Dördüncü Bölüm:
IHLAMUR YOKUŞU BİZE HASRET, BİZ DE ONU ÖZLEDİK
Beşiktaş, hayatımın mihenk taşı. Hayatım orada başladı, nerede biter bilmiyorum. Bu arada işyerim olduğu için Ihlamur’a gidip gelmeye devam etmekteyim. Ama gidip gelmelerim sırasında bile oraları sanki hiç görmüyor ve yaşamıyor gibiydim. Sadece manevi hayatımın içinde, manevi hayatım ise her gittiğim yerde… Ihlamur yokuşunda ıhlamurlar açmış, kokuyor. Birden düşüncesizce vefasızlık yaptığımı anladım. Öyle ya hayatım bu yokuşla zenginleşmişken, nasıl da içinde yaşarken bu değeri kaybetmiştim. Bu sabah ıhlamur kokularını fark ederken, her şeyi birden fark ettim. Biraz üzüldüm. Fakat anlayışla karşılandım. Ihlamur yokuşu da bizi özlemişti. Toprağı ılıcık ayaklarımda, taşları yumuşacık topuklarımda. Ben sevdaya sevdalı bir işe yaramaz aşık, dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına gelen tilki misali, yokuş tırmanmaktayım. Ağzımda bir uzun hava:
“Yayla çiçeği misin a gözüm, seni derlesem,
Derlesem de baştan sona seni vermesem.
Bin ümit bağladım sana, geri gelmezsen
Yanarım billâhi, dumanım tüter,
Tüter de yerinde çiçekler biter”
Keyif yerinde, hayatım kendi ellerimde. Bir korku, bir ümit gidiyoruz derinde. Ben aşka aşık, ben sevdaya ümitli, ben bana yakın, ben mutluluğun tam ortasında… Ben özgür, ben zincirlerinden kurtulmuş, ben hastalıktan şifaya uyanmış, ben zengin, ben güçlü… Benim duraklarım çok, benim yollarım açık, benim efendim ben… Doğruya hayran, Hak’ka aşina, gerçeğin sevdalısı, ben engel tanımaz, ben yılmaz, yorulmaz, ben doruğunda doğruluk, ben ışıksız aydınlık…Ben zehir içerek, ben başım vererek, ben ihtiyaçlardan sıyrılmış, ben rüzgarın sesi, ben gecenin nefesi, ben bilmem ne kadar ben…Hepsi de bir kapta yoğrulmuş, mayalanmış, pişecek…Ne zaman?
Dükkânda sonsuza kadar orada kalacakmış gibi acelesiz çalışıyorum. Tezgahın tozu, eşyalara dokunuşum, ıhlamur hazırlamam, müşterilerle oyalanmam… Bendeki değişiklikler dışıma taşmış olmalı ki dostlar gülümsüyor hafiften. “Ee, anlat bakalım. Dünyayı kurtarmış gibisin. Bize de söyle. Ne bu halin? İçine sığmıyorsun da dışına da sığmıyorsun”. Ben ise mahcup, suskun. Onlar kim bilir nice zamandır bu halleri yaşamış ve içlerine sindirmişler. Utanıyorum. Kaba bir görgüsüzlük içinde kayboluyorum. Sadece “hiç” diyorum, hiç… Söylemeye değer olan her şey söylenemeyenlermiş…
Öğleden sonra üç ile beş arası, biraz daha tenha geçiyor. O zaman ney üfletiyorlar bana. Ben de memnun oluyorum. Zira konuşma olsa bile ney üzerine gelişiyor. Neyimin arkasına saklanıyorum. Orada kendi âlemimden söyleyemediklerimle baş başa… Zafer neyden yükselen sesin. Ben yokum orada, bir nefes kadar hükmüm var. Hatasız sesler ve notalar. Bunda da yine mutlaka Allah yardımı geliyor. Yoksa ben bu kadar dolaşık yumakları çözmeye çalışırken, ney üflemem biraz geri kalmıştır, diye düşünüyordum. Allah ne kadar büyük ve ne kadar kuluna kâfi: ve kefa billâh…
Eski bir el yazması Kuran getirdiler. Cildi için. Hayran olduk yazının kıvrımına, işlekliğine. Ne sabır… Kimler yaşamış şu dünyada, belki de ömrünü bu işe vakfetmiş… Belki yaptığı tek önemli iş bu olmuş ve yetinmiş. Böyle insanların yaşamış olması beni mutlu ediyor. Kendinden razı, yaptıklarından razı, kendisine kader adı altında biçilmiş olan elbiseyi giymekten razı… Okuyarak anıyorum. Cildi için görevlendirildim, Cağaloğlu’na ben götüreceğim. Diğer dostlarımdan daha genç olduğum için böyle işler çıkınca beni gönderiyorlar. Sonra Cağaloğlu’ndaki ciltçiden vazgeçildi. Sahaflarda yaşlı bir zat varmış. Böyle el yazmalarını tamir etmekten çok keyif alırmış. Biraz söylenirmiş ama, işin sonucu iyi olurmuş. Ver elini sahaflar…
SAHAFLARDA
Sahaflar benim çocukluğumun tatlı anılarını saklıyor. Babamın babası olan dedem ile giderdik. Bazı eski eserler için, hatta okul kitaplarından bile bulunmayanları burada bulmak mümkün oluyordu.
Hafız Mennan amca gözlüklerinin üstünden şöyle bir süzdü beni. Sonra gözlerime bakarak “buyurun” dedi. Ben elimdeki emaneti uzatarak, paketi avuçlarına bıraktım. Öptü, başına koydu. Sonra bana doğru bakarak, “Senelerdir bu işle meşgul oluyorum. Cildini düzenledikten sonra o kadar benimsiyorum ki sanki çocuğum gibi oluyor. Ya bu kitabı onca emek ile yazanlar neler hissediyordur, kim bilir?” dedi. Ben de duygulanmıştım. Gösterdiği ince davranış ve Kuran’ı ellerinde tutarken takındığı saygılı davranış, onu çocuklaştırmış gibiydi. Dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına dağınık kitabı yüksek bir rafa kaldırdı. Bana bir ikramda bulunmak istediğini söyleyerek, çay söyledi. O gün çok şey anlattı. Benim ilgimi çeken ise, yaşı ile çocuksuluğunun bağdaşmaması idi. Günü tamamlayıp, eve döndüğümde, tarihimizi oluşturan zenginliği düşündüm. Nice hattatlar, tezhipçiler, nakkaşlar, ebrucular yetişmişti. Bu gün kim vardı bu zenginlikten? Ömrünü eserine vakfedenler neredeydi? Ben neden daha önce bunları düşünemiyordum?
Uyumuşum. Rüya görüyorum. Kuran harflerini avucuma yazıyorum. Her harfi yazınca dile gelip, halinden söz ediyor. Sonra da avucuma yazdığımı yutuyorum. Harf şekil alıyor, ağzıma yaklaştırınca ağız boşluğuma doğru uçuyor… Önce “elif” yazdım. “Ben doğruluğu gösteririm. Allah’ın adı benimle başlar. Eğer Allah’a yaklaşmayı istiyorsan benim gibi dosdoğru ol”. Sonra lâm, mim, vav, ve diğerleri. Aklımda sadece elifin söyledikleri kalmış olarak uyanıyorum. “Dosdoğru ol!” kulaklarımda ısrarla yankılanıyor. Sonra Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in bir sözünü hatırlıyorum. “Beni (emrolunduğun gibi dosdoğru ol) ayeti ihtiyarlattı”. Demek ki O insanın doğru olamayacağını biliyordu, ne kadar olsa da bir yerlerde yine de eğrilecekti. Emr olunduğun gibi demekten kast edilen ise, ruh bedene İlâhi bir nefha olarak üflendiği zaman ne kadar arı duru ise, diye düşünüyorum. Yani insan dünya hayatında daha kirlenmeden önce, Yaradan’ı ile nice perdeler oluşturmadan önce nasıl dosdoğru ise… İşte böyle bir şeyler anlıyorum. İnsan eğer, Rabbi ile yakîni tesis ederse, o zaman, işte o zaman ancak tam doğruluk içinde olabilir diyorum. İnsan verdiği sözde dursa, emanete hıyanet etmese, kimsenin hakkını almasa, kimseye menfaati için riya yapmasa bile, incenin incesi bir eğrilik var, diyorum. İnsanların arkasından söylediğimizi yüzüne söyleyemiyorsak, yüzümüz tutmadığı için içimizden geçeni aktaramıyorsak ve bütün bunları da, kalp kırmamak adına yapıyorsak, işte eğrilik meseleleri…
Artık değiştiğimi düşünüyorum. Böyle düşünmeyi hiç bilmemiştim. Başka pencerelerden bakmak, hoşuma gidiyordu. Kendi düşünme modelim, kendi felsefem oluşmaya başlamıştı. Daha doğrusu eskiden sadece yaşamıştım da şimdi düşünmeye başlamışım gibiydi. Aslında eskiden de düşünürdüm. Meselâ ileride nasıl bir işim olur? Nerede gezeyim, nasıl eğleneyim? Bu yıl tatili nerede değerlendireyim?… gibi. Hem de bazen uykularımı kaçıracak kadar çok düşündüğüm olurdu. Çoğu zaman da yaptığım plânı uygulayamadığımı görür ve boşa geçen zamanıma, heyecanlarıma acırdım. Ya uykusuz gecelerime? Epeyidir önüme çıkanı yaşıyorum. Plân yapacaktım belki ama, hayatım öylesine akıp gidiyordu ki sadece önümdekiler ile meşgul olacak vakit ve imkân kalıyordu. Hepsinden memnundum yaşadıklarımın. Boşa giden bir şey yoktu. Yattığımda hemen uyuyordum ve dinlenmiş olarak kalkıyordum. Elimde malım, mülküm yoktu. Ama kimseye muhtaç değildim. Dolayısıyla kaybetmekten korktuğum bir şey de yoktu. İnsanların çoğu ömrünün yarısını kazanmak için hayatlarını mücadele içinde geçiriyorlardı. Geri kalan yarısını da kazandıklarını kaybetmemek, hesabını tutmak, kendinden sonra nasıl harcayacaklarını bilmediği nesilleri için biriktirmek ile mücadelede geçiriyorlardı. Çok şükürler olsun, gerçek özgürlüğüme kavuşmuştum. Hayatı farkına vararak, doyasıya tadını alarak yaşıyordum. Hayattan beklediğim bir şey de yoktu. O zaman hayat beni esir alamıyordu. Beklemek iyi bir şey değildi. O zaman hayat hep bekleyerek geçiyordu. Halbuki hayat, beklemek için değil, yaşamak içindi…
HATTATLIK YOLLARINDA
Mustafa Bakî Efendi’ye hat öğrenmek için geç kalmış olabilir miyim, diye sorduğumda; “Belki üstat olmak için geç olabilir, ama öğrenmek için hiçbir vakit geç değildir” dedi. Hat derslerinden alacak çok şeyim olacaktı.
Özel mürekkebi, ipeği, kalemi… Ne çok incelik vardı. Yazı deyip de geçmemeli. Hele kalem… Tutuşu kâğıda değdirişi, harfin eğimine göre eğip büküş…Ter döküyorum ama mutluyum. Hattat hocam Ayşe Naz Hanımefendi. Eski bir Osmanlı Hanımı. Eşi Avrupa’da sefaret işi ile hayatını doldurmuş ve vefat etmiş. Aralarındaki bağ öylesine kuvvetliymiş ki onun ölümü ile hayatı boşalmış adeta. Hattatlığı eskiden beri geliyormuş. Kendisi için ve dostları için yazıyorken, eşinin yokluğu ile birlikte, dışarıya açılmak gelmiş içine…
“Bir vakıfta kurs için hattat arandığını duyunca derhal müracaat ettim. Ücretsiz olarak hoca olmak istediğimi beyan ettim. Böyle başladık. Çok iyi oldu. Zaten yeni nesillere bu sanatı nasıl aktarmalı diye düşünüp duruyordum. Arzu ettiğimin karşılığını alıyorum. İyi yetişmiş öğrencilerim var. Hatta bir tanesi hocalık yapacak seviyeye yetişti. Bu benim dünyaya bırakacağım eserim olacak. Ben de böylece karınca kararınca kendi imzamı, dünyaya atmış olacağım” diyordu, çaylarımızı yudumlarken.
Ben de yeni bir dünyaya yelken açıyordum. “Acaba başarabilir miyim?” dediğimde. “Sadece istikrar gerekli. Özel kabiliyeti olmak başka bir şey. Çok çalışırsak iyi yetişirsiniz”. Ayşe Hanımefendi Osmanlıca’yı iyi biliyor. Konuşması su gibi. Türkçe’yi çok güzel konuşuyor. “Tabi biz hep dışarılarda vazifemize devam ettik. Protokol ile oturup, kalktık. Çok özel insanlar hayatımıza girdi. Biz de onların yüksek fikirlerinden istifade ettik. Bu görev kültürümüzü, tarihimizi ve siyasal tarihi iyi bilmeyi gerektiriyor. Allah’tan rahmetli pederim bizi iyi bir eğitim ile yetiştirmiş. Ben kendim olarak dış ülkelerde Türk Kadınını olması gerektiği şekilde temsil edebildim, şükürler olsun. Eşimden çok destek ve güç aldım. Beni yaptığım her işte destekledi. Ben daha önceden öğrendiğim hat sanatına oralarda hiç ara vermedim. Bazen bir yemek daveti için vav yaptım, götürdüm. Roma sefaretinde sonradan gittiğimde gördüm ve iftihar ettim. “Lâ ilahe illallah” hattım duvarda bir sanat eseri olarak duruyordu. Bunlarla sevinip mutlu olarak yaşadım, çok şükürler olsun”.
Bir deryada gibiydim. Ne çok şey vardı, haberimin bile olmadığı… Sonra diğer insanlardan yüzde kaçı bunları biliyor? diye düşündüm. Köklerimiz yok gibi sanki havada yüzerek yaşıyoruz. Gençlik kendi geldiği yeri tanımıyordu. Yeni nesil sadece modernleşmekten yana gayret içindeydi. İçim acıdı yine. Nasıl, nasıl anlatmalı? Nasıl göstermeli, duyurmalı idim. Ayşe Naz Hanımefendi tahmini seksen yaş civarlarında, ama çok dinç, hem bakımlı, hem de sağlıklı görünen biriydi. Sadece dizlerini bükerek oturamıyordu. Beni yerde bir alçak masada diz üstü oturtarak yazmayı talim ettirirken: “Yazıya bütün vücudunla eğilmelisin. Ellerin ile yazarken kalbin ile hissetmelisin. Yazı yazmak ibadet gibidir, o zaman yazı esere dönüşür” diyordu. Bazen “Olmadı, öyle değil” diyerek, yanıma diz çöküyor ve aynı bir talebe gibi heyecan ile harfi tamamlıyor, sonra da kalkmakta zorlandığı için dirseklerinden tutup, onu kaldırıyorum. “Unuttum yine” diyor. “Görüyorsunuz ki hat söz konusu olunca her şeyi unutuyorum”.
Böyle geçiyor günlerim. Hiç boş vaktim yok. Şikâyetçi değilim ama bazen yetişememekten dolayı, sinirlerim bozuluyor. O zaman “Bütün bunları ben istedim, kimse zorlamadı” diye düşünüp, sakinleşmeye çalışıyorum. Bir gün zoru talep ettiğimi fark ettim. Ney üflemek en zor müzik aleti ile uğraşmak demekti. Hat ise başlı başına bir olay. Ben sadece birine bile razı olmam gerekirken, ne kadar aç gözlü davranmıştım. Bir yandan da geçimimi sağlamaya çalışıyordum. En büyük meselem ise, nefsim ile olan mücadelem idi. O asıl işim olarak, devam ediyordu. Eğer bunu bir kenara koysam, nefes alamayacak gibi olacaktım. Nefsim ile, yani kendi manevi hayatım ile ilgili adam olmak arzusu asla hiçbir arzumun arkasında olamayacaktı. Zira kâmil insan olamadıktan sonra, hangi işin başarısı tam olabilirdi? İşte bu düşünce ile kendi içimdeki yolculuğu asla aksatmıyordum.
BENİM DÜNYAM
Erenköy, Fatih, Beşiktaş, Üsküdar duraklarım, İstanbul demekti. Hatta benim için dünya demekti. Benim dünyam: Erenköy’de asıl amacım, Fatih’te ney günlerim, Beşiktaş’ta dünya işim ve hat sanatım, Üsküdar’da ise evim, ocağım… böyle bir dünyanın önemsiz bir ferdi olarak yaşıyordum.
Mustafa Bakî Efendi çağlıyor yine. Ev kalabalık. Hat sebebiyle dizlerimin üstüne artık rahat oturmaya alışmış bir halde, odanın bir uzak köşesinde diz üstü oturuyorum. Şimdilerde yeni dünya diz üstü oturmayı unutmuş ama diz üstü bilgisayarı yapmış. Adını da diz üstü koymuş. Böyle garip bağlantılar yapan aklımla dalga geçiyorum bir yandan. “La ilahe illallah diyen, Cennete girecek”. Kanım uyumaya yakınken canlandı, kulaklarım dikildi. Bakî Efendi devam ediyor. “Elbette bu ayettir, Allah vaadinde sadıktır. La ilahe illallah demek, Allah’dan başka ilâh kabul etmiyorum, demektir. Yani dünyayı, malını, mülkünü, evlâdını, kısaca nefsini ilâh etmiyor, demektir”. Arka tarafımdan ince bir ses: “Yani başka dine mensub olanlar da mı?”. Soğuk bir hava esiyor. Bakî Efendi delici bakışları ile sadece önüne bakıyor.
“Evet, öyle” diyor. “Dinden murad edilen tek Tanrıyı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Başka hiçbir şeyi O’nun önüne geçirmemek, başka hiç kimseden bir şey beklememektir. İnsan evlât ve nesil sahibi olmak isterken, çocuk yetiştirmenin bütün külfetini göze alırken, ondan ileride bakılacağının garantisini almış olmuyor mu? Onun başarılarını isterken kendi yapamadıklarını onda görüp, şereflenmiş olmuyor mu? Yani geleceği için Allah’a güvenmeyip, O’ndan beklemeyip çocuğundan beklemiş olmuyor mu? Bu bekleyiş sırtını Allah’a dayayıp, kudreti ve kuvveti O’ndan almayı engellemiş olmaz mı? Böyle düşünenler de çoğu zaman ömrünün sonunu huzur evlerinde geçiriyorlar. Halbuki (Yarab! Sen nasıl murad ettinse o olacaktır)diye düşünerek, çocuklarından bir şey beklemeyerek, onları yetiştirerek, geçimlerini sağlayacak ve yeteneklerine uygun mesleklerini ellerine vererek, hayatlarını kimseye zarar vermeyecek hatta faydalı olacak şekilde tanzim ederek, kendileri için bir beklentiye girmeyerek, görevlerini yapmalıdırlar. Böylece çocuklarını İlâh etmemiş olurlar. O zaman da bütün bu yaptıkları umulur ki yine iyilik olarak kendilerine dönecektir.
Malımızı, mülkümüzü İlâh etmek de aynıdır. Malımıza güvenir, yaşlılık için teminat olarak düşünürsek, belki de malımız elimizden alınır. Mülk de mülkün sahibinindir. Bizler başını bekleyenler değil miyiz? Kimlerin malı kimlere kalır bazen… sen çalış çabala, eline geçirmek için. Başkaları senin yerine kullansın. Demek ki takdir eden var. Ve sana nasip olduğu kadar geliyor. Bütün bu yüce iradeyi göremeyenlerden bir kısmı, malının kaybı ile olayı içine sindiremeyip, mecnun olmuyor mu? Akıl hastanelerinde böylece aklını yitirmiş niceleri var.
Nefsini İlâhlaştırmak ise hem bunların hepsini kapsar, hem de ayrıca nefsinin isteklerini Allah’ın isteklerinin önüne geçirmek, demektir. Bu da şöyle olur. Allah’ın istekleri bizim için en doğru olanları tavsiyedir. Biz kendimiz için neyin hayırlı, neyin hayırsız olacağını bilemeyiz. İşte bu ışıktan bakılırsa, insan istediği bir şeyi yaparken, mutlak olmasını bekleyerek yapmamalıdır. Önüne çıkanı veya kendi için hayırlı olacağına inandığı bir şeyi tüm gayreti ile yapar. Ama sonucu da ne olursa katlanır. Sonuçta başarılı olamaz ise bilmelidir ki onun için o hayırlıdır. İşte bu hal, Allah’ın takdirine razı olmaktır. Yok eğer olmadığı için harabolur ve isteği doğrultusunda inatla, hırsla harekete geçerse, işte bu nefsin isteğini, Allah’ın muradının önüne geçirmek demek, olur. Sonunda hem moral yıkımı, hem başarısızlığını içine sindirememek, hem de nefsine esir olmak durumunda kalır”.
Çıt çıkmıyor. Orada bulunan herkes ve tabii ben de yaşadıklarımızı düşünüyoruz. Ne kadar doğru, ne kadar yerinde bir konuşma. Yaşadıklarım için içimden tevbe ediyorum. Bir daha yaşamak istemiyorum. “Yarab, gözümü aç, gönlümü aç. Gafletlerim son bulsun. Bunca gaflet içinde senden uzak, nefsime yakın nasıl yaşamışım? Daha doğrusu böyle yaşarken rızkımı vermeye devam etmişsin ve kendim ayılana kadar beklemişsin. Ne kadar büyüksün. Ne kadar beni ve herkesi düşünen, koruyansın”.
Asr suresini hatırlıyorum o anda. “Asr’a yemin ederim ki insanlar hüsrandadırlar. Sadece iman edenler, Salih amel işleyenler, Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna”. Burada iman etmeyi kalbim hakikati ile anlıyor. Dil ile iman ettim demenin hüsrandan kurtulmaya yetmeyeceğini anlıyorum. O zaman şekli bir iman söz konusu olurdu. Halbuki kalben iman edişte imanın şartları nasıl anlatıldı ise öyle yaşamak gerekiyordu. Meselâ; kalben ahiret gününe veya öldükten sonra diriltileceğimize iman etmiş olsak, buna gerçekten inanmış olsak dünyada yaşarken bunca ihtirasımız olur muydu? Ölüme inanmak, ölümü düşünmek bile gerçek mânada olabiliyor mu? Yoksa hayal gibi mi düşünüyoruz? Gerçek gibi düşünebilsek, böyle yaşayabilir miyiz? Hayata kendimiz merkezli hırs ve tamah ile, herkesi ezip silerek, hatta canice sarılabilir miyiz? Başka hayatları önemsemeden, kendi çıkarlarımız için başkalarının haklarına saldırıp, kendi imparatorluğumuzu kurabilir miyiz?
Asr suresi, dört ayet. Ama bana yetti de arttı bile. Kuran’ın mucizesi işte bu. İfade bazen tek ayette kuvvet buluyor. Aydınlanmak için bir tek ayet yetiyor. Allah’ıma dönüyorum yine. “Bütün dönüşler O’nadır” ayeti kulaklarımda. Dönüyorum Rabbim. Başka nereye dönebilirim? Bütün dönüşler sana… Mevlâna bunun ifadesini göstermedi mi? Sana dönerek. Senden sana dönüş, sonra yine sana dönüş… Kalbim Konya diyor. Öyle ya Konya’ya gidiş zamanı… Dur kalbim yerinde, dur ki gidebileyim…
O akşam eve geldikten sonra uyku tutmadı. Hz. Mevlâna’yı hemen ziyaret etmek ile, on yedi Aralık şeb-i arus’da ziyaret etmek arasında kaldığım için uyku tutmadı. Sonra birden “an bu an” diye düşündüm. Belki o vakte kadar yetişemeyecektim. Mevsim henüz ilk bahar… Nereden baksan altı-yedi ay var önümüzde. Madem ki aklıma düştü, hemen gitmeliyim.
Uyumuşum. Hem de hemen. Karar vermek, ikilikte kalmamak bu kadar mı rahatlık veriyordu? Rüya görüyorum. Bu seferki rüya görüşüm de farklı. Hem rüya görüyorum, hem de uyanık gibi dış dünyaya uyanık gibiyim. Konya otobüsündeyim. En arkada yer bulmuşum. Başım düşüyor, uyukluyorum. Ön tarafta oturanlar başlarını arkaya çevirip, bana bakıyorlar. Hepsini sanki tanıyorum. Bakî Efendi, benim hemen önümdeki koltukta, elini uzatıyor, avucuma ceviz koyuyor. Yeşil kabuklu taze ceviz. O’nun önünde oturan Abdülkadir Geylâni Hazretleri. Çok keskin bakışlı, gülümsüyor. O da bir kamış kalem uzatıyor. Yanında Rufai Hazretleri, tesbih gönderiyor. Şoför dönünce içimden İmam Ali diyor bir ses. Otobüs o kadar hızlı gidiyor ki bir anda Konya’da buluyoruz kendimizi. Büyüklerimin ellerinden öpmek için kalkarken uyanıyorum. Vücudumda tatlı bir rehavet, sabah ezanı okunuyor. Kendimi büyüklerimle aynı otobüste görmek, biraz şımartıyor beni. Olsun. Çocuk sayılırım ne de olsa… Bu işlerde, yani mânada yol alışım o kadar yeni ki çocuk sayıyorum kendimi. Çocukların hataları da affa uğrar…
Bakî Efendi’ye Konya arzumu bildirdiğimde, “Hayırlı olsun, bizden de selâm söyleyin” diyor. Hayır duasını aldım. Biletimi alıyorum. Nihayet Konya’ya …