Ondördüncü Bölüm:
ALLAH İÇİN NE YAPABİLİRİM?
Aklım Allah için ne yapabilirim? O’na kendimi nasıl feda edebilirim? Soruları ile dolu. Allah için ne yapsam, bir şey yapmamış olacağım. Benim yaptığım neye ihtiyacı olabilir ki? Sonra kavrayış ve sezgi devreye giriyor. Evet çözüyorum: Hakk’a giden yol halktan geçiyor. Yaratılmış olana saygı ve sevgi duymak, O’nun pek kıymetli olan yarattıklarına önem vermek, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermek, yardım etmek, birinin derdine derman olmak… İşte Allah için ancak bunlar yapılabiliyor. İbadetlerimizi ve kulluğumuzu düşünüyorum. Bunları kendimiz için yapıyoruz. İlk önce ateşten korunmak için, sonra tavsiye edilenleri yaparak, zaman içinde nefsimizi terbiye etmek ve bir düzene getirebilmek için yapıyoruz. İbadetler, Allah’ın emirleri olarak hayatımızı olması gereken şekle koyuyor. Nefsimizin daha önceden başı boş yaşayışını, disipline sokuyor. İnanan insanın yemesi, içmesi uykusu bile önceki yaşamına göre farklı oluyor. Yani nefsin tembelliğinden, fahiş isteklerinden, serkeş hallerinden kurtulmamıza vesile oluyor. Böylece etraf için de belki zarar vermeyerek bir fayda sağlıyoruz. Lâkin esas fayda kendimize oluyor. İman eden insan daha önce Müslüman olduğu halde, şuurlu olarak, Allah’a yönelmesini, hidayete erme devri olarak niteliyor. Bundan önceki yaşantısını da cahiliyye devri olarak isimlendiriyor. Ben de böyle yapıyorum. O eski devrimde, üniversite bitirmiş olduğum halde Allah’a ait bilgilenme konusundaki eksiklerim sebebiyle cahil idim. Ve şimdi artık, esas ilmin Allah’ı bilme ilmi olduğunu biliyorum. Bir büyüğümüz “Allah zıtları ile bilinir” demiş. Ne kadar doğru… Allah’ı bilmek için nefsimizi bilmeye muhtacız. Nefsimiz de, emin olunan nefis olana kadar Allah’ın hoşlanmadığı, asla O’nun ahlâkında olmayan işler peşinde. İnsan sanki nefsini bilinceye kadar kendini eksiksiz, hatta yeterli görmüyor mu? Olaylar ve insanlar arasında zaman içinde ne kadar eksik olduğunu ve her konuda Allah’a muhtaç olduğunu tespit etmiyor mu? Kendini oldukça büyük görürken, nefsini bildikçe kendi gözünde küçülmüyor mu? Kuran’da “…nefsini ilâh edenler…” diye böylelerinden ne çok bahsolunuyor.
İnsanın önce kendine yetmesi, sonra başkalarına ulaşması söz konusu. Kendine yetmek, nefsine aşina olmakla mümkün. Nefsini bilen kişi onun oyunlarından, aldatmacalarından haberdar olur. Nefsini bilen kişi Allah’ın, mutlak kudret olduğunu, kendisinin de her an gaflete düşmeye açık aciz bir kul olduğunu bilir. Kendi acziyetini bilmekle, Allah’ını tanımaya başlamış olur. Artık O’nu tanıdığı için, bundan sonra O’nun için bir şeyler yapabilir. Böylece kendini aşma başlayabilir. Faydalı olma ve hizmet bundan sonrası için vardır.
Lâkin bazen insan ömrü bazılarımız için nefsimizi bilecek kadar fırsat vermeyebiliyor. İşte bu sebeple Kuran ve Hadis kaynaklı tavsiyeler vardır. Bunlar “Salih ameller” olarak adlandırılır. Bizler nefsimizi bilmeden, bu tavsiyelere de uymaya çalışırız. Nefsimi bileyim diye beklemek bu bakımdan uygun değildir. Meselâ cömertlik övülerek, özendirilmiştir. “Cennetin kapısını cömertler açacak” hadisi meşhurdur. Yaradan yarattığının, daha çok kendisine cömert olduğunu bildiği için, bu kötü ahlâktan kurtulması istenmiş ve yukarıdaki Hadis söylenmiştir. İnsan nefsini bildiği zaman diğerleri ile birlikte, zaten bu kötü huydan da kurtulmuş olacaktır. Lâkin bu imkânı kazanamayanlar için, daha nefsini bilmeden cömertlik yolunda gayret etmesi sağlanmıştır. İnsanoğlu verdiğini hiç hatırlamadığı zaman cömert olacaktır. Gerçek cömertlik, verdiğini unutmaktır. Taklid edilen cömertlikte ise, daima verdiğini hatırlamak vardır. Nefis insana verdiğini hiç unutturmaz, aldıklarını da unutturur. Dolayısıyla insan daima çok verdiğine veya yeterli verdiğine inanır. Gerçekten inanır. Ne zaman ki bir şey veremiyor, bir hayır yapamıyor diye üzüntü duyarsa, o zaman gerçekten vermiş olur. İnsanoğlu verdiğini hep hesap eder. Allah bu sebepten, zekâtı farz olarak isterken, kulunun ince ince hesap yapacağını bilir de “kırkta biri” diye şart koşar. Eski kullanılmışları vereceğini bilir de “yeni, temiz, kullanılmamış, kendi giydiğinden” diye şart koşar. Hoşuna gitmeyen gıdaları vereceğini bilir de “kendi yediğinden yedir” der. Bir yandan (Allah için canım feda olsun) der, öteki yandan her şeyin en iyisine, en güzeline nefsini lâyık görür. Bu sebepten, bize önerilen emirleri yaparken mutlaka nefsimizi ıslah etmeye ve bu emirlerin hakikatine ulaşmaya çalışmalıyız.
Bunlar gibi pek çok düşünce, hem beni kendime getiriyor, hem korkumu arttırıyordu. Ya aynada kendimi yakaladığım o gün hiç olmasaydı? Rabbim yüzüme bakmıştı. Mahcubum, daha öğrenecek kim bilir neler vardı? Ve ben nefsimin ‘esfel-i safilin’e inebileceği yeri henüz görmemiştim…
İnsanın alıştan verişe geçmesi, sadece madde ile değil, bazı kıymetli soyut kavramlarla da oluyordu. Para verişin en kolay ve başlangıç kısmı idi. Bu bile bazılarımıza zor geliyordu. Verişin en alt hududunu zekât olarak sınırlamıştı. Zekâtın üstünde, sadakalar vardı. Sadaka farz olmayıp, insanın ihtiyarına bırakılmış yardımlardı. Sadaka ile, pek çok belâlar def edilir, hatta kader üzerine bile etkisi olduğu söylenir. Sadaka vermek mecburiyetinde olmadığımız mali verişler oluyor. Zekâtını veren, bunun karşılığında, bir ibadetini yapmış olup sevap kazanırken, sadakada böyle bir farz ibadet olmadığı halde, buradaki veriş nafile ibadet olmuyor mu? “Kulum nafilelerle bana öyle yaklaşır ki o kulumun gören gözü ben olurum. İşiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum….” Hadisinde anlatıldığı gibi bir nafile ibadet… Bir de “Karz-ı Hasen” vardı tabii…
Para ve mali yardımlar tabii hale geldikten, verdiklerimizi hiç hatırlamaz hale geldikten sonra, zamanımızı vermek geliyordu. Bize hiç yararı olmayacak şekilde harcamak… Halbuki esas yarar burada idi. Başkaları için harcamak. Önce değen insanlar için, sonra her kim karşımıza çıkarsa onun için, daha sonra da değsin veya değmesin her kim olursa onun için… Allah böyle yapmıyor muydu? Zatını, değmez gibi görünenlerimiz için bile sebil etmemiş miydi? Hiç değer vermeyeceğimiz biri için bile rızkını göndermekte ve hidayet yolunu açmak üzere her an yeni sebepler halk etmekteydi. Duvar dibine yığılmış bir sarhoşun gönlüne merhamet duygusu vererek, lokmasını yanına gelen bir kedi ile paylaştırarak, belki de affetmek için sebepler yaratmıyor muydu?
Daha sonra gelen verişlerde bedenimizi vermek, sebil etmek gelmiyor muydu? Kendimize bakacak halimiz olmadığı halde, ihtiyacı olduğu için bazen bir yaşlıya, bazen bir çocuğa bakmak böyle oluyordu. Tanıdığım bir yoksulun altı çocuğu vardı ve durumu her bakımdan perişan idi. Komşusunun evi yanıp kendileri ölünce, arkaya kalan iki çocuğunu almış, bakıyordu. Hem de ne kadar zor şartlarda. O çocuklara gösterdiği samimi alâkayı asla unutamam. “Bize lokmamızı veren Mevlâ, elbet onlara da verir” diyordu. Bu çocukların ileride uzayıp gidecek hayatlarının her halini yüklenmek ise ayrı bir hal idi. Sonradan öğrendiğime göre, kendi çocukları hayırsız çıkmış, çekip gitmişler. Ve bu kadına yaşlılığında bu emek verdiği çocuklar sahip çıkmış. “Allah boş iş yaptırmaz. Gördünüz mü? Yaşlılığıma yatırım yaptırmış. Yalnızlık zor olacaktı” demişti.
En büyük veriş ise, ömrünü, hayatını Allah için vermekti. Kendine ait hiçbir şeyi kalmamak üzere, bir daha asla yaşayamayacağı ömrünü, bütün dünya zevklerinden uzak kalarak da olsa, bozuk para gibi harcamaktı.
Bunların insanlık âlemi için kolay olmadığını biliyordum. Hz. Ebubekir, malını mülkünü olduğu gibi İslâm için vermiş ve sıddıkıyet makamına yükselmişti. Herkes için belki de mümkün olmayan bir yer…
Hz.Ali, Kureyş’liler Peygamberimiz(s.a.v.)’e zarar vermesin diye yatağına girerek, ölümü göze almıştı…
İşte vermenin doruğunda olan her şeyi kendim için düşünerek, soruyordum. Allah için ne yapabilirdim?
EDEP YA HU!
Yine kışa girdik. Baharı görmeden yaz geldi geçti. Kar serpiştiriyor. Eyüp’te faaliyetler devam ediyor. Burada her insanda farklı olmak üzere, verişin her çeşidini görmek mümkün. Bizi veriş zevkine ulaştıran Bakî Efendi. Her verişin önünde O’nu görüyorum. Eğer her işe atılmasa, belki bizler bu kadar şevkli olmayacağız. O ortaya atılınca, biz daha çok atılıyoruz. Hem O’nu yormamak adına, hem de gayemiz beliriyor. Verişin huzurunu ve mutluluğunu başka bir yerde bu derece hissetmek mümkün değil. Müslüman’ın en büyük eğlencesi. Osmanlı kestirmeden giderek, insanların huzur duyacağı, mutluluğa ulaşacağı yolu bulmuş. Vakıflar. Veren mutlu, alan mutlu. İnsanı insan yapan değerlerden en önemlisi sanırım. Allah dilediğine zenginliği vererek, toplumda herkesimin mutluluğunu ve ecir kazanmasını sağlamış. Sanki zengin için fakirleri; fakir için de zenginleri yaratmış. Böylece biri vererek rahat uyuyacak. Diğeri de akşama yiyeceği yok iken, doyunca rahat uyuyacak. Herkes zengin olsa idi, nasıl sevap olacak veya huzur bulunacaktı. Fakirin de sabredişini, zenginin verişi ile bir tutarak, bu sebeple fakire de makam verilmiş oluyor. Makbul tutuyor. Dengenin ince düşünülmüş mükemmelliği başımı döndürüyor.
Ihlamur, hayatımın eşiği. Ihlamur’da bir özel halim oluyor. Sanki eski devirlerde yaşıyorum. Edebin kök saldığı, olmazsa olmaz olan devirlerde. Dükkânımıza bir levha yazdım. “Edep ya hu!”…çok güzel oldu. Yazıyı her okuyuşumda sanki edepsizliğime kızıyor sanıyorum. Böyle hissediyorum. Bizde nerde o eski anlatılan edep?
Dostum, “Üstat, bu yazı sanki canlı. Bana ihtarda bulunuyor gibi geliyor” diyor. Gülümsüyorum. Maksat hasıl olmuş demek. Sadece bana değil, herkese edebi hatırlatacak diye düşünüyorum. Hatırlama kâfi mi, bilmiyorum. Esas edebin, mülkün sahibini unutmamak olduğunu düşünüyorum. Meselâ birine öfkelenip, söylenince, sahibi gücenir mi? diyorum. Ve böyle davranmak edebe sığar mı, diyorum. Yahya Efendi Camiinde abdest alınan yerde böyle bir levha vardı. Girişte dikkatimi çekmişti. Anlıyorum ki edebe çok önem verilmiş. Doğrusu iş, Allah’tan gafil olmaya kadar gidiyor. Edep hududunu aşmamak, edep Allah’ın hudutlarına riayet etmek, edep gaflete düşmemeye çalışmak mı? belki de hepsidir…
Bakî Efendi, o gün Ihlamur’a geliyor. Epeyidir uğramamıştı. Yine yokuş yormuş olacak ki kendini köşedeki sedire bıraktı. Hepimiz koşturuyoruz. Beni bir heyecan sarmıştı. İlk günü hatırlıyorum. Yine selâm vermiş ve bir müddet konuşmamıştı. Vakit ikindi üzeri gibiydi. O ilk karşılaştığımız günden bu güne geçen süre sanki yokmuş gibi hissetmiştim. Çok şey öğrenmiştim. Bunları unutmam mümkün değildi. Fakat şu anda kuvvetle hissettiğim, daha çok sözle değil de örnek olarak bana öğrettikleri idi. Yumuşaklığı, inandığım konularda kuvvetli olmayı, hoş görüyü, tarafsızlığı, sağlamlığı ve az da olsa amellerde devamlılığı hep kendisinden, hal dili ile öğrenmiştim. Az söylemiş, ama hali ile örnek olmuştu. Ne çok şey borçluydum. Ayaklarının duruşunda bile bir edep fark ediliyordu. O anda bir şey daha anladım. O her an huzurda gibiydi. İşte böyle olunca da içten gelen ve bütün azalara yayılan bir hal oluşuyordu. Edep bu makamda böyle oluyordu…
ORGAN BAĞIŞI, ALLAH İÇİN VERİŞ OLUR MU?
Bakî Efendi zaman zaman baston kullanıyordu. Belki yorgunluktan, belki dizlerinden dolayı. O gün de baston ile gelmişti. Bastonunu yanına dayamış, ıhlamur içmeyi arzu etmişti. Ben mutluluk içinde ikramda bulunuyordum. “Bu akşam bizde olacağız. Buyurun. Eski dostlarımızdan birkaç kişi gelecek. Bir karara vardık ta onu şekillendireceğiz”. Hepimiz davetliydik anlaşılan. Farklı bir durum vardı. Arabası olan bir dostumuz rahat etmesi için Bakî Efendi’ye araba ile götürmeyi teklif ediyor. İki gözümün nuru beni de yanlarına katmak isteyince, hep beraber çıkıyoruz. Beşiktaş’tan kızarmış tavuk, ekmek, tatlı alıp Erenköy’ün yolunu tutuyoruz. Akşam yemeğinde kalabalık olacağız.
Saliha annem bizi görünce biraz şaşırdı, en çok ta sevindi. Oğlunun acısından beri zaruret olmadan dışarı çıkmıyordu. Bu sebeple insan görünce çok seviniyor, ona da bir değişiklik oluyordu. Ben acele sofrayı kuruyorum. Kalabalık olacağız, ancak yere sığabiliriz, diye düşünüyoruz. Daha sonra diğerleri de geliyorlar. Yemek şenlik içinde geçiyor. Sonradan sıra çaya geliyor. Bir arkadaş buluyorum kendime yardımcı. Birlikte neşe içinde hizmet ediyoruz. Nihayet hepimizin merak ettiği konu açılıyor. Bakî Efendi “Dostlarım, bu gün benden sonra faydası olsun diye organ bağışında bulundum. Sizlere de bunu haber veriyorum ki belki içinizde bu konuyu düşünen vardır”. Tam düşündüklerim üzerine gelişen bir konuşma. Allah için ne yapabilirim, diye düşünürken, tam bir cevapla karşılaşıyordum. Bana çok kolay geliyor, hemen yarın diyorum, yarın…
Herkes heyecanlanıyor. Hepimiz organ bağışına karar veriyoruz. “Ya! Rabbim! Organ bağışı senin için bir veriş olur mu?” . Bakî Efendi’den cevap yetişiyor: “Allah’ın yarattıklarına bir yardımda bulunmak, Allah için bir şey yapmaktır”.
Gece eve geç dönüyorum. Kuşlarıma yem vereceğim. İçimde büyük bir huzur. Organlarıma daha iyi bakmalıyım. Çok lâzım olacaklar…
Ertesi gün, ben de organ bağışı işlemimi tamamlıyorum. Dönüşte Bakî Efendi’ye gidiyorum. Niyetim, yaptığım işin müjdesini vermek. Kapıda karşılanıyorum. “Nerdeyse benim önüme geçecektin. Bu ne acele” diyor. “Belki nefsime uyar da vazgeçerim diye, korktum efendim” diyorum. Elini omzuma atıyor. Başını bana doğru çevirerek, gördüğüm en duygulu bakışı ile gözlerimin ta içine bakarak “İnşallah, artık senin nefsinden aldatma olmaz. Bundan sonra da bunu bilerek şükrünü arttır” diyor. Ne duymuştum, nasıl oluyordu? Bana mı? nefsimden selâmete ulaşmak ümidinin kapısı bana mı açılmıştı? Ben daha her şeye yeniden başlayacak halde iken, kendimde iyi bir hal bulamamışken, nasıl oluyordu? Kendimi hem çok şey öğrenmiş, hem de yolun başında bulur iken…
Yedi gün yemek yiyemedim, hiç uyumadım. Sevinçten değil, şaşkınlıktan. Dip diri güne başlıyordum. Aklım bazen düşüncemi kaybediyordu. O anda geçen hafta gördüğüm bir rüyayı hatırladım. Aslında bu rüyayı Bakî Efendi’ye anlatacaktım, lâkin tamamen unutmuştum. Erenköy’de yemek yediğimiz gece, kuşlara yem verdikten sonra, kanepede uyuyup kaldığım gece…
Rüyamda Kâbe’deyim. İnsanlar tavaf yapıyorlar. Ben de bir yandan onları seyrediyorum, diğer yandan elimde uzun saplı bir süpürge ile yerleri süpürüyorum. Kâbe’nin Selâm kapısından bir kalabalık gurup giriyor. Etraftan bir telâş, koşturmaca. Bana “Sahabi Efendilerimiz geldi” çabuk yerdeki dağınıkları, çöpleri topla diyorlar. Ben de acele süpürgenin önünde birikmiş olan toz yumağını topluyorum. Lâkin tozları koyacak yer bulamıyorum. Tozlardan kurtulacağım ki ben de gidip ellerini öpeyim. Sağa sola bakınıyorum, bir münasip yer bulamayınca toz yumağını yemeye başlıyorum. Hayret edilecek şey, yediğim toz yumağının pamuk helva olduğunu fark ediyorum. İçimden “Burada günahlarımızı döküyoruz. Bu toz bizim günahlarımız. İyi ki yedim. Çok ta lezzetliymiş” diye düşünüyorum. Fakat ben yedikçe, toz yumağı küçüleceğine büyüyor. Hiç bitiremeyeceğimi sanıyorum. Fakat bir taraftan da tadı iyi geliyor. O sırada Sahabi Efendilerimiz geliyor. Birlikte yiyoruz, ben şaşkın, uyanıyorum. Kalkıp yerime yatayım derken acayip bir rüya diye düşünüyorum. Uykuya öyle ani geçmişim ki bu rüyayı tamamen unutmuşum. Bu sebeple sonradan da hatırıma gelmemişti.
Bakî Efendi’yi ilk gördüğümde, rüyamın anlayamadığım mânasını soruyorum. Dikkatle dinliyor. sonra; “müjdeler olsun” diyor. “İnsanların arasına karışacaksın. Faydalı olacaksın. Onların günahlarını dökmelerine vesile olacak ve sonra örteceksin. Aynı Sahabe Efendilerimiz ve büyüklerimiz gibi… bu rüya çok büyük mâna taşıyor. Umarım sen de verilen vazifenin altında ezilmezsin. Allah taşıma gayret ve kuvvetini ihsan eder, İnşallah” diyor.