TEVBENİN TARİFİ VE HAKİKATİ
İnsanı kurtuluşa götürecek olan her konu üç aşamada olur. Bu üç aşama her insanda mutlaka sırasıyla gelişip sonlanmak durumunda değildir. Bazılarında birinci veya ikinci aşama tamamlanmadan ömür bitmiş olabilir. Bu üç aşama, diğer kurtuluşa vesile olan konularda olduğu gibi, ilim, hal, fiildir.
İlimden maksat o konu hakkında bilgilenmektir. Allah(c.c.)’a yaklaşma bakımından ilimden kast olunan, ilme’l yakîndir.
Hal, ilimle bilgilenen kişinin öğrendiklerini yaşantısına geçirme gayretidir. Bunlar zaman içinde kişide hal olarak tezahür eder. Buna da ayne’l yakîn denir.
Hal olarak benimsenen ilimler topluluğu, o kişide zaman içinde iyice yerleşir ve artık gayret ortadan kalkar, o kişide ahlâklaşırsa buna da fiil denir. Yani o kişiden çıkan işler, artık tabii olarak kendi ahlâkından ayrılmayacak kadar kendine aittir. Buna da Allah(c.c.)’a yakınlık bakımından Hakke’l yakîn diyoruz.
Elbette bütün bu anlatılan durumlar, Allah(c.c.)’a karşı bir imana sahip olanlar içindir.
İLİM: İnsan Allah(c.c.)’a iman ettikten sonra, iman etmeden önceki hayatını gözden geçirir. Günahların neler olduğunu öğrenir, günahları sebebiyle Allah ile arasında, O’na varmasını engelleyen nice perdeler olduğunu görür. Kaybettiği zaman için ve işlediği hatalar için büyük bir pişmanlık duyar. İşte ilim ile günahlarını bilmiş ve pişmanlık duymuştur. Bu, ilmen tevbedir.
“Pişmanlık (nedamet) tevbedir” Hadis-i Şerif’i bunu anlatır. Yani Allah, ilme’l yakîn olanın tevbesini, tevbe olarak kabul eder. Başka bir deyişle tevbe bu noktada başlar. Veya Mü’min olanların en alt basamaktaki kabul olunan tevbesidir. İlim, imanın sebebidir. Yani insan iman ettiği kadar ilimlenir.
HAL: Pişmanlık duygusu şiddetlenir ve artık kurtulunamayacak halde kişiyi rahatsız eder, daimi hatırda kalır, göz yaşı döktürüp yapmamış olmayı arzu eder hale gelirse, bu büyük bir acı olarak kalbi kaplar. Her hatırlama anında göz yaşı ile kalpte şiddetli bir acı duyulursa, bu hal olmuş olur. İlim ile sahip olunan tevbeden daha makbul bir tevbe olmuş olur. Bu acıda tekrar aynı günaha dönmenin endişesi de vardır. O anda, yapmış olduğu kusuru veya günahı terk etmiştir. İleriye yönelik niyetinde de, samimi olarak bir daha asla aynı günaha dönmemek üzere azmetmek vardır. Geçmişine dönüp, baktığında eski eksiklerini telâfi etmek, günahlarını da asla yapmamak niyeti içindedir. Hal ile yakîn başlar. İman nuru kalpte parlayınca, Allah(c.c.)’dan ayrılık, uzaklık öylesine pişmanlık uyandırır ki, aradaki mesafeleri aşarak, yaklaşma arzusu yerleştirir. Bu da yakîni başlatır.
FİİL: Artık aynı günahlara ve kusurlara dönemez hale gelmesidir. Daimi olarak, mevcut günahlarının acısını çeker, ama ilerideki hayatında bunlara asla dönmeyecektir. Ahlâkı yeni haline uygun olmak üzere, hiç günah işlememiş gibidir. Başkalarının eksiklerini ve günahlarını gördükçe kendisininkileri hatırlayarak, acı duyar. Belki başkaları kendisinden daha az günahkârdır diye, onlara eleştiriden ziyade merhamet nazarı ile bakar. Önünde hep kendi eksikleri ve hataları vardır. Bu sebepten kimseye aşağı görerek bakmaz.
Tevbenin gerekli oluşu ve fazileti:
Tevbe inanan herkes için vaciptir. Bu gereklilik, ebedi olarak helâk olmaktan kurtulmak ve ebedi saadete kavuşmak üzere, adeta kişi üzerinde bir borç gibidir. Allah(c.c.)’ın rahmeti herkese açıktır. Bu rahmetten mahrum kalmamak inanan herkes için akıllıca bir istektir. Ayrıca tevbe ile Allah(c.c.)’dan uzaklığa mani olmak da vardır. Yaradılış sebebimiz ise, Yaradan’ımızı bulmak, onunla ebediyen yakîn olmayı başarabilmektir. Bütün bunların ışığında, tevbenin her Müslüman için farz olduğunu da düşünmek yanlış olmayacaktır. Esasen Âyet-i Kerime’ler de “tevbe edin” emrini vermektedir. Fakat beşerin zayıf olanlarının günahtan asla uzak kalmayacağını ve bin defa tevbe etseler tekrar günahlarına döneceklerini Rabbimiz bilir. Bu sebepten tevbe, İslâm’ın şartı, farzı değil de vacibi olmuş olur.
“Ey! İman edenler, tam bir nasuh (bir daha günaha dönmemek ve bunu asla arzu etmemek üzere) tevbesi ile Allah’a dönün”.
Tahrim s/ 8.âyet
Bu âyetten ve diğer âyetlerden anlıyoruz ki, tevbede günahları terk etmek ve terkte azmetmek, kişiyi Allah(c.c.)’a döndürecektir. Yani “rücu” ettirecektir.
İnsanların günahlarının sebepleri, imanlarındaki noksanlıktır. İman sahibi olan, Allah(c.c.) ile ilgili bilgiyi öğrenmek ister. Bilgilendiğinde bilir ki günah, isyan demektir ve Allah(c.c.)’ın emirlerine karşı gelmek manâsını taşır. İsyan mutlaka iman ile ilgilidir. İmanın 72 şubesi vardır. Ve bu kısımların her birine ayrı ayrı iman etmekle, iman kemal bulur. İşte biri isyan ediyorsa, Allah(c.c.)’ın emirlerine karşı gelerek günaha giriyorsa, bilinir ki imanı noksandır.
“Zâni, zina ettiği vakit, mü’min olduğu halde zina etmez” Hadis-i Şerif’inden anlaşılan odur ki, zina yapan kişi Allah(c.c.)’a, Peygamberlerine, kitaplarına, vahdaniyete, sıfatlara inanmıştır ama işlediği günahın, kendisini Allah(c.c.)’tan ne kadar ayrı düşüreceğine veya Allah(c.c.)’ın gadabına nasıl uğrayacağına dair bir imanı yoktur. Dolayısıyla tam bir imana sahip değildir. Bu yüzden, günahını işlerken, mü’min değildir. Eğer mü’min olmuş olsaydı, bu günahı işlemezdi. Aynı zamanda, Allah(c.c.)’ın yakınlığının kıymeti hakkında bilgi sahibi olamayaşı, ya da ahiret gününün varlığına imanının tam olamayışı söz konusudur.
İmanın kemale varması ile, son nefes korkusu azalır. İmanın diğer şubelerinde eksikliği olan kişi için, son nefeste imanın aslından da mahrum kalmasından korkulur. Allah(c.c.) yolunda yolcu olan kişinin, yolunda ilerlemesine, kemalâtının artması denir. Kişinin Allah(c.c.) hakkındaki ilmi arttıkça, yani marifeti arttıkça, kemali de artar. Her noksan olan hâlimizden, bir üst hale geçişimiz de tevbedir. Zira bir önceki halin noksanlığını, bir sonraki hale geçince daha iyi görürüz ve artık o hale tekrar dönmeyi istemeyiz. Kemalât herkese lâzım değildir. Farz değildir. Ancak bir fazilettir. Sadece ehline vaciptir. Lâkin son nefes korkusundan haberi olan her Mü’min kemalâtlanmayı ister. Zira kemal ile imanın da şubelerinde iman hasıl olacaktır ve son nefesi verirken, imanın aslını kaybetmekten belki böylece korunma olacaktır.
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in elbisesinin işlemesi kendisini meşgul ettiği gerekçesi ile, elbisesini değiştirerek namaza devam etmesi, tevbesidir. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın içtiği sütün, meşru olmayan yoldan elde edildiğini öğrenmesi ile, kusması tevbesidir. Hz. İsa(a.s.)’ın başının altındaki yastık yerine koyduğu taşı kaldırarak başını yere koyması tevbesi olmuştur.
“Kötülüğün akabinde bir iyilik yap ki, kötülüğü mahvetsin” Hadis’i Şerif’i bu misaller için ışıktır. Tevbenin günahları mahvedişi gibi, iyiliğin kötülüğü mahvedişi de delildir.
İnsanlardan bir kısmının üzerinden, tevbenin vacip oluşu kalkmıştır. Bu kimseler marifet (Allah’ı bilme) ilmi ile günahlardan alıkonmuş ve imanlarının kemali ile isyana düşmeyen kimselerdir. Bu kişiler isyan etmediklerinden, tevbe etmeleri için sebepleri de kalmamıştır. Fakat tevbenin vacip oluşu üzerlerinden kalkmış olsa bile, “Muhakkak Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever” Bakara s./222. âyetinin müjdesi ile, çok tevbe ederler.
Tevbe hiç kimse ayrı kalmamak üzere herkes için vaciptir. Nûr s. 31. âyetinde: “ Ey! Mü’minler! Hepiniz Allah(c.c.)’a tevbe ediniz. Umulur ki felâh bulursunuz.” buyurulmaktadır. Burada “mü’minler” diye hitap edilerek, değişik iman derecesindeki bütün mü’minlere sesleniliyor. Yani tevbe edebilmek için hiç olmazsa en alt kademede bir imana sahip olmamız gerekiyor.
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Kalbime öyle şeyler gelir ki, her gün ve gece bunlardan yetmiş defa Allah(c.c.)’a istiğfar ederim” buyurmuşlardır. Allah-ü Tealâ ise Habibine ikram ederek: “ Geçmiş ve gelecek günahını Allah(c.c.)’ın bağışlaması için.” diye Feth sûresinde buyurmuşlardır.
Tevbenin kalbin hali ile alâkası, çok önemlidir. Günahlar ve isyanlar ile kalpte bir kararma hasıl olur. Mâsiyet arttıkça kalbin kararması çoğalır. Kalp karardıkça, günahlara meyil artar. Yani ilk defa yapılan tevbe ile, kalpte bir açılma olur. Sonra aynı günaha dönmeyerek bu açıklık devam ettirilir. İşte her günahtan sıyrılma, günahı terk etme ile kalp her seferinde giderek artan bir şekilde açılır, yani nuru artar, zulmeti azalır. Basiret dediğimiz, kalbin görmesi, ancak tevbelerden sonra ve aynı günahlara dönmeyerek başlar. Bu sebepten dil ile yapılan tevbenin değerinin olmayacağı aşikârdır. Tevbenin değeri, kalbi temizlediği ve basireti açtığı kadardır.
“Allah indinde makbul olan tevbe, kötülüğü ancak cahilliği sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk vaz geçip tevbe edecek olanların tevbesidir. Makbul olan tevbe, kötülükleri yapıp yapıp ta, onlardan herhangi birine ölüm geldiğinde (ben şimdi gerçekten tevbe ettim) diyenlerin tevbesi değil” Nisâ / 17, 18
“Göklere kadar yükselen günah işleseniz de sonradan nedamet etseniz,Allah-ü Tealâ tevbelerinizi kabul eder” Ebu Hureyre
“Günahtan tevbe eden, sanki hiç günah işlememiş gibidir” İbn-i Mace
“Kul işlediği günahı sebebiyle Cennet’e girer. İşlediği günahtan pişman olur da, ondan uzak kalmaya dikkat eder, ve bu sayede Cennete gider” İbn Mübarek
“Günahın kefareti, pişmanlıktır” Taberâni