Kategori arşivi: 06.Bölüm

Altıncı Bölüm

Altıncı Bölüm:

SON YAPRAK  

Sonbahar geliyor. Bahçelerde yaprak sarının tonlarında. Bilmem kaç ton sarı… bu renk cümbüşünü gün be gün izlemek için, gidişlerimde genelde yürüyorum. Böylece Sonbahar’ın serinliğini hissederek, kokusunu içime çekerek yaşamın tadına varıyorum. Yaşamayı çok seviyorum…

Erenköy’deki yatağımdan pencerenin dışındaki ağacı seyrediyorum. Üzerindeki sararan yapraklar her gün azalmakta. Aniden O. Henry’nin “son yaprak” adlı hikâyesini hatırlıyorum. Çocukluktan gençliğe geçtiğim sıralarda okumuş ve çok etkilenmiştim. Hikâye şöyle gelişiyordu: yatağa mahkum bir kız, penceresinden dışarıyı izliyormuş. Pencerenin önündeki ağacın üzerindeki yapraklar her gün düşüyor ve eksiliyormuş. Hasta kız ablasına “bu yaprakların hepsi düştüğünde, galiba ben de öleceğim” diyormuş. Abla üzüntüsünü komşusu olan bir ressama söylemiş. Ve bir gece o ressam aynı yapraklara benzeyen birkaç yaprak yapıp, boyamış ve ağaca yapıştırmış. Günler geçmiş, yapraklar düşmüş. Ama o boyanmış olan bir iki yaprak düşmemiş. Hasta kız yapraklar düşmeyince ümidini kazanmış ve iyileşmiş. Kış geldiğinde yapraklar hala yerinde imiş… O güzel insanı düşünüyorum, ressamı… Nasıl bir hayata önem vermiş, ve bir insanı kurtarmaya vesile olmuştu? Bu aslında bir hikâye idi ama, biliyordum ki her hikâyede gerçek bir taraf vardı. İşte güzel olan her şey verdiğimiz önem ile mânalanıyor, renkleniyordu. İnsan olmanın vazgeçilmez güzelliği bu olmalıydı…

İşte ben de bu yaprakların hepsi düştüğünde, ben de farklanacağım diye ümitleniyordum.

DİN GÜZEL AHLÂKTIR: 

Bu arada bazen kendimi tam yakışmazlığın ortasında buluyorum. Meselâ, öyle özel olduğumu sanıyorum ki Bakî Efendi sadece benim için yaratılmış gibi aldanıyorum. Daha ne yapsın, diye düşünüyorum aklı selime kavuştuğumda. Hem dünyada, hem de ahirette elimizden tutmuştu ya, daha ne yapsın dı? Kendimle mücadelenin işte bu boyutlarını yaşıyorum. Meselâ; kendimi Hz. Mevlâna için de özel görüyorum. Yani kısaca sanki dünya ben merkezli dönüyordu…Sonra Ihlamur’a dükkâna gittiğimde, benim bereketimle müşteriler artıyor gibi. Aslında gibi değil, bayağı inanıyorum. Ağzımdan çıkan her şeyi “Allah söyletti” olarak alıyorum. Ama başkalarınınkini böyle duymuyorum. Sadece benimkini Allah söyletiyor, şeklinde inanıyorum. Kalpten böyle düşünüyorum.

Bakî Efendi anlatıyor. “Tevhid-i ef’al esastır. Yani bütün işlerde Yaradan’ı görmek… Bu, başlangıçta kendinden çıkan işleri Allah yaptırdı şeklinde olur. Daha sonra kendinin dışındakilerden çıkanların da Allah tarafından yaptırıldığı kalbe yerleşir. Tevhid-i ef’al, bütün işlerin tek olanda toplanması demektir. Yani Allah’ın fiil tecelliyatının her yaradılmış olanda görülmesi demektir”. Oh! Çok şükürler olsun, biraz rahatlıyorum. Demek yolun gidişatı böyleymiş. Şimdi sıra diğer insanlardan oluşan işleri de “Allah yaptırdı” fikrini önce benimsemek, sonra da kalben hissetmek. İlk noktada oyalanmamalıyım. Devam ediyor; “Sana yaptıran Allah da, öbürüne yaptıran kim? Başka bir güç mü var? İlâhlarımızı teke indirmeliyiz. Yoksa, bizler Allah’ı bırakıp ta başka İlâhlar mı edineceğiz?”. Gümbür… Başımdan aşağı dünya yuvarlandı. Rezil oldum. Sanki bana söyleniyor. Gözlerimin içine bakarak… Nefsimin yenilgisi, ruhumun zaferine karışıyor. Nefsimle başım çok dertte, hem de çook… Bir konuda ayılıyorum, başka oyununda yine gaflet… Ben böyle mi gideceğim? Yoksa gidemeyecek miyim? Cevap geliyor: “Levm eden nefis, yani kendini eleştiren nefis böyle iner, çıkar. İndiğinde en aşağılarda, süfli yerlerde dolaşır. Çıktığında da ulvî yerlere uzanır. Mülhimede olan nefiste ilhamlar kalpten doğmaya başlar. Bu nefis kıymetli bir makamdadır. Fakat iniş, çıkışları son bulmamıştır. Bu sebeple kendimizi, nefsimizin muhasebesini insaf ile yapmalıyız. Aldanmaya açık olan insanın kendisidir. Asla aldanmamalıyız. Hem aldanmamalıyız, hem de aldatmamalıyız”. “İnsanların önemli bir kısmı levvame nefis ile yaşar ve hayatını bu aldanışlar ile bitirir. Ben size daha ötesinden haber veriyorum. İnsan iman etti diye, hemen imanı kemal bulmaz. İmanın hakikatinde aldanmamak vardır. Biraz namaz kılmakla, oruç tutmakla, hac görevini yapmakla, yasaklardan uzak durmakla bir şey oldum zannedilmemelidir. Bunlar aslında her insanın esas olarak yapması gerekenlerdir. Aslolan ahlâktır. Siz (din güzel ahlâktır) hadisini duymadınız mı? Bu hadiste, din namazdır, oruçtur denilmiyor. Güzel ahlâk ta Peygamberimiz(s.a.v.)’in ahlâkıdır ki örnek almak yani sünneti yaşamak gerekir”.

Kalbim doldu yine. Umutluyum. Olacak, yavaş da olsa olacak… Kuran’dan hatırlıyorum: “Kulum farzlarla bana yaklaşır” ve yine: “Kulum nafilelerle yaklaşır”. Bu iki mânayı hatırlayınca soruyorum. Cevap aydınlatıcı: “Elbette ilk adım farzlardır. Sonra da nafile ibadetler gelir ki bunlar sünnetlerdir. Sünnete uymak, Peygamber(s.a.v.)’in hayatını yaşamaya, taklid etmeye çalışmaktır. Bir Kudsî hadis’te şöyle buyruluyor: (Kulum nafilelerle bana o kadar yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. O kulum benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür). İşte nafilelerin hepsini yapmakla o kulda Hak zuhur eder. Tabii ki kolay değildir. Eee, ama ne yapalım ki Allah, pahası yüksek olandır. Kalpte başka şeylerle birlikte isen kalbe nazar etmez. İnsan aslında Hakk’ın bir gölgesi gibidir. Ayette belirtildiği gibi insanı yeryüzünde halifesi kılmıştır. İnsana verilen önem bu. Lâkin bu halifelik, padişahların Mekke’den getirdiği halifelik değildir. O sembolik bir şeydir. Esas halifelik, insan-ı kâmil olduktan sonra olur. Yani (Hiçbir şeyde insanda olduğu kadar zahir olmadım) Hadisinde söylenen gibi… İnsan Allah’ın Zıl’lıdır. Yani gölgesidir. Bu gölge varlık, olgun ve kâmil kişi olduğu zaman gölge kaybolur, halifelik başlar”. Soruyorum yavaşça “Efendim, halife tek mi olur, yoksa daha fazla mı?”. Kükrüyor “Elbette tek olur, Allah tek değil midir?”.

BENDE BİR BEN VARDIR BENDEN İÇERİ…     

İnsanın kemalâtı, kendi içindeki yolculuğunu tamamlaması ve kendine yaklaşması ile mümkün oluyor demek ki… Nihayet kendinde bulduğun da aradığın olmuyor mu?

“Bende bir ben vardır benden içeri” dizeleri ile Yunus Emre bunu ifade etmiyor mu? Koca Yunus özetleyivermiş. İnsanın bütün meselesi de ayrı düşmek oluyor. Yaradan’ından ya da kendinden uzakta olmak…

Mevlâna Mesnevisi’ne ;

“Dinle neyden kim hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede” diye başlıyordu. Bu ayrılık neye ses vermişti. Sesi ayrılığın sesi idi. Tabii bu sesi verebilmek için de içinin tamamen boşalmış olması gerekiyordu… İçi Hak ile dolunca da verdiği ses hikmet oluyordu. Hadisler gibi…

YAKÎNİN UZAKLIĞININ ACISI       

Artık en azından bende olgunlaşmanın henüz olmadığını bilerek kışa giriyorum. Kış dışarıda, kış içimde, kış iliklerimde… Uzaklığın kışını biliyorum. Yakınlığın kavuran yakışından henüz haberim yok. Hangisi daha iyi kaldırılabilir, bilmiyorum. “Benim Allah ile öyle bir yakınlığım olur ki oraya ne bir mukarrebin melek, ne de bir mürsel peygamber giremez” hadisini hissetmeye başlıyor gibiyim. Sadece hissediyor gibiyim. Tam anlamak henüz mümkün değil. Kulu ile arasını öyle özel tutmuş ki oraya başkaları için giriş yok… Kul ile Allah arasına kimse giremez sözü buradan kaynaklanmış olmalı, diyorum. “Biz insana şah damarından daha yakınız” ayetindeki ifade yerini buluyor. Bana benden yakın olan Rabbim! Ben kendimi benden uzaklara götürmüşken, sen bana benim verdiğim önemden çok daha fazlasını vererek, benim yakınımda benim gelmemi bekliyorsun. Birkaç perde sonra belki ya da ebediyen uzaklarda. Senin yakınlığından haberliyim. Lâkin kendimde bulamadım, örtülüyüm. İlmen biliyorum, ama yaşayamıyorum. Yaşayabilirsem, seni yakınımda veya beni senin yakınında müşahede edebileceğim… Senin gözünle nasıl görülür, senin kulağınla nasıl işitilir, henüz süt emen bebek gibiyim. Bu konulara bilgi olarak aşina, yaşayarak değil… Yakîn uzaklardan selâm veriyor. Selâm sana ey yakîn. Selâm sana ey yakîni yaklaştıracak olan binlerce sebep…

ON YEDİ ARALIK (ŞEB-İ ARUS)

Kendime söz vermiştim, Mevlâna çağırdı. Konya’dayım. Bu defa dostlarımla geldik. Önce ziyaretimizi yaptık. Sonra Konya’daki küçük dostum Miyase’ye gittik. Hediyelerini verdik. Çaylarını içtik. Kalabalık olmamız iyi sebep oldu, bir otele yerleştik. Zahmet vermek üzüyordu beni. Bu sebepten iyi oldu. Otelimizde odalarımız üst katta ve cadde üzerinde. Hazret’in kubbesini görüyoruz. Kar atıştırıyor. Henüz Aralık Ayındayız. Konya kışı yaşıyor. Akşam Şeb-i Arus törenine gideceğiz. Çok heyecanlıyım. Şimdiden düğün gecesine yöneldim. Konya o sene Mevlânasız kalıyor. Ben tarihin içinde sanki o günleri yaşıyorum. Düğün gecesi, öldüğü gece. Büyüklük, ölümü ayrılıktan kurtulmak ve sevgiliye kavuşmak için iyi bir sebep gördüğünden, ölüm gecesine, düğün gecesi dedirtiyor. Lâkin o sıralarda Konya’da o zamana kadar rastlanmamış şekilde depremler oluyor. Hz.Mevlâna’nın Hakk’a kavuşması ile depremler duruyor. Ne hikmet vardır kim bilir?

Otelin penceresinden dışarıyı seyrederken, bu düşünceler içindeyim. Dostlarım çarşıyı dolaşmak istediler. Ben katılmadım. “Hazret’e geldik, çarşıda ne işimiz var?” dedim. Onlar biraz kendi hallerinden mahcup olarak gittiler. Yine hodbinlik yapmıştım. Benim yolumu açmaya sebep olan bu insanlara bir şey öğretmeye kalkmıştım. Koşmak, arkalarından yetişmek, ve hiç te önemi kalmamış olan kendi koyduğum asil ilkemi çiğnemek istedim. Ama onlar çoktan gitmişlerdi. Ben ne zaman insan olacaktım? Ne kadar zordu ya! Rab! Şimdi Mevlâna benden çok mu hoşnut idi? Hiçbir şey kazanmamış, hatta yine kayba uğramıştım. Onların bu masum arzularını sanki bir farzı çiğniyorlarmış gibi yorumlamıştım. İnsan olmak incenin incesi bir şey… Bu incelik de zor kazanılıyor. Perişan oldum. Ne kıldığım namazdan, ne de çok arzu ettiğim ziyaretten bir neşe kalmamıştı. Odamdan çıkıp, dostlarımın odasının önünde beklemeye başladım. Çarşıdan döndüklerinde özür dileyecek, gerekirse ayaklarına kapanacaktım. Önümüzdeki akşam şimdiden zehir zemberek… Otel koridorunda ağlayarak bekliyorum. Bir daha asla olmayacak, diye kendime binlerce söz vererek…

Nihayet geldiler. Beni böyle görünce şaşırdılar. O zaman ben de belki de daha önce böylesi kabalıkları ne kadar yapmıştım da farkına varmadığım için bu hale girmemiştim, diye düşünüyorum. Daha kötü oluyorum. Elimi kolumu sallayarak, kabalıklarımla dolaşmışım da bu güzel insanlar bir kere bile yüzüme vurmamışlar… Özür diliyorum, fakat takatim kalmadı. Onlar ise “Bu kadar üzülme, hepimiz hata yaparız. Biliyorsun kul vara vara sultan olur” diyorlar. Ben de “Kul başını vura vura sultan olur belki” diyorum. Küçülmüşlüğün acısı, büyüklenmeme engel oluyor. İçim buruk, kalbim kendime küskün, ağzımda zehir tadı, midem yanıyor. İlâç alıp, uzanıyorum, biraz sonra uyku… Eğer uyuyamasam ne yapardım, bilmem. Uyku bana tam bir rahmet. Orada bir şeyleri atabiliyorum.

Âyin-i Şerif’in ve Semâ’ın yapılacağı yerde, bir ay önceden aldırdığımız biletler ile ön sıralardayız. Ben gündüzki kırılmışlığı halâ üzerimde taşıyorum.

Önce, Ahmet Özhan Şefliğinde Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğundan Tasavvuf Musikisi örnekleri dinliyoruz. Ben zaten yaralıyım, gündüzden. Duygularım coşuyor. O anda farklı bir hal yaşıyorum. Oturduğumuz ve sazendelerin oturduğu bölümün üzerindeki tavan açılıyor. Gök yüzü yıldızları ile üzerimizde. Ahmet Özhan sahnede bir ilâhi okuyor. O anda yanına rahmetli Muzaffer Hoca giriyor. Elinde bir tac var. Uzanarak Ahmet Özhan’ın başına koyuyor. Ahmet Özhan bu hali müşahede ediyor mu bilemiyorum. Yalnız o anda duygulandığını ve eski yılları hatırlayarak, bu salona veda edeceğini, artık seneye yeni salonda sanatlarını icra edeceğini söylüyorken, ben kendime geliyorum. Coşkulu bir müşahede anı yaşanıyor. Bütün salonda alkış, tezahürat…

Ara veriliyor, sonra Mevlevi Âyin-i Şerifi ve nihayet semâ’…Bu gece sevgiliye kavuşma gecesi. “Ne olur bizi de sana kavuştur”. Belki çok şey istiyorum ama sadece bu istek için yaşadığımı fark ediyorum. Ümidim burada yoğun… “…siz onları görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görseydi deli derlerdi…” Bu hadis her şeyi anlatıyor zaten. Dünya ehlinin dünyayı kafasına takması ile, Allah ehlinin kafasını bu noktaya takması, her birinin diğeri hakkında “deli” hükmünü getiriyor. Ben Allah ehli olayım da deliliğe çoktan razıyım… Burada deliliğin, karşındakinin hoşlandıklarından hoşlanmamak sebebiyle yakıştırıldığının farkındayım.

Gece otele dönerken, hepimiz suskun. Her birimiz orada vardığı lezzeti içinde saklamak istiyor. Belki sonra konuşacağız, ama şimdi susma vakti. Semâ’ın bize verdikleri ile içimizde yolculuk ve muhasebe… Bazılarının semâ’ın caiz olup olmaması hakkında, hatta Hazret hakkında ileri geri konuşmalarını hatırlıyorum. O zaman o kişilerin içlerine dönemediklerini ve bu sebepten dışarıdan baktıklarını, görüşleri yetersiz olduğundan dolayı da böyle algıladıklarını düşünüyorum. İçine dönememek bir acı ki her işi kışrında değerlendirmeye sevk ediyor. Yine binlerce şükür, diyorum. İçimizden haberdar ettiğin için ve içimize doğruyu ilham ettiğin için, sana binlerce şükür, binlerce teşekkür…

Konya’yı karlar altında bırakarak ayrılıyoruz. Gidişimizden üzüldü belki de… Düğün gecesinde beyaz gelinliğine bürünerek, düğünü anlattı bizlere… Mevlâna Hazretleri’ne veda ederken, içimde bir acı duyuyorum. Sanki uzun bir süre buraya gelemeyecekmişim gibi hissediyorum. Dostlarım daha hoş haldeler. Onlar hazımlı. “Getirirlerse ne alâ. Getirmezlerse ne alâ” diyorlar. Vay canına, hiç böyle düşünmemiştim. Sanki hayırsız gibi görünenlerde, Allah yaptırdı demek kolaydı da hayırlı olanların kendi muradımıza uygun olmasını istemek doğal gibiydi. Şimdi hac yapmak farz olduğu halde, yaptırırsa yaptıracak, yaptırmazsa yandıracak, diye düşünüyorum. Hadis’te söylendiği gibi ölü yıkayan kişinin elindeki ölü gibi olmaya mı başlıyorum? .

KAHRI DA HOŞ, LÛTFU DA…    

Bu fikir beni “Kahrı da hoş, lûtfu da hoş” kavramını anlamaya götürüyor. Otobüsteyiz. Herkes kendi kendine. Veya kendi kendinde. O’ndan gelen her şeye nasıl razı olunur, diye düşünüyorum. Belki razı olmaya çalışılır. Belki de razı olmanın başlangıcı böyledir. Kahra hoş demek acıyı sevmek gibi bir şey. Lûtfu da hoş demek zor. İnsan lûtfa uğradığında, lûtfedeni unutur da kendinden bilirse, lûtfu da hoş demiş olmaz. Lûtfettiğini zannetmiş olur. Lûtfu da hoş demek ise, kendindeki bütün güzel,iyi,hoş olan şeyleri sahibinden bilmektir. Onun için lûtfun sahibini göremeyince lûtfu da hoş denemez. Kahrın hoş oluşuna gelince, insan öylesine mahfiyete uğrayıp, öyle fenaya erecek ki ortada kendisinden bir şey, bir eser kalmayacak; işte o zaman da ne kahır ne de hoşa gitmeyen her hangi bir şey kendisine değmeyecek. Bunu söyleyenin samimiyetine inandığım için çok büyük görüyorum…

Ankara üzerinden gidiyoruz. Orada da kar var. Konya ile Ankara aşağı yukarı aynı mevsim koşullarında gibi. Ankara’da Hacı Bayram Veli, Konya’da Hazreti Mevlâna… Her belde nurun bölüşülmüşlüğünü yansıtıyor. İnsanlar için, onların hatırına şenlendirmişler. Bazılarını Alevi kardeşlerimizin sahiplenmesine şaşıyorum. O’nlar ayırım yapmamışlar ki… Her kim olursa olsun “gel” demişler. Ayırımcılık küçüklere mahsus. Yetersizlik, tarafsızlığı engelliyor. Küçüklük de büyüklüğü engelliyor. O’nlar hepimizin, bizler de Onlara aitiz. Onlardan olmak, onları kendine sahiplenmekle değil, O büyük insanların yolundan gitmekle mümkün elbette. İmam-ı Ali’nin de bütün Müslümanlar için ilim kapısı olduğunu düşünüyorum. Müslüman olan herkes nefsini bilme ilminde Hz.Ali’den yardım alacaktır. Hz.Ali’nin çok yerinde bir ifadesini hatırlıyorum. “Benim yüzümden iki gurup Müslüman helâk olacaklardır. Bir kısmı beni yeterince sevmeyi bilemeyenler, diğeri de sevgide aşırı gidenler”. Ehl-i Beyt sevgisi ve hassasiyeti olmadan, İmam-ı Ali’yi idrak edebildiğimiz kadar anlamadan, gidiş zor. Ama O’nu İsa A.S. a yapıldığı gibi bir konuma yerleştirmek de gidişi kapıyor. Rabbim bize orta yolu (Sırat-ı Müstakim’i) nasip etsin, diye dua ediyorum.

İnsanlar bozulmaya ve bozmaya meraklı. Kendilerine gönderilen Peygamberleri kaçı anlaya bilmiş? Hallac-ı Mansur’a, Muhiddin ibn-i Arabi’ye yapılan onca eziyet… Daha nice Allah dostuna Allah adına yapılanlar… İnsanlık âlemini anlamakta zorlanıyorum…

İstanbul’da kar yok. Yağmur bile yağmıyor. Biraz soğumuş. Bu defa Harem’de iniyorum. Doğru Erenköy… Bakî Efendi’nin kapısındayım. Bu sefer tereddütlüyüm. Kabahatim vardır, diyorum kendi kendime… Saliha Annemiz’e Konya’dan getirdiğim gül ağacı tesbihi hediye ediyorum. Bakî Efendi’ye de yumuşak bir çift yün çorap. O gece Konya’da geçen her şeyi anlatıyorum. Yemekten sonra misafirler geliyor. Ben kendi köşemde, dinlemedeyim… “Bir gün bir mürşit, arkadaşı bir mürşide mektup yazmış. Kendilerinde talebe kalmadığını, mümkünse oralardan bir talebe yollamasını rica etmiş. Arkadaşından gelen haber şöyle: (ben etrafta talebe bulamadım, ama mürşit istersen göndereyim)”. Kıpkırmızı oluyorum. Tam benim halime cevaptı. Konya’da arkadaşlarıma yaptığım kabalığı es geçmiştim, anlatmamıştım. Ama biliyordu. Tam da o konuyu anlatıyordu. Biraz bir şeyler yaşayanın, öğrenmeyi yeterli görüp, öğretmeye hevesli oluşunu daha iyi anlatmak mümkün müydü? . Ben alacağımı almıştım. O günkü konu yeniden canlandı, unutmuş gibiydim, gömmüşüm. Rezil oldum, ama rezil olmadan da olmuyordu. Artık biliyordum ki bu hataya bilerek dönmem nerdeyse imkânsızdı.