Kategori arşivi: Uncategorized

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret:

Cenazelerde hatırlatma ve gaflette olanları uyarma vardır. Gaflette olanlar kendilerinin öleceklerini hiç düşünmezler veya bunun çok sonra olacağını sanırlar. Ölüm bir öğüttür. Sonraya kalanlar kendisinin öleceğini düşünmez. Sanki kendi hiç ölmeyecek, tabuta konmayacak, toprağa girmeyecektir. Bunu böyle düşünmenin sebebi, isyan ile kalbin örtülmüş ve katılaşmış olmasıdır. Kişi cenazede, cenaze için hüsnü zanda bulunmalıdır. Kendi için de ölümünü düşünüp, üzülmelidir.

Resûl-i Ekrem(s.a.v.): “İnsanların en zahiti, kabri ve kabirde çürümeyi unutmayan, dünyanın fuzuli zinetlerini terk eden, bâkiyi fani üzerine tercih eden, yarınını düşünmeyen ve kendini ölülerden sayandır” buyurur.

Ölümü hatırlamak ve ibret almak için, kabristan ziyareti müstehabdır. Hz. Peygamber(s.a.v.) önce mezar ziyaretinden men etmiş, fakat sonra müsaade etmiştir.

“Ölülerinizi ziyaret edin ve onlara selâm verin. Zira sizin için onlardan ders almak vardır”       İbn ebi’d-Dünya

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip olur”

“Adamınız öldüğü vakit, onu bırakın ve aleyhinde konuşmayın”                                                     Ebû Davud

“Ölülerinizi ancak iyilikle yad ediniz. Şayet onlar Cennetlik ise, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik iseler, zaten bulundukları hal kendilerine yeter”                                                            İbn Ebi’d-Dünya

“ Bir adam ölür ve Allah-ü Tealâ onun kötü bir kimse olduğunu bildiği halde, cemaat iyiliğine şehadet ederse; Allah-ü Tealâ: (Ey meleklerim, şahid olun. Ben kullarımın, bu kulum hakkındaki şahadetlerini kabul ederim ve onun hakkında kendi bildiklerimden vazgeçerim)buyurur”.                                                           Ahmed

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri:

Hepsi de son anlarında, dünyaya kapılıp gitmenin boşuna olduğunu anlatmışlardır. Allah-ü Tealâ’dan başka hiçbir şeye güvenilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Harun Reşid, ölümü sırasında: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp, mahvoldu” Hakka suresi 28-29. âyetlerini okumuştur.

Halife Mu’tasım da 44 yaşında ölürken; “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim, hiçbir şey yapmazdım” demiştir.

Selman-ı Farisi: “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem’in (Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın) dediğini hatırlıyorum ve bunun için ağlıyorum” demiştir. Halbuki, vefatından sonra Hz.Selman’ın bıraktığı serveti 10 dirhem kadardı.

Bilâl-i Habeşi: “ Ne mutlu bize ki, dostlarımız Hz. Muhammed(s.a.v.) ve dostlarına kavuşacağız” demiştir.

Amir b. Abdülkays: “Ağlamamın sebebi boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir” demiştir.

Fudayl da ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca da: “ Ah uzun yolculuk ve ah az azık” demiştir.

Can Çekişme ve Şiddeti, Ölüm Anı

Can çekişme ve şiddeti, ölüm anı:

Ölüm acısının şiddeti, ancak çekenler tarafından bilinir. Ölüm acısını tatmayanlar ancak başkalarının ölüm anında çektiklerini görerek, bu acıyı anlamaya çalışırlar. Acıyı duyan ruhtur. Ruh bedenin her tarafına yayılmıştır ve beden ile sıkı münasebet halindedir. Dolayısıyla bedendeki her acı, ruha sirayet eder.

Ölüm acısında birinci zorluk, canın çekilmesi, çıkmasıdır.Can çıkması, doğrudan ruhu ilgilendiren bir acıdır. Zira bedende bulunan her damar, sinir, adale ve mafsalın, hatta her kılın ucundan çekilip, çıkarılan ruhtur. Bu sebeple acının miktarından sorulmaz. Kılıç yarasından, testere ile biçilmekten, makasla doğranmaktan da ağırdır, denmiştir. Ruh çekilirken, acı ve sancı her tarafı kaplayınca, kişinin imdat dileyecek durumu kalmaz. Akıl karışır, dil tutulur. İnlemek ve yardım dilemek için mecali kalmaz. Eğer kişinin biraz dermanı varsa, can çekilirken boğazda hışırtı, göğsünde hırıltı duyulur. Rengi, yaratıldığı toprak rengine döner, gözleri tavana dikilir, dudakları sarkar, dil ağız boşluğuna çekilir, parmaklar morarır. Yavaş yavaş bütün azalar yaşam kabiliyetini kaybetmeye başlar. Önce ayaklardan can çekilir. Sonra yavaş yavaş yükselerek, en sonunda boğaza çıkar. İşte bu anda kişi, bağlı olduğu dünyadan, evlâdından, eşinden gözünü çeker, yani manen kopar. Fakat bu anda tevbe kapısı kapanmıştır.

“Gargara etmedikçe, kulun tevbesi kabul olunur”

Tirmizi ve İbn Mâce

Bu hadiste, gargaradan murad edilen, canın çekilmesinin boğaza dayanıp, hırıltılı solunumun başlamasıdır. Bu hırıltılı solunum başlayıncaya kadar tevbe kapısı açıktır.

“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiğinde (şimdi tevbe ettim) diyenin tevbesi makbul değildir”

Nisa/ 18

     Bu âyetin tefsirinde Mücahit: (ölüm kendisine geldiğinde) kısmını, ölüm meleği kendisine göründüğünde, diye açıklamıştır.

Ölümleri sırasında, Hz.Peygamberimiz(s.a.v): “Allah’ım, Muhammed’e ölüm acısını ehvenleştir” diye dua etmişlerdir.

İnsanlar ölüm acısını cahillikleri sebebiyle bilmezler. Bu sebepten bu acı için Allah’a sığınmazlar. Çünkü henüz başlarına gelmemiştir. Halbuki nübüvvet nuru ile ve velâyet nuru ile, başlarına gelmese de, bu acıyı bilmek mümkündür. İşte bu yüzden nübüvvet nuru ile bilen Peygamberler ve velâyet nuru ile bilen veliler, ölümden çok korkmuşlardır. İsa(a.s.), ölümden öyle korkmuştur ki; ölüm korkusunun kendisini ölümden ölüme sürüklediğini ifade etmiştir.

Hz. Ali(k.v.), Resul-i Ekrem(s.a.v.)’in can çekişmesini gördükten sonra: “Artık başka birinin canının kolay çıkacağını ummam” demiştir.

Hz. Peygamber(s.a.v.): “Allah’ım, Sen ruhu sinir, damar ve parmak uçlarından alırsın. Allah’ım ölümümde bana yardımcı ol ve ölümümü kolaylaştır” diye dua ederlerdi.                                                  İbn Ebi’d-Dünya

Yine bir rivayette ölümün elem ve acısını anlatırken: “O üç yüz kılıç yarası kadardır” buyurmuşlardır.

İbn Ebi’d-Dünya

“Ölümün en ehveni, yün arasındaki pıtrak gibidir. Hiç pıtrak yünsüz çıkar mı? O çıkarıldığı vakit, onunla bir sürü yünler de çıkar”                                 İbn Ebi’d-Dünya

Bir hastanın ziyaretine gittiklerinde: “Onun çektiğini, ben bilirim. Onun her damarı ayrı ayrı ölüm acısını çekmektedir” buyurmuşlardır.                        İbn Ebi’d-Dünya

Hz.Ali(k.v.), savaşa teşvik ederken: “Şayet savaşta öldürülmezseniz, başınız yastıkta öleceksiniz. Vallahi bin kılıç yarası, benim için yatakta ölmekten daha ehvendir” derdi.

Zeyd b. Eslem’in babasından rivayetine göre: “Mü’minin ulaşamadığı bir derecesi kalırsa, ölürken can çekişmede çektiği eziyetlerle bu dereceyi alır ve böylece Cennet’teki mevkiine ulaşır. Kâfir de yaptığı iyiliğin mükâfatını henüz görmemişse, ölüm anında kolaylıkla can vererek mükâfatını görür, lâkin yine Cehennem’deki yerini alır” demiştir.

“Ani ölüm, mü’min için rahmettir, çünkü o hazırdır. Facir için üzüntüdür, çünkü o hazır değildir”

Ahmed(Hz.Aişe’den)

Hz.Ömer(r.a.), Ka’bü’l-Ahbar’a ölümden sorduğunda; “Dikenli, dallı, budaklı bir çalıyı insanın ağzından karnına soktuktan sonra; şiddetle çekip çıkarmak gibidir” demiştir.

“İnsan ölüm acı ve sancıları arasında kıvranıp, dururken, bütün azaları birbirine veda eder ve (sana selâm, bir daha kıyamete kadar buluşamayacağız) derler”

Ebû Hüdebe

Ölüm acısında ikinci zorluk; Azrail (a.s.) ile karşılaşmaktır. Günahkârın canını alırken, Azrail (a.s.)’ın girdiği surete en kuvvetli insan bile tahammül edemez. Mü’minlere ise güzel bir  surette görünür. Ayrıca kiramen kâtibin denilen iki koruyucu melek de görülür. Bu melekler de günah sahibine ve sevap sahibine hallerine uygun görünürler. Ölüm anında gözlerin sabitleştiği vakittir. Bir daha gözler hareket edemez.

Ölüm acısında üçüncü zorluk; kişinin gideceği yer hakkında bir nida duyması ve gideceği yerin gösterilmesidir.

“Sizden biriniz nereye gideceğini bilmeden ve hatta Cennet veya Cehennem’deki yerini görmeden dünyadan çıkmaz”                                                       İbn Ebi’d-Dünya

Bu hadis ile bildirildiği üzere, ölüm meleği ya: “Ey Allah’ın dostu, sana Cennet ile müjdeler olsun” diye veya: “Ey Allah’ın düşmanı, sana Cehennem ile müjde olsun” diye nida eder.

Hasan-ı Basrî: “Mü’minin rahatlığı ancak Allah-ü Tealâ’ya mülâki olacağı (ölerek, kavuşacağı) zamandır” demiştir.

Tevekkülün İlmi

Tevekkülün İlmi:

Burada ilimden kast edilen, imandır. Zira bir kişi ne kadar tevekkül etmenin faziletine dair ilmi öğrense, Kur’an ve Hadisleri ezberlese; kalben Allah’a sığınmanın gereğini yakinen hissedemiyorsa, iman edemiyor gibidir. İman Allah(c.c.)’ı bütünüyle kavrayabilmek ve bunu kalbin hiç itiraz etmeden tasdiki demektir.

Misal ile söylemek gerekirse; birisine Allah’ın her yarattığının rızkına kefil olduğunu söylesen, bunu biliyorum dese bile, bilmesine rağmen kalbi bir türlü tasdik etmez. Ve meselâ; gelecek korkuları olabilir, ilerisini teminat (garanti) altına alma telâşına girebilir. Bütün bunlar tevekkül hakkında bilgisi olduğu halde, olur. Bu bakımdan tevekkülde ilim, iman demektir. Tevekkül, tevhidin üçüncü makamında başlar. Tevhid; sebepleri değil, sebepleri yaratanı görmektir. Kişi tevekkül ederken, Rabbine itimad etmiştir de O’nu kendi hakkında vekil olarak seçmiştir. Kulun bu itimadı kalbinde bulmasının sebebi, Allah(c.c.)’ın rahmetinin genişliğine olan imanı sebebiyledir. Tevekkülün kemali, vekile itimad ve O’na tam manasıyla bağlanmakla olur. İşte bu iman, büyük bir imandır. Ve bu iman her konuda Allah-ü Tealâ’nın adaletinin eşsiz olduğunu anlamaktır. Meselâ; cahillik, fakirlik, hastalık insanların bir kısmına rahmettir. Zenginlik, sağlık, ilimlenme de bazıları için rahmettir. İşte bunların, Allah’ın hikmetinden dolayı böyle olduğunun bilinmesi gerekir.

Dünyada noksanlık olmadan, kemalin kıymeti bilinmezdi. Hayvanlar yaratılmasa insanın şerefi belli olmazdı. Bu bakımdan noksanı ve kemali yaratmak, Allah-ü Tealâ’nın cömertlik ve hikmetindendir. Bu sebeple bütün kullar en akıllı ve en ilmî anlayışa yatkın yaratılmamışlardır. Hakk’ın muradı ise, en kemal sahibi olan kulunun dahi, bütün kemaline rağmen, Rabbinin kudreti yanında ne kadar aciz olduğunu bilmesidir. Hatta kullar arasında en aciz olandan dahi daha aşağılarda olduğunu bilmesidir. Zira, kemal sahibi basiret ile, o eksik kula nâzaran pek çok şeyi bilmektedir. Bilgilenme konusunda bütün donanıma sahiptir. Ve bildikçe de ne kadar çok şeyi bilemediğini bilmektedir. Bu görüş ile; belki de noksan olanın yaratılma hikmeti, kemal sahibinin kendi acziyetini bilmesi içindir. Hakikaten kulun acziyetini bilebilmesi için, kemal sahibi olması gerekmektedir. Çünkü kulun ne kadar aciz olduğunu hissedebilmesi, ancak kemalât ile mümkündür. Bazıları bu noktaya gelmeden dilleri ile aciz olduklarını ifade etseler de, bu taklittir.

Tevekkülde ilim, imandır ve iman ise kalp ile tasdiktir demiştik. İlim kalbin onayladığı her şeydir. Eğer kalp onaylamıyor ve yalnız dil ile söyleniyorsa, bu kuru lâftır, ilim değildir. Tevekkül makamının ilmi bu bakımdan doğrudan tevhide bağlıdır. Bu ilim muamele ilmine aittir. Tevhidin hakikatini yaşamak ise, tevekkül ilminin mükâşefe kısmını hazırlar.

Kalpteki iman kuvvetlendiğinde “yakîn” adını alır. Yakîn de her konuya göre ayrıdır. Tevekkülde yakîn; “Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, Hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter” cümlesini söyleyenin kalbi de buna iman etmişse, tevekkülün aslı olan imandan söz edilmiş olur.

Tevhid Konusunda Sûfilerin Sözleri

Tevhid Konusunda Sûfilerin Sözleri:

“Tek olan Allah(c.c.), harf ve sınırlar var olmadan evvel bilinmiş ve tanınmış idi”                       Ebû Bekir Şibli

“Aziz ve Celil olan Allah’ın halk üzerine ilk farz kıldığı marifettir. Zira (Ben insi ve cini sadece ibadet etsinler diye yarattım) ayetini, İbn-i Abbas(r.a.), (tanısınlar) diye tefsir etmiştir”                                                                   Ruveym

“Hikmete itikat konusunda kulun ilk muhtaç olduğu husus; Allah’ın eseri ve mahlûkunu yaratış keyfiyeti hakkında, marifet sahibi olmasıdır”             Cüneyd-i Bağdadi

“Aklın delili vardır. Allah’ın bir ve var olduğunu, delille bulur. Hikmetin işareti vardır, rehber olur. Marifetin şehadeti vardır, vahdaniyeti temaşa etmiştir, şahitlik eder. Böylece riyadan uzak, halis taat ve ibadete tevhidin saflığı ile ulaşılır”                                                Ebû Tayyib Magribi

“Tevhid; (O’nun misli gibi bir şey yoktur. Şûrâ/11) diyerek, Allah(c.c.)’ı tek ve eşsiz bilmektir”           Cüneyd

“Tevhid yakîndir. Yakîn ise yaratılmış olanların hareket ve sükûnunu Allah’ın fiili olarak bilmektir”

                                 Cüneyd

“Tevhidde hakikate ulaşandan nasıl ve niçin soruları düşer. Çünkü Allah’ın fiil ve hikmetinden sual olmaz”

Hallac-ı Mansur

“Tevhidi yaşayanlar anlatabilir”                          Ceriri

“Mütefekkirlerin akılları, tevhid bahsinde, son hadde ulaştı mı, hayret ve dehşet mertebesine erişmiş olur”

                                                                   Cüneyd

“Tevhid konusunda beş esas vardır: Allah’dan başkasına bir şey nisbet etmemek, masivadan yüz çevirmek ve sadece Allah ile meşgul olmak,  ibadet ile iradeyi O’na hasretmek, makamları terk etmek, (Allah hakkımda hayırlı olanı yapar) bilgisini unutmak”                              Husrî

“Tevhid, hal galip olunca vasıtaları ortadan kaldırmak; sahv(ayıklık) halinde ahkâm icab edince, sebeplere dönmektir”                                                                   Faris

“Tevhid, kulun son halinin, yaratılmadan önceki ilk haline dönmesidir”                                                   Cüneyd

“Kul vecd halinde tevhidi bulur, fakat tevhidin ilmini bulamaz. Tevhid ilmi olunca da, tevhidin varlığı olmaz”

                                    Cüneyd

“Halk, Tevhid ilminin incelikleri ve tevhid hali üzerinde değil, tevhidin zahiri ve sözü üzerinde duruyor”

Cüneyd

“Tevhidin bir zerresine vâkıf olan, o kadar büyük bir yükün altına girmiştir ki,sivri sineği bile taşıyamayacak kadar, mecalsiz kalır”                                                   Şiblî

“Tevhid, beşeri arzuları silmek, nefsin uluhiyyet davasında bulunmasına engel olmak(yani nefsini ifna etmek), saf olarak Hakk’ın iradesini kalbe hakim kılmaktır”

Rüveym

“Tevhide bir sûret ve şekil veren, tevhidin kokusunu bile alamamıştır”                                                          Şibli

“Tevhid ilmini bulan ve bununla vasıflananın ilk makamı, kalbinden eşyaya ait zikir ve fikirin yok olması; Aziz ve Celil olan Allah’ın kalpte münferid olarak kalmasıdır”                                                               Ebû Said Harraz

“Tevhidin alâmeti, tevhidi unutmaktır. Bu ise, kalpte vahid olan Allah’ın kaim olmasıdır”                     İbn-i Ata

“Arif olan muvahhid (tevhid ehli), en basit hitaptan tevhidi derinlemesine alan ve anlayandır”              Cüneyd

“Hakk mevcuttur, kadîmdir, vahiddir, hikmet sahibidir, kâdirdir, alimdir, kahirdir, merhametlidir, irade sahibidir, işiticidir, kerimdir, büyüktür, mütekellimdir, görendir, güçlüdür, hayat sahibidir, bâkidir, sameddir.

O ilmi ile alim, kudreti ile kâdir, iradesi ile mürid, semi sıfatı ile işitici, basar sıfatı ile görücü, kelâm sıfatı ile konuşucu, hayat sıfatı ile diri, beka sıfatı ile bâkidir. Sıfatları, Zât’ının aynı da gayrı da değildir. Zât her yönden tektir. Eserlerinden hiç birine benzemez. Sıfatları muhayyilede tasavvur edilemez, akıl ile tahayyül edilemez. Zaman ve mekândan münezzehdir. Üzerinden zaman geçmez. Sonu ve sınırı yoktur. Hiçbir amil (etken), O’nu fiile sevk edemez. Yardımcısı yoktur. Hiçbir varlık hükmünü reddedemez. Murad ettiğini yapar. Amellerin yaratıcısı O’dur. Âlemdeki eşya ve eserlerini halk eden O’dur. Yapmak istediğini, vasıta kullanmadan yapar”                     Kuşeyrî

Korkunun Şiddetinde Selef-i Salihin,Sahabe Halleri

Korkunun Şiddetinde; Selef-i Salihin, Sahabe ve Tabiin’in Halleri:

“Keşke insan olmasaydım da senin gibi bir kuş olsaydım”
Ebû Bekir(r.a)
“Keşke ağaç olsaydık ta insan olmasaydık”
Ebû Zer ve Talha(r.a)
“Öldükten sonra tamamen yok olup, gitmeyi arzu ederdim”                                                                      Hz.Osman(r.a.)

“ Öldükten sonra tamamen unutulmuş olmayı, candan arzu ederdim”                                                           Hz. Aişe(r.a.)

Hz. Ömer(r.a.)’in Kuran’dan bir âyet duyduğu vakit bayılıp, düştüğü ve günlerce ziyaret edildiği söylenir. “Amel defterleri açılıp yayıldığı zaman” Tekvir/10. âyette düşüp, bayılmıştır.

Musa b. Mes’ud: “Biz Sevri’nin sohbetinde bulunduğumuzda, O’nun Cehennemden çekindiği durumunu görür ve sanki Cehennemin etrafımızı kuşattığını sanırdık” demiştir.

Mâlik b. Dinar: “Kâbe’yi tavaf ederken, bir seferinde küçük bir kızın, Kâbe’nin astarına yapışarak (Ya Rab, nice şehvetler var ki, zevkleri gitti, eserleri kaldı. Senin Cehennem azabından başka bir terbiye sistemin yok mu?) diyerek sabaha kadar ağladığını görünce, başımı ellerimin arasına alarak (Mâlik, helâk oldun) dedim” diyor.

Ebû Hafs: “Kırk yıldır yaptığım işlerime bakarak, Allah-ü Tealâ’nın bana dargın olduğuna kanaat getiriyorum” demiştir.

Dua-Tevbe

DUA:

Ya! Rabbim! Bizleri yer yüzüne gönderip, yine Sana dönmemizi, es-Sebur isminin icabı olarak sabırla beklemektesin. Bize de es-Sebur isminle tecelli etmeni bekliyoruz. Sabır, bize yakışan ve kapında beklemek için çok gerekli olan ahlâkımız olsun. Bize Yakîn imanını nasip et de, bu iman ile sabrımız, Sence makbul olan sabırlardan olsun. Eziyetler nedir ki, Sana yaklaşmanın yanında… belâlar da öyle… Biz Seni sevmeyi bilemediğimize sabrediyoruz. Çünkü Sen bildirmeden, bilemeyiz. Biz Seni birleyemediğimiz için sabrediyoruz. Çünkü Sen tevhide getirmezsen, gelemeyiz. Biz Seni anlayamadığımız için sabrediyoruz. Çünkü Sen yüzündeki perdeleri kaldırmazsan, anlayamayız. Biz Seni tanıyamadığımız için sabrediyoruz. Çünkü Sen zanlarımızı kaldırmazsan, tanıyamayız.

Çaresiz, şaşkın, nefsimizle dert içinde, gücümüz yetersiz, tutunacak yerimiz yok. Sen çaresizlere ümit, şaşkınlara doğruyu bildiren, nefsimizle mücadele yollarını öğreten, güçsüzlere güç veren, tutunmak isteyenlere ipini uzatansın.

Kitabında övdüğün “sabirin”e komşu et. Yarın geç olur, şu anda duamızı kabul et. Sabrımız, imanımızın kuvvetlenmesine sebep olsun. Senin için hiçbir şey yapamamanın mahcubiyeti içindeyim. Merhametinin büyüklüğüne inanıyorum. Bu merhametle Sana itaatte, ömrümün sonuna kadar sabretmeyi ve hattâ razı olmayı nasip et. Merhametlilerin en merhametlisi olan, Yüce Rabbim!