeyfe

“Allah’dan başka kimsenin ibadete lâyık bulunmadığını bilerek ölen, Cennet’e gider”                      Hz.Osman

“Ölüm meleği birinin canını almaya gitti. Kalbini yokladı, kalbinde bir şey bulamadı. Çenesini ayırdı, baktı ki, dili bir kenarda kelime-i tevhidi söylüyor. Bu kelime-i ihlâs sayesinde günahları mağfiret edildi”      Ebû Hureyre

Telkin edilmesi tavsiye edilmişse de, telkinde ısrar olmamalıdır. Çünkü dili tevhide dönmeyen kişi, olur ki, kötü sona girebilir. O zor anda dil, dönmeyebilir ve kişi dili dönmediği için, zorlanmaktan dolayı, su-i hatimeye girebilir.

3)Ölmek üzere olanın hüsn-ü zan içinde bulunması:

Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyip, Allah hakkında iyi zanda bulunma halidir. Bir yanda günahları ve eksikleri olduğu halde, Allah’a ait hüsn-ü zan içinde bulunmak, övülen bir haldir. Zira:

“Allah-ü Tealâ buyurur ki: Ben kulumun zannı üzereyim, Beni dilediği gibi düşünsün”

                                     İbn-i Hibban/ Ahmed/Beyhaki

“Bu korku ile ümit, şu ölüm anında kimde toplanırsa, Allah-ü Tealâ umduğunu ona verir ve korktuğundan onu emin kılar”