Allah’ın Fiilleri ve Yarattıkları Hakkında Tefekkür:
Allah-ü Tealâ’nın Zât ve sıfatından başka, her ne varsa, O’nun fiili ve yarattığıdır. Her zerrede O’nun hikmet ve kudretinden, hayrete düşülecek alâmetler vardır. Fakat şaşılacak şeydir ki, yaratılmış olanların hepsi hakkında bilgilenmemiz mümkün olmadığından, sadece bildiklerimiz üzerinde tefekkür mümkündür.
“Allah, sizin bilmediklerinizi yaratır” Nahl/18. âyet
“Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah, münezzehtir”
Yasin/ 36. âyet
İşte bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, bilmediklerimiz çoktur. Bildiklerimiz ise ya gözümüzün gördükleri veya görmedikleri olmak üzere iki kısımdır:
Gözümüzün görmedikleri: Kuran’da Gayb veya Melekût âlemi olarak adlandırılır. Melek, cin, şeytan, arş, kürsi ve daha birçokları olup, bunlar üzerinde tefekkür etmek zordur. Halbuki esas hüner, bu âlemin tefekkürünü yapabilmektir. Ancak âyet ve hadislerden anladığımız ve idrak ettiğimiz kadar, biliriz.
Gözümüzün gördükleri: Kuran’da görülen âlem Mülk veya Şehadet âlemi olarak adlandırılır. Yer yüzü, semavat ve ikisinin arasında bulunanlardır. Bunların yaradılış hikmetleri, hareketleri, birinin varlığının diğeri için gerekli olduğu tefekkür edilebilir.
Allah-ü Tealâ’nın , göklere verdiği önem âyetlerle belirtilmiştir:
“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır”
Âl-i İmran/190
“Göğün ve yerin, buyruğu ile ayakta durması, O’nun varlığının alâmetlerindendir” Rûm/ 25
“Ey inkârcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı ki, onu Allah bina edip, yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır” Naziat/ 27-29
“Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz. Yer yüzünü biz yaydık; ne güzel yaymışız”
Zariyat/47,48
“O yer yüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı”
Bakara/22
“İçinde burçları bulunan göğe and olsun” Bürûc/1
“Göğe ve gece ortaya çıkana and olsun” Tarık/1
“İçinde yörüngeler bulunan göğe and olsun” Zariyat/7
“Göğe ve onu meydana koyana and olsun” Şems/5
“Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya and olsun” Şems/1-3
“Gündüz sinip, geceleri hareketleri gözüken gezegenlere and olsun” Tekvir/15
“Batmakta olan yıldıza and olsun” Necm/1
“Hayır, yıldızların yerleri üzerine yemin ederim ki, bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz”
Vakıa/75,76
“Rızkınız da size verilen âzab da göklerden gelir”
Zariyat/22
“Göğü karışıklıktan korunmuş bir tavan kıldık, halbuki onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar” Enbiya/32
“Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik” Nebe/ 12
“Yakinen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk” En’am/75
Bu âyetlerin ışığında gökler tefekkür edilir. Güneş, ay, yıldızlar ve hareketleri, muntâzam olarak tekrarlayan ve bir düzen içinde olan hareketleri düşünülmelidir. Hepsinin her gün doğuş ve batış yerleri değişir. Güneş ile bağlantılı olarak gece ve gündüzün birbirini takibi düşünülmelidir. Gündüz geçimi sağlamak için, gece de dinlenmek ve uyumak için nasıl da ayarlanmıştır. Mevsimlerin hasıl olması için, güneşin yüksekte veya alçakta duruşunun ayarı da ayrı bir nimettir. En küçük yıldızın yer küreden en az sekiz defa büyük olduğu halde, nokta gibi görünüşü, ayrı bir hikmettir. Her şeyin yerli yerinde yaratılmış oluşu Allah-ü Tealâ’nın hikmeti gereğidir. Bilemediğimiz nice hikmet sebepleri vardır. Yıldızların ve güneşin tam dünyaya uygun olan miktar kadar uzaklıkta yerleştirilmesi, hepsi hikmettir.
Yer yüzü ve denizler ayrı tefekkür gerektirir. Göklerle kıyas edilemez. Zira yer yüzü her an değişikliklere uğramaktadır. Su lûtfedilirken, kaldırma kuvveti ile verilmiştir. Topraktaki bitkinin, koskocaman ağacın en üst yapraklarının dahi toprağın suyunu, yer çekimine rağmen emme gücü düşündürücüdür. Her şey ne amaçla yaratılmışsa, o amaca uygun hareket etmektedir. İnsana verilen değer sebebiyle, içeceği su kaynaklar vasıtasıyla gelir. Bu kaynaklar, dünya ne kadar kalabalıklaşsa da yetecek kadar yaratılmıştır. Kaynaklar kâfi görülmemiş, şifa için kaplıcalar yaratılmıştır. Irmaklar, denizler ayrı getirilerle yaratılmıştır. Dünyanın merkezi ateş iken, yüzeyi cennet gibidir. Bunun hikmeti, ve bu gücün şaşırtıcı kudreti, akıllara hayret vermektedir. Su için bütün insanlık icabında savaşlar çıkaracak kadar suya önem verirken, Allah(c.c.)’ın bu nimeti elinde iken, nimetin farkına varmayı bilemez. Su başlı başına hayati önemi olan bir nimettir.
Yer ile gök arasında ortaya çıkan acayip haller de düşünülmelidir. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, yağmurlar, karlar, şekiller içindeki bulutlar, gök gürlemeleri, yıldız kaymaları, hortumlar, asit yağmurları; bütün bunlar nasıl meydana gelir, nasıl bir kudret ile tekrar her şey eski haline döner? Elbette yukarıdan beri sayılan her şey, Allah-ü Tealâ’nın kudretini ve âzametini hissettirmektedir. Biraz düşünebilenler için, hikmeti görmemek mümkün değildir.
İnsan ve diğer canlılar hakkında düşünmek ise, başlı başına bir önem arz eder. Yukarıda sayılanların hacim olarak büyüklüğü, göklerde seyrettiklerimiz, küçücük gözümüze nasıl sığar? Küçücük gözümüzle, dünyanın kaç bin katı olan fezayı göz bebeğimize sığdırabiliriz. Sadece bu bile hikmet ve kudret değil midir? Belki de Rabbimiz görelim ve düşünelim diye göz bebeğimize bu özelliği vermiştir. Şaşaalı bir köşke girdiğimizde evin eşyasına, süslenmesine hayran olup, heves bile etmez miyiz? Ya peki, göklerin ve yaratılmışların yerleştirilmesine nasıl hayranlık duyulmaz? Bir mimara eseri sebebiyle hayran olunur da, bunca şeyi yaratana nasıl hayran olunmaz? Hem de çoğu şöyle bir görüp, gözümüzün şenlenmesi için yaratılmıştır. Kısacası, insana ne kadar önem verilmiştir? Çiçeklerin bin bir türü, kokusu, devası hepsi bizim içindir. Çiçekler, tüm çeşitleri ile sadece insan gözünün dinlenmesi ve neşelenmesi için yaratılmıştır. Çiçeklerdeki devayı alıp, bal yapsın diye arı yaratılmıştır. Yine insan için bir sürü tantana yaratılmıştır. Bütün sebep ise, insanın önemli olmasıdır. İnsan, belki de hak ettiği değeri sadece Yaradanı katında bulmaktadır.
İnsanın kendi bir harikuladelik değil midir? Bir meni hücresinin anne hücresini seçerek döllemesi, nasıl bir kudrettir? Döllenmiş yumurta eğer, özürlü ise çoğu zaman adet kanaması ile atılmaktadır. Bunu kim idare eder? Milyarlarca insanın arasından, sakatlık sebebi olacak döllenmiş yumurtaya sahip olan kadın nasıl ayıklanır? Böyle bir kudretin benzeri var mıdır? Sonra tek olan döllenmiş yumurta bölünerek çoğalır. Kan, et ve nihayet dokular oluşur. Bebeğin annesinin karnında gelişirken, doğacağı âleme en uygun zamanda gelişi, geldiğinde bu dünya şartlarında yaşamayı hemen kavraması, doğduğu anda emme refleksinin bulunması, anne memesini bilmeden tanıması, anne sütü ile beslenmeyi öğretmişler gibi, emerek sağlaması, bunların hepsi İlâhi hikmet iledir. Annenin o ana kadar boş olan memelerinin doğumla birlikte, bebek için en ideal beslenme karışımı olan süt ile dolması, bu sütün emme ile boşalması, boşalınca tekrar vücut tarafından imal edilmesi. Bebeğin anne sütüne ihtiyacı kalmayınca kesilmesi nasıl olmaktadır?
Her bir organ kendisi için ne yapması gerekiyorsa, ona göre programlanmıştır. Her organın yeri en münasip olan yerdir. Organların arasındaki işbirliği, inanılmaz şekilde işler. Göz eğer tek olsaydı derinlemesine göremeyecekti. Çift olması hem görüş kuvvetini arttırır, hem de biri arızalansa diğeri ile görüş devam etmiş olur. Kulak kepçeleri sesi toparlayacak şekildedir. Böylece ses kaybolmadan toplanabilir. Dişlerin yeri tam münasiptir. Lokma ağza alındığında ön kesicilerle parçalandıktan sonra yanda bulunan azı dişleri ile öğütülür. Bütün bunlar farkında olmadan yapılır. Beyin bütün sistemlerin uyumlu ve dengeli çalışmasını sağlar. Emir zinciri aksamadan işler. İnsan vücudunun kendisi başlı başına bir harikulâdeliktir. Biz burada sadece bir iki noktaya değindik. Konu gerektirdiği için yüzeysel olarak birkaç ana hat üzerinde durduk. Yoksa bu harikulâdeliğin çözülmesi bile, yılları almıştır ve halâ da çözülememiş pek çok şey vardır. Bilimin yıllarca süren çözme çalışmaları, bir tek “ol” emri ile olmuştur. O zaman bize sadece Kudret ve Âzametin karşısında, acizliğimizi hissetmek kalmaktadır.
İnsanın vücut olarak, anatomik, fizyolojik, hücresel, dokusal, organsal olarak hayran olduğumuz dengesinin dışında daha pek çok özellikleri vardır. Her insan farklı olan; psikolojisi, aklı, idraki, zekâsı, öğrenme yetisi, manevi özellikleri, zayıflıkları, ruhsal dengesi ile bir olağanüstülüktür. Sosyal yapısı, dengesi, çevresi ile iletişimi, aile bağları, hayvanlarla münasebetleri, bulunduğu coğrafi bölgeye uyumu ayrıca hikmet konusudur. Bir de duyguları vardır. Aşkı yaşar. Sezgileri vardır, hisseder. Bütün bunlar vücutta yeri olmayan, sanki dışarıdan gelen bir şeyler gibidir.
İşte ucundan verilen kısa ve yetersiz örneklerle, kudretten bir damlayı göstermeye çalıştım. Bütün bunlar düşünen insan için sonu gelmeyen düşünme yollarıdır. Yeter ki düşünülebilsin.
Melekût yani gayb âlemi, bilinmese de âyet ve hadisler ışığında tefekkür edilmelidir. Kalbin o âlemi mükâşefe ilmi ile tanımasından önce, bildirilenlerle tanımaya çalışması, ancak tefekkür ile olur. Bütün âlemler, mülk âleminin dışında sıralanmış değildir. Bütün âlemler, mülk âlemi de dahil olmak üzere faklı boyutlarda ve iç içedir. Mülk âlemi beş duyu ile görüp, bildiğimizdir. Diğer boyutlar ise keşif ile bildiklerimiz olacaktır. Keşif kalp ile olur. Ve kalbin keşfe açılması için, Allah(c.c.)’dan ve O’nun rızasından başka her şeyden alâkasını kesmesi, boşalması gerekmektedir. Kalbin görüşüne basiret denir. Kalp basirete sahip olduğu zaman, beş duyu ile görülmeyen şeyler de görülür hale gelecektir. Bu bakımdan mükâşefe(keşif) ilmi, herkes için gereklidir. Kalp, melekût âleminde tefekkür ederek, Arş-ı Âzam’a kadar yükselebilir. Bu imkân vardır. Yoksa, Ömer b. El-Hattab: “Kalbim Rabbimi gördü” demezdi. Bu uzak mesafedir ve buraya ancak yakın mesafeler aşılarak ulaşılır. İnsanın en yakın ulaşacağı mesafesi, nefsidir. Önce nefsin bilinmesi gerekir. Sonra üzerinde yaşadığımız yer küre, sonra bizi kuşatan atmosfer, sonra canlı ve cansız tüm varlıklar, uzay, yıldızlar, kürsî, arş, arşı taşıyan melekler tefekkür edilmelidir.
İşte şuraya kadar anlatılanların tefekkürü, aslına uygun olarak tamamlandıktan sonra, Zât üzerinde tefekkür, hak olur. Hak Tealâ’nın yarattıklarından, O’nun Âzamet ve Kudreti bilinerek, kalpte O’na karşı alâkanın kuvvetlendiği görülür. Böylece gerçek olan Allah sevgisi ve huşu’u gelişir. Allah(c.c.)’ı gerektiği gibi tefekkür etmek sonucunda, kul fark eder ki, sebeplere takılması giderek zayıflamaya başlıyor. Zira bütün sebepleri yaratan görülmeye başlamış oluyor. Bu şekilde, sebeplere takılmaktan dolayı girilmesi mümkün olan şirk ve riya günahından da kurtulunmuş olunur. Sebeplere dayanmanın insanı günaha sevk eden en önemli sonuçları; şirk, riya ve dalâlete düşmek olduğundan, bütün bunlardan kurtulmak için, mutlaka tefekkür etmek elzem olmuş olur.