Kategori arşivi: 3.Şükür

Dua-Şükür

DUA:

Eş-Şekûr, eş-Şekûr, eş-Şekûr!

Şükrün en mükemmelini Sen yapansın. Küçücük bir taatin karşılığını bol olarak verensin. Senin ahlâkın ile ahlâklanmadan şükre nasıl gücümüz yeter ki? Esasen Sen dilemezsen, şükretmeyi bilemeyiz. Nimet verdiklerin için mi, yoksa vermediklerin için mi şükretmeliyiz? Verdiklerini unutturup, varlıksızlık nimetini sunduğun için mi, yoksa verdiklerini hatırlayıp, zenginlik nimeti için mi? Bizi bizden çok düşünüp, her nimetinin hikmet oluşuna mı, yoksa her hikmetinin nimet oluşuna mı şükretmeliyiz? Dilimizle durmaksızın, kalbimizle her daim, azalarımızla her işte, halimizle imtihanlarda, iç alemimizde bir kıpırtı olmaksızın, şükretmeyi nasip et ya Rabbi.

Servetini, ihtiyaçlı olanlara dağıtan zenginin şükrünü makbul buluyorsun. İşte biz Seninle zengin, Sen gibi bir servete sahipler olarak, servetimizi ihtiyaçlılara, kendimizi önemsemeyerek, Senin          rızan için, verdiğimizi de unutarak ve hiçbir karşılık beklemeden dağıttık, dağıtacağız. Bizi de şükreden zenginlerden kabul et, Ya! Rab.

Ümidimiz Senden, şükrümüz Sana…

Reddetme bizleri, geldik kapına…

Şükrün Dereceleri

ŞÜKRÜN DERECELERİ:

1)   Belâya şükür: En üst derecedir.

2)   Nimetin fazlalığından mahcup oluş ve utanma da şükürdür.

3)   Şükürdeki kusurunu bilmesi de şükürdür.

4)   Şükrünün azlığı için özür dilemesi de şükürdür.

5)   Allah’ın kendi kusurlarını örttüğünü bilmesi de şükürdür.

6)   Şükrü yerine getirebilmenin, İlâhi lûtufla olduğunu bilmesi de şükürdür.

7)   Nimete alçak gönüllü olmak da şükürdür.

8)   Vasıtalara teşekkür etmek de şükürdür.

9)   Nimeti verene itiraz etmemek, azını çok bilmek de şükürdür.

Sabrın Dereceleri

SABRIN DERECELERİ:

1)   En düşük derecesi: Sabretmekten hoşlanmaz fakat şikâyeti terk etmiştir. Sabretmesi veya sabretmek zorunda olması sebebiyle elem vardır. İçinde acı daima eleme eşlik eder. Bu elem en çok kendisine acıması sebebiyle olur. Nefis insanın kendine acımasını sağlar.

2)   Rıza hali: Sabrın üstünde bir derecedir. Elem de yoktur, ferahlık da.

3)   Belâya şükür: En yüksek sabır derecesidir. Görüldüğü gibi sabır, en üst derecede şükür haline geliyor.

Sabır mı Yoksa Şükür mü Efdaldir

SABIR MI YOKSA ŞÜKÜR MÜ EFDALDİR?

Bu konu asırlarca ihtilâf ile gitmiştir. Bu sebepten iki bakış açısından anlatmak uygundur:

1)   Şeriatın hükmüne göre: Sabır, şükürden efdaldir. Bu hüküm avam için en anlaşılır şekilde böyledir.

“Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir”

Zümer/10

“Süleyman a.s. mülkü sebebiyle, diğer Peygamberlerden 40 yıl sonra Cennet’e girecektir”                Teberani

“Size verilenlerin efdali, yakîn ve sabır azimetidir”

“Cennet’in bütün kapıları iki kanattır. Yalnız sabır kapısı tek kanatlıdır. Buradan ilk girecekler, belâ ile imtihan edilenlerdir. En önde ise Eyyûb a.s. bulunacaktır”

Ayrıca fakirliğin fazileti hakkındaki haberlerin hepsi, sabrın faziletidir. Zira sabır fakirlik, şükür zenginlik halidir. Fakirlikten maksat, her şeyin fakirliği olup, esas fakirlik, varlığından kurtulmaktır. Varlıksız olmaya sabır en büyük sabırdır. Zenginlik de her türlü varlık halidir. Yalnız burada önemli bir mesele vardır ki: Varlığından kurtulan ve bu varlıksızlığa sabreden fakir, aynı zamanda Allah ile zengin olmuş ve şükreden zengindir.

2)Mükâşefe ehlinin açıklamasına göre: Sabır ve şükür ilim, hal ve amelden meydana gelir. İlimden kast olunan marifetullahtır. Hal, iyi halleri yaşamak;  Amel ise, marifetullah ile bilinen iyi halleri kalbe yerleştirmek ve kötü halleri uzaklaştırmaktır. Yani isyandan uzaklaşıp, itaate yaklaşmak demektir. Ameller şahısların durumlarına göre önem arz eder. Meselâ cimrilik biri için önemlidir, çünkü bu hastalıktan kurtulmamıştır. Diğeri için önemli değildir. Çünkü onun böyle bir hastalığı yoktur. Cimri olan kişi, meselâ oruç tutmaktan etkilenmiyor ve kolay tutuyorsa, oruç tutarak cimriliğini tedavi edemez. Belki oruç tutmak başkası için devadır. Bu bakımdan amellerin hiç biri için diğerinden daha faziletlidir denemez.

Ameller halleri, haller de marifeti ortaya çıkarır. Aranan marifetullahtır. Allah, kalpten dünya sevgisinin çıkması için sadakayı, karz-ı haseni teşvik etmiştir.

“Allah’a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim?”

Hadid/11

Bu âyette, açık olarak bu teşvik söylendiği halde, yoldan çıkanlar “Allah’ın bizim ibadetimize ve karz vermemize ihtiyacı yoktur. Dileseydi O, miskinleri de zengin yapardı ve bizim vermemize ihtiyaç kalmazdı” derler.

“Onlara; Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden hayra verin denilince; o küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: (Allah’ın dileseydi yedireceği kimseye biz mi yedirecekmişiz?)                                                                 Yasin/47

Şükür marifeti, nimetin Allah’tan geldiğini bilmektir. Sabır marifeti de, elem ve acının Allah’tan geldiğini bilmektir. İkisi de, geliş  kaynağı Hakk olduğu konusunda birleşir.

Taat konusunda sabır ve şükür aynıdır. Ama belâda durum farklanır.

Meselâ gözü görmeyenin sabrı, gözü olup da kötülüklere bakmayanın sabrı ile bir değildir. Gözü olup da bakmayan adam hem gözünün şükrünü yapmış olur, hem de bakmama sabrını göstermiş olur. Bu bakımdan bakmayanda iki misli ecir vardır.

Servete şükürde ise: Yoksul olanın yok olan bir şey için sabretmesi kolaydır. Zengin olanın serveti, ihtiyacından fazla ise nimettir, şükrünün ödenmesi gerekir. Bu şükür, servetin fazlasını isyanda kullanmayıp, hayır ve hasenatta kullanmaktır. İsyana sarf etmemesi sabırdır. Burada şükür üstündür. Çünkü içinde sabır da vardır. Böylece sabreden yoksul, cimri olup servetini mübahlarda harcayan(isyanda harcamayan) zengine göre daha makbuldür. Ama servetini hayır ve hasenatta harcayan böylece hem şükreden, hem de isyanda harcamadığı için sabretmiş olan zenginden daha makbul değildir.

Özetle, sabrın kalbdeki acısı büyüktür ve fakirlikte hep acı vardır. Zengin malını dağıtsa bile, vaktiyle zengin olması sebebiyle, bir itibarı vardır. Genel bakış ile bakıldığında, sabreden fakir, şükreden zenginden makbul olur. Şükreden zengin, zaruretin dışında kendine bir şey bırakmaz, her şeyi dağıtır, bunu Allah için yapar, karşılığında hiçbir şey beklemez, hattâ Allah’tan bile beklemez ve bunu unutursa; gerçekten unutursa işte bu şükreden zengin, sabreden fakirden üstündür.

Nimetin Belaya Üstünlüğü

NİMETİN BELÂYA ÜSTÜNLÜĞÜ:

Allah’dan belâ istenmez. Başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere, bütün peygamberler:

“Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver” (Bakara/201) diye dua etmişlerdir.

“Allah’dan afiyet isteyin. Zira yakîn hariç, hiç kimseye afiyetten üstün bir şey verilmemiştir”                İbn-i Mâce

Afiyet bedenin, yakîn ise kalbin selâmetidir. Yakîn ile şek, şüphe ve cehalet yok olur. Nimete şükür, belâya sabırdan daha kolaydır. Mükâfatı da ahirette hazırdır.

Yukarıda yazılanların ne önemi kaldı diye düşünülürse; belâ istemek de yüksek makamlarda olan için bir haldir. Bir kere bunu isterken, pervasızlıktan değil, o anda kaldırıp, kaldıramayacağını bilemeden, Allah’a yaklaşma sebebiyle, mest olmuş bir halin neticesi olarak ister. Sevdiğinden geleni sevme sebebiyle ister. Kahrı, lutfu bir görerek ister. Marifetullah sahibi olan kişi, belki de belâda rahat bulduğu için ister. Belki kendi haline güvenemediği için, kendini belâda Allah’a yakın hissetme sebebiyle ister. Bunlar nadir olan olaylar olup, bu kişiler de azın azıdırlar.

Kulluğun gereği, isterken güzel olanı istemek, zor olan gelince sabretmek, bunun sonucundaki faydaları göremese bile sezerek şükretmektir. Bizlere düşen pay ise, istememek ve verdiklerine ya da vermediklerine razı olmaktır.

Sabrın ve Şükrün Buluştuğu Yer

SABRIN VE ŞÜKRÜN BULUŞTUĞU YER:

Şükür, nimet için yapılır. Sabır da belâya karşı gösterilir. Nimetin zıddı belâdır. Belânın zıddı da nimettir. Nimetin olmadığı yerde, belâ vardır. Belânın olmadığı yerde de nimet vardır. Nimet ve belâ, mutlak ve değişken olarak iki kısımdır. Mutlak olan belâ, nimete dönmez. Mutlak olan nimet de belâya dönmez.

Mutlak nimet: İnsanı Allah’a ve ahiret saadetine ulaştıran nimettir. Bu iman ve güzel ahlâktır.

Mutlak belâ: Allah’dan ebedi olarak uzaklaşmaktır. Marifet sahibi olamamaktır ve küfür, isyan, kötü ahlâk sebebiyle ahiret saadetine ulaşamamaktır.

Değişken nimet: Zenginlik, sağlık, ümit, v.s., gibi şeylerdir. Zenginlik nimet olarak algılansa bile, çoğu zaman nefsin aşırılığına sebep olarak, insanın helâkine sebep olabilir. O zaman da belâya dönmüş olur. Sağlık da aynı şekildedir. Şükrü bilinmez ise nefsin fahiş isteklerine dönerek, belâya dönebilir. Ümit, Allah’ın rahmetinden fazla ümitli olmak, mekrinden emin olmaya götürür. Bu da taatlerin yapılmasını lüzumsuz görmeye sebep olarak, ahiret saadetini kazanmaya engel olur. Görülüyor ki yukarıda saydığımız nimetler, aslında belâdır. Ancak güçlü ve dünyanın etkisinde kalmayanlar için veya bunların nimet olduğunu bilerek, şükrünü yerine getirebilenler için nimettirler.

Değişken belâ: Fakirlik, hastalık, korku,v.s., gibi şeylerdir.

Bunlar da kıymeti bilinirse, nimet olabilirler. Fakirlik ve hastalık insana acziyetini hatırlattıkları için nimettir. Ayrıca sabredildikleri ve bunlarla isyan edilmediği zaman da nimet olup, ahiret saadetine vesile olurlar. Korku ise, Allah’dan korkmaya sebeb olarak, belki doğru yola girmeye vesile olabilir.

Sonuç olarak nimetin iman ve güzel ahlâk dışında olanları, nimet olduğu halde, bazı kimseler için belâ olabilir. Küfür, isyan ve kötü ahlâk dışındaki belâlar da, bazıları için nimet olabilir.

Burada söylemek istediğimiz esas bir konu vardır ki; o da belânın mutlak olmayanı, “hayrihi ve hayrihi” hükmü gibidir. Yani Allah-ü Tealâ’nın: “Sizin hayır sandıklarınızın arkasında şer; şer sandıklarınızın arkasında da hayır olabilir” buyurduğu gibi. Ariflerden bazılarının belâsız kaldıklarında, belâ istemeleri gibi. Buna ancak kudretli olanların gücü yeter.

Allah-ü Tealâ hiçbir kuluna zulmetmez ve hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez diye bilmekteyiz. O zaman yaratılmış olan her şey, belâ da dahil olmak üzere, bir nimet ve bir hikmet üzerine yaratılmıştır. Dünyada karşılaşılan her belânın her birinde şükre sebep olan beş sebep vardır:

1)   Kişi müptelâ olduğu belânın daha ağır ve kötüsünün olacağını düşünüp, şükretmelidir.

2)   Kişi karşılaştığı belâya, dünyası ile ilgili olup, dini ile ilgili olmadığı için de şükretmelidir. Şu örnekler yerindedir: Sehl Hazretlerine biri gelip, evine hırsız girdiğini ve her şeyi götürdüğünü söyleyince “Şükret. Ya kalbine şeytan girip, imanını götürseydi” der. İsa a.s. “Ya Rabbim, felâketimi dinimde yapma” demiştir. Arifin biri sokaktan geçerken başından aşağı bir leğen kül dökülünce, secdeye kapanıp, şükretmiş. Bunu görenler, sebebini sorduklarında; “Ben tepeme ateş yağacağından korkuyordum. Allah ateş yerine kül yağdırdı, nasıl şükretmem”, demiştir.

3)   Kul, başındaki belâyı, dünyada iken verilen peşin ceza olarak düşünmelidir. Eğer cezası ahirette verilseydi, ahiret azabı elbette sonu olmayan bir azab olacaktı. Hiç olmazsa dünyadaki belânın sonu vardır. Ve dünyada iken peşin cezaya çarptırılanlara, ikinci defa azab olunmaz.

Kâfirler için: “Onlara fırsat verişimiz, ancak günahı arttırmaları içindir” buyurulmuştur.          Âl-i İmran/178

“Kul bir günah işleyip de bunun karşılığında dünyada bir sıkıntı ve felâket ile karşılaştığı vakit, artık ikinci bir defa ona azab etmekten Allah-ü Tealâ daha keremlidir. Yani  bir daha ona azab etmez”           Tirmizi/ İbn-iMâce

Kul başına bir sıkıntı geldiğinde, günahlarımın kefaretidir, inşallah ahirette bu suçum sebebiyle tekrar cezalandırılmayacağım,diye düşünmelidir.

4)   Kişinin başına gelen müsibet ve felâket ezelde takdir edilmiş, İlâhi bir hükümdür. Böylece bir felâket geldiğinde, hiç olmazsa ezelde takdir edilmiş olanların birinden daha kurtulmuş olmanın şükrü yapılmalıdır.

5)   Başına gelen müsibet ve felâketten dolayı ve bunlara sabretmekle alacağı sevabın çokluğu, başlı başına şükre sebeptir.

Bütün belâlara sabretmek, imandandır. Ama bütün belâlara şükretmek, sabrın sonucudur. Bu bakımdan sabır ve şükür art arda gelen bir iman bütünüdür. İnsanlar müsibet ve felâketlerin gelmesini istemezler. Bu isteksizliğin altında, dünya sevgisinin her çeşiti yatmaktadır. Dünya sevgisi başlı başına şirktir. İnsanlar, dünyadaki rahatlarının bozulmasını istemediklerinden, müsibet ve belâdan korkarlar. Bunlar bu bakımdan nimettir. Belki de asl olan dünya sevgisi, ancak belâ nimeti ile kalpten silinecektir. Belki belâya sabır ve şükretme olur da, başka hiçbir şekilde kalpten çıkmayacak olan dünya sevgisinden uzaklaşmak mümkün olur. Arifler bir gün müsibete uğramasalar: “Rabbim bizi unuttun mu?” derler, elem duyarlar ve belâyı isterler. Marifetullah zevkini üstün makamda yaşayanlar ise, ancak belâ ve müsibet içinde nefes alırlar. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) “Dünya Mü’minin zindanı, kâfirin ise Cennetidir” buyurmuştur.

Allah-ü Tealâ “ Kullarımdan her hangi birine bedeninde, malında veya evlâdında bir müsibet verdiğim vakit, bu müsibeti sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan kurmak veya defter açmaktan hayâ ederim” buyurmuştur.                                                         Enes(r.a.)

“Serveti kaybolmayan veya vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah-ü Tealâ bir kulu sevdiği zaman onu ibtilâ eder. İbtilâ ettiği zaman da ona sabretmesini öğretir”                                            Ebû Said-el Hudrî

“Kişinin Allah katında bir derecesi olur, o dereceye bedeninde bir belâ ile mübtelâ olmadıkça ulaşamaz. Bu belâ sayesinde, o dereceye ulaşır”                          Ebû Davud

“Allah-ü Tealâ bir kuluna hayır murad ettiği vakit, onun günahının cezasını acele ile dünyada kendisine çektirir”                                                     Ahmed ve Teberani

Şükrün İlacı

ŞÜKRÜN İLÂCI:

Şükrün ilâcı, nimetlerin farkına varmaktır. Umumi ve hususi nimetleri görebilmek, farkına varmak ve bu farkına varmayı zamanında yapabilmek önemlidir. İş işten geçtikten sonra, “Rabbim beni geri gönder de, iyi amellerde bulunayım”vakti gelmeden önce, nimeti fark ederek şükrünü yapmak güzeldir.

Kişi kendinde, anlattığımız şekilde şükrü eksik bulursa, önce ilimlenmesi gerekir. Bu konuda kendi eksiklerini tesbit etmek ve destek alacağı kaynakları bilmek bakımından, ilimlenmesinde fayda büyüktür. Sonra kendinden aşağı durumda olanların halini düşünmek, onların dertlerine deva olma yolunu tutmak, şükre sebep olabilir. Hastaneleri, tımarhaneleri, ceza evlerini, kabirleri gezmek faydalıdır. İnsan, ne ölümü ne de diğer sıkıntılı belâları kendisi için hiç düşünmez. Hep başkaları için mümkün görür. Bu bakımdan başkasının derdini de tam olarak anlayamaz. Ne zaman ki meselâ kendi de komşusunun kaybına uğrar, o zaman “vah, vah” ları daha gerçek, daha hissedilen olur.

Özetle nimet elden alınmadan, ganimet bilmeli ve şükrü gerektiği şekliyle yapmalıdır.

İnsanı Şükürden Alıkoyan Sebepler

İNSANI ŞÜKÜRDEN ALIKOYAN SEBEPLER:

İnsanlar cehalet ve gafletleri sebebiyle nimeti bilemedikleri için şükrü bilemezler.Bir de şehvetin galebesi ve şeytanın kuşatması ile bilemezler.

Nimetten gaflet: İnsanlar herkese ait olan ve kendilerini de faydalandıran şeyin nimet olduğunu bilemezler. Meselâ havanın, toprağın, suyun nimet olduğunu bilmezler. Ne zaman ki havasız, susuz kalır, o zaman bilirler, şükrederler. Bu şükür cehalet ile yapılan şükürdür, bir kıymeti yoktur. Nimet elinden gitmeden nimet olduğunu bilerek yapılan şükür, şükürdür.

İnsanlar hiç değilse kendilerine ait nimet olarak gördükleri üç konuda şükretmelidirler:

Akıl: Her kes kendi aklını beğendiği ve kendini herkesten akıllı sandığı için, şükür vacip olur. Hem aklı olanın hem de olmayanın aklı ile öğünmeleri ise, aklın şerefinden dolayıdır.

Ahlâk: Yine herkes, başkalarında görüp da beğenmediği pek çok kusur, eksiklik ve kötü huyların, kendisinde olmadığını tesbit ettiğinde, o kişileri yermesi yerine kendi için şükretmelidir. Böylece kendinde olanın hakkını vermiş olur.

İlim: Herkes kendi hakkında başkalarının bilmediği özel bilgilere sahiptir. Açığa çıktığı taktirde belki de rezil olacak, başkaları tarafından yerilecektir. Kendine ait kusurları örten ve bunları sadece kendine bildiren Rabbine teşekkür etmek için şükretmelidir.

Umumi nimetlere gelince: Allah insanlara sûret, şahsiyet, ahlâk, aile, evlât, vasıf, akraba, mevki gibi lâzım olan her türlü nimeti vermiştir. Kimse bu nimetleri başkalarındakiler ile değiştirmez. O halde elindeki sahip olduklarından memnundur ve şükretmelerini gerektirir. Meselâ: Kâfir değil, Mü’mindir. Ölü değil, canlıdır. Hayvan değil, insandır. Hasta değil, sağlamdır. Kusurlu değil, kusursuzdur.

Bu nimetlerin nimet olduğundan gaflete düşmek, çoğu kez kendi durumunu başkaları ile mukayeseden olur. Bu konuda da bize Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’den tavsiyeler vardır. Bu tavsiyeleri öğrenip, ilimlenmemiz, nimetleri görmemize sebep olabilir.

“ Dünyalıkta kendisinden aşağı, dinde de kendisinden üstün olana bakan kimseyi, Allah hem sabredenlerden, hem de şükredenlerden yazar”                                  Tirmizi

“Kur’an kendisine nasip olan kimse, başkasının kendisinden daha zengin olduğunu sanırsa, Allah-ü Tealâ’nın âyetleri ile alay etmiş olur”                                              Buhari

“Zenginlik için yakîn kâfidir”                      Teberani

Nimetin Hakikati ve Bölümleri

NİMETİN HAKİKATİ VE BÖLÜMLERİ

Her iyilik, zevk, aranan her faydalı şey nimet sayılırsa da, gerçek nimet ahiret saadetine ulaştırmaya vesile olan şeylerdir. Nimetleri altı bölümde inceleyebiliriz:

1)   Dünya ve ahirette fayda veya zararlarına göre, nimetler dört bölümdür:

A)  Dünya ve ahirete faydalı olanlar: İlim ve güzel ahlâk.

B)  Dünya ve ahirete zararlı olanlar: Cehalet ve kötü huy.

C)  Dünyada kârlı, ahirette zararlı olanlar: Şehvete uymak.

D)  Dünyada zararlı, ahirette faydalı olanlar: Şehvetini kırmak, nefsin her türlü hevasına uymamak.

2)   Mal, evlâd, akraba, mevki gibi dünyalık sebeplerin, hayır ve şer olanlarının birbirine karışmış olması:

A)  Kârı zararından çok olanlar: Yukarıda sayılan dünyalıkların yetecek sayıda oluşudur.

B)  Zararı kârından çok olanlar: Zaruri ihtiyaçtan fazla olan ve fazla olduğu halde, yerinde kullanılmayan durumlardır.

C)  Kârı ve zararı eşit olanlar: Şahıslara göre değişir. Nice servet sahiplerinin, varlıklarını hayırlı yollarda harcaması ile, hattâ varlığı nimet olmuş olur. Nice fakirlerin de, fakirliklerinden şikâyet etmeleri sebebiyle yoklukları ile sahip oldukları belâ olur.

3)   Hayırlı işler:

A)  Kişinin kendi için etkili olan hayırlar: Kişiyi ahiret saadetine, Cemalullaha ulaştıracak olan hayırlardır. Bunlar sebep değil gayedirler. Gerçekte hayır ve nimet bunlardır. Bu hayırlı işler ilim sahibi olmak, Allah’a itaat etmek, Allah’ı bilme yoluna girip, ilerlemek gibi şeylerdir.

B)  Başka gaye için arananlar: Altın ve gümüş gibi. Bunlar kişiyi arzularına kavuşturmada sebeplerdir. Cahillere sevimli gelir, toplarlar. Bunlara nimet bile denemez. Sadece bunlarla arzu edilen gayeye ulaşmak mümkünse, o kişi için nimet sayılabilir.

C)  Hem kendi, hem başkası için arananlar: Bunlar sıhhat ve selâmet gibi şeylerdir. Sıhhat ile hem dünyalık elde etmek kolaylaşır, hem Allah’a ulaştıracak yolda gidişte vesileler rahat yapılır. Bu da fena sayılmaz. Lakin sadece kendisi için hayır veren nimetler gibi değildir.

4)   Başka bakımdan hayırlı işlerin sınıflandırılması: Faydalı, güzel ve hoş olmaları bakımından üç vasıfla sınıflandırılırlar. Bu üç vasfı kendisinde toplayan hayır, ilim ve hikmettir. Faydalıdır, çünkü geleceğe kârı vardır. Hoştur, çünkü huzuru ve zevki duyulur. Güzeldir, çünkü her halden daha çok beğenilir. Bunun zıddı da cehalettir. Cahil, cehaletini anladığı zaman derinden sancı duyar. Fakat haset, kibir ve tembellik gibi şehvetleri ilimlenmesine mani olur. Bu iki zıt kuvvet arasında daima azâb içinde kalır.

5)   Nimetin zevk vermesi bakımından taksimi:

Aklî zevkler: Akıl sıfatı ile sıfatlanan sadece kalptir. Bu sebepten aklî zevkler diyince, kalbin aldığı zevkleri de söylemiş oluruz. Kalbin aldığı zevkleri, beş duyu anlamaz. Beş duyunun anladığı mide ve ferc şehvetini de, kalp anlamaz. Kalbin aldığı zevkler ilim ve hikmet zevkleridir. Bu zevkler, dünyada çok az ve fakat o derecede şereflidirler.

Bu zevkler şereflidir, zira hiç doyulmaz. Meselâ insan ne kadar aç olursa olsun, karnı doyduktan sonra, tekrar dönüp, yemeğe bakmaz. Cima da böyledir. Ama ilim ve hikmete hiç doyulmaz. İlmin ve aklın şerefli olmasının sebebi, bir defa korunmaya ihtiyacı yoktur. Servet ise korunmaya muhtaçtır. Biz serveti koruma çareleri ararken, ilim bizi korur. İlim, başkalarını ilmimizden istifade ettirdiğimiz ölçüde artarken, mal eksilir. Mal çalınır, mevkii geri alınır; fakat ilmimizi kimse çalamaz, elimizden alamaz. İlim sahibi daima emniyet ve huzur içindedir. Mal ve mevkii sahibi ise daima tehlike ve korku içindedir. İlimden kast edilen, elbette esas olan  Allah’ı öğrenme ilmidir. Bu ilim, derece derece giderek artan bir tarzda öğrenilir. Bildikleri ile amel edenlere, Allah bilmediklerini de öğretir. İlim ve hikmetin zevkine varamayanlar da vardır. Bu kimseler ya iç alemleri gelişmemiş olanlar; veya iç âlemleri geliştiği halde şehvetlerine uymaları sebebiyle gönülleri hasta olanlardır ki haklarında:

“Kalplerinde hastalık vardır” Bakara/ 10.âyet nazil olanlardır; ya da Batıni hayatları olmayanlardır. İlim ve hikmetten, bedenleri diri olup, kalpleri ölü olanlar zevk almazlar. Şehidlerin ise bedenleri ölü olduğu halde, kalpleri diridir, Allah katında rızıklanırlar.

İlim ve hikmetten alınan zevk sonunda eğer riyaset (baş olma) zevkinden de kurtulunursa, sıddıklar seviyesine çıkılmış olunur. Sıddıkları en son terk eden de riyaset sevgisidir. Sıddıklığın üstün makamına ulaşmış olanlar ancak kurtulurlar.

Bedeni zevkler: Üstünlük ve riyaset(baş olma) zevki gibi zevklerdir ki bu zevklerde insanlar bazı hayvanlarla ortaktırlar. Aslan, kaplan gibi bazı yırtıcı hayvanlarda da bu zevkler mevcuttur.

Mide ve Ferc şehveti: Bütün hayvanlarda bulunan zevklerdir. En çok zevk alınan nimet bunlardır. En adi zevk alma yoludur. Mide ve ferc şehvetinin taşkınlığını Salihler önleyebilir. İnsanın beşeriyeti mevcut olduğu süre içinde tamamen önlenmesi zordur.

6)   Nimetlerin toplandığı yer bakımından taksimi:

A)  Esas nimet ahiret saadetidir. Bu da özetle: Sonu gelmeyen beka, sıkıntısız neş’e, cehalete imkân vermeyen ilim, fakirleştirmeyecek kadar zenginliktir.

B)  İnsanı ahiret saadetine ulaştırması için aranan sebepler:

–      Nefsin fazileti: Özet olarak, iman, güzel ahlâk, iffet ve adalet. İman mükâşefe ilmi ile, güzel ahlâk da muamele ilmi ile öğrenilir. Bu dört kısmın beraberliği nefsin faziletinin sebepleridir. Hepsinin bahşedilmesi de en büyük nimettir.

–      Bedenin fazileti: Önem bakımından nefsin faziletine yakındır. Bedenin fazileti sağlık, kuvvet, güzellik ve uzun ömürdür. Bunlar nimetlerdir.

–      Bedenin faziletinden sonra gelen nimetler: Mal, aile, evlât, akraba. Uygun şartlarda olursa hepsi nimettir.

“İyi mal, iyi adam için ne güzeldir”                  Ahmed

“Allah’a karşı takvaya yardımcı olan mal ne güzeldir”

EbûMansurDeylemi

“Sıhhatli olarak sabahlayan, can, mal ve namusundan emin olan ve günlük nafakasını bulan kimse, bütün varlığı ile dünyaya hakim olmuş gibidir”

Tirmizi

“Saliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır”                                                                                  Müslim

 

“İnsan ölünce, amel defteri dürülür. Yalnız üç şeyden defterine amel yazılır. Bunlardan biri de Salih evlâttır”                                                                        Müslim

“Evlenirken kendinize emsal seçiniz” (denk oluş)                                                                                      Aişe

-Nefis fazileti için gerekli olan tevfik ve hidayet:

TEVFİK: Kulun iradesi ile, Allah’ın kaza ve kaderini birleştirmesidir. Bu hayra da şerre de gidebilir. Şerre giderse ilhad, hayra götürürse tevfik adını alır.

HİDAYET: Saadete ancak hidayet sayesinde erişilir. Hidayet Allah-ü Tealâ’nın inayeti ve lûtfudur.

“Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir”                                     Tâ-hâ/50

“Biz ona iki de yol gösterdik”                                Beled/10

“Semud’a gelince, biz onlara da doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler”            Fussılet/17

“Hakikat şudur ki gözler kör olmaz, ama sinelerin içindeki kalpler kör olur”                                     Hacc/46

Hidayete dönüş, hayır ve şer yolları bilmek, ayırabilmektir. Bu; Kitaplar, Peygamberler ve akıl sahiplerinin basiretleri ile bilinir. Basiretin seçemeyişi, basiret körlüğüdür. En çok alışkanlıklar, âdetler ve sahiplenme duygusu basiret körlüğü yapar. Hayır ve şer yollar basiretle bilinip, seçim yapıldıktan sonra, Allah-ü Tealâ kullarını halden hale geçirir. Bu, kulun cehd ve gayreti ile olur.

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, biz onlara elbette yollarımızı gösteririz”                       Ankebut/ 69

Bundan sonra, yani mücahedenin kemale ermesinden sonra, kul nübüvvet ve velâyet âleminde parlayan bir nur olur. Mutlak ve gerçek hidayet budur.

“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?”                                                                        En’âm/122

“Öyle ya,Allah’ın göğsünde İslâm için inşirah verdiği bir kimse ki,o, Rabbinden bir nur üzerindedir”

Zümer/22

RÜŞD: Saadet yoluna teşvik eden ve o tarafa yönelten hidayettir. Rüşd, hidayette reşid olmayı tarif eder. Hidayetten daha mükemmel bir nimettir.

“And olsun ki Biz daha evvel İbrahim’e de rüşdünü verdik ve Biz onu bilenlerdendik”                  Enbiya/ 51

TESDİD: Hidayet ve doğru yolu gösterdikten sonra, o tarafa en kısa yoldan yönelmeyi sağlayacak tahrik kuvvetinin verilmesidir.

“Hani Ben seni Ruh-ul Kudüs ile desteklemiştim”                                                                          Maide/110

“Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, sayamazsınız”                                                                             Nahl/18

İnsana pek çok nimet verilmiştir. Bunları saymakla bitiremeyiz. Ve her nimetin verilişinde bir hikmet vardır. Nimetlerin hepsi Allah-ü Tealâ’nın Fazl-ı Keremindendir. Allah umum insanlara yaşamak için ve ahireti kazanmak için çeşitli nimetler verirken, dilediğine de Zât’ına yaklaştıracak olan nimetleri verir. Bazılarını vermiş olduğu nimetleri ile oyalarken ( ki onlar oyalanmayı tercih etmişlerdir), bazılarına nimetsizlik nimeti vererek, sonsuz lûtfetmiş olur. Bu sebepten ariflerden bazıları bir nimete kavuştuklarında; “bizi nimetlerinle oyalama” diye dua ederlerdi. Her nimet, aynı zamanda yaradılışın içinde rol alan veya ahiretin ulaşılması gereken menziline vardıran nimetlerdir.

İnsanın en büyük nimeti, akıldır. Allah-ı bilmeye, hidayeti göstermeye, iyiyi-kötüyü seçmeye yarar. Akıl nimeti mülk Âlemi için yaratılmıştır. Bu akıl nimeti, insanların dünyevi kazançlarını sağlayan akıl olmayıp, ahireti kazanmak esas olmak üzere belki dünyada da yaşayabilecek, belki bu yaşantısından başkalarını da istifade ettirebilecek olan akıldır.

Sonra idrak ve anlayış nimeti gelir. Aklın gösterdiklerini, seçip, süzmek için, gösterilenleri algılamak idrak ile olur. Algılama olduktan sonra, tercihini kullanarak seçimini kararlı olarak yapmak ve kendi dışındaki olayları ve yaratılmışları anlamak, anlayış ile mümkün olur. Anlayış için, mutlaka ince yola girmeye, incelmeye yani her şeyi derin hissedebilmeye ihtiyaç vardır. İdrak ve anlayış nimeti mülk âlemi için yaratılmıştır.

İrade nimeti de en az akıl kadar önem taşır. Kulda iradeyi yaratarak, bu nimet ile Zât’ını tercih etmesi için önünü açmış olur. Kulda iradenin var olduğunu kabul edenlere göre cüz’i irade, ruhlar âleminde kullanılan ve oradaki kullanıma göre tayin edilmiş kaderin icabı olarak, burada da oradaki kullanıma uygun bir şekilde kullanılan iradedir. Bu irade nimeti emir ve mülk âlemlerine ait bir nimettir. İrade beşeriyet ile ve onun kontrolünde hâsıl oluyorsa cüz’i, beşeriyetin mahvolduğu ve iradenin Hakk’ın iradesine uygun olarak hâsıl olması söz konusu ise küllidir. Hiçbir şey O’ndan ayrı olarak düşünülemediği için, cüz’i irade de külli iradedendir. Allah-ü Tealâ kullarının hür olarak seçim yapabilmeleri için, onları kendi iradeleri ile bırakmıştır. Velev ki bu, Zât’ının iradesine uymasın…İşte bu sebepten, cüz’i irade, külli’nin içinde, onun bir parçası olarak kabul edilebilir. Fakat, cüz’i irade ile iradesini kullanan kulun emrine verilmiş, asla üzerinde baskı uygulanmayan ve kadere uygun bir biçimde kullanılan olmuştur. İrade, kulun içinde bulunduğu hale uygun olmak üzere kullanılması bakımından cüz’i; kadere uygun ve parçalanmayan bir bütünün parçası olmak bakımından da küllidir.

İnsanda yaratılan hareket ve kudret nimeti: İnsandaki kudret iradesini kullanmak ve bu iradeyi kullandıktan sonra, devamlılığını sağlamak içindir. Zayıfların hali malûmdur. Kudret Allah-ü Tealâ’nın büyük nimetlerinden olup, ahiret imanı kuvvetlendikçe artar. Zayıfların hali ise imanlarındaki zayıflıkları sebebiyledir. Allah’dan başka şeyden korkmamak, güvenmemek, sığınmamak kudreti başlatır. Ahirete mutlaka gideceğimiz inancı da kudreti kemaline getirir. İnsan iyiye ve güzele hareket edebilir. Yalnız bu hareketin devamlılığı, kudret ile mümkündür. Sırf mülk âlemi için yaratılmış nimetlerdendir. Sonucunda  ahirete fayda getirdiği gibi, dünyada da hiç bir şeye esir olmadan yaşama rahatlığını ve özgürlüğünü getirdiği için, bazılarına göre esas fayda dünyayadır.

Gıdanın insana ulaşıncaya kadar geçirdiği aşamaların her birinin nimet oluşu: Gıda, hayat için önemlidir. Hayat da Allah’ı bilmek, vasıl olmak, neticede ahireti kazanmak için önemlidir. Bu bakımdan uzun ömür tavsiye edilendir. Buna bağlı olarak da gıdanın her aşamasında ayrı nimetler vardır. Biz bu nimetlerin her birini ayrı olarak seçmek, bilmek durumunda oluruz. Belki böylece bu konunun gereği olan şükür tamam olarak yapılmış olur. Bu nimetler mülk âlemi nimetleridir.

Meleklerin yaradılış nimetleri: Bu da önemlidir. Çünkü eğer melekler olmasaydı önce vahy olmazdı. Vahyin önemi bakımından meleklerin yaradılışlarındaki nimetleri biliriz. Ayrıca kendimizde olan Kiramen Kâtibin melekleri ile, günahlarımızın yazılması tehir edilirken, sevaplarımızın yazılmasında acele edilir. Bu da ayrı bir nimettir. Söylediğimiz işe yarar her şey anında, Rabbimize onlarla ulaştırılırken, günahlarımız ve kötü sözlerimiz için bizim adımıza, Allah’dan af dilenir. Melek nimetleri o kadar çoktur ki, her yetişen bitkinin başını, uygun bir gelişme temin edilmesi için yedi melek bekler. Yağmurun her zerresini ayrı bir melek indirir de aynı meleğe tekrar sıra gelmez. Melek nimetleri de mülk âlemine aittir. Onlar insan oğluna, yaşadıkları hayatı en uygun şartlarda yaşamaları için, Allah’a yaklaştırıcı sebeplere yaklaşmaları için, ahireti kazanacak şekilde hareket etmeleri için çok önemli kuvvetlerdir.

Allah-ü Teala’nın Sevdiği ve Sevmediği Şeylerin Ayrımı

ALLAH-Ü TEALÂ’NIN SEVDİĞİ VE SEVMEDİĞİ ŞEYLERİN AYIRIMI:

Küfrü terk etmek, şükrü yerine getirmek ancak, Allah-ü Tealânın hoşlanıp, hoşlanmadığı şeyleri tanımakla mümkündür. Bu ayırım için iki kuvvet verilmiştir. Biri kulaktır ki âyet ve hadislere dayanarak, ayırımını yapar.

Diğeri ise basirettir. Kalbin görmesi, hissetmesi, anlaması, bilmesidir. Basiret, ibret gözü ile bakmak demek olup, Allah’ın yarattığı bütün mahlukatındaki hikmeti anlamak üzere bakmak demektir. Hikmet gizli ve aşikâre olur.

Aşikâr olan: Gök yüzü ve içindekiler bir hikmet icabı yaratılmıştır. Yeryüzü ve içindekiler de hikmetle yaratılmıştır. İşte bunların yaradılış sebeplerini düşünmeli, Allah’ın kudretini görmeliyiz. İnsanların ve hayvanların azaları da başlı başına bir hikmettir. Her aza ne iş için yaratılmışsa, o iş için kullanılmalıdır. Meselâ el çalışmak için, ayak yürümek için yaratılmıştır. Meselâ eli, yaradılış hikmetinin dışında bir iş için meselâ dayak için kullanmak, nankörlük etmek demektir.

Gizli olan: Bir şey herhangi bir gaye ve hikmet için yaratılmış olduğu halde, bu gayeden ayırıp, kullanmanın doğru olmadığını bilmektir. Meselâ altın ve gümüş bir şeyin değerini ölçmek için yaratılmıştır. Biriktirmek veya altın kap ya da takı olarak kullanmak için değil. Biriktirmenin veya altın kap olarak kullanmanın kimseye faydası yoktur. Bir şeyi yaradılış maksadına uygun kullanmak şükür, aksi ise küfürdür. Gizli olan hikmet bakışı ile, meselâ sağ el ile taharet almak güzel değildir. Nimete küfür vardır. Sağ el kuvvetli yaratılmıştır, şerefli işlerde kullanılır. Sol el ise zayıf yaratılmıştır. Daha şerefsiz işlerde kullanılır. Kıbleye yönelişteki hikmet aynı şekildedir. Hayırlı ve şerefli işlere sağ taraf ile başlamak sünnettir. Meselâ; ayakkabıyı önce sağ ayak ile giymek, çıkarırken de önce soldan çıkarmak sünnettir. Sağ ayak dururken, sol ile başlamak, nankörlüktür. Sünnetlerin hepsi hikmete dayanır. Çünkü bu işler Peygamberimiz(s.a.v.)’den sadır olmuştur. Bu mevzular fakihler için mekruhsa da, arifler için haram gibidir. Bir arif, ayakkabısını yanlışlıkla soldan giydiği için, sadaka dağıtmıştır. Bunlar Enbiya ve Evliya için, kulu Allah’dan uzaklaştıran sebeplerdir.

Böylece, hikmete uygun ve hikmeti gayesine ulaştıran her şey şükür olmuş olur.

Özetlersek: Allah hikmetini tamamlamada kulunu kullanır. Kullar arasında en çok şükreden, Allah’a en yakın olandır.

“Her kime hikmet verilirse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir”                                                         Bakara /269