Beşinci Bölüm:
NİHAYET KONYA
Zümrüt yeşili kubbesinin altındayım. Ziyaret edebilmek için bilet almam ve para vermem lâzım. Çok ağır geliyor. Çok kıymetli olan bir şeyi para ile gösteriyorlar diye içim acı duyuyor. Böyle karşılanacağımı hiç düşünmemişim. Gişeye yaklaşıyorum. “Para ile giremem, lûtfen anlayın. Beni davet ettiği için geldim. Şimdi para ile bu kutsal ziyaretimin gerçekleşmesini bağdaştıramıyorum”. “Paranız yoksa, girin” dediler. “Hayır, hayır. Param var ama para ile ziyaret etmek istemiyorum”. “Buyurun” denildi. İçerideyim. Huzurdayım. Ey! Koca Mevlâna nelere razı olmuşsun ki turistik bölümün bir parçası olmayı da kabul ediyorsun… Sen kabul edebilirsin, ama ben asla… Dönüşte Kültür Bakanlığına bizzat gideceğim, belki işe yarar. Allah dilerse bu zulüm biter, diye düşünüyorum.
Orada bir köşeye çekildim. Manen izin alıp, oturdum. Gözlerim kapalı, sekiz asır öncesi Konya… Hazretin buralara emir ile teşrifi. Konya ihya oluyor. İlmin kaybolmaya ya da zahirde kalmaya başladığı bir devirde Konya’nın ihyası, Mevlâna elinden… Yumuşak suret, kudretli siret… Aşk getirmiş varlığı ile, can gelmiş, ruh gelmiş. Ağzımda süt tadı alıyorum. Çok önce gördüğüm rüyamı hatırlıyorum. Hazretin ney’inden ağzıma süt akışı… Dizimde bir el, gözlerim açıldı. Bir kız çocuğu, gülerek bakıyor. Elinde şeker, bana uzatıyor. Süt niyetine alıyorum. Sanki Hazret’in özel ikramı… Türbede ikindiye kadar kalıyorum. Tekrar gelmek ümidi ile ayrılırken, ayaklarım buz kesmiş bu bahar havasında. Hürmetler sana ve senin gibilere, ömür içinde bir defa seni ziyaret etmek bile lûtufmuş. Artık ruhumda yerleşmiş olan ruhunla ayrılırken de beraber gibiyim. Tutulabilir mi göz yaşlarım? Bırakıyorum, sellercesine… İçeride şeker veren kız çocuğu elime yapışıyor “bize gidelim”. Şaşkınım. Davet kimden, karıştırıyorum. Babası gülümsüyor, başıyla “haydi” diyor. Sürüklenerek gidiyorum.
Avlu kapısından başımı eğerek giriyorum. Eski Konya evlerinden. Kapısı öyle alçak ki “buradan eşya nasıl geçer?” diye düşünüyorum. Osmanlı’da kapılar küçük. İnsanların boyları da uzun. Bu kapı da eski bir tarihten kalma belli ki. Ecdadımız tevazuu hatırlatmak adına kapıları küçük, yürekleri büyük tutmaya özen göstermiş. Avluda bir yaşlı teyze sac üzerinde ekmek yapıyor. Ekmeklerini belli ki taze yiyorlar. Selâm verdim, aldı. Sonra elimi yüzümü yıkamak üzere bir musluk başındayım. Büyülenmiş gibiyim. Sürüklenerek ev sahibini dinliyorum. Küçük kız Miyase. Babası ve nenesi ile birlikte yaşıyor. Annesi geçen güz ölmüş. Oturup, konuşuyoruz. Ben ziyaret sebebimi kısaca anlatıyorum. Yemek için davet alıyorum. “Yemek kabul, ama bir otel bulsam” deyince, evin babası “Olmaz, misafir bize Allah’ın hediyesidir, burada size bir oda hazırlarız, istediğiniz kadar kalırsınız” diyor. İtiraz edecek gücüm yok. Zaten gece heyecandan hiç uyumamışım, uzanıveriyorum. Miyase annesinin resmini getirmiş, ilgilenmeye çalışırken, ev sahibi Rıfkı Bey beni odama geçiriyor. Çarşaflar misk gibi kokuyor. Yastığıma gömülüyorum, uyumuşum.
Sabah ezanı farklı okunuyor. Ciğerime değdi. Geldiğimden memnunum. Namaz hazırlığı için avluya çıkıyorum. Ev halkı uyanmış, büyük hanım namazını kılmış, çay yapıyor. Sonradan öğreniyorum. Rıfkı Bey Halk Kütüphanesinden emekli, her hafta ziyarete gidiyorlarmış. “Kızım annesinin kaybının acısını ancak burada avunarak unutuyor. Burada neşesi geliyor. Belki de büyüyünceye kadar Hz. Mevlâna onu avutacak” diyor. Bana Hazretin Meram bağlarında sohbetler ettiğini anlatınca, oraları da ziyaret etmek istediğimi söyledim. Kendisi de bağlılarından, “Çok kerametini gördüm, bize çok yardımı oldu” diyor. Öğleden sonra Meram’a…
Konya umduğumun aksine bir belde. Yeşil. Meram ise eskiden üzüm bağlarının bulunduğu yermiş. Şimdi oturma bölgesi olmuş. Eski Meram, yeni Meram ve Yaka Meram olarak üç bölge halinde yerleşim bölgesi olmuş. Eski bağların olduğu yerden Meram Çayı akıyor. Bölgeyi ortadan bölüyor. Oralarda dolaşırken, Hz. Mevlâna’nın sohbetlerini duyar gibiyim. Acaba çevresindekiler ne kadar büyük bir değer ile beraber olduklarını bilmişler miydi? Şimdi biliniyor muydu? Ben biliyor muydum? İçimi bir hüzün kaplamıştı. Yara almış gibiydim. O büyükler, kendi önemlerini bilmeyerek mi çiğnetmişlerdi kendilerini, yoksa bile bile mi? Hazret’in hayatı bir çile idi bana göre, ne idi O’na göre? Bütün tavırlara, sözlere duyarsız gibi, bir de koca Mesnevi’yi dile getirmişti. Önüne konulmuş hayatı, insanlara fayda vererek en verimli şekilde doldurarak tamamlamıştı. Kendi mekânında bunları daha iyi hissediyordum. Konya’da keyifleneceğimi sanıyorken, mahzunluk kaplamıştı gönlümü. Ama O’nu anlamaya başlamıştım. Bedeli mahzunluk da olsa anlamak yine de iyiydi. Hayalimdeki Mevlâna başka idi, şimdi mekânında tanıştığım bambaşka…
Misafirlik üç günmüş. Üç gün Miyase’ler bırakmadı, orada misafir oldum. Üçüncü gün akşam üzeri, Hz. Mevlâna’ya vedaya gittim. Dönüşüm çok farklı olacaktı. Tekrar görüşmek niyeti ile veda ettim. Konya çarşısından Mevlâna şekerleri aldım, Bakî Efendi ve dostlarıma…
Bir hayalimi gerçekleştirmiştim. Huzurlu fakat düşünceli otobüsteyim. Bundan sonraki sefer nereye?
Rüya görüyorum. Eski büyük taş bir bina. Uzaktan uğultu halinde sesler geliyor. Burası Hz. Mevlâna’nın eviymiş. Evin avluya bakan kapısı açılıyor, birisi dışarı çıkarken bir sürü insan üstüne çullanıyor. Sürükleyip, götürüyorlar. Kapıdan çıkan Şems idi ve üzerine gelenler de Mevlâna taraftarları, O’nu sevenler… Ben ağlıyorum, bağırıyorum, “Yazıktır, yapmayın, siz hani Mevlâna’yı sevenlerdiniz. İnsan sevdiğine böyle zulmeder mi? O’nun üzüleceğini bilerek nasıl yaparsınız?” diyorum, sesimi duyuramıyorum. Duvarın ötesinde Mevlâna’yı görüyorum. Gözlerinden yaşlar akıyor, başı göğsüne düşmüş. “Aşk bendeki gibi değil onlarda. Onların aşkı nefislerine, nefislerine…”. İrkilerek uyandım. Şems-i Tebrizî’nin türbesini ziyaret ederken doğrusu böyle acı olaylar yaşadığını hissedememiştim. Şimdi daha iyi tanımış gibi oldum. İçimdeki boşluk hep böyle yaralar ile mi dolacaktı?
Konya ziyaretimde sadece ziyarette bulunmayı amaçlamıştım. Öyle de yaptım. Hz. Mevlâna’dan sonra, ertesi gün Tebriz’li Şems’i, Şeyh Sadrettin Konevî’yi, Ateş Bâz’ı, Tavus Baba’yı ziyaret etmiştim. Hepsi de kalbime hoşluk vermişti. Çok iyi olmuştu Konya ziyaretim. Başka sefere başka ziyaretler. Belki kısmet olusa Şeb-i Arus…
İstanbul, benim kucaklayan dostum… Boğaz Köprüsünden geçerken, boğazın iki yakasının muhteşem görünüşü, beni yeniden cezbetti. Bütün dünya bu güzelliğin farkında, hepsi de gözlerini buraya çevirmişler. Vatanımı kıskanıyorum. Elimden gelse bir karış toprağını bile kimselere göstermeyeceğim. Vatansız kalmak kadar zor bir şey olmamalı diye düşünüyorum. Özgürlük, vatanın özgürlüğü ile mümkün. Vatanım, bayrağım, ezanım. Benim egemenliğim bunlar ile kayıtlı. Esasen egemenlik hür olana mahsus. Hürriyet de vatanın hür olması ile mümkün. Vatanım hür, bedenim hür, vicdanım hür… Coşuyorum yine. İçimi aşk gibi bir şey kaplıyor. Vatan aşkı, özgürlük aşkı, bütün insanları çok seviyorum. Gökyüzü, güneş, yeşil olan her şey, yaratılmış olan her şey gözüme nimet, kulağımda musiki… Otobüsün şoförü radyo çalıyor. Hayranlıkla dinliyorum, mânadaki inceliği, Sezen Aksu:
“Ne gemiler yaktım, ne gemiler yaktım,
O kadar canım yandı ki karşıdan baktım.
Bir de ne göreyim kendime yıldızlardan daha uzaktım
Bu çocuğu yeniden büyütmeliyim,
Kor ateşlerde yürütmeliyim,
Değirmenlerde öğütmeliyim.
Farkındayım, farkındayım”
Gemiler yakmak, canı yanma bahasına da olsa yakabilmek, bana faydasız tutkulardan vazgeçmeyi ilham ediyordu. İnsanın alışkanlık haline gelmiş olan ahlâkını bir tarafa bırakıvermesi gibi anlıyordum. Elbette acı duyuluyordu. Kendimde yaşadığımı şarkıda buluyordum. Ve insanın kendine olan uzaklığı… Daha önce de bunu anlamıştım. Kendi hakikatine uzaklık, Yaradan’ına olan uzaklık oluyordu ve çok acı idi. Gemileri yakmak bir başka bakımdan, belki de yol aldıktan sonra kaybetmek tekrar başa dönmek oluyordu ki bu çocuğu yeniden büyütmeliyim derken, ümidimizi kaybetmemeyi, içimizdeki yeni doğmuş niyetler, duygular mânasında olan çocuğu, yeniden büyütmeye başlamayı idrak ediyordum. Yeniden bir ümit ile büyütmeye başlamak da kolay olmayacaktı. Kor ateşlerde yürütmek, sıkıntılara, belâlara katlanmak; değirmenlerde öğütmek de sıkıntılara katlanacak sabra sahip olmak mânasını ilham ediyordu. Çok seviyordum Sezen’i… öz olarak birkaç satıra sığdırıp, ifadeyi nasıl da kuvvetle veriyordu. Bu doğrudan İlâhi ilham olmalıydı. Can kulağı ile dinlenebilirse diğer şarkılarında da aynı ifadeler vardı. Anlaşılan minik serçe iyice büyümüştü…
Allah herkesten sesleniyordu. Bazen herkesi O’na çok yakın, kendimi de en uzak olarak buluyordum. Dünya küçülmüş, hepimiz toplasan bir avuç insan… Anlaşamayacak, paylaşamayacak ne vardı sanki? Hepimiz O’nu söylemiyor muyduk? Birimiz şiirle, birimiz müzikle, birimiz yazı ile… Bütün dünyanın kardeşçe, dostça bir arada oluşunu O istemiyor muydu? O halde niye ayrılık, kavga, çekememe, savaş, hakir görme? Bütün insanlık sevgide birleşemez miydik? Sadece sevgide… Birleşemediğimiz diğer noktalar, bizim farklılıklarımız olsun ve dünyayı zengin kılsın… “farkındayım, farkındayım…” gözlerim Boğazda, yüreğim müziğe takılı içim geçiyor.
Konya’dan döndükten sonra önce Bakî Efendi’yi ziyaret ettim. Benimle uzun uzun konuştu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar sordu. Memnuniyetini belirtti. Sonra da “Görüyorsun, davet almıştın ya, seni otele bile bırakmadılar. Büyüklerimiz böyledir” dedi. İltifatta bulundu. Arkadaşlarım için de önemli olduğumu bir kez daha anlamış oldum. Çok özlemişlerdi. “Her gün lâfın geçmesin, mümkün değil. Yokluğun boşluk yarattı” dediler. Onlar da iltifat ettiler. Hepsi de kendilerini söylemiş oldular. Kendileri güzeldiler, yoksa benim ne önemim vardı? İnsanlar karşılarındakine baktıklarında kendilerinde kaç gram sermaye varsa onu görüyorlardı. Kendi güzel olan güzel görüyordu. Çirkin olan da çirkin…
RAMAZAN
Bir telâş, bir telâş… Ramazan’a giriyoruz. Bu yıl ilk defa orucumu tam olarak tutacağım. Bakalım niyetimiz olacak mı? Çocukluğumda tek tük tutardım. Geçen sene yarıdan fazlasını, bu yıl da nasipse hepsini ve bundan sonra böyle… Yıl içinde eski borçlarımı ödemeye gayret gösteriyorum. Hayatım ya bitiverir de borçlu gidersem diye korkuyorum. Allah’ın karşısında hep eksik, hep mahcup… Ne zamana kadar?. Bakî Efendi: “Tamamlarsın, İnşallah” diyor. “Sen niyet ettikten sonra, ölsen de tuttun kabul edilir, iş niyette” diyor. Öyledir, inanıyorum ama yine de bir an önce borcumu ödemek istiyorum.
Saliha Annemiz ısrar ediyor. “Bu yıl Ramazan’da beraber olalım. Sen yalnızsın, bizim de gönlümüz garip. Sahuru, iftarı beraber yapalım. Sen bize evlât gibisin, bırak biz de oyalanalım” diyor. Bakî Efendi de “iyi olur” deyince, ben dünden razı, teşekkür ediyorum. Yaza girerken Ramazan. Orucun nefse olan terbiyesinin değeri ölçülemez. Hem açların halini anlıyorum, hem de sadece yemeği, suyu kesmekle bu ibadetin tam olamayacağını idrak ediyorum. Elime, dilime oruç tutturacağım, bütün iş ve hareketlerimde olabildiğince gafletsizliğin gereğini görüyorum. Hatta kalbin bile korunması gerektiğini, kötü ve insanın şanına yakışmayan hiçbir şeyi, bu kıymetli yerden geçirmemeye niyet ediyorum. “Yardım edersen Rabbim, kimseyi kırmayacağım, üzmeyeceğim, kimse hakkında kötü konuşmayıp, düşünmeyeceğim. Ve bu bir ayda başarabildiğim alışkanlığımı bu aydan sonra da devam ettireceğim” diyorum.
Bu yaşıma kadar aklıma hiç gelmeyen düşünceler içindeyim. Geç kalmışlığımın utancı ve arayı kapama gayretimin yorgunluğu, beni biraz hırpalıyor. O zaman “an bu an” diye kendime moral veriyorum. “Benim için en uygun zaman her halde bu zaman idi” diye düşünüyorum. Allah’dan gelen her şeye razı olmanın bir parçası da belki geçmişimize razı olmaktı. Hatta geleceğimize de… Başka yolu yoktu. Kendi gayretim ile razı olamadıklarımda, ancak O’nun bizleri razı edebileceğini düşünerek, dua ediyorum.
Geceleri bazen, sanki bir sesle uyanıyorum. O zaman kalkıp, ağzımdan dökülen kelimeleri yazıyorum. Böylece pek çok şiirim birikti. Kimseye göstermek istemiyorum. Onlar benim iç dünyamın düzenlenmeden önceki karmaşaları, nasıl gösterebilirdim? Bu karmaşalar atılırken, safra atar gibi, şiire dönüşüyor. Büyük rahmeti görmemek mümkün mü? Karmaşalar sanat halinde terk ediyor beni. Hepsi de çok güzeller. Bende iken çirkin olanlar, benden çıktıklarında ilham örneği oluyor. Merhamet onları kıymetlendiriyor. Bu kadar mı önemli yarattıkların? Bu kadar mı yüzüme vurmuyorsun, eksikliklerimi? Bir gün, eski kendimden çekinmediğim bir gün belki birilerine gösterecek cesaretim olur… Kendimi çıplak hissetmemek için de saklıyorum. Fakat onları sahiplenmiyorum. Gerçekten benden çıktıktan sonra benim olamıyorlar. Belki de bu sebepten güzeller.
BİR TUĞLA DA BİZDEN
Dostlarım bu sene Ramazan’la birlikte bir vakıf kurdular ve çevrelerindeki bu işten hoşlanan birkaç kişiyle birlikte çalışmaya başladılar. Aslında daha önceden çalışmaya başlayacaklardı, lâkin hazırlıkları ancak tamamlandı. “Kimseden bir şey istemeyip, kendi imkânlarımızla küçükten başlayacağız” diyorlar. İçlerinden birinin oğlu Amerika’da iş sahibi. Şimdilik parayı o gönderiyor. İlk başlangıç için iyi bir miktar. Hayırlısı. Doğrusu imreniyorum. Ne güzel çalışıyorlar. Yetim aileleri öncelikli olarak listede. Her ay erzak verilecek. Temel ihtiyaçlar esas olmak üzere, “Allah bize, biz onlara” diyorlar. Ramazan boyunca da her hafta et veya tavuk gibi gıdalar. Bayram’da da bu garip ve yetim çocuklarımız giydirilecek. Kolay değil, nerden baksan beş yüz çocuk var. Dostlarım bir yıldır, garipleri araştırıyor, gerçekten ihtiyaçlı olup, olmadığını tetkik ediyorlardı. Şimdi her şey hazır. Artık şimdi kepçe olma zamanı… Bazen ben de gidiyorum. Fakat yapımdan mı bilmiyorum, fakirlikten çok etkileniyorum. Fark ediyorum ki onlara ayak bağı oluyorum. Kendi kendime “sen önce kendine yet, sonra dışarı açıl” diyerek ileriki tarihe atıyorum.
Bu arada vakıf ile ilgili belgeleri ve tarihimizi inceledim. Şaşkınım. Ecdadımız, öyle çeşitli vakıflar kurmuşlar ki şaşıyorum. Meselâ; sosyal yardım vakıflarından başka, işsiz kalanlara iş bulana kadar takviye veren, beldelerin su, köprü, kervansaray gibi bu gün belediye hizmeti olarak tanıdığımız görevlerini yapan vakıflar, evlenecek yoksul kızları evlendirme ve çeyizlendirme vakıfları, evlerde çalışan hizmetlilerin kırdığı kap kacak gibi eşyaların zararını, ev sahibine ödeyen vakıflar, göçmen kuşlar için kurulmuş olanlar, leylekler için işkembe ile leylek besleme vakıfları, atların otlaması için mera bulunduran vakıflar… Bütün bu vakıfların giderleri de kendi bünyesinde bir gelire bağlanmış. Ne ince düşünceli imişler. Meselâ; leylekler telef olmasın diye düşünürken, ekolojik dengeyi sağlamış oluyorlar. Hizmetlilerin zararını öderken insanların onurları zedelenmesin diye düşünüyorlar. Şimdi Osmanlı’nın niçin bu kadar büyümüş olduğunu daha iyi anlıyorum. Meselâ; Valide Sultan, Vakıf Gureba Hastanesini yapıp vakfetmiş, tâ Terkos’tan İstanbul’a su getirtmiş, bunu da şartnameye koymuş. Bu su hastanenin giderine derman olsun istemiş.
Bu günün şartlarında böylesi bir sistem zor elbette. Ama belki de bizimkilerin yaptığı karınca kararınca, bir şeylerin başlangıcı olur. Şimdi sokaklardaki kedilere eziyet edenleri, köpekleri öldürenleri düşünüyorum. Av için itina göstermeyip, av zamanı dışında avlanıp, çevreye verilen zararları düşünüyorum. Yeniden canlanmalı, silkinmeli, kendimize gelmeliyiz. Bir birimizi eleştirerek, yiyerek değil, birleşerek bir şeylere başlamalıyız. Bu yüzden dostlarımın olumlu olan bu işleri bana keyif veriyor. Ben vakfın dış işlerinde koşturuyorum. Onlar da içeride bizzat hizmet veriyorlar. Böylece yeniden yapılaşma azmini gösteren Türkiye’de bir taş da biz koyuyoruz…
NUR PERDELERİM, BİNLERCE…
Kendimden memnun olduğum şu ana kadarki hayatımda, her şey olumlu gitmiş gibi görünüyor. Elbette sıkıntılarım, zorlanmalarım, vazgeçme noktasına geldiğim anlarım olmuştu. Ben kararlılığım ve azmimle bunların üstesinden gelmeyi başarabilmiştim. Şöyle görüyordum. Ben çok çok uzaklarda iken, Yaradan’ımla aramdaki perdeler, yani O’nu müşahede etmeme, tanımama mani olan perdelerim, aynı zamanda benim hayatım idi. Onunla aramda olan zulmet perdeleri, emirlerine uyup, yasaklarından kaçınınca yavaş yavaş aralanıyordu. Şu anda kendimde artık haramlara yönelme ve emirleri dinlememe gibi bir zaafın olabileceğine inanmıyorum. Bunun üstesinden, yine O’nun yardımı ile gelebildim, şükürler olsun…
Şimdi içimde gizli olan ve artık dış gözlemleme ile belli olmayan ince ahlâklarımın varlığını seziyorum. Meselâ bir gün kendimi beğenmeye başladığımı fark ettim. Bu o kadar kötü değildi, ama yavaş yavaş kendimi herkesten üstün ve yeterli görmeye başladığımı hissettiğimde, yıkıldım. Bu duygum nasıl gelişmişti? Bakî Efendi bir sebep ile önüme koyuverdi. O zaman görebildim. Belki de kendi kendime göremezdim, kendime itiraf edemezdim. Hem içimde böyle duygular taşıyordum, hem fark etmemek üzere kendimden de gizliyordum, ve hem de Bakî Efendi’yi bile anlamaz sanıyordum. Halbuki O, kalplerimizi az çok hissedebiliyordu. O’nu kendime göre daha akılsız sanmakla kimi kandırıyordum? Böylesi hallerden geçtikten sonra düştüğüm şu rezillik olacak şey değildi. Kendi gözümde değerim kaybolurken, rahatlıyordum. Böylece kendini beğenme uç noktasına gitmekten korunmuş oluyordum. Nefis mücadelesi zor bir şeymiş. Esas şimdi denize açılıyorum. Yelkenler fora… Vazgeçmeden devam etmede kararlıyım, ine çıka, düşe kalka, kırıla döküle… Rezilliğim en çok kendime. Kendimdeki bu gizliliklerin hepsini ilk aynaya baktığım gün görseydim, dayanamaz belki de can verirdim. Rabbim her şeyi nasıl da sırasıyla veriyor. Şimdi daha hazımlı gibiyim. En azından çabuk kabulleniyorum.
Dostlarımı için için kıskandığımı fark ediyorum. Çok utanıyorum ama yine de böyle hissediyorum. Onların birbiri ile eskilere dayanan yakınlıklarına dayanamıyorum. Kendimi hep onlardan ayrı, sıyrılmış ve yalnız görüyorum. Aslında bana çok şefkatli ve dostça yaklaştıklarını biliyorum. Ama yine de kendimi bu duyguya kaptırınca, yalnız hissediyorum.
Bir de Bakî Efendi var elbette. O’na su uzatana içim kızıyor. Dışımdan belli etmemeye çalışıyorum. Hele Bakî Efendi’nin fark etmesini asla istemiyorum. Kızdığım kişilerin bence önemli olan hatalarını, eksiklerini başka bir şey anlatırken, esas söylemek istediğim o değilmiş gibi, sanki önemsemeden duyurmaya çalışıyorum. Böylece O’nun gözünden düşürmeye kalkışıyorum. Aman Allah’ım ne müthiş bir kurnazlıkla çalışıyor aklım. Nefsimin emrindeki aklım beni de yanıltıyor. Hem riya yapıyorum, hem de Bakî Efendi’yi aldatmaya çalışıyorum. Ben deli miyim? Kendimden söz ederken de hep korumadayım. Sanki üzerime gelen var… Buradaki amacımın da tek olma arzusu olduğunu anlıyorum. Her anlayış bozgunluğum… Her anlamadan yaptığım davranışlar ise, kapalı kalışım ve karşımdakini ahmak yerine koyuşum. Utancım dağları yıkar. Ama bundan kurtuluş zormuş. Zulmet perdeleri bir çırpıda atılıyormuş. İlim ile, öğrenilenleri uygulamak ile başarılabiliyormuş. Şimdi hal yaşıyorum. Bu haller beni var oluşa götürüyor. Zulmeti yıkarken yokluğa gidiyordum. Şimdi nur ile var oluyorum. Yokluğa gidiş de ayrı bir varlıkmış, şimdi var olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyorum. Bir türlü yok olamıyorum.
Aslında yok olmak da istemiyorum. Yok olmanın nasıl olacağını hissediyor gibiyim. Kendim için yok oluş, cihan için var oluşu getirecek gibi. İnsanlık âleminde kaç kişi bunu yaşayabilir? Allah hepimizi yoktan var etmedi mi? Yok olduktan sonraki var oluş bu sebeple kıymetli. Var olmadan da yok olunmuyor. Şu felek insanın canına kıymaya görsün.
“Felek bir gün cana kıyar,
Sizi kaptan kaba koyar” dizelerini hatırlıyorum. Sizi kaptan kaba koyması, halden hale geçirmesiymiş, meğer. En büyük yok oluş, en büyük var oluş değil mi? Allah en büyük var olan değil mi? O kadar yok gibi ki var olmuş. Kendiliğinden, her zaman, öncesiz ve sonrasız bir var oluş… “Ölmeden evvel, ölünüz” Hadis’ini anlıyorum galiba. Yani ölmeden evvel ölmüş gibi olunuz ki öldüğünüz zaman diri olunuz, diyor… “Siz onları ölüler sanırsınız. Halbuki onlar diridirler, Rablerinin katından rızık-lanırlar” ayeti bunu anlatıyor. Ölmeden evvel ölme sırrına ermek ise yokluğa, hiçliğe gidişi anlatmıyor mu? Hiçbir noktada varlığını hatırlamadan, ortaya koymadan nasıl yaşanır? İnsan var oldukları ile mutludur. Başlangıçta ailesi, işi, malı, evlâtları, ilmi, kariyeri, dostları arasındaki itibarı, işe yarar olması ile var olunuyor. Daha ileride ibadetleri, hayırları, takvası, makamları, rüyaları, manevi halleri, etrafın itibarı, kendisine gösterilen saygı, mühim olmak,… Bütün bunlar o kişiyi var eden mutluluklar, zevkler değil mi? Tat alış insanı ayakta ve dünya hayatında bir amaç üzerinde tutuyor. Bütün bu tatların alınmaması mümkün değil. Alınırken almıyor gibi rol yapılamaz. O halde geriye tat alınan her şeyin tadı alınamaz hale gelmesi kalıyor. Bu da ancak Allah’ta kaybolup, yok olup artık kendine ait bir şeyin kalmaması ile mümkün oluyor. Yani neticede tadı veren, alıyor. O almadıkça insan tat alacak, dolayısıyla var olacak bir şeyler buluyor. Bu da dünya hayatını insan boyutunda sürdürebilmenin yolu oluyor. Eğer insan beşeri özelliklerinden kurtulabilirse, o zaman yoklukta var olmanın dayanılmaz ağırlığını hissetmeyecek. Belki sonsuza kadar ismi anılmasa, önemsemeyecek. Belki sonsuza kadar bir köşede sıkılmadan oturmayı başarabilecek. Belki yokluğun gerçek hazzını duyacak…
Bakî Efendi’yi düşünüyorum. Hayatı çok kolaymış gibi karşılamış. Sanılır ki hiç acı çekmemiş, hiç imtihanı olmamış. Hep böyle huzur içinde yaşamış gibi… O’nu anlıyorum. O Allah’ına öylesine sabitlemiş ki kendisini, başka hiçbir şey O’nu fazla oyalayamamış. Hiçbir düşünce daha sevimli gelmemiş. Bu yüzden O’na hiçbir şey değmemiş gibi. Allah ile huzurda olmanın sonucu, diyorum. “Yarab! Beni, bizim önemsediklerimizle oyalama. Gözümü sana çevir ve bir daha da ayırma. Başka yerde dolaşmasınlar. Gözlerim seni, isimlerini, sıfatlarını, Zâtını ve ilk evvel de fiillerini görsün. Lüzumsuz olan görüşlerin hepsinden temizle. Ne yapayım halk içindeki itibarı? Sensiz beni var eden küçük şeyleri ne yapayım? Benim esas amacım, seni bilmek sende erimek yok olmak… Sonra dilersen var edersin, dilersen etmezsin. Senin varlığın yanında var olma gayretim, seninle boy ölçüşen İlâhlığım olmaz mı? Sen varsan, ben yokum. Elbette ben olursam da sen yok olacaksın bende… Ben sende var olmaya baş koyuyorum, yardım et, lûtfen. Her neye mal olursa olsun, beni kendinde kaybet” duasındayım. Var oluşumu görünce öyle telâşlandım ki kazandıklarımın kaybının acısını öyle yaşadım ki böyle yakarıyorum, tek İlâhıma…
ESMA-ÜL HÜSNA
Allah’ın güzel isimleri ilgimi çekiyor. En çok okuduklarım, hadisler, Esma-ül Hüsna ve Hazret-i Mevlâna’nın divan-ı kebir’i. Hadisler’de Peygamberimin insanı tanıyışı dikkatimi çekiyor. Esma kitaplarında da çok merak ettiğim Allah’ın ahlâkını öğreniyorum. Divan’da ise hayatın ta kendisi olan aşkı buluyorum. İnsan-ahlâk-aşk üçgeni… Esma’da en çok Hayy ismi cezbediyor. Bu isim Allah’ın diri oluşunu ifade ediyor. İnsana yansıması ise, insanın dirilişi oluyor. İnsanın kendini idrak edişi, kendini bilişi oluyor. İlk safhada böyle… sonraki safhalarda ise ölü kalpleri diriltişi oluyor. Herkes için değil tabii. Ölü kalpleri diriltmek, ihya etmek beni çok ilgilendiriyor. Bu isim tecellisi ile insan hiçbir şeyin sahibi olmuyor ve Allah o kişinin sahibi oluyor. Gerçek mânada kulluk da burada başlıyor…
Doksan dokuz isim döne döne okuduklarım. Bazen aradan açarak, bazen de sıralı okuyorum, doyamıyorum. Bende kaç isim tecellisi var, diye merak ederek sayfa aralarında kendimi aradığım da oluyor. Bazen iki satır arasında birkaç gün kayboluyorum. O zaman daha çok yalnız kalmak istiyorum. Hayranlığım giderek artıyor, kendime hayranlığım tükenirken, O’na olan artıyor. Şu Allah’ın kalplerimize doldurduğu düşünceler ne kadar zengin…işleri ne kadar bıkmadan, usanmadan yerli yerinde gidiyor. Adl ismine erişilmesi zor diyerek bakıyorum. İnsan kendine bile adaletli olamıyor. Ya diğerlerine?
BAYRAM GELDİ
Bayram geldi. Kadir gecesi ile birlikte Bayram gelmiş gibiydi zaten. O gece Kadir Suresi yeniden okunuyor. Yepyeni bir idrak ile. Kadir gecesi diğer bin aydan hayırlıdır. Yani içinde Ramazan olan aylardan da… Çünkü Kadir Gecesi idrakin açıldığı gecedir. Bu gece Ramazan’ın son on gününde gizlenmiş ve bu gecelerde yapılan ibadetler, bu gecenin yüzü suyu hürmetine herkese ikram edilerek kabul edilmiş oluyor. Ben Ramazan’dan, Kadir gecesinden ve Bayram’dan murad edileni şöyle anlıyorum: kul Allah’a dönmüş, Ramazan orucunu istenildiği şekli ile tutmuş, yani azaları ve ahlâkı ile tutmuş, Kuran ile haşrolmuş, yani Kuran’ın dediklerinin önemli bir kısmını hayatına geçirebilmiş, şimdi Ramazan biterken, bir daha Ramazan’a kavuşamayacakmış gibi son şansını yakalamış gibi, kendi için yapabileceğini yapmak üzere duada. Nihayet duaları kabul görmüş, Arefe’ye yetişmiş. Bu mübarek günde de nefsine arif olmuş. Yani nefsini bilmiş. “nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi ile, Rabbini bilmiş. Bu saadet içinde zekâtını vermiş, fakirleri sevindirmiş, fitresini vererek, Bayram’a kavuşmuş. Bayram bu kula; ama rahmetin genişliği sebebiyle, sanki herkes bu aşamaları başarmış gibi, bayram umumi..
Bayram, akraba, eş-dost ziyaretleri ile renkli. Ve ibadetlerin en kutsal olduğu günler. Ramazan Bayramı aslında bir gün. Yani otuz gün oruç tutma ile nefsin terbiyesindeki ilerlemenin karşılığı bir gün bayram… Kurban bayramı ise üç gün. Kurban Bayramı’nın hakikati ise nefsi kurban etmek olduğundan, bunun karşılığı olarak bayram üç gün. Böyle düşündürüyor beni. Böyle düşünüp, böyle anlıyorum. Nefsimi kurban etmeye daha çook zaman var, diyorum…
Yaz bütün sıcaklığı ile geçiyor. İslâm’ı idrak ettiğimden bu yana hep eksiklerimi toparlamakla geçen günlerim, ne sıcağı sıcak olarak, ne de soğuğu soğuk olarak tam mânası ile hissettirmiyor gibi. Şimdilerde Hac görevimi de yapmayı niyetime koyuyorum. Önümüzdeki seneye kadar mali hazırlığım belki tamamlanırsa, gideceğim. Yaşadıklarımı yerinde yaşamak istiyorum. Kısmetse olacak…
ULUDAĞ’DA (RUHLAR ÂLEMİ) RÜYAM
Yazın ortalarında idi. Sıcak doruğunda. Bakî Efendi Bursa’ya Uludağ’a çıkmayı ve orada biraz dinlenmeyi gündeme getirdi. Kendisine çocukluğundan beri bağlı olan Asım Amca, ailesi, iki oğlu ve küçük kızı, üniversiteye devam eden iki arkadaşımız, bendeniz ve Bakî Efendi ile Saliha Annemiz… Minibüsçümüz de var. Tatlıcı bir dost. Hep birlikte yola çıktık. Benim o aralar huysuzluğum kendime, lâkin dışarıya da taşıyor. Önce aralarına katılmak istemedim. Sonra ikna edildim. Galiba seviliyorum. Sevilmek çok önemli benim için. Hatta öyle önemli ki en çok sevilen ben olayım istiyorum. Benim buna çok ihtiyacım var. Yine bir şeylerde öne geçmiştim. Belki de benden daha çok sevilme ihtiyacı duyan vardı. O da kendi içinde en çok kendini ihtiyaçlı görüyor olabilir miydi? Kendine bu kadar önem vermek insanı kör ediyor. Bir an kendi dışıma çıktığımda, üniversiteli arkadaşımı fark ediyorum. “Ben annemi, babamı hiç tanımıyorum” diyor. “Onlar bir kaza ile öldüklerinde bir yaşında bile yokmuşum. Keşke biraz daha büyük olup hiç olmaz ise yüzlerini tanıyabilseydim” dediğinde, Bakî Efendi “Sana biz baba olsak, Saliha anneniz de anne olsa kâfi değil mi?” diyor. Arkadaşım mutlu, yerinden fırlıyor, ellerini öpüyor. Ben az önceki sevgi oburluğumdan kendime küstüm. Ama yine de kıskanıyorum. Sonra da içimden öyle öfkeleniyorum ki şu nefis insanı tam bir rezil eder, elinde bir tasma, boynuma bağlamış, istediği yere sürüklüyor. Sürüklenmeme niyetindeyim. Hemen arkadaşıma sarılıyorum. “Ben de senin ebedi kardeşin olmak istiyorum. Tam bir kardeş gibi. Böyle kabul edersen, beni rahatlatırsın”, diyorum. Nefsim yine sindi, göremiyorum. Şimdilik zafer benim. Dikkatli olmalıyım. “Hepsi senin mi?”
Uludağ, bütün tarihi ve ihtişamı ile önümüzde. Kaynaşmışlık içinde, her birimiz diğerine dost. Arabadan inip yerleşiyoruz. Dağda bir dağ evi. Üç katlı. Girişteki odaya annemiz ve Bakî Efendi’yi; Asım Amca ile hanımını ve küçük kızlarını da birer odaya yerleştiriyoruz. Orta katta Asım Amca’nın iki oğlu ile üniversiteliler bir de tatlıcı Niyazi Bey. Çatıda bir küçük oda, orası da bana kaldı. Herkes memnun. Ev Bakî Efendi’nin eski bir arkadaşına ait. Kendileri kardeşleri hastanede olduğu için, bu yıl şehirde kalıp, ona bakıyorlarmış. Dolayısıyla ev bize kaldı. Ev sahibi o gün bizim için gelmiş. Hem hoş geldiniz demek için, hem de eski dostunu görebilmek için. Ali Bey. Yumurta, peynir, zeytin ve ekmek getirmiş. Ben yalnız yaşamamın getirisi olarak, hemen mutfağa yönelip, ocağa çay koyuyorum. Onlar hoş beş edene kadar sofra hazır. Şaşırıyorlar ne zaman hazırladığıma. Hep birlikte mutfağın önündeki bahçede, tahta bir masa üzerinde açlığımızı noktalıyoruz. Rehavet çökmüş hepimize. On bir kişinin biri bile kıpırdamıyor. Şehir sıcaklığından uzak, serinlikle ürperip, giyiniyoruz. Cennette miyiz acaba?
Gece olunca dışarıda zor duruluyor. İçeride ocağı yakıp başına toplanıyoruz. Bakî Efendi pek az konuşuyor. Daha çok bizleri konuşturuyor. Birden fark ediyorum ki bizler için gelmiş. Kendi halinde hiç fark yok…
“Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa üzülürüm.
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek, seni…”
İşte böyle olmanın zorluğu. Belki etrafındakiler zaten bunun böyle olduğunu biliyorlardı. Saliha Annamize ufacık çıtlattım. “Olsun”, dedi. “Geldi ya, biraz hava alacak ya, belki değişiklik iyi gelir”. İçim daralıyor. Böyle bir hayat çekilmez idi, tabii benim için. Biraz sonra kayboluyorum, dışarıda ay var. Mehtap, her yer ay aydınlığında aydınlık. İğde ağaçlarının kokusunu alıyorum. Burnum hassas. Dönüp, eve bakıyorum. Bacasından duman tütüyor. Huzurda bir ev, huzurda insanlar, mutlu yuva, koşuyorum ürpererek huzura, huzura, huzura…
İlk gece iş bölümü yaptık. Daha doğrusu Annemiz yaptı. Biz de onu rahat ettirmek istiyoruz. Çoğu işi biz gençler üstlendik. Evlât acısı onu bir hayli hırpaladı. Yaşlı ve dermansız görünüyor. Yine de elinden geldiğince yardımcı olmak istiyor. Biz de fark ettirmeden ona iş bırakmamaya çalışıyoruz. Hayatımda ilk defa böyle her yaştan karma bir topluluk ile tatil yapıyordum. Ama anlaşmamız çok iyi. Mesele çıkmıyor. Her birimiz sadece daha çok iş yapmak ve birbirimizi kollamak için bazen çatışıyoruz.
Burada gökyüzüne daha yakın gibiyiz. Bakî Efendi, bize tefekkürü anlatıyor. “Biliyorsunuz, bir anlık tefekkür, bin yıllık ibadet gibidir” diyor. Nasıl düşüneceğimizi bize ilham etmeye çalışıyor. Düşünce zinciri halkaların birbirine bağlanması ile oluşuyor. Halkalar varsa düşünce de oluşuyor. Gökler, yıldızlar, ay ve güneşin hareketleri bildiklerimiz halkalar. Bunlardaki düzenin nizamı ise düşünülecek şeyler. “…onlar ayakta, otururken, ve yanları üzerine yatarken, semâvatın ve arzın yaradılışını tefekkür ederler…” ayetini hatırlıyorum. İnsan çok düşünmeli, boş şeyleri değil, Allah’ın işlerini düşünmeli, isimlerini, sıfatlarını düşünmeli. Hem de düşünürken geniş açıdan bakabilmeli. Darlık, darlık getiriyor. Dar görüş insanı din için bile olsa dinDAR yapıyor. Din geniş olursa dindarlık bitiyor, ehli din olunuyor. Böyle düşünüyorum, gözlerim gökyüzünde, kimin gözleri benim yüzümde?
“Eğer aşk insanı kendi hapishanesinden çıkarabiliyorsa, aşktır”. Hoppala, şimdi bu ne demek oluyor? Ben kendi düşünce denizimde yüzerken, birisi soru sordu her halde. Bakî Efendi devam ediyor: “İnsanın mayasında aşk vardır. İnsan aşkla ve aşk için yaratılmıştır. Lâkin bazen bu sevdası ölünceye kadar kendisine olarak devam eder. Yani kendine sevdalı olmaktır. Aslında kendi dışında birine aşık olduğunu söylerse de, o sevdiğini kendi için severse bu, hakiki aşk değildir”. Atlıyorum aniden; “İnsan nasıl severse kendi için sevmemiş olur?”. Sessizlik, benim sınırımı bilemeyişim… “Sevdiğini, onun için sevecek. O mutlu olsun diye, onun istekleri öncelikli, hatta kendi istekleri aklına bile gelmeden. Böyle olursa bu aşk hakikidir. Sevenin kalbinde sevdiğinden başka bir şey bırakmaz. Kişinin kendi arzuları, muradı, hiçbir şey kalmaz. Kalbinde sadece sevdiğinin muradı olur. Kendinde kendi varlığından zerre kalmaz. İnsanı varlıklandıran kendi arzuları, emelleri ve muratları değil midir? İşte kalpte kendine ait bir şey kalmayınca, sevdiğinin muradından başka bir şey kalmayınca, sevdiğini sevdiği için sevmiş olur…” . Usulca soruyorum bu defa. “Bu aşkın faydası sevene gibi, peki sevilene zarar yok mu? Onu var etmez mi?”. “Sevmek bir hediyedir Hak katından. Elbette faydası hediyeyi alana olacak. Sevilen de kendine dikkat etsin. Ama genelde böyle aşklar tek taraflı olur. Yani İlâhi program, programı seven üzerine ayarlamıştır. Bize düşen, mülkün sahibinin programladığı kadere, rıza göstermektir”.
“Surete aşık olan ehli bi-vefadır,
Sirete aşık olan ehli safadır”.
“Dış görünüşe aşık olup, iç âleme yönelmekten nasibi olmayan, vefasızdır. Yani ruhların toplandığı Elest meclisinde vermiş olduğu söze vefasızlık yapmıştır. Sirete yani ahlâka, güzel huylara aşık olan ise safa ehlidir. Yani makamda safiye makamına çıkmaya namzettir”. Neler duyuyordum. Hiç duymadıklarımdı. Bakî Efendi, Asım Amca ile alışık olduklarından konuşuyor. Bizler küçükler olarak susuyoruz. Kendi hesabıma ben bazılarını anlamıyorum. Ama sanki içimde yer ediyor da zamanı gelince çıkacak gibi…
O gece yine rüya görüyorum. Bütün ruhlar toplanmış. O kadar çoklar ki, bir yandan da arkadan gelmeye devam ediyorlar. Ben kenardayım. Bakî Efendi ve iki dostumla beraberim. Ruhların yere bastıkları alan düz bir kâğıt gibi. Büyük bir kâğıt. Kâğıdın üstünde açık mavi gökyüzü sonsuza dek uzanıyor. Kâğıdın altını göremiyorum. Toprak veya başka bir şey yok. Boşluk var gibi. Bu arada ruhlar yürürken yumuşak, ipek bir kumaş sesi alıyorum. Hepsi, hepimiz toplandık. Saymak veya sıralamak mümkün değil. Bir sessizlik oluyor. Hareket yok, ama tanıdığım ve tanımadığım bütün ruhlar kendi âlemlerinde meşgul gibiler. İliklerime kadar yakınımda olan bir ses, her yönden gibi yükseliyor. “Ben sizin yüce olan Rabbiniz değil miyim?”. Ağır bir zaman. Seyrediyorum: bazıları hemen “beli” diyerek secdeye kapanıyor. Yani “elbette” diyerek. Ben şaşkın etrafımı seyrederken, bir de görüyorum ki Bakî Efendi de secdeye kapanmış. Halâ ne olduğunu anlayamamıştım ki Bakî Efendi kalktı, beni kolumdan tutup “hadi” deyip secdeye vardırdı. O secdede ruh olarak vardım ve hiç kalkmak istemediğimi hatırlıyorum. Böylece ne kadar kaldık bilmiyorum. Ben secdede iken kıvrılıp anne karnındaki çocuğun durumu gibi bir şekil alarak uyuyacaktım ki üşüyerek uyandım. Sabah ezanı okunuyordu. Üstüm açılmıştı, yoksa rüya belki de daha devam edecekti.
Namazlarımızı girişteki sofada ocaklı odada kılıyorduk. Bir dost ocağı tutuşturmuş. Namazdan sonra Bakî Efendi’nin yanına sokuldum. “Efendim, bir rüya gördüm. Merakımı çekti. Acaba hemen anlatabilir miyim?” dedim. Olur alınca da bütün ayrıntıları ile anlattım. Bana bakarak: “Mübarek olsun, çok manidar bir rüya. Sen gerçekten ruhların ilk toplanma yeri olan meclisi görmüşsün. Gördüğün rüya aynı şekildedir. Yoruma gerek bile yoktur”. “Efendim” dedim. “Ben orada şaşkın olarak etrafıma bakınırken, beni siz ayıktırdınız. Sayenizde secdeye varıp, (beli) diyebildim. Rüya hakkında hadisleri okumuştum. Rüyalar hakikate köprüdür, diye biliyorum. Bu rüyada açıkça belli olduğu gibi, size çok şey borçluyum. Lûtfen bizleri kendi nefislerimizle bırakmayın” . Ağlıyordum artık. Kendimi tutamıyordum. O’nun yokluğunu, eksikliğini ilk defa düşünmüştüm. Ya hiç karşılaşmasaydım? O zaman belki de Allah başka birini tanıtacaktı. Şükrüm Allah’a, ama sebeplere teşekkür etmemek nankörlük olurdu. Sebep olanın elini öptüm. Göz yaşlarım ile ıslandılar… Bakî Efendi kendi iç âlemine dalmıştı bile… Usulca yanından ayrıldım.
Uludağ’da ilk defa duyduğum bilgilerle altı günü tamamladık. Dönüyoruz İstanbul’a. Eşyalar toplandı, evi tertipledik, içim o günden beri daima “beli” diyor. Aklım ruhların yaratılışında, esas hayatta…