AYNAYA BAKIŞ
İnsanın dünyası küçük, beklentileri büyük, gücü az, hükmetme arzusu sonsuz, görmek istediğini görürse ve duymak istediğini duyarsa mutlu; sabredebildiği kadarki süre içinde erişebildikleri ile umutlu, sabredemediği süre içindeki ulaşamadığı kadar umutsuz…
Hayat ise kaygan bir zemin üzerinde hiç yakalanamadan akıp giderken ; geçmişe ait eksiklikler ve hatalar onarılamadan üzerine yenilerini bırakarak, kendi akışını bozmadan hükmünü sürdürmede…
Her şeye hükmedebilecek kadar güçlü olan insan ise kendi hayatına hükmedemediği gibi, ellerinden kayan kendi hayatına ancak körlemesine bir bakış atacak kadar kudret ve vakte sahip. Şöyle bir durup, duru bir suda veya hiç lekesiz bir sırlı aynada kendimize bakabilsek ne görecektik acaba? O anda zamanı hiç yok gibi kabul ederek bakabilsek, yani acelesiz ve sanki o an son anımız gibi bakabilsek, görüneni görüp, görmek istediklerimizi unutarak bakabilsek… Geriye dönüp bakabilmek bir hüner, ama o ana olduğu gibi saf bakabilmek bin hüner. Gerçekleri görmeyi, hataları kabul etmeyi göze alacak bir cesareti ele geçirip, çoğunluğa uyma değil, olduğun gibi olmayı tercih ediş içinde bir bakış anını yakalayarak bakabilmek belki de hayata geliş gayesine uyan ilk an… Dıştan uzanan ellerimiz ile kendimizi tutup, o ana mıhlayarak bir sakin nefes içinde bakış. Belki bir nefes alıp verecek kadar bir süreyi kendimize tanıyıp duru bir bakış. Böyle bir anlık bakışlarda o saflık sebebiyle aşk yakalanmıyor mu? İnsanlar karşısındakinin nefretini, kudretini, merhametini böyle anlık bakışlardan yakalamıyor mu? Ömür boyu sürecek olan dostlukların böyle bir an ile başladığını bilmedeyiz. O halde bu bir anı kısa görmemeliyiz, zira hayatımıza yayılacak bir genişlemeye sebep olabilecektir.
Birinci Bölüm:
İşte bir gün ben de aynaya baktım. Bomboş bir bakış ile… O bakışta duyguların hiçbiri yoktu. Geçmişe ait bir düşünce veya geleceğe ait bir hayal yoktu. Acı, sevinç, nefret, sevgi ve diğer hiç bir şey yoktu. Sadece o anda olduğu gibi var olan benden başka bir şey yoktu. Aman o ne müthiş bir keşif idi. Sanki o anda doğmuş ve henüz hayatı algılamaya başlamış gibiydim. Hem henüz doğmuş, hem de çabuk büyümüş; hem bütün evrene kök salmış, hem de yalnız kalmış gibiydim. Hem cahil, hem bilgin; hem zalim ve hem de mazlum bir şey gibiydim. Böyle bütün zıt kavramları kendinde toplamış biri olarak ve bütün bu zıtların güzellik ve çirkinliklerin beraberliğinin yumuşak uyumunu kabullenmişliğimden dolayı o anı ancak orada yakalayabilmiştim.
Oval bir yüz, kararlı bakan gözlerimle bütün eleştirilere açık, durgun ve sükunetli ağzım sanki susmaya yeminli; sadece o kaçırılamayası anın kıymetine ait olmak üzere nefes ve hareket yok. Gözler sırrın kalesi, ruh mahremiyetinin kaçınılmaz açığı. Ayna bana kendimden kaçma paniği getirse bile ayaklarım gözlerimin hükmünde gibi yere saplanmış, hareket yok. Adeta kendileri de yok gibi. Çünkü gözlerim ilk defe özgürce görüyor. Özgürce ; çünkü görmek istediğini değil, gördüğünü görmeye devam etmek istiyor. Bugüne nasıl böylesi gelmişim?. Habersizce; kendinden habersiz, geçmişinden habersiz, ailesinden, yakınlarından ve uzaklarından habersiz. İnsanı bilmeden, kâinatı anlamadan, sadece kendi yaralarını biliş, başka dertlerin varlığı hakkında içimde sızı duymaksızın bir araba dolusu laf ederek, kendine yabancı, kendindekilere yabancı, Yaradan’ına yabancı, peki neye aşina? İşte o bir anda bu soruları aynada gördüm.
Daha önceki görüşler görmek istediklerim olduğu için hep bu görüşün önünü kesmişler, ben daha görmeden sanki bir program ile görmek isteyeceklerimi öne almışlar ve böylece görmem benim saltanatımda değil, benliğimin saltanatında olmuş. Gözlerim, bedenim, hayatım gerçek olandan uzak heba olmuş. Gerçek olan ben olmak istenilen değil, ben olan ben imişim. Eksilerle ya da artılarla; yapabildiklerimle ve başaramadıklarımla; güzelliklerimle veya çirkinliklerimle kendimi kendimde kabul etmeyi o an başardım. Ben o anda zenginliğimi fark ettim. Hep ötelere ittiğim, asla yalnızken bile hoşlanmadığım BEN’ e yaptığım haksızlığı gördüm. Gözlerimde okuduğum bu derin ihtarı korkarak kabullendim. Aslında mevcut olan varlığımın zenginliğini biraz gecikerek görmüştüm. Bu sağlam bakışın ışığında sağlamlığa yakışmayanları seçebildim. Meselâ ben kendimden daha önce, toplum için önemli olmalıydım. Halbuki kişi kendi için kendini önemli bulduğunda, kendinin dışındaki hiçbir şey için önemli olmayı düşünemiyor; hatta her şeyi ve herkesi kendi için önemli görüp, tekrar bir halka ötede aldanışa düşüyor. Meselâ, yine orada çocukluğumdan beri severek veya etrafın baskısı ile kabullendiğim yüzlerce kimliğimi fark ettim. Cici çocuk kimliği, çalışkan öğrenci, örnek eş v.s. gibi pek çok kimlikler. Halbuki yaradılışımda mevcut olan zenginliğim, pekala bana iyi çocuk olmayı, çalışkan öğrenci olmayı, iyi ve örnek eş olmayı öğretecekti. O zaman bu kimlikler bende sabitleşecek, yapıştırma olmayacak, dolayısıyla bende mevcut olan BEN korunmuş, saf kalmış ve daha verimli olmuş olacaktı.
Yine meselâ ileriye yönelik idealler öylesine ben adına önem kazanıştı ki benim çoktan önüme geçmiş, önümü kesmiş, beni seven yakın çevremin de gönlüne öylesine girmişti ki orada ben kaybolmuştum. Beni sevenlerin beni mi yoksa olmak istedikleri gibi olmayı başaran beni mi sevdiklerini düşündüm. Yine eğer olmak istedikleri ben olmasaydım beni yine de sevecek veya değerli bulacaklar mıydı? Onların istedikleri ben, şayet hoşlanmadıkları bir şey yaparsam yine istedikleri mi olurdum, yoksa dışladıkları mı? Ya da böyle hüviyet değişimine uyanlara devlet kanalıyla veya daha yüksek bir yerlerden özel bir tahsis mi yapılacak? Aynaya bakan gerçek ben, yüzümün diğer yerlerinde gezinip düşüncelerimde kaçamak yapmaya çalışırken; o gözler, ah o gözler şimşek bakışlar ile yakaladığı fırsatı kaçırmayarak beni aynı noktaya getiriyor ve ben de artık pes ederek söz veriyorum. Korkmayacağım, önce aynaya bir müddet korkmadan bakmaya alışacağım. Ne zaman ki gözlerimle dost olur, açık ve net kendimle buluşursam; o zaman işte o zaman o aynada kendimi seyre başlayacağım, kendimde kendimi seyre dalacağım. Acı da olsa, geç de olsa bunu yapmalıyım, yapacağım. Bu, pek kıymetli bulduğum BEN’ e kıymetini bildirmenin belirtisi olacak.
Bu karara varmanın rahatlığını hissederken, senelerin, ayların, günlerin önemli olmadığını fark ettim. Ve de dönüp geriye baktığımda günlüklere vakit olmadığını, anlarla zamanı genişletebileceğimi gördüm. Herkesin günlük tuttuğu gibi ben de ANLIK tutmaya başladım ve kendimi anların içinde yakalamanın kolaylığına bıraktım…
ANLIKLARIM
birinci anlıktaki biliş : özgür düşünce anı
Şu an yaşarken geride bir anı getirdi. O vakit gerideki an ile şu an birleşip aradaki kocaman zaman dilimini temizledi. Şu anın kıymeti aklın serveti ile belirdi. Bu özgür düşünce anı. Özgür düşünen akıl, aklı selim servetine beni ulaştırdı. Hikmet odur ki aklın şerefini korur, kalbin yumuşaklığını temin eder, düşüncenin ve kalbî görüşün yumuşak sağlamlığını korur.
Şu an düşüncede ama sadece düşüncede, her düşüncenin en uç noktaya varıncaya kadar özgürce bırakıldığı, düşünme anını yaşayalım. Bir defalık olsun fikren bunu başaralım.
Belki de o zaman o kadar uçlara gitmeye gerek kalmayacak. İnsanda düşüncenin sınırlı oluşu aklın sınırlı oluşundan dolayıdır. Aklın sınırlı oluşu ise esaretini bilip, yaşamını esaretinden dolayı en kârlı geçirme yolunu seçmesi sebebiyledir. Dünya hayatı yaşanırken bizi hayatın içindeki bazı geçerli olan şeyler esir alır. Biz de kazanacaklarımıza karşılık bu esareti kabul eder, hatta zaman içinde baş tacı eder de farkına varmayız bile. Verdiğimiz ödünleri düşünürsek hiç de haksız olmadığım görülecektir. Üniversitede bir öğretim üyesinin yerini korumak için verdiği ödünleri, düştüğü iç acıtıcı durumları bilirsiniz. Hem de bu bazen kendi altında olan insanlara karşı olabilir. Öylesine acıdır ki belki de çok kıymetli çocuğu için veya annesi, babası için harcayamadıklarını dünya makamı için harcamıştır. Bu ise kişiye kendi yaradılışı ile özgür bırakılmış olduğu halde, kendi kimliğinde bir esaret getirecektir.Artık çok ucuza satılan bu kıymetli hazinesini başka tavizler ile giderek daha kolay harcayacaktır. Ödün vermek ya da taviz vermek mal için makam için,eş için, evlât için…
Kısaca dünya hayatını yaşarken dünyada kazandığı her şey için, belki de sadece dünya için olacaktır.
ü Dünya kendi özgür hayatını yaşarken birilerine bir şeyler vererek, o birilerini kendine esir etme prensibini güder. Belki de toprağının suyunun ve havasının kirletilmesinin hesabını sormak için ya da bunlardan sorumlu olduğunu bildiği insandan intikam almak için esaret zincirini takar,kim bilir? Belki toprağının altüst edilip çıkarılan madenler için insanların birbirini öldürmesini, ezmesini, devletlerin manda egemenliğinin hesabını sormak istemektedir. Belki de denizlere yapılan eziyet ile mitolojik güzelliğine gölge düşmektedir. Dünyanın kendi malı olan toprak için yapılan savaşlara da kızmış olabilir. Neticede insanlar neyi taparcasına sahiplenmişlerse o konuda esaretleri artmış olur. Bu da akılda baskılı düşünce yanı sıra, esas daha önemli olmak üzere kendi esareti sebebiyle başkalarını da esir etmek, hükmüne almak gibi bir zihniyeti getirecektir. İnsanlar kendi sevdiklerinin herkes tarafından sevilmesini, kendi sahiplendiklerinin sahiplenilmesini, kendi istemediklerinin istenmemesini isteyerek, hükmetme ahlâkına sahip olurlar. İşte böylece özgür düşünce yok olur.
O zaman kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi yaşamayan, kendi için önemli olanı önemsemeyen, kendi için önemsiz olanı önemseyen, kendisine eş hatta benzer ahlâk içinde olmayanlar; yine kendi tarafından acımasızca değerlendirilecek; onlar, basit, önemsiz, eksik, kıymetsiz, hatalı ve hatta suçlu bulunacaktır.
Halbuki insan kendi için istediği şeyi başkası için de istemeyi düşünebilseydi; kendi özgür düşüncesinin de bir gün sınırlanabileceğinin mümkün olabileceğini düşünebilseydi; sanırım bu akıl oldukça zengin bir akıl olacaktı. Aklın kısırlaşması ve fakirleşmesi bütün ihtimallerin ve şartların herkes için mümkün olabileceğinin unutulması ile başlar. Böyle akıl sahipleri bir gün kendisi için de aynı şeylerin olabileceği ihtimalini unuturlarken, ellerinde o günün şartlarını sağlayan geçici sebeplere pek sıkı bağlanmış ve kaybetmeyeceklerine pek çok güvenmiş olmuyorlar mı? Böyle bir aklın sahibi sizce ne kadar akıllıdır? Hem sadece kendi aklımızı beğenirsek başkalarını da pek az akıllı bulursak; kendi aklımızın içinde kısırlaşmaz mıyız? Peki bilgilenmenin önemli bir yolu olan başka fikirlerden yararlanmayı, sadece kendimiz gibi düşünenlerden mi almalıyız? O zaman fabrikasyon fikirler, insanlar, aynı kısır çember içinde dönülen bir yaşam oluşmaz mı? Peki danışmanın, tartışmanın, tecrübe sahiplerinden yararlanmanın önemi nerede kalır? Sadece pek önemli olan kendimizin, pek önemli olan kendimize ait düşüncelerini mi hayatımızın içinde alıp vererek, kendimize dahi yetmeyecek hale gelerek mi yaşamalıyız? O zaman kendine yetmek, daha sonra da kendini aşmak nerede? Modern insanın ağzından düşmeyen globalleşme sadece bir fantezi söylem mi?
Hayır, hayır… Kararlıyım, kendi fikirlerimden zaten haberdarım. Ne olursa olsun artık dinleyeceğim. Başka şeyleri sanki çok doğru imiş gibi tarafsız bir dinleyiş ile dinleyeceğim. Yanlış da olsa, alıştığımın dışında da olsa, herhangi bir yorum yapmadan, bir bebeğin annesinden safiyâne öğrenişi gibi dinleyeceğim. Hiçbir şey öğrenemesem bile, o anı duru yaşamanın kazancı bilinciyle dinleyeceğim.
ikinci anlıktaki biliş:
İkinci anlıkta, birincinin zaferini bildim. Bu hiç de kolay olmadı. Zira aklım senelerdir çalışma sistemindeki alışkanlığı sebebiyle kendi işleyişini uygulayamayınca, önce isyan etti, kızdı, taraf oldu, taraf tuttu, kendi dışındakileri ahmak buldu, küçümsedi, çatladı, patladı, üstünlük taslayamayınca, kalbimin sesini dinleyip ona sabretmesini tavsiye edince; ve bunu defalarca yapınca, bendeki kararlılık ve sağlamlık karşısında sonunda kısa bir süre için pes etti. Daha doğrusu pusuda bekleyerek pes etmiş gibi göründü. Bazen dudaklarıma mâna vererek kıvrılmasını ve karşımdakini hiç olmaz ise yüzümdeki dilim ile mat etmeye, beğenmediğimi, küçük gördüğümü ifade ettirmeye çalıştı. Lâkin bende hasıl olan kararlılık, konuyu tekrar başa getirmem gibi bir sonuca getirince bu defa gerçekten sustu. Dinlediğimi anladım. Belki de ilk defa bana uygun olmayan o fikrin pekalâ uygun olduğunu, hiç bu pencereden bakmamış olduğumu gördüm. Biraz sonra bayağı iyi bir fikir gibi gelen, az sonra olağanüstüydü. O ışığın penceresinden bambaşka bir dünyaya açıldım. Burası özgürlüğümün düşüncede aşmış olduğu sınırsızlığı, sonsuzluğu idi… Artık bu sükunet içindeki sınırsız harekete istediğim gibi sahip olduğumu biliyordum. Şimdi böylece bütün mekânlarda yerim olmuştu. Zira bu sonsuzluk meydanında mümkün olmayan yoktu…
Kendimi dünyada adeta yalnızmışım gibi hissettim. Sanki düşüncemin sonsuz özgürlüğü evrene öylesine yayılmış idi ki, bu kaplama alanında bulunan her şey o örtünün altında kalmıştı. Sanki ben her şeyi o örtünün altında kaybetmiş, veya istilâ etmişim de benden başka bir şey kalmamıştı. Yahut sınırlı olan şeyin ölümlü oluşunu ve sınırsızlığın ölümsüzlüğünü hissetmiştim. Ya da sınırlı olan her şeyin varlığını, dayandığı sağlam ve sonu olan sebepler yüzünden, aynen dayandığı sebepler gibi gölge mesabesinde görüp; sınırsızlığın gerçek olduğunu tespit ettim. Evet bu büyük bir tespit idi..
İnsan için bu noktayı tespit etmek bir başlangıç idi. Peki bunu anlamadan ömrün geçişine ne demeli? İnsan niçin az düşünür? Kendine insafsız davranır da zulmeder? Niçin öğrenmez de cahil kalır? Kendini bilmenin cahili, kendini tanımayarak kendine zulmediş, kendine hak tanımama konusunda ve başkaları hakkında önyargılı davranıp kanaat sahibi olmada aceleci.
İnsanın kendini bilmesi; kendindeki mevcut olan hakikatleri hoş veya acı olsa da kabul etmesi ile başlar. Zor olan ilkönce bu kabule yanaşabilmektir. Çünkü hiç kimse yoktur ki kendini, kendi dili ile de olsa eleştirmeye açık tutabilsin. İnsan kendini hep olunması gereken yerde görme aldanışını tercih eder. Bu aldanış, üzerine biriken gerekliliklerle ömrün içinde giderek yoğunlaşır da başlangıç noktası kaybolur.
Fakat bu kadar kudretli olan insan nedense, kendindeki gerçeklerle karşılaşmaya hele ki kabul edip eleştirmeye, düzeltmeye zayıftır, güçsüzdür. Kolay olanı seçmek, her zaman mücadele etmekten daha kolay gelir. İşte kimlik değişimleri öncelikle kolayı tercih ile başlar. Sonra; aynı zamanda geçici menfaatler sağlamakta etkili sebep olur. Bir gün kendimizdeki kendimize yabancı, kendimizden çok uzak, rolümüze oturmuş olan sahte kimliğimizde kendimizi arasak da bulamaz oluruz.
Kendimize yaptığımız bu büyük haksızlığı, kendimize fevkalâde yakıştırarak, etrafımıza da kendimizi farklı tanıtmıyor muyuz? Burada etrafımıza da haksızlık yaparken acaba en büyük kayba kim uğruyor? Hayatımızın içinde belli bir süre yer tutan insanlar mı, yoksa kendimizle bir ömür boyu yaşayacak olan bizler mi?
Artık DÜRÜST olmak zorundayız. Hem kendimize karşı, hem yakın ve uzak çevremize karşı her şeyi göze alarak, bütün kudretimizi insanlar üzerinde şimdiye kadar yaratmış olduğumuz etkilerin kaybını göze alarak, nüfuzumuzu kaybetmeyi, belki de tenkidin en acısına uğramayı göze alarak dürüst olmalıyım. Bendeki hoş olmayan beni önce ben kabul edip, bu yürekliliği göstermeliyim… Hoş geldin BEN, senelerdir bir köşeye sinip belki de hiç bu anı yaşamayacağını düşünerek, sinmiş olan BEN… Bendeki sahte çoğullarımın hep gerisinde bıraktırılmış olan BEN…
BEN – BENLİK
BEN yaradılışı ebediyete açık olan, bu imkâna sahip, dolayısıyla ebedi hayatı kazanmayı temin eden, dünya hayatını ise doğru yaşamaya imkân veren kıymetli bir hazine. Belki ruh, belki can, belki doğruyu öğrenme ve yaşamaya kabiliyet, belki sınırsız düşünce, belki iyi yanımız ki içinde ihtiras, öfke, saldırganlık, kin, nefret, menfaat için kirlenme v.s. barındırmayan bir azizlik, ululuk, hakikatten bir nefes, adaletten bir oluşum… Yaradılışı evvellerden sonlara kadar uzanan, kimliği dıştan içe kadar geniş kapsamlı… Yaradılışı sadece Yaradan’ına ait. O’ndan başka hiçbir şeye bağımlı olması mümkün olmayan. Var oluşumun gerçek sebebi. Tanımam gereken, bilmem gereken, bildirmem gereken, bilmeyenlere de bilmeyi öğretmem gereken. Bir yanı bir yerlerde, bir yanı başka bir yerlerde; bu iki uzak uçlar arasında sakin dolaşma alanım, bazen zıt olan bu iki ucu kabul noktasında, tek noktada toplamam gereken… BEN de mevcut olanlar arasında pişmanlık, üzüntü, yanlışa sevk etme, uzun planlar yapma, hüsrana uğrama, aldatma, aldanma, acelecilik, kıymet bilmeme, itme, örtme, perdeleme, farklı kimliklere itibar yok. Kendi olmak, kendinden memnun ve razı olmak, kendinin dışındaki kimliğe itibar etmemek ve en önemlisi insanın değerini bilmek, hatta yaratılmış olan her şeyin kıymetini bilmek ve değerini korumak var. Ayırım yapmadan değer veriş, taraf olmadan karar veriş, adaleti yerinde uygulayış gibi evrensellik şuuru ve ahlâkı var. Nasıl böyle bir kıymeti kıymetsiz edişimin hıyaneti içinde mahzunum. Esas değeri göremeyip, değeri geçici olana itibarımdan dolayı pişmanım. Lâkin bendeki BEN pişmanlığıma mani. Şu an yakalanmış ve yaşanması mümkün olan an. Ben de anlık yaşamımın peşindeyim. Pişmanlık, belki de sadece kendine acıma aldatmasını getirecektir. Şu an bana hakim olan özgür BEN…Ve ben Onun hükmünde şu anın tadını çıkartmalıyım. Pişmanlıklar benliğe ait. Şimdi ise kalbî huzur anı, yaşamalıyım…
BENLİK; yaradılışı sınırlı zaman için gerekli olan, dünya hayatının geçirilmesi ve ebediyete ulaşabilmek için iyiye yönlendirilmesi gereken. Yaratılma özelliği bakımından dünya hayatının şartlarına uymuş, kötülüğe yönlendirici. Dünya gibi sonu tükenerek yok oluş. Dünya gibi kirlenen, dünya kadar tükenen, dünya kadar aldatıcı, dünya gibi aldatıcı, kendi varlığının yaşamı kötülüğe yönelmesi ile mümkün olan, çelişkiler, karmaşalar, tekliğe gelebilesi zor olan, hırs, öfke, tamah, kin, nefrete açık, güzel olan her şeye kapalı bir oluşum. Varlığı sonradan mümkün olmuş, varlığının sebebi olan BEN’ e düşman, varlığının devamı BEN’ e zıtlıklar içinde bir şey… Daha çok söz edilebilir pek çok şey ile dolu bir karmaşa…
Varlığı ebediyete ulaşamayacak olan, bu vasıfları ile bendeki esas olan BEN’ i örten bu benliğin koyuluğunu görünce ürperdim. Kışı iliklerime kadar hissettim. Bu kış beni kendimden ötelere iten bir güce sahipti. Evet bu itişi, yani kendime olan uzaklığı kaldırmalıydım. Ayna bana cevap verdi. Gözlerimde bir ışıltı, bir güç yavaşça vücuduma yayılmaya başladı: Bahar geliyordu…
üçüncü anlıktaki biliş:
Baharın sesini duydum. Musiki gibi dalgalanıp yayıldı. Isındım. Kudret güneşi beni ısıtırken, içimde tomurcuklanmalar hissettim. Ve işte tomurcuklar yavaşça açılmaya başladı. Tek tek… Açılımlar yavaşça, sırayla, sabırla olacaktı. Yaşasın. Bahar gelmişti. Müjde banaydı. Müjde cihanaydı. Müjde kudretin, müjde bilmenin, müjde hikmetindi. Artık kendimi olduğu gibi kabul, olduğu gibi sunuş, olduğu gibi biliş, eksikleri tamamlama, fazla ve zararlı olanları ayıklama, güzellikleri ekme, büyütme, sonra da eserimi seyretme dönemine girmiştim. Bana gerçek düşman ne idi, tanıyordum. Artık iş kolaydı. Nereden başlamam gerekiyordu? En iyisi; bende mevcut olan yolda geriye doğru gidiş, önüme çıkan ilk olgu ile başlamamdı. Kendimde yolculuk başlayacaktı. Başka türlüsü aldanma idi. Kendimi kendi limanlarımda yolculuğa bıraktım. Bu limanlar duraklarım idi. Ve ben artık bilinçli olarak bu duraklarda sefere başlayacaktım.
DURAKLARIM:
İnsan kendindeki yaratılış özelliklerine sahip olan BEN’ i; sonradan kazandıkları ile yani benliği ile örterek yaşarmış meğer. Aynada gördüğüm benin altında yakaladığım beni, yani esas beni özgür ortamında ortaya çıkarmak üzere yolculuğa başlıyorum. Çok heyecanlıyım. Zira bu anda tespit ettiğim bu son duraktaki mevcut olan benin altındaki esas beni, yani hakikatimi çok merak ediyorum. Bu sondan başa doğru gidişlerle, önce tespitlerim olacak; sonra bir evvelki olmak üzere kendi denizimin dibine kadar ineceğim. Bütün örtüleri yani kendi gerçeğimi örten hayali veya gölge beni kaldırdığımda, sonunda ortaya çıkan çıplak ben olacak ki bu apaçık, dosdoğru yani emrolunduğu üzere olan ben olacağım. Bu müthiş an, bir daha asla yaşanmayacak bir an. Belki bütün örtülerin kaldırılması hayal edilmiş olabilir. Belki başarım tam olarak mümkün olmayacak. Lâkin ben artık düşmanımı tanıyorum, ne yapacağımı biliyorum, nasıl başaracağımı da biliyorum. En önemlisi bundan sonraki yaşamım elverdiği kadar kendimi bu işe adayacağım. Ve ne kadar başarılı olursam o kadarını kâr bileceğim. Artık gerisi beni var edene kalmış…
son durakta seyir:
Burası oldukça karmaşık bir yer. Çünkü hem kendisi bir afet yeri, hem de daha evvelki yerlerin birikmiş, nasırlaşmış, yer etmişliği var. Burada sadece karanlık bir tünel tespit ediyorum. Beni hareket noktamdan uzakta tutmak isteyen engeller bu tünelin her yerinden üzerime ısrarla geliyor. Biliyorum kararımı bozmayacağım. Bir yemin ettim ki dönemem!..
Hayretle müşahede etmekteyim. Burada kendi varlığım çok büyümüş. Sahiplenme duygularım perçinlenmiş. Vazgeçemeyecek noktaya gelip dayanmış olan ve adeta ihtiras haline gelmiş olan dünyaya ait sevgilerim, bağlantılarım var. Her şey benim veya bana ait ya da bana ait olmak zorunda yahut bana ait olmak üzere. Sahip olduğum şeylerin hiç birini bırakmam mümkün değil. Bu sahiplendiklerim için neler vermişim, üzülüyorum. Acaba değdi mi? Sahiplendiğim her şey bir esaret getirmiş, bana getirdikleri ile benden götürdüklerinin dengesi nasıl? Sahiplendiklerim için hayatımı şu anına kadar tüketmiş olduğum halde, bu sahip olduklarım ancak sahiplenmek isteğimi daha fazla kamçılamaya sebep olmuş. Şimdi tarafsız bir nazarla bakınca fark ediyorum ki bu isteğin sonu asla gelmeyecekmiş. Şükürler olsun ki iyi bir karar vermiş ve dönüp geriye bakmayı başarabilmişim. Sahip olduğum her şeyi elde etmek yetmemiş, bu defa onları korumak için de seferber olmuşum. Korumak yetmemiş, çoğaltmak için didinmişim. Hesabını tutmak için uykularım kaçmış, hırsızlardan korumak dert olmuş, sonunda sahip olduklarım beni hizmetine almış. Ben onlarla rahat bir yaşam süreyim, hizmetimde çoğalsınlar diye düşünüp plân yaparken, birden tersine çalışan bir çarkın içinde kendimi bulmuşum. Ben onlara hizmet eder olmuşum. Bunu hiç fark etmemiştim doğrusu. En şaşılacak olan ise bu güne kadar onları kendime kullanma fırsatım bile olmamış. Belki ileride benden gelenlere kalacak olan bu sahip olduklarım, ancak onlara miras olsun diye toparlanmış. Hesabı bende, üzüntüsü bende, yarın ebedi hayatta sorgulanması yine bana. Dehşetle irkildim. Kendime bu kadar haksızlığı acaba başka kim yapabilirdi? Bana benden daha çok zulmeden olamazdı. Sahiplenmelerim yanı sıra, ihtiraslarım, kin ve nefret duygularım, öfkelerim, haksızlıklarım, yalanlarım… Kısaca bu tünelde bu son durağın dehşetini destekleyen olgular, ahlâkım olmuştu…
SON DURAKTA Kİ KÖTÜ AHLÂKLARIMDA SEYİR
İHTİRASIM; var oluşum ile bana verilmiş olan kudretin, sahiplenmede kullanılması ile oluşmuştu. Bu kudret ihtirasımı öylesine beslemişti ki kendi kudretim kaybolmuş, ihtirasım kudret olmuştu. Sahip olduğum hiç bir şeyi kaybetmemek için ihtirasım her an nöbette… Belki onlardan vazgeçmemek için her şeyi bana yaptıracak kadar nöbette. Kazandıklarımı kaybetmemek için, ihtiras ahlâkımın güçlü yardımı ile, bende kalmış güzelliklerin her birini rahatlıkla harcayabilir yani ödün verebilirdim. Ve yine başkalarının hakkını hiçe sayabilirdim, hatta onların haklarını kendi bu korkunç varlığımın devamı için rahatlıkla gasp edebilirdim. Hatta zorlanmadan hırsızlık yapabilirdim, öldürebilirdim… Nasıl da tam zamanında aynaya bakmıştım. Sonsuz şükürler olsun.
KİN VE NEFRETİM; yine sahiplenme duygusunun hakimiyeti altında, sahiplendiklerimi kaybetmekle kin; sahip olduklarımın bir başkasına geçmesi ile nefret duygum oluşmuştu. Hatta daha kaybetmeden, ihtimal dahilindeki duygular için dahi kinim, nefretim, tamahım harekete geçmek üzere hazır bekliyordu. Sanki hiç ölmeyecektim. Ebedi ölümsüzlük sözü almış gibiydim. Elbette bu ölümsüzlük zannı içinde çok şeye sahip olmam gerekiyor gibiydi. Gençtim, kudretliydim, sağlıklıydım. Ve bunları hiç kaybetmeyecekmiş gibiydim.
ÖFKEM: Yine sahiplenme ve hükmetme duygularımın varlığıma hakim olması nedeniyle, sahip olamadığım zaman ve isteklerimin yerine gelmesi aksayınca, öfkelenmem söz konusu oluyordu. Öfkenin ne kadar zararlı olduğunu, öfke anında insanın gözünün hiçbir şeyi görmediğini gördüm. Öfkenin akla sirayeti ile, akıl doğru düşünmeyi kaybediyor, en çok bana zarar verecek şekilde yanlış kararlar alabiliyordu. Bu öyle birbirine bağlı hareket sistemiydi ki ancak sakinleştikten sonra, doğru düşünce işlemeye başlayınca, zararlar görülebiliyordu.
Baldan tatlı ve bıçaktan keskin olan öfkemin, bende kurulu saltanatını görünce, ister istemez sinirlendim. Senelerdir hiç böyle bakmayı bilememiştim. Bu tam bir ahmaklık idi. Zira kendi çıkarlarıma hizmet adına kendime ne kadar zulmetmiştim. Ortada kârlı olan da yoktu. Ben sadece şeytanı kârlı kılmıştım. Gör bakalım bundan sonrasını…
HAKSIZLIKLARIM: bendeki sanal beni ayakta tutabilmek, güçlü kılmak, hakim etmek üzere elbette rahatça haksızlıklar yapabiliyordum. Sanki dünyada bir ben önemli idim. Adalet düşüncem sadece kendim için işliyordu. Öyle ya her şeyden önce ama en önce ben vardım. Adaletsiz olmak kötü bir ahlâk, ama başkalarının haklarını yerine koyamamak, hatta o haklara saldırmak çok daha beter bir ahlâk. Bu noktamın tespiti ile çok sarsıldım. Bu hakların hepsini nasıl ödeyecektim? Bundan sonra adaletli davransam bile, öncekilerin ayıklanması nasıl olacaktı? Allah affedebilir miydi? Elbette hak sahipleri ile işlerimi düzelttikten sonra, bu davranışlarım için Allah’tan ancak o zaman af dileyebilirdim. Kul hakları, hayvan hakları, ezdiğim, parçaladığım çiçeklerin hakları, kirlettiğim çevrenin hakları… İşte bütün iyi niyet kuvvetimi toplayıp, iyiye yönelmeye karar verdiğim şu anda, birden işimin zorluğunu fark ettim. Nereden başlayacaktım? En iyisi boş verip, eskiye devam etmek miydi? Kolay olanda başarı neredeydi? Tam ayaklarımın kayacağı yerde bir şey beni tuttu. Bu fırsatı belki bir daha hiç yakalayamayacaktım. Zor da olsa denemeliyim diye düşündüm. Belki de kolay olacaktı, hem başarırsam kendimden kalın bir perdeyi kaldırmış olacaktım. Çok şükür tekrar kuvvet bulmuştum. Hodri meydan, ileri !..Artık kendi gözümde o kadar zavallı değilim. Artık az da olsa gücüm var. Denemeliyim, deneyeceğim. Bu güne kadar kazandıklarımı, belki de bugün harcamak bahasına olsa da, deneyeceğim.
YALANLARIM: En zor olanın tespitini yapıyorum şu anda. Her şey belki sadece benim bilgim dahilinde düzelebilecek iken, geçmişim ile ilgili belki sadece haklar konusunda başkalarının haberi olacak iken; yalanlarımı düzeltirken herkese rezil olacağım. Belki de hepsi yüzüme tükürecek. İnandıkları insanın hakiki yüzünü görecekler. Eyvah bana! Yazıklar olsun bana! Hiç düşünmemişim bu güne gelişi. Halbuki ne kadar akıllı sanırdım kendimi. Aklıma nasıl da güvenirdim. Hepsi ama hepsi boş imiş. İnsan en çok neden yalan söyler? Tabii ki kendini farklı göstermek için, menfaatlerini arttırmak için, kendini akıllı zannedip kendi dışındakilerin aklını hafif bulduğu için, ve en önemlisi de ölümü hiç düşünmediği için. Galiba en rahat yalan söyleme sebebi, insanın kendini ölüme hiç yakın hissetmediğinden oluyor. Şu noktayı tespit ettiğim anda birden ölümle yakınlığımı hissettim. Belki de şimdiye kadar hiç böyle yakın olmamıştı. Evet belki de ölmek üzereydim. O zaman İlâhi adaletin huzurunda nasılsa yalanlarımı kendim tek tek ikrar edecektim. O halde orada rezil olmaktan ise burada o rezilliği göze almalıydım. Of!… ne kadar da çoktular. Bir yalanı ayakta tutup devam ettirebilmenin tek yolu, mutlaka onu destekleyen diğer yalanlar idi… bu yüzden çoktular. Ama kendi özgürlüğümü korumalı, yalanlarımın beni esir etmesine engel olmalıydım. Hey güzel aklım! Artık yalanlarımı koruma alanında tutabilmek için, beni etkileyecek bir kocaman yalan bulmalısın. Artık gözlerim açıldı. Beni ne ile kandıracaksın? Ben artık senin pek akıllı olduğuna da inanmıyorum. Ben senden daha akıllıyım, göreceksin… Bu an zafer bende, güç bende. Bunu kaçırmayacağım.
Üçüncü anlıktaki bilişte öğrendiğim en önemli şey; karar vermek ve iyi bir niyete sahip olmaktı. Böylece son durakta sefer ederken gördüğüm ve tespit ettiğim zulmetin ta kendisi ile başa çıkmaya niyet ederek, bu kalın zulmet perdesini ciddi ve büyük bir kararlılık içinde kaldırdım… Hayatımda belki de ilk defa samimi olarak şükürler olsun diyorum. Bu şükrü belki bana bu ilhamı veren Rabbim’e, veya bu anı yakalamama sebep olan aynaya, ya da ilk defa bakıp, görmeyi yakalayan gözlerime yapıyordum. Önemli değil her ne olursa olsun ebedi yıkılıştan belki kurtulmamı sağlayan her şeye binlerce şükür, binlerce teşekkür, binlerce selâm…
son duraktan bir evvelki durakta seyrü sefer:
Üçüncü anlıktaki biliş çok geniş kapsamlı. Son duraktaki perde, insanı ancak hayvandan ayıracak kademede tutan, belki de hayvanlardan daha aşağılara çeken bir kalınlıkta imiş. Bunu kaldırınca kabaca zulmet, yani kendime ettiğim zulümlerin oluşturduğu bir olguyu kaldırmış ve altındaki bir evvelki birikenleri görmüştüm. Burası pişmanlıkların duyulduğu, ama çabuk unutularak tekrar bilerek hatalarımı uyguladığım yerdi. Üstteki kalın olan kalktığı zaman bu alanın hayatımdaki yerini hatırladım. En son olan halim, daha evvelki halimi öylesine örtmüş ve kaplamıştı ki ben sadece o en son zulmeti kaldırmakla her şey tamamlanacak sanmıştım. Ne gezer… Burası daha zor ayıklanabilecek bir alandı. Daha ince ve daha hassas davranırsam belki görebilecektim. Yoksa çok kolay atlayabilirdim. Hatta kötü olan bir olguyu iyi gibi görebileceğimi anladım.
Kişiliğimin zayıflığını tespit ettim. O kadar zayıftı ki her yöne eğilebilir, kabul görmek ve dışlanmamak için her kötülüğü zararsız görebilirdi. Menfaatlerimin önemine göre beni satan benliğim ne kadar kıymetli olmuş ve ben onun bekçiliğini yapmaktayım. Eğer fırsatım olursa, onu ben hükmüme alacağım ve bundan böyle bana tabi olacak. Pekalâ suç kimde idi? Sorumlu sadece ben miydim? Daha derinlere inmeye başladım. Çocukluğuma yöneldim. Kendi hayatlarını fark etmeden yaşayanların, öğrettiği hayat bilgisi ne derece sağlıklı idi? Onlar da bir evvelkilerden öğrendiklerini aktarmışlardı. Lâkin hayat şartlarının değişimi eklenince acayip bir bilgi birikimi oluşmuştu. Meselâ; kendileri iyi bir eğitim görmemişlerse evlâtlarına bunu vermekle, yeterlilik hissine kapılmışlardı. Esas olan ise arada kaynayıp gitmişti. Çocuklarının bütün istediklerini yaparak onları kendileri gibi mahrumiyet duygusundan uzak tutmak istemişler, bu davranışları ile, benliğimi benim gözümde kıymetli kılmışlar, ve beni hak etmediğim tarzda büyütmüşlerdi. Bunun gibi adeta hayattan istediklerinin elde edilememiş olanlarını özellikle seçip, önüme koymuşlardı. Onlar bunu iyi niyet içinde, fark etmeden yapmışlardı. Şimdi ben gerçek olarak nerede idim? Onların istediği yerde olmakla gerçekten iyi bir yerde miydim? Bendeki bu yanlışlarla ben çocuğuma ne verebilirdim? Ben sadece kendime eleştiri nazarı ile bakabilmek cesaretini verdiğinden dolayı Allah’a ne kadar teşekkür etsem az olur, diyorum. Zira kendindeki yanlışları veya eksiklikleri bildiği halde, inat ile aynı halde ısrar eden nice insan var, diye düşünüyorum. Onlar; kendilerinden küçük yaşta olandan asla bilgilenmek istemezler. Çünkü kendileri daha büyük oldukları için mutlak doğruya sahip olduklarını sanırlar. Sonra eğitimin yüksek seviyede oluşu veya bulundukları makam; onların kâmil düşünmeleri için onlarca yeterlidir.
Evet insanlık âlemi için önemli bir eksiklik, bilgilenme tembelliği, bilgilenme utancı ve de gerçekleri kabul etme kudretinin olmayışıdır. Öğrenmede yeterlilik duygusu zulümdür ve şüphesiz insanlık için en büyük tehlike; zulüm, cahillik ve yok oluştur.
Beni benden alan kararlılık kuvveti, gözlerime ve kalbime açık görüş verdi. Artık açık ve seçik olarak geride kalan anlarımı görebiliyordum. Bendeki zavallı benliğim, dışarıdan kocaman bir damardan besleniyordu. Bu damarda dış görünüş, geçici kazançlar, hep ele geçirilmek istenenler, hep alış, hep alış ve hiç vermeyiş vardı. Gıdam bu olmuştu. Artık başka türlüsü imkânsız gibi görünüyordu. Kendi çağdaş olduğunu sandığım dünyamda, çağdışı bir imparatorluk kurmuştum. Bu imparatorluk öylesine dallanmıştı ki artık tek bir an gıdasız kalması mümkün değildi. Dış dünyadan beslenemediği zaman, benim kanımla beslenmek durumunda idi.
Böyle bir saltanatı artık yıkacağım. Özgür düşünce, umumun haklarına ve fikirlerine saygılı olmak, kendi var oluş sebebimi başka var oluşlardan üstün tutmamak esas düsturum olmalıydı. Zor olacaktı. Zira daha karar verip, niyet ederken bile kendime haksızlık yapıyormuşum gibi hissediyordum. Bir de çok önemli bir düşünce yolumu kesiyordu. İnsanların çoğunluğu benim gibiydi. Bir kere onlar arasında nasıl var olacaktım? Ve de onlar gibi çoğunluğun arasında tek kalmış gibi veya yok olmuş gibi mi olacaktım? Hem de karşılığında kazancım ne olacaktı? İşte böylesine müdafaa mekanizması benliğimi kasıp kavuruyordu. Onun için çok zordu. Lâkin iliklerime kadar yayılan bir duygu, bana bu zoru başarma niyetinin dahi, bir huzur işareti verdiğini bildiriyordu. Kalbimde huzur, yaşamımda doğruluk, ellerimden kaçar gibi olan hayatımı artık yönlendirme kudreti bende; azim, karar, niyet ve sevinç göz yaşlarımla geliyorum ebediyet… Sana açılıyorum bütün varlığımla… Artık yok oluşum boşuna olmayacak, seni kazanmak ve sende seyrime ebedi devam etmek üzere anlamlı bir yok oluş… Aslında sonludan yok olmakla sonsuzda varoluş…
ESARETLERİM
Bu seyir sırasında tek tek acele etmeden esir olduğum ve esir aldığım her şey ile yüzleşmeye başladım. Esir olduğum her şey, yani onsuz asla yapamayacağımı sandıklarım; aslında sonu olan şeylermiş. Bu bir yıkımdı. Güzelliğim ile göremediğim değerler ve onu devamlı kılmak için harcadığım çabalar, zamanlar, paralar…
Bendeki var ettiğim her şeye esir olmuşum. Var ettiklerimin hepsi bende, beni kıymetlendirecek unsurlar olarak kendi hudutlarında kalmamışlar, benim önüme geçmişler ve onların arasında ben yok olmuşum. Bilgilerim, şöhretim, güzelliğim, hünerlerim, servetim, gençliğim kısaca benim var ettiğim her şey, bende beni aşarak yaşamakta, hüküm sürmekte ve dal budak salarak beni yönlendirmekte hatta ben yokmuşum gibi bana hükmetmekte… esaretin bir kurtuluş ümidi vardır. Burada ise bunlar kendi varlıkları içinde beni önce esir almış, sonra da sindirmişler. Artık uyanışta sebat var. Bundan sonrası kurtuluş harekâtı. Sahip olduğum her şey kendi emeğim ve çabamla kazanılmış, lâkin hepsi de kendi hudutlarında var olmalıydılar. Şu andaki bilişimde, bunları kazanmanın bana ait olduğunu lâkin devamlılıklarını sağlamanın ise benim elimde olmadığını anlamış oldum. Hepsi bana nasıl bir sebeple geldiler ise, yine bir sebep ile elimden gidebilecek şeylerdi. Hepsini kaybedebilirdim. O halde hiçbiri tam olarak benim olmamıştı. O zaman bir emanetçi olduğumu anladım. Bu elimde olanları bir emanetçi titizliği ile korumanın ötesindeki her türlü bağım, kendime hıyanet, yaşarken acı ve sonunda hüsrandı. Hayatım bir Pazar yeri olmuş, ben de bu Pazar yerinde, almışım, biriktirmişim, başkalarının sahiplenemeyip benim sahiplendiklerime için için sevinmişim, satmamış, hep almışım. Her alış esaretimi arttırmış, her esaret benim başkalarını esir etme yolumu açmış. Şaşkınım, çirkinliklerimin zenginliğinden usanmayı yaşıyorum…
Şu anda bana en çok gereken şey, kuvvetli olmak. Zayıflıklarımdan sıyrılıp, hiçbir şeyi kendime yaptığım haksızlıklardan daha önemli görmeden, kimseden korkmadan, kaybedecek bir şeyimin kalmadığına inanarak kuvvetli olmalıyım. Kimliğim sahip olduğu her şeyi kaybetse bile, sadece arı duru hiçbir şeysiz olarak da olsa öz varlığımın kıymetini bilerek, hiç olan bir şey gibi de olsa O’na sahip olup, Onunla barışık olarak ve O’nu tanıyarak yaşamayı öğreneceğim. Yani gerçek var oluşun, ancak hiçlik içinden doğduğunu ve bunun da ebediyet olduğunu hissediyorum, anlıyorum, hatta biliyorum. Bu bilgi hiç unutmamam gereken…
Bu gerçek var oluşu hayal etmek bile huzur getiriyor. Kalbim zafer kazanmanın sevincini yaşıyor. Artık eller ne derse desin, kudretin, kudretimin farkına varır gibiyim. Bunu gerçek olarak yaşamak istiyorum. Kolay olmayacağını bilerek de olsa…
İnsan neden zayıftır? Niçin zayıflıkta ısrarlıdır? Ve neden zayıflıklarını örtmek ister? Doğrusu merakım kendime. Ben nasıl zayıf oldum? Gölgem gerçek ben olunca, gerçek ben gizlide kaldı. Gerçek bende bir define olma gizemi varken nasıl da sabırla bu günleri bekledi. Acaba beni yargıladı mı, veya hafife aldı mı bilmiyorum. Hazineyi kenara gömüp, çakıl taşlarına itibar etmiştim. Bendeki olduğum gibi olma hazinesinin kapağını açınca, kudretimin hayranı olacağım. Ben geliyorum, gerçek ben. Ben kudret, ben hazine, ben temiz, ben saf, ben hüsranın köşesinden dönen, ben hapisten kurtulan, ben acısız tat, ben ekşisiz maya, ben arı su, ben benliğinin önünde, ben dalında taptaze, ben ölülere müjde, ben dirilere yoldaş, ben ezeli, ben ebedi, BEN KUDRET mahalli, ben geliyorum…
Geçmiş ve geleceğin ısrarlı güzelleri; sitem etseniz de, darılıp kızsanız da, sulu aşınıza pek de uygun görmeseniz de ben geliyorum. Başım dik olmuş ilk defa. Göğe uzanmakta, görünüz. Ayaklarım hakikate bir kere saplanacak ki arz titreyecek. İki cihan uyanacak, mahmur gözlerle görecek. Ben geliyorum. Benim başımı döndüren, kudretin hayalinin kuvveti… Yanlış yolumdan çeviren, ölümsüzlüğün cazibesi… Artık hangi fani sözü ve de gözü önemsenir burada? Bir pencere açıldı gerçeğe, kendi gerçeğime… Yol şimdi başladı. İşte gerçek yol bu yol. Yoldaş nerede? Bu yol sız yolu: yoldaşsız, sınırsız, sinirsiz, varlıksız, öfkesiz, hüsransız, makamsız, malsız, mülksüz, günahsız bir yol… Binlerce edinilmişliklerin kaybedildiği yol… Selâm yola, selâm yolcuya, selâm yalnızlığı göze alana, selâm yalnız kalana, selâm yalnızlığa saygı duyana, selâm (SIZ) yoluna, binlerce selâm…
Burası sabit durduğumda gerçeği yakaladığım, sabit duramadığımda ise yani bendeki benliğe uyduğumda ise aşağıların aşağısına indiğim yerdi. Meğer en dıştaki kabuk içe doğru inildikçe incenin incesi oluyorken, aynı ipek misali kaldırılması güç bir örtü mahiyetinde. Hani ipek de hem ince, hem de çok sağlamdır ya… Kendi hakikatimi örten dıştaki perdelerden kurtulmak meğer daha kolaymış. Perde inceldikçe kaldırılması daha da zorlaşıyormuş. Bunu ancak kalınları kaldırdıktan sonra anladım. İyi de oldu, zira eğer daha önce bilmiş olsaydım, bel ki de işin zorluğu sebebiyle bu yolculuğa hiç çıkamayacaktım. Şükrediyorum. Şu önemli yerde bir şey daha fark ettim. Ayna tam burası için gerekliymiş meğer. Esasen aynaya baktım da kendimi buralarda buldum. O halde şu anlayış ile işler biraz kolaylaştı. Artık iş ayna ile yürüyorsa, ben de onunla yakın olmalıyım, dost olmalıyım… Ve yine irkilerek fark ettim ki anlayışım açılıyordu. Yoksa ben bunları nereden düşünecektim? Zira şimdiye kadar aklıma hiç gelmeyen bir düşünce selinin oluştuğunu görüyorum. Şimdi biraz dinleneceğim. Uykuya gidiyorum. Ama aynadaki aksim gözlerimin önünde iken uykuya geçeceğim. Çünkü bir şeyler kaybetmek istemiyorum…
Gözlerimde gözlerim, uzandım. Bir ses duyuyorum uzaklardan geliyor gibi. İsmimi soruyor, bulamıyorum. Hangisini söyleyeceğimi bilemiyorum. Bir seferinde yorgun diyorum, ismim yorgun… o ses, olur mu böyle bir isim, dediğinde “olur” diyorum. Ben yorgunum, uzaklardan geldim, kendi hayatımın içinden çıkarak geldim, çok yol aldım, menzil belli değil yorgunum, diyorum. O ses, eğer sızlanacaksan niye geldin? diyor. Utanıyorum, başım utanmış göğsümde, bu defa bildim diyorum, ismim bildim… o ses,olur mu hiç diyor, böylesi bir iddialı isim? Ne bildin, neyi bildin, nasıl bildin, bildin de istifaden hani? Yoksa bana bildim demek için mi bildin? Elbette bildim, diyorum. Hem de neler bildim. Aynadan bildim, bulduğumu bildim, bilince sevindim, kimsenin de benim kadar bilmediğini bildim, benim ismim gerçekten bildim. O ses, bu kadar bildin de bilgi ile övünemeyeceğini bilemedin mi? Diyince bir kere daha mahcup utanıyorum, gözüm yerde, kalbim sıkıntıda avucumda gibi. Gayret diyorum yavaşça, ismim gayret. Bir sessizlik oluyor karşıda, sonra usanmış bir ses diyor ki belki ismin budur. Sana düşen belki bu olmalıdır, veya sebat olmalıdır. Şimdilerde bu isimler unutulmuş gibi, hemen hiç yok. Herkes yorgun, veya bilgin veya alim, veya abid, veya zahit, veya makamat gibi isimleri kuşanmış. Halbuki onların ismi altın, gümüş, mal, mülk, şöhret, para, olmalıydı. Gerçek isimleri bunlar olmalıydı. Yalnız bizimle konuşup ahitleştikten sonra isim alanlar için, yani senin gibiler için, bu isim işi önem taşır. Artık sen ismine uygun yaşamak sorumluluğunu taşımaktasın. Senin mesuliyetin onlardan farklı, ona göre hareketlerine dikkat etmen gerekiyor. Ses silindi, artık duyamıyordum. Ter içinde gayret, sebat diye kendi kendime tekrarlarken irkilerek uyandım. Rüya görmüştüm. Hayatımda ilk defa bu kadar mâna taşıyan bir rüya görüyordum. Hem sevindim kalbime gelen ilhamdan dolayı; hem de sorumluluk duygusunu gerçek mânada ilk defa bu kadar iliklerimde hissedişim sebebiyle ürktüm. Ama ne olursa olsun yaşamaya başlamıştım…
İLHAMLARIM BAŞLIYOR
İlhamlarım başlamadan önce yukarıda yazılı olan durakta kaç mevsim veya kaç sene durduğumu neredeyse unuttum. Hep indim çıktım. Ya da düşüp kalktım. Her inişim, bir daha asla çıkamayacağım zannını veriyordu. Ve her çıkışım da bir daha asla o alt dereceye inemeyeceğim inancını getiriyordu. Ve maalesef çıktığım yeri hep en yüksek yer sanıyordum. Öylesine yüksek ki kimsenin erişemeyeceği bir yer… ve her iniş noktamı da kimsenin hiç tanımadığı bir yer olarak, utançla düşünüyordum. O zaman benden beteri yok sanıyordum. Çok şükürler olsun ki bu iki noktada da fazla oyalanmıyordum. Şükrediyorum, çünkü yukarılarda daha fazla kalacak olsam mahvolacağım, zira orası benliğin beslendiği en tehlikeli yermiş. Ve eğer aşağıların aşağısına inmesem, gayretim boşuna olacak ve gerçek helâkimi hazırlamış olacağım. Lâkin aşağıda da ümitsizlik yerleşip, helâk oluyorum.
Allah’ım ilk defa anlıyorum ki insan olmak ne kadar zormuş. Bunu anlamak bile büyük bir ilim imiş… Bu arada gecelerim dopdolu geçmekte. Rüyalarım ümidimi beslemekte, lâkin nefsim yani o korkunç canavar benliğim asabi. Bu güne kadar o canavar ile çok iyi yaşamıştım. Benden aslında pek memnundu, iyi bir geçim içindeydik. Ben onun emirlerini dinleyerek geçici şeyler elde ediyordum. O da beni oyalamak için önüme bir şeyler atıp, istediklerini yaptırıyordu. Böylece geçinip gidiyorduk… evet her inişte ümitsiz, her çıkışta korkusuz… her iniş kimsenin bilmediği yalnızlık, her çıkış kimsenin gelemediği yalnızlık… Böyle geceler, böyle gündüzler, inişler masallardaki deve hizmet, çıkışlar daha beter hezimet…
Ömrüm böylece geçerken bazı şeylerin öneminin kaybolduğunu da gözlemlemeye başlıyorum. Öncelikle kendi önemim; bende fazlaca olan benliğime verdiğim önemim giderek azalmaya başlıyor. Zira öylesine yoruluyor ve usanıyorum ki kendime verdiğim gereksiz önem kaybolmaya başladı sevinemiyorum, çünkü hangisi iyi bilmiyorum, bilsem de önemini yitiriyor gibi. Vay diyorum, vay. Hey gidi özenli insan tipi olan ben, girdiğim yerde dikkatleri toplayan, hiç hata yapmayan biri gibi görünen ben. Sen şimdi nerdesin? Yokuşun başında ve sonunda gidip gelişlerle karınca misali bile olsa yol alamayan ben, helâkini seven, kendinden kendi hakikatini dayanamayıp kaldıramayan ben… ne de kocamandın, ne de kıymetli kendi indinde. Peki şimdi kimsin, nesin, kimin indinde?
Rüyalarım pek dolu, moral veriyor inişlerime, tat alıyorum yorulsam da. Bir rüya, ağzımda bal tadı. Bir gerçek yüreğimde buruk acı… bir perde aralayıp, bir tutkudan kurtuldum sanırken, perde arkasında kurtulduğumu sandığım ahlâkı dipdiri buluyorum. Meğer bu sefer de aslan kafesin başka yerinden saldırmış. Ama bende mevcut olan saklanma yerlerini görmeye başladım. Artık yavaş yavaş nefsimin saldırma noktalarını ve zaaflarımı tanımaya başladım. Aman Allah’ım nasıl da o rüyada ismimi bildim diye söylemiştim. Meğer hiçbir şey o kadar kolay bilinmiyormuş. Şimdi en azından bilmediğimi biliyorum.
Bir seferinde uzun bir yolda gidiyorum. Bahar havası güz soğukluğu ile birlikte. Sağımda bir at yürüyor gibi geliyor, dönüp bakıyorum. Bir kır at, yaşlı. O anda atın gözlerinde güneş beliriyor. Ben mâna veremiyorken birden atın gençleştiğini ve tüylerinin parladığını görüyorum. Yine bir ses duyuyorum ki daha evvelden tanıdığım ses: “Kudretimizi görünüz. Biz dileyince olur, sebat esastır, gayret esastır”, diyor. “Ben, diyorum kabul ettim, bir şey demedim, sebat ismini aldım, gayret de olabilir, neden korkutuyorsunuz?”. “Siz artık çıkınız, yükseliniz diyor, çıkışınız nazlı, inişiniz pek kolay, bize ne fayda, bize ne fayda, bize ne fayda…” bağırmama uyanıyorum. Rüyanın sıkıntısı orada kalmış, gönlüm ferah, nefsimi fark ettiğimden o korkup bir köşeye gizlenmiş, yol açıldı yine, yelkenler fora! Doruğa, doruğa, doruğa…
Hayatı yaşarken öyle şeyler yaşıyorum ki bu yaşadıklarımın rüyada mı yoksa uykuya geçiş anında mı, ya da düşüncemde mi oluştuğunu ayırt edemiyorum. Halbuki yaşadığım dünya hayatının da benden beklentileri var. Bu hayatın ceremesine katlanmam gerekiyor. İşte bir gün yolda giderken, ayaklarımı sürüklüyordum; bedenim ağırlaşmış, aklımda art arda bin bir düşünce… Birden önümde koyu renk paltolu birinin yürüdüğünü fark ettim. Ben fark ettiğim anda onun bana bütün bedeniyle yarı dönüp, sağ elini bana doğru uzatıp parmaklarını kıvırarak “gel” demek istediğini anladım. Gözleri bir Çinliyi andırıyordu. Kararlı ve kuvvetli bakışları göz bebeklerimden içimdeki bene ulaşmıştı bile. Birden hatırladım. Onu tanıyordum. Gece rüyalarımda çoğu zaman vardı. Ama şu ana kadar benimle bir iletişim kurmamıştı. Mecburmuşum gibi peşi sıra gittim. O bazen dönüp gözlerime bakarak, ona inanarak gitmemi istiyor gibi davranıyordu. Ne kadar yürüdük bilemedim. Evlerin seyrelmesinden şehrin dışına çıktığımızı anladım. Artık evler yoksul görünümde idi. Tek tük ve küçük evlerden mavi badanalı birine doğru parmağını uzattı. Oraya gitmemi istediğini anladım. Merak içindeydim. Arkama bakmaksızın oraya yürüdüm. Evin kapısı harap, bacaklarım yorgun, zihnim arı duru, gönlüm heyecanlı.
Kapıya dokundum açıldı. İçeri adımımı atmadan arkamı döndüğümde, onu göremedim. Demek gitmişti. İçeride ağır bir koku yüzüme çarptı. Ev bomboştu. Sadece bir duvarın köşesinde bir yatak vardı. İçinde önce çocuk olduğunu sandığım biri yatıyordu. Yaklaştığımda yatanın oldukça yaşlı ve zayıf biri olduğunu gördüm. Gözlerinin feri azalmıştı. Bembeyaz sakalları göğsüne iniyordu. Anlamak için düşünmeye ihtiyacım yoktu. Açtı, kimsesizdi. Her şeye ihtiyaçlıydı. Hiçbir şey konuşmadık. Sadece yorganın üzerindeki eline dokundum ve oradan kaçmak istedim. Kendimi dışarıda buldum. Rüzgar yüzümü okşuyordu, öfkem kabardı. Benim gibi kendine fayda sağlayamayanın burada ne işi vardı. Elbette civarda ki komşuları ona bakar diye düşünüp rahatladım. Belki de akrabaları vardı. Ama sonra birden yüzü gözümün önüne geldi, açtı. Geri döndüm. Bu sefer kapıyı bilinçli açtım. Hem bilinçli, hem kararlı idim. O, gözleri kapıda, geri döneceğimi biliyormuş gibi beni bekliyordu; bu defa “selâm” dedim. Gülümsedi.
Neye ihtiyacı olduğunu sorduğumda rafı gösterdi. Rafta bir tencere ve içinde birkaç dilim ekmek vardı. Tencereyi aldım. Yatağın kenarına getirdim. Baş ucundaki testiden kupasına su koydum. Birkaç yudum ekmek ve sudan sonra önce Allah’a, sonra bana teşekkür etti. O gün o saate kadar kimse yanına uğramamıştı. O da yerinden kalkamadığı için yiyip içememişti. “Elbette”diyordu, “Elbette Allah hiçbir kulunu rızıksız bırakmayacaktır. Bu gün de seni gönderdi”. Onun bu çaresizlik içinde iken, Yaradan’ına olan imanı beni çok etkilemişti. Ona nasıl yardımcı olabileceğimi sorduğumda; “gözlerim artık yorulmak istemiyor” dedi, “Okuyamıyorum. Şayet bazen aklına gelmişse ve istekli olursan bana biraz okuyabilir misin?” Olur dedim ve ayrıldım.
Dışarı çıktığımda hava lâtifti, ayaklarım hafif, bedenim kuş gibi, kendimdeki her şeyi unutmuş gibiydim.
Bu ilişki giderek tatlanıp devam etti. Bazen zorla gittim, o zaman okumamı istemedi. Bazen de şevk ile koşarak gittim, okumama gün yetmedi. Onu tanımak bende şöyle bir etki yarattı: Bedeni nahif, ihtiyacı çok olduğu halde, Yaradan’ına nasıl güvenmişti. Bu ona öyle bir sağlamlık ve zenginlik veriyordu ki adeta hiç ihtiyaçlı değilmiş gibi oluyordu. Bu ihtiyar bendeki büyük eksikliğin kapısını aralamama sebep oldu. Allah’a güvenmiyordum. O’na inandığımı sandığımı, lâkin esas inancımın kendime olduğunu fark ettim. Şimdi bu bana büyük bir iş açacaktı. Esasen kendimdeki bin bir perdenin arkasındaki bin bir kimliğimle yüzleşmeye çalışırken, şimdi bir de bu çıkmıştı. Bu konuyu unutmak için bir müddet ihtiyarı unutmaya çalıştım. Unuttum da…
Bir gece yarısı tam uyuyacak iken bir garip ses duydum. “Kelime-yi şahadet” getiriliyordu. İnce, zayıf, fakat kararlı bir şekilde tekrarlanarak kulağıma gelen sesi duyuyordum. Ben de farkına varmayarak, adeta iradesizce, tekrarlamaya başladım. Birden ne olduğunu anladım. İhtiyar ölüyordu. Benim unutma gayretim ile zihnimden uzaklaştırdığım ihtiyar, ölüyordu. Hemen fırladım, acele bir giyinişle sokakta koşmaya başladım. Aramızda nasıl bir bağ oluşmuştu, bunu anlamak mümkün değil gibiydi. Benimle onun arasında ne olmuştu da veya kaç yıllık bir geçmiş vardı da, ben haber almıştım. Görünüşte sanki ben ona fayda vermiştim, ama iyi biliyordum ki karşılaşmamız tesadüf değildi. Her şey ayarlanmış bir senaryonun vakti geldiğinde uygulanması gibi gelişmişti. O anda fark ettim ki aslında hiçbir şey tesadüf olmayıp, belirli bir düzen içinde yaşanıyordu. Zamanı gelince ve tam o anda. Ne bir adım önce, ne de sonra… evet faydaya gelince, benim faydalanmam söz konusu idi. O ihtiyar yaradılış amacına uygun olanı, yani gereken görevini yapmıştı. Aklımda ısrarla Allah’a inanmam ve güvenmem gerektiği fikri git-gel içinde çalkalanıyordu. Artık kaçamazdım, Allah’a güvenip, inancımı gözden geçirmeliydim.
Ey İhtiyar! Dedim. Bekle, geliyorum. Sana söylemek istediklerime şahit olmalısın. Böylece belki de daha rahat ölürsün. Bir gün ben de senin gideceğin yere geleceğim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum. Şu ana kadar ölüm benden uzakta ve herkesin yakınında idi. Ama şimdi herkesten daha çok bana yakın gibi geliyor. Sen amacına ulaştın. Nasıl da öyle hareketsiz yatarken, bana bunu hissettirdin. Ayaklarım ölmüş gibi ağırlaştı. Kalbim yeni doğmuş gibi dipdiri… koşuyorum zorla.
Kapıdayım. İçerisi kalabalık. Bu insanlar kimdi? Bu güne kadar neredeydiler? İçeri giriyorum usulca, hissettirmeden varlığımı. İhtiyar duyduğum şahadeti söylemekte. Mırıldanarak çıkan sesini hangi rüzgâr bana ulaştırdı, diye düşünüyorum. Yattığı sedire yaklaştım, ellerine kapandım yavaşça. O benim gözlerimin içine, tâ dibine baktı. Gözleri sanki solmuştu, eski keskin bakışlardan eser yoktu. “Geldin” dedi. “Hoş geldin, seni bekliyorken, ölüme gidemezdim”. “bana çok hakkın geçti, çook. Sen gelmeden gitmek istemedim”. Aslında söyleyecek çok şey vardı ama şu anda hepsi önemini kaybetmişti. İhtiyarın son anlarında bile beni düşünmesi çok ağır gelmişti. Dudaklarımın arasından fısıltı gibi zorla birkaç kelime döküldü. “Siz bana Allah’ın kudretini gösterdiniz. Ben artık O’na inanıyorum ve güveniyorum. Bunu siz başardınız. Teşekkür ederim” diyebildim. Hayret ben inanmaya başlayacağımı sanırken inanmış olduğumu fark ediverdim. Demek ki iman böyle oluveriyormuş. Bir anda hissedilen bir şey.
Onunla birlikte şahadet getirmeye başladım. O sakin, mutlu olarak öbür tarafa geçiverdi. Etraftan o anda sesler yükseldi. Herkes ihtiyar ile ilgili bir hayat anlatıyordu. Herkesin hayatı toplandığında bu kişinin hayatı oluyordu. Dağınıklıktaki bütünlük şaşılacak şeydi. Yaşamının böyle olması kendi tercihi imiş. Anlamak zordu. Oradan ayrıldım. Bir daha dönmemek üzere gidişim, beni oradan ayırırken azap gibi bir duygu yaşattı. Hayatımdan bir sayfa daha kapanıyordu. Fakat bu sayfa sanki yeni başlayan bir kitabın ilk sayfası gibiydi…
Yorgun ve biraz da ümidini yitirmiş olarak eve döndüm. Uzandım. Uyumuşum. Çok yüksek dağlar ve yankılanan güçlü bir ses… Önce rüzgârın ıslığı sandım, sonra seçebildim. Rüzgâr değildi. Müzik nağmesi gibi alçalan, yükselen, ağıt gibi bir ses. Ninniye de benziyordu. Bulut dolu semada yer yer açılan kısımlarından ayın ışığı dağları yıkıyor, onlar da kâh yüksek, kâh alçak gözüküyor. İnanmak zor ama dağların sesi bu… Dağlar ses veriyor. Özgürlük sana, sana, sana… Ben yerden ayaklarımın kesildiğini hissederken, “bana mı?” diye soruyorum. Gökyüzüne yükseliyorum, dağlar ufacık. Ses aynı yükseklikte, ben boyumun büyüdüğünü ve başımın göğe erdiğini görüyorum. Gözlerim şakaklarıma doğru çekiliyor. Başımın iki yanında yer alan gözlerim, başımı çevirmeden çepeçevre görmemi sağlıyor. Dünyanın hem içinde hem de dışında gibiyim dünya küçücük, hem iyi seçiyorum, bütün ayrıntıları ile dünyanın her yerini seyrediyorum, hem de çok küçük kalmış gibi, sanki tırnağımın ucunda… Ne olduğunu anlayamıyorum. Zaman yok gibi, gece gibi ama çok aydınlık. Alnımın ortasında bir his… esas görüşüm buradan gibi, boşluğa bakıp, dolu görüş… Böyle acayip geceler, gündüzler art arda… rüyada mı yoksa gerçekte mi yaşıyorum. Olaylar benim peşimde, bırakmıyor. Ben de üstünde durmuyorum.
Hayal ile gerçek arasındaki sınır, önem verdiğin ölçüde imiş. Ben bendeki hayal veya gerçeğe önem veremiyorum. Aklım imanımda. Nasıl bir iman olmalı? Bilmiyorum. Biri gerekli sormak istediklerim için. Bir bilen. Ama nerede? Her şeyi karıştırıyorum. Sağlam bir yürek ve akıl gerek. O nerede? Arayıp bulmak mümkün mü? Yoksa bütün doğrular, eğrilerle bulaşık… şimdi ben ne yapmalıyım? Keşke o ihtiyar yaşıyorken bunları sorsaydım. Lâkin o zaman da böyle sorularım yoktu. Demek ki soruların sorma zamanı şimdi geldi. O halde “keşkenin” de önemi yok. Aslında keşke yok, diye düşünüyorum.
İnsanın kemali için düşünmeye ihtiyacı var. Ama kemalât kalabalıklar içinde mümkün. Tek başına olunca olay yok. İnsan da kendini kemalli sanabilir. Lâkin kalabalıklar ile olaylar zinciri başlıyor. Bunlar görmemizi, duymamızı, hislerimizi geliştiren; iyi hissetmeyi, doğru duymayı ve görmeyi sağlayan olaylar. Ve bu olayların içinde bizim rol alışımız. Olaylara kendimizi kaptırmadan rol alışımız. İşte hakikat burada sırlı… hem içinde hem dışında kalarak, yaşamak, algılamak, sebeplere sarılırken ciddi sarılmak, esas faili görürken yine aynı ciddiyette olmak.
Bu arada yaşamım devam ediyor. Dünyanın en önemli işi olan ayakta kalabilmek önemli. Çevrem bendeki değişim fırtınalarının pek farkında değil. Oysaki ne çok olayları ne küçük zaman dilimlerinde yaşıyorum. Bazen biteviye geçen zaman bana büyümüş gibi gelirken, bir karmaşa, sonra bir de görüyorum ki pek az vakit geçmiş. Demek ki zaman bizim oluşturduğumuz ve önem verişimiz ile ilgili bir ölçü. Yani zamanı önem verdiğimiz konuya göre harcarken, gerçek önem verileni kaybederek, onu başka bir zamana bırakıyoruz. Böylece önem kazanıyor. Dünya hayatını sürdürürken, başarılar ve başarısızlıklar elbette bir arada. Bu hayatımıza yansırken, etkiliyor. Başarılar mutluluk, aksi durumlar ise mutsuzluk getiriyor. Halbuki hayatın kendi içindeki olaylar, sadece başarı açısından bakarak değerlendirilmemeli diyorum. Meselâ, insan hayatında öyle olaylar yaşar ki bu olayların sonunda elde edilen deneyim daha sonraki olaylara ışık olur. Böylece hiçbir öğreti ile elde edilemeyen bir fikre sahip olunabilir. İşte ben de yaşamımdaki olayları mümkün olduğu kadar tarafsız bir açıdan izliyorum. Bu tarafsızlıkta gözlem var. Dikkat, gözlem üzerine. Keyif, tahminim tuttuğu kadar. Meselâ, bir işin sonucunda ele geçemeyenin, aslında sonradan görülen bir zarar doğurduğunun farkının gözlemi ile keyif. Bu arada elden giden gitsin, elde kalan asıl fayda… işte bunun gibi…