Kategori arşivi: 4.Muhabbetullah

Mektup-Muhabbetullah

Mektup

Ya, İlâhi! Bize verdiğin değerin kıymetini biliriz, İnşallah. Zira bizi sevdin de, biz de Seni sevmeyi bildik. Eğer Sen sevmeseydin, nasıl severdik? Gönüllerimizin durulmasını bekleyerek, nazar ettin. Bildin de bekledin, bekledin de nazar ettin. Sen ki, Azametli, secde edilmeye tek lâyık olan, Yüce bir Yaradan olarak; bizleri muhatap aldın. Elbette bunun hakkını acizler olarak da olsa yerine getirmeliyiz. Sana hiçbir şeyle, üzerimizdeki hakkının karşılığını veremeyiz. Sana secde az gelirdi, Sana senâ az gelirdi, Sana hamd ve şükür az gelirdi. Sana, Zâtın için hiçbir şey yapamamanın acizliği içindeyim. Fakat gözümü bu âleme açtığımdan beri, Senden başka bir şey görmedim. Bunu da yapanın Sen olduğunu bildiğim için, yine bir şey yapamamış oldum. Bu dünyanın içine değil, kenarına oturtan da Sendin. Önüme koyulan hiçbir şeyle oyalanamadım. Beni hiçbir yerde, hiçbir şeyle oyalamayan da Sendin. Sana bir şey yapamayınca, Senin için, hoşlanacağını umduğum bir şeyler yapmaya çalıştım. Yarattıklarına olan merhametini ve alâkanı bildiğim için, onlara döndüm. Yine biliyordum ki, döndüren Sendin. Onlara hizmet etmeye çalıştım. Bildirdiklerini bildirdim, verdiğin her şeyi bölüştüm. Ululuğun öylesine yok etti ki, vermenin sınırını göremedim.

Bir ömür boyu, hiç şaşmadan nasıl istedinse, öyle oldum. Ne yapmamı istedinse, onları yaptım. Lâkin hep, olanı ve yapanı yani esas kaynağı görerek. Sonunda bana, benim yapabileceğim, dayanma noktasını zorlayan, sadece aşk kapısını açık bıraktığını bildirdin. Bu kapıyı açan Sendin. Bu kapıyı, nefsine itibar etmeyene açtığını biliyorum. Süzülerek girdim, içeri girmem için bütün sebepleri yaratmıştın. Bana kalan sadece sevmek idi. Sadece yapabileceğim, bu kalmıştı. Sevindim. Sanmıştım ki orada aşkımla yaşayacağım. Fakat o kapının arkasında ahali vardı. Şimdi onlarla, Senin için, Senin hatırına beraberlik vardı. Nasıl razı olmazdım. Elime ilk defa Senin için bir şey yapmak fırsatı geçmişti. Zira o ana kadar Senin için henüz bir şey yapamadığıma samimiyetle inanıyordum. Ayrılık vardı, ama geçiciydi. Dünyada ne yaşadımsa geçici nazarı ile bakarak nasıl metanet gösterdiysem, aynı şekilde metin oldum. “Bu da geçer Ya! Hu!” dedim. Hep demiş olduğum gibi… Yalnız bir fark vardı. Dünyadaki şeyler için, geçer demek kolaydı. Ama burada büyük bir fark vardı. Buna katlanmak, sabrı da, rızayı da zorluyandı.

Şimdi alışmışlığın veya bizarlığın gölgesindeyim. Acizane, kulca yaptırdıklarını ve yaptırmadıklarını yaşayarak, yaşıyorum. Senin bildiğin gibi. İstifade var mı, bilmiyorum. Bana? Bilmiyorum. Tek bildiğim, tayin ettiğin vaktin dolmasını, tayin ettiğin işlerle beklemedeyim. Burada sabırsızlığımın rızaya dönmüş olmasına şaşmaktayım. Nasıl razı olunur?

Seni bildiğim kadarıyla, Seni bildikten sonra bildiğim tek şey, muhabbetim. Seni diğerlerine nasıl anlatayım da, onlar da ben gibi bilsin? Benim elimde kalan tek şey de bu muhabbet. Onun da sahibi Sensin, fakat benden halisane, aşıkane, sadıkane çıkan tek fiilim ile Sana yalvarıyorum. Eğer bu fiilimin bir değeri var ise, çevremde olan her kese, tanıdığım her yüze, bu yazıyı okuyanlara Yüce ve İzzetli Dergâhında yer ver. Eğer onlar Seni yeterince tanıyamadılarsa, bütün eksiklikler bu kuluna aittir. Yeterince anlatamamışımdır. Eğer nefislerine yenilip, Seni unuttularsa, bana lûtfettiğin muhabbeti dağıtamadığım içindir. Eğer gözleri açılmayıp, göremedilerse, işaretlerini belirtemediğim içindir. Eğer aşkları kendi nefislerine ise, muhabbeti arz edemediğim içindir. Sen Keremlilerin en Keremlisi, Sen Yücelerin en Yücesi, Sen mülkün ve hepimizin sahibi, Sen merhametlilerin en merhametlisi olarak affedersin. Bizler affını ummaktayız. Ve Senin affediciliğin, sevginden. Bizleri affınla, merhametinle, sevginle; muhabbetine dahil et, Ya! Rab!

Safa’ya

Safâ’ya

Artık ne sitem var sevgiliye, ne elem cana

Muhabbet şarabını iç, kana kana

Tüm sevgileri yok eder, muhabbet

Aşksız öze dönüş olmazmış elbet.

 

Ölü kalpler, yalnız aşkla  dirilmiş

Aşk her şeyin anahtarı, denilmiş

Rahman’ı anlamaya tek  ilim varmış

O da, hakiki aşkmış.

 

Aşk bir kuru dâva imiş, bâtıl elinde

Sihirli bir değnek imiş Musa elinde

Körlere göz açtırmış, İsa elinde

İki cihan yaratılmış, Muhammedî gönülde.

 

Aşk bir yolmuş, vuslat sorana

Rehber olmuş, hedefine varana

Sırlanınca sırlar sunmuş sultana

Özü bilip, girmiş asli vatana

 

Aşkı yok ise, ilim yavandır

Yavan ilim sahibine ziyandır

Kim ki yükü atıp, aşka sarıldı

İki cihanda can bulan sultandır.

 

Marifet, özü bilmeye dönük

Özü bilmek, aşkta yanmaya yenik

Aşkla yanan gönül, Hakk’a yönelik

Hakk’ı bilmek, aşk içinde eriyip.

 

Aşk iki cihanı cem eder

Ve de esareti yok eder

Kör olanın görüşünü var eder

Hakikate eriştirip, kul eder.

Sevgide İnsanların Farklı Olmalarının Sebebi

SEVGİDE İNSANLARIN FARKLI OLMALARININ SEBEBİ:

İnsanlar sevgide farklı derecelerdedirler. Bu farkın sebebi ise, yöneldikleri şeylerin farkları dolayısıyladır. Her kim neye yönelmiş ise, onunla alâkadar olur, böylece alâka kurduğu şeye karşı sevgisi başlar.

Bazıları yaratılışları icabı, “iman ettik” dedikten sonra, imanlarının gereğini yerine getirirler, amellerine devam ederler, fakat tefekkür etmezler, üzerinde durup, fikriyatlarını geliştirmezler.

Bir kısmı, varlıkların mevcudiyetlerini, yaradılış hikmetlerini düşünerek düşüncelerini genişletirler. Amellerinin yanı sıra tefekkür edip, beş duyularının kavrayışları ile, hayranlıklarını arttırırlar. Bu arada tefekkür sebebiyle sevgi bağları oluşur, hattâ zaman içinde kuvvetlenebilir.

Bir kısmı nimetler ve ihsanlar ile severler. Bu sevgi tehlikelidir, zira ihsan ve nimet azalınca sevgileri de azalır.

Bir kısmı ibadet, taat, salih amel, zikir, virdler ile çokça  meşgul olup, manevi zevklere sahip olurlar. Bu da, Allah(c.c.)’ı sevmelerine sebep olur. Fakat, bu zevkler kalp genişlemesi ile zaman içinde hissedilemez hale gelirse, korkulur ki bu kişilerin de sevgilerinde bir azalma olabilir.

En üstün sevgi, Allah(c.c.)’ın vasıflarını bilerek, bu sebeplerle kalpte hasıl olmuş olan sevgidir. Bu sevgi hiçbir şeyle azalmaz, yok olmaz. Hattâ artar. Makbul olan da bu sevgidir.

Allah-ü Tealâ’yı anlamak, bilmek zordur. Halkın anlayışı bu bakımdan kusurludur. Bunun da esas sebepleri, Allah(c.c.)’ın çok gizli  ve çok açık olmasıdır. Gizli oluşu ise açık oluşundan dolayıdır.

Kulun Allah(c.c.)’ı sevmesine muhabbet denir. Bu sevgi ileri dereceye ulaşırsa şevk denir. Şevk sevdiğini görmekle sakinler, iştiyak ise görüşmekle artar. Şevk evliyanın seçkinlerinde, iştiyak seçkinlerin de seçilmişlerinde bulunur.

Şevk  daha kuvvetli ve şiddetli olursa aşk denir. Aşk ihsandır. Muhabbet ilimlenmek ve dünya sevgisinden kurtulmak gibi çalışma ister. Aşk ise çalışma olmadan Allah(c.c.)’ın ihsanı ile olur. Aşk, Maşuk’un aşıkın kalbine akıttığı sıfattır. Aşk ile nefis tezkiyesi, ahlâk düzeltilmesi olur. Aşıklar seçilmiş ve yakın kullardır. Aşık kendini unutup, sevdiği ile meşguldür. Aşıka can korkusu ayıp ve ardır.Aşık ruh ve gönül sırlarının mahremidir. Aşık ilham ile amel eder, tarafı olmayana dönmüştür. Aşığın canına kuvvet, aşk olmuştur. Hak aşığının düşüncesi doğru ve saftır. Kalbi uyanık olup yanılma ve hatadan uzaktır. Aşığın himmeti herkesten yüksektir. Aşıkta beşeri özellikler yok olmuştur. Bir damla iken uçsuz bucaksız deniz olur. Aşığın makamı gönlün içidir. Aşığın her muradı hasıl olur, akıllı akıl ile mahcup olur. Aşığın meşrebi vahdet, mezhebi Hüda’dır. Aşkın kendisi, Hakk’ın dostlarına inayet ve hidayetidir. Aşık ölmeden önce ölmüştür. Aşık kırık olur. Gam ve üzüntüden uzak olmaz. Aşığın mezhebi yok olmaktır. Aşığın insanlarla bir işi kalmaz. Aşıkların sözleri kalplere ve akıllara hayattır.

Vecd, aşk ehlinin varlığının gitmesidir. Aşığın beşeriyetinin helâkidir.

Kulun Allah(c.c.)’ı sevmesi, Allah(c.c.)’ın o kulu sevmesi sebebiyledir. Zira sevgi büyükten küçüğe doğru yol alır… Hakk’a giden yollar çoktur, lâkin en kolay olanı aşk ve muhabbet yoludur. Bu yol ile gayretsiz olarak, ölmeden evvel ölme sırrına vasıl olunur.

Muhabbetullahın yerleştiği gönlün yedi alâmeti vardır:

1)   Ölmekten korkmaz.

2)   Dünyadan neyi severse, sevdiği için, O’nun adına sever.

3)   Gece, gündüz her an sevdiği iledir, hep O’nu anlatmak ister.

4)   Sevdiğinin dostlarına tazim eder. Hattâ mahlukata muhabbet ve şefkat ile muamele eder. Kibir, kıskançlık, keder, benlik kalmaz.

5)   Muhabbet ehli uzleti seçer, geceleri sever, uykusu uykusuzluktur.

6)   İbadet kolay, şevkli ve zevkli olur. İbadetinden gıdalanır.

7)   Hakk dostlarını kendine dost ve sevgili edinir.

Muhabbetullah sahibinin insanlarla ilişkilerinde üç özellikleri vardır ki, bunlar keramettir:

-Deniz gibi cömerttirler,

-Güneş gibi şefkatlidirler,

-Toprak gibi mütevazıdırlar.

Muhabbet âdetlerden ayrılmaktır ve kendisi öyle bir sevaptır ki, onunla bir günah zarar vermez. Muhabbet seveni, başkalarını sevmekten kör ve sağır eder. Muhabbet sevgilinin kazasına rızadır, itaattir. Gizli bir sırdır, ayan olmaz. Sahibine dünya ve ahiret isteklerini unutturur. Muhabbet tam teslimiyettir, sevdiğine tamamen meyl etmek, zahir ve batınında uymaktır. Hattâ kişide benlikten eser kalmayıp, ifna olmaktır. (sevdiğinde yok olmak). Muhabbete uğrayanın gözünde halk kaybolur. Arif ise muhabbet lezzetine, halkın eziyetlerinden zevk aldığında kavuşur. Muhabbetin yerleştiği kalbin sahibinin her türlü ihtiyacı biter, herkes ona muhtaç olur.

Sadık aşığın bedeni vahşi, kalbi arşî, tabiatı ruhani, himmeti Rabbani, siması nuranidir.  Muhabbet her hastalığın devasıdır. Muhabbet şahı bağlayan sultandır.

Muhabbet dört kısım olur:

-Esere muhabbet: En zayıf olandır ve dünya ehline aittir.

-Fiillere muhabbet: Abid ve Zahidlerin muhabbetidir.

-Sıfat ve isimlere muhabbet: Ebrarın muhabbetidir. Tam fenaya varmamıştır. Korku ve üzüntüleri devam eder.

-Zât’a muhabbet: Mukarreblerin muhabbeti olup, en kıymetlisidir. Tevhidin gereği olarak hasıl olur. Bu kullar seçkin kullardır. Vahdet deryasına dalmışlar, benlikleri yok olmuş, fenayı tamamlayıp, beka ile dirilmişlerdir. O’nun kemal sıfatları ile sıfatlanmışlardır, devamlı dereceleri artar. Allah-ü Tealâ’nın Zât’ı ile kaimdirler.

Zâti muhabbet ile sevişen sıdk ve safa ehli, ezel ve ebedde kuvvetli bir sevgi ile birbirini severler. Onlar muhakkak ki Evliyaullahtırlar. Gönülleri dergâhtır. Hak Tealâ, onlardan mahlûkatına merhamet nazarı ile bakar. Onları seven urve-i vüskaya (Allah’ın ipine) tutunmuştur. Onların rızasını alan, Mevlâsına kavuşmuştur. Allah-ü Tealâ: “Benim için, birbirini sevenlere muhabbetim vacip olmuştur” buyurmuştur.

“Sevgilinin yaptığı işler, hep sevgilidir,

Çünkü tabibin kızması, rızası gibidir”

 

“Birdir ol masdar-ı celâl ü cemal,

Bir bilir kahr-ü lûtfu ehl-i kemal”

 

“Zahit bir ayda bir günlük yol gider,

Aşık her nefesde o Şah’a erer.

Zahidler korka korka adım atar,

Aşıklar şimşek gibi havada uçar”

 

“Muhabbetten nâr olsa da nûr olur,

Muhabbetten ifrit olsa, hûr olur”

 

“Ey! Sevgili, şarabından bir kez de ben tadîm, dedim

Gözlerimden yaşlar geldi, kudretinden titredim.

O şarabın zerresinden, parçalandı yüreğim

Ya hepsini içse idim, ne olacaktı halim?”

Allah Sevgisini Kuvvetlendiren Sebepler

ALLAH SEVGİSİNİ KUVVETLENDİREN SEBEPLER:

Bütün mü’minler marifetin aslından ayrı değillerdir. Dolayısıyla hepsinde, hakiki sevgiden eser vardır. Fakat aşk derecesine yükselen kuvvetli sevgiye hasrettirler. Bunun sebebi ise dünya sevgisine düşkünlük ve ilim eksikliğidir.

Önce dünya sevgisini kalpten çıkarmak gerekir. Dünya sevgisi, Allah(c.c.) sevgisine engeldir. Bir kalpte iki sevgi olmaz. Ahzâb/4. âyette, Allah-ü Tealâ: “Allah insanın içine iki kalp koymamıştır” buyurmaktadır. Böylece kalbi Allah sevgisi ile doldurmak için, başka her şeyden temizlemek lâzımdır. Dünya ile ahiret birbirinin zıddı şeylerdir. Biri ile meşguliyet, diğerini uzaklaştırır. Dünya demek, dünyada hoş olan ve ele geçirilen her şey demektir. Bunlarla yaşanır, o bakımdan bunların hepsi hayatımıza girecektir. Ama kalbimizde yer etmemelidir. Bu durumda olan için, yani dünya sevgisini kalbinden söküp atmış olan için, dünya bir hapishanedir. Ölüm ile bu hapishaneden kurtulup, sevdiği ile buluşacaktır. Hz. Mevlâna ölümü için, düğün gecesi demiştir. İşte Allah ehlini, dünya ehlinden ayıran husus budur. Her biri diğerini akılsızlık ile itham eder.

Dünya sevgilerinin içine eş, evlât, bağ, bostan, mal, mülk, servet ve sahip olduğu veya sahip olmak istediği her şey girer. Bunların içinden hiç biri, konunun dışında değildir. Bunlara sahip olunduğunda, bir emanetçi sıfatı ile sorumluluğunu bilmek ve yerinde davranmak ayrı bir şeydir. Ama aslında gönlünde dünya sevgisi olmayan kişi, asla bunlara sahip olmamış olur. İnsanların çoğu, Allah hakkında marifete sahip olduktan, yani bilgilendikten sonra; dünya sevgisinin kötü bir şey olduğunu öğrenerek, bundan kurtulma çareleri arayanlardır. Yoksa, işin başında bunu bilenler, zaten kalplerinde böyle bir sevginin yerleşmemesi için mücadele verenlerdir.

İlimlenmek: İşte dünya sevgisinin, kişinin yol alması için en önemli engel olduğunu bilmek bile, ilimlenmek ile olur. Burada ilimden maksadımız, elbette marifet yani Allah(c.c.)’ı bilme ilmidir. Ama bu ilimden önce, ilk öğrenilecek ilim, muamele ilmidir. Muamele ilmi ile, kişi amel etmeyi öğrenir. Amel, muamele ilminin sonucudur. Salih ameller ile, kalp temizlenmeye ve parlamaya başlar. Bir yandan insan, amellerine aksatmadan devam etse bile, bu ameller ile birlikte helâke götürecek şeyleri de öğrenir. Bunlar; kibir, ucub, gıybet, hased, kin, nefret, riya gibi pek çok olan şeylerdir. Amellerini yok etmek istemiyerek, bu kötü ahlâkından kurtulmaya ve amellerini ziyan etmemeye çalışır. Bir taraftan da kalbi cilâlanmaya başlar. Eğer nasib olur da nefis ilmini öğrenirse, kendinde meğer ne kadar gizlilikler içinde kötülüklerin mevcut olduğunu fark eder. Böylece bir yandan nefsin serkeşliklerinden kurtulmaya çalışırken, diğer yandan da öğrendiklerini hayatına geçirmeye çalışarak mücahedeye devam eder. Bu arada pek çok inişler, çıkışlar olur. Her inişte kendisinden daha aşağılarda kimse yok sanarak, her çıkışta da kendisinin geldiği yere henüz kimsenin erişemediğini sanarak, yaşar. Hayatı bu olmuştur. Birgün bir de bakar ki, masiva ona uğramıyor. Tek gayesi Allah için veya Allah hakkında ya da Allah(c.c.)’ın rızasına ulaşmak olmuştur.

Merakı, Allah(c.c.)’dır. O’nu tanıdıkça daha çok tanımak ister. Kendi işlerinde ya da başkalarının işlerinde O’nun lûtuflarını, ihsanını, geniş rahmetini, kudretini, iradesini görerek; daha çok tanımak, anlamak, yakın olmak ister. Böylece isimlerini, sıfatlarını, fiillerini öğrenir. Öğrendikçe sevgisi çoğalır. Sevgisi arttıkça daha çok tanımak ister. İşte bu ilim marifet ilmidir. Artık kulca da olsa Yaradan’ını tanımaya başlamıştır. Bilir ki Allah(c.c.)’ı yine en iyi Allah bilir. Buraya kadar anlatılanlar, mükâşefe ilmi olup, marifet ilminin son kısmıdır. Mükâşefe ilminin sonu yoktur. Ama marifet ilminin son kısmı olduğu için, böyle denmiştir. Marifet ilmi hazır olunca, muhabbet oluşur. Gerçek Allah sevgisi, marifetullah ile başlar. Bundan öncekiler, Allah(c.c.)’ı sevmeyi sevmektir.

Marifetullah’ta bu merhaleye ulaşanlar iki kısımdır:

Bir kısmı, önce Allah(c.c.)’ı bilirler, sonra Allah(c.c.)’dan diğer varlıkları bilirler. Bunlar kuvvetlilerdir. Hakk’tan halka delil çekerler. Bunların sayısı azın azıdır. Makbul olan da bunlardır. Zira bu kişiler, eserin sahibine gözlerini dikmişler, bir daha da başka yere bakmamışlardır. Necm suresinde Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında: “ O’nun gözü asla şaşmadı” denmektedir. Nefislerini bilmek şöyle dursun, nefislerini kaybetmişlerdir ve farkında bile değillerdir.

Diğer kısım ise, Allah(c.c.)’a yaklaşanların, yakin olanların çoğunluğudur. Bunlar önce işleri görürler, sonra işlerin sahibini görürler. Bu kişiler zayıflardır.  Önce eserleri görürler, sonra eserin sahibini görürler. Kuran-ı Kerim’de tavsiye edilen bu yoldur. Çünkü insanlar eserlerle oyalanmayı ve esere hayran olmayı daha çok başarabilirler. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” Hadis-i Şerifi ile bilirler.

Rü’yet

RÜ’YET:

Hayaldeki anlayışı, kemale erdirmektir. Keşfin sonu budur. Dünyada yaşarken Allah(c.c.)’a ait bir marifete sahip olamayan, ahirette O’nu göremeyecektir. Başka bir deyişle, dünyada marifet zevkine varamayan, ahirette müşahede tadını alamayacaktır. Dünyada marifetten ne kadar nasip oldu ise, ahiretteki müşahedesi de bu ölçüde olacaktır. Dünya değiştirilince, perde ortadan kalkmış olacak ve marifet müşahedeye dönecektir. Rü’yet zevki, bütün zevklerin üstünde bir zevktir.

Marifetin çoğalması ile marifetin kemalinden söz edilir. Marifetin son haddine varan ölümü sever. Temiz hayat ölümden sonra başlar. Onun için yaşayış, ahiret hayatıdır.

“Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler”                                                                Ankebut/ 64

Zevklerin En Üstünü

ZEVKLERİN EN ÜSTÜNÜ:

İlmin zevki, yani marifetullah zevki en lezzetli olandır. İlmin şerefi, malum olanın şerefi ile ilgilidir. Bu bakımdan marifetullah en şerefli ve lezzetli zevktir. Allah(c.c.)’ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini, mülkündeki tedbirini bilmek en zevkli ilimdir.

Zevkler; zahiri ve Batıni olmak üzere iki kısımdır. Zahiri olanlar beş duyu ile alınan zevklerdir. Batıni olanlar ise beş duyu dışında alınan zevklerdir. Bunlar kalbin aldığı zevklerdir. İlim, keramet, başkanlık, üstünlük gibi zevklerdir. Keramet, başkanlık, üstünlük zevkleri, kemal ehline nazaran daha aşağı zevkler de olsa, batıni zevkler, zahiri zevklerden daha üstün ve kemallidir. İlim zevki, Allah(c.c.)’ı bilmek yani marifetullah zevkine ulaşırsa, kul için Allah(c.c.)’ı bilmek, Cemalullah’ı mütalâa etmek, İlâhi esrara ulaşmak, zevklerin en büyüğüdür. Bu zevke ulaşmak, halktan ayrılma ve uzlette gizlidir.

Sevgiye Layık Olan Yalnız Allah(c.c.)’dır

SEVGİYE LÂYIK OLAN YALNIZ ALLAH(c.c.)’DIR:

Kişi, kendini yaratmış olduğu için ve varlığı Yaradanının varlığı ile mümkün olduğu için, Allah(c.c.)’ı sevecektir. Fakat kendine ve Rabbine cahilliğinden dolayı sevmez. O halde biliyoruz ki, muhabbet  marifetten sonra hasıl olur. Yani Allah(c.c.) hakkında ilimlendikten sonra başlar. Marifet olmadan muhabbet olmaz. Marifet sahibi olmayan inananların “Allah(c.c.)’ı seviyoruz” demeleri, taklidi olan bir şeydir. Cennet umudu ile veya Cehennem korkusu ile, sevmesinin iyi bir şey olduğunu bilerek; yahut nimetlerin kendileri için sevinerek söylenmiş olabilir. Bu sebeple marifetin kuvveti nisbetinde, muhabbet olur. Hasan-ı Basri: “Rabbini bilen, O’nu sever” demiştir.

Marifette ilk adım; Allah-ü Tealâ’nın her şeyi yoktan yarattığını, tek olduğunu, varlığının emsali olmadığını, hiçbir şey yok iken de, her şey yok olduktan sonra da var olacağını, dilediği her şeyi yapmakta tek hüküm sahibi olduğunu, her şeyin ve kendi varlığının da sahibi olduğunu bilmesidir. Bunlara tam olarak iman eden biri, eğer kendini seviyorsa, elbette kendi varlığını ayakta tutacak olanı daha çok sevecektir. Çünkü önem verdiği kendi varlığını sürdürecek kudrete kendisi sahip değildir. O zaman kendi varlığını devam ettirecek olan, Yaradan’ını sevmesi zaruri olur.

İkinci adım, fiil tecelliyatıdır. Kul bütün işlerin sahibi olarak, Rabbini görür. Bu önce ilmen biliş, sonra yaşayarak hayatına geçiriş ile olur. Kişi malını korumak için, ailesini arzu ettiği gibi yaşatabilmek için, etraftan saygı görmek için dahi, Allah(c.c.)’ın yaptırdığını bilerek, kendisinin asla yapamayacağını, bütün işleri yapanın Allah(c.c.) olduğunu bilerek, yine O’nu sevmek durumundadır. Sonra insanların kendisine ihsanda bulunma durumunda bile, bu insanların kalplerine ihsan duygusunu koyanı görür. Sonra karşılığında sevap olmasa, kimsenin ihsan ve inam yapmayacağını bilir. Ve Allah(c.c.)’a karşı kalbinde, hem bu duyguları kalplere koyduğu için ve hem de sevap gibi sebepleri yaratıp bildirdiği için bir sevgi gelişir. Ayrıca  marifeti arttıkça, Allah(c.c.)’ın kullarına bir şey karşılığında  ihsanda bulunmadığını öğrenir de, karşılıksız verene sevgisi daha da artar.

Üçüncü adım isimleri ve sıfatları öğrenmektir. İsimler ile, kişi Rabbini ilmen tanır ve tanıdıkça hayranlığı artar. Meselâ kuldaki cömertlik ile, O’nun “Gani” oluşunun farkını öğrenir. Merhametini, günahları örtüşünü, tevbeleri beklemedeki sabrını, ve nicelerini öğrendikçe, sevgisi kuvvetlenir. Meselâ iyi şöhret ile tanınan bir devlet başkanını sevse, ondaki güzel ahlâkın Allah-ü Tealâ’nın isimlerinden az bir miktarın yansıması olduğunu bilir de, yine o kişiyi bu ahlâka getireni daha çok sever. Hem bu gibi güzel insanları güzel hale getirecek kudrete sahip olduğu için ve hem de güzel ahlâkın esasının sahibi olduğu için.

İlim ve kudret sıfatlarına marifet arttıkça, ilminin genişliği ve kudretinin ululuğu karşısında, kalp adeta Yaradan’ı ile gurur duyar. Bu da sevme sebebidir. İlmin ve kudretin kemali, herkesi çeker.

İnsan ile Yaradan arasında aslında çok yakın bir alâka vardır. Kuran-ı Kerim’de: “Allah(c.c.)’ın ahlâkı ile ahlâklanın” buyurulmuştur. Demek ki kulun, O’ na ait bir şeyi alması mümkündür. Bu da bir yakınlık olduğunun delilidir. “onu yapıp ruhumdan üflediğimde…” diye Hicr/29 da insanı şereflendirmesi söz konusudur. Sâd/ 26 da: “Muhakkak biz seni yeryüzüne halife yaptık” buyurulmaktadır.

“Allah-ü tealâ, Adem’i sûreti üzerine yarattı”; “Kulum nafile ibadetler ile bana öyle yaklaşır ki; onu severim. Onu sevdiğim vakit gören gözü, konuşan dili olurum” şeklinde daha da arttırılabilecek hadisler vardır.

Bütün bunların ışığında, kul marifet sahibi oldukça, kalbinde Allah(c.c.) sevgisi yerleşir. Marifeti arttıkça, muhabbeti de o derecede artar. Basiret sahipleri için asl olan Allah(c.c.) sevgisidir. Kör olanlar için ise Allah(c.c.)’dan başkasını sevmek makuldür. Ne sevilirse sevilsin, bu niteliklere sahip başkası da bulunabilir. Ama Allah(c.c.)’ın dengi yoktur. O, Celâl ve kemalinin sonunda olarak bütün vasıflara sahiptir. O halde O’na olan sevgide ortaklık da yoktur.

Muhabbetin Hakikati

MUHABBETİN HAKİKATİ:

1)Önce bilinmesi gereken: Marifet ve idrak olmaksızın, sevgi oluşamaz. Yani sevginin başlaması için, önce bilmek ve anlamak gerekir. İdrak eden için, anladığı, zevk aldığı ve rahatlık duyduğu her şey sevimlidir, gönlü ona meyleder. Sevgi, gönlün zevk alınan şeye meyletmesidir. Eğer bu meyil kuvvetlenirse, kuvvetlendiği ölçüde aşk olur.

2)Sonra; sevgi nasıl bilgi ve anlayışla ilgilidir ve bilgi ve anlayış da nasıl değişken ise, sevginin de dereceleri vardır. Hem değişik insanların bilgi ve anlayışlarına göre dereceleri vardır, hem de aynı insan bile olsa, farklı zamanlarda değişen bilgi ve anlayışına göre değişen dereceleri vardır. Duyularla idrak etmekten çok üstün olan kalbin basireti, yani kalbin idraki, İlâhi ve şerefli maneviyattan, daha çok zevk alır. Bu sebepten, Allah sevgisini, duyularından başka bir şey bilmeyenler hem anlamazlar, hem de inkâr ederler. Beş duyu ile anlaşılanlar ise, hayvanların da sahip olduğu bir şeydir.

3)Sonra asl olan ise, insanın kendini sevdiği gibi, yani kendini sevdiği değerde başkasını sevip sevmediğidir. İnsanın kendini sevmesi, kendi için başkasını sevmesi hep karşılaşılan sevgilerdir. Ama birini severken, kendi için değil de, o kişi için onu sevmesi değerlidir. Bu, asıl sevgidir, hakikidir.

4)Hüsn-ü Cemal: Bilinmelidir ki bununla kast edilen, sûret yani dış güzellik değildir. Bir şeyin güzel olması demek, onda bulunması mümkün olan bütün kemalâtı, kendisinde toplamış olması demektir. Kısaca her şeyin güzeli, kendisine lâyık olan ve kendisinde toplanmış olan kemaldir. Bu öyle bir kemaldir ki, daha üstünü düşünülemez. Şayet kemalâtın bir kısmı eksik ise, o nispette güzeldir. İnsanda bulunan kemal vasıflar duyularla değil, basiret nuru ile bilinir. Kemal vasıfların hepsi ilim ve kudret vasfındandır. Bütün iyilik ve güzellik bu iki vasıftandır. Bunlar(ilim ve kudret), his ile bilinemez. Bunlar bedende bölünme kabul etmeyen en küçük parçaya kadar yayılmıştır. Gerçek manâda sevilen budur. Bazılarında ilim ve kudret olmaksızın, güzel ahlâk olsa bile, bu sevgiyi gerektirmez. Takdir edilir, o kadar. Vücudun parçalanamayan en küçük zerresine kadar yayılması ile, yaradılışa aykırı olmayan, İlâhi ahlâka uygun bir yapı meydana gelir ki, bu ezeldeki ilk yaratılışın aynıdır. İşte diğer insanlar için gayri iradi sevgi odağı olmanın sebebi, budur. Böyle biri, çekim merkezi gibidir. İlim ve kudretsiz güzel ahlâklı olan kişide ise, güzel ahlâk hücrelerine kadar yerleşmediği için, her an değişebilir veya kendi kendine bir güzellik içinde oturur, çekim merkezi olmaz. Sevilen güzellik siret-i cemile(kemalât)den meydana gelen, bu güzelliktir. Siret-i cemile, ilim ve kudretin kemaline bağlıdır. Hüsn-ü Cemal ise, hem zahire hem de bâtına ait güzellikler topluluğudur.

5)Seven ve sevilen arasında bir alâka vardır. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Bezm-i Elestü’de tanışan ruhlar dünyada buluşacak, tanışmayanlar da ayrılacaktır” buyurmuşlardır.

İşte bu beş kısım halinde anlatılanların tamamı, muhabbetin hakikatidir. Bu beş kısımda anlatılanlar ışığında, hakiki sevgi, bütün vasıfları Zât’ında toplayan Allah-ü Tealâ’dan başkasına duyulamaz. Bu sevgiye ancak, O lâyıktır.

Muhabbetin Kısımları

MUHABBETİN KISIMLARI:

1)En alt seviyede sevgi: Her canlı ilk olarak kendini sever. Kişinin kendini sevmesi demek, yaşamayı sevmesi, ölümden nefret etmesi, sonra âzalarının selâmetini istemesi, sonra malını, evlâdının yaşamasını, akraba ve dostlarının selâmetini istemesi demektir. Bunları severken varlığının devamı ve gelişmesi için bunlardan faydalanmayı düşündüğü içindir. Kendi ölmezliğine o kadar düşkündür ki, evlâdı dolayısıyla neslinin bekasında kendi bekasını bulur. Kendisi ve etrafındakiler için ölümü hiç düşünmez. Ölümden korktuğu için değil, varlığının devamını esas aldığı için böyledir. Meselâ kendisine, mümkün olup da kolay öleceği, hiç ölüm acısı çekmeyeceği, öbür tarafta da hesaptan uzak olacağı söylense bile, ölümü asla istemez. Ancak büyük bir belâ ile karşılaşırsa, çekemeyeceği bu belâdan kurtulmak için, ölümü isteyebilir.

2)Yine güzel olmayan, alt seviyede olan sevgi: İhsan sebebiyle sevmektir. İnsanlar kendilerine iyilikte bulunanları severler. İnsan iyiliğin kölesidir. Fakat bu sevgi iyilik sürdüğü kadar devam eder. İyilik bitince, sevgi de biter. Hattâ iyilik yapmadığı için, eski yapılan iyilikler unutulur da, düşman bile olunur. İyilik için seven, sevdiği kişiyi zatı için değil, yaptığı iyilik için sevmiştir. İnsanoğlu arada hiçbir bağ, hiçbir münasebet olmasa da, iyilik yapanı sever.

3)Makbul olan sevgi: Bir şeyi zâtı için sevmektir.   Hakiki sevgi sadece budur. Yani bir şeyi bir fayda, bir sebep veya iyilikten dolayı değil, kendisinden hoşlandığı için sevmektir. Bu sevgi eksilmez, artmaz, tükenmez, yok olmaz. Bu, Hüsn-ü Cemal’i sevmektir. Bir şey güzel olduğu   için sevilirse, bu da mümkündür. Yani güzeli güzel olduğu için sevmek de muhabbettir. Güzel olanda güzelliği anlamak da bir zevktir. Bu sevmeyi şehvet ile sevişlerle karıştırmamak lâzımdır. O ayrı bir bahistir. Meselâ tabiatta bulunan güzel şeyleri sevmek, güzelliği sevmektir. Yeşillikler, akar sular, kuşlar, çiçekler hep sevilen şeylerdir. Halbuki bunlardan gözümüzün hoşlanması dışında, bir faydalanma yoktur. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah güzeldir, güzeli sever” buyurmuştur. Allah-ü Tealâ’nın da güzel olduğu malûmumuzdur. O halde O’nu sevmemek mümkün değildir. O, güzellerin en güzelidir.

Kulun Allah(c.c)’ı Sevmesine Dair Deliller

KULUN ALLAH(C.C.)’I SEVMESİNE DAİR DELİLLER:

Allah onları, onlar da Allah(c.c.)’ı severler”Mâide/54

“İman edenlerin, Allah(c.c.)’a sevgisi ise sağlamdır”

Bakara/165

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), bu âyeti delil göstererek, muhabbeti imanın şartı olarak bildirmişlerdir.

“Allah ve Resûl’ü kişiye başkalarından daha sevimli olmadıkça, iman etmiş olmaz”                               Enes (r.a.)

“Kul iman etmiş olmaz, ta ki ben  ona ehlinden, malından ve bütün insanlardan, kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça”                                                               Enes (r.a.)

“Allah-ü Tealâ’nın size verdiği sayısız nimetler için O’nu seviniz. Beni de Allah sevdiği için seviniz”

Tirmizi