NAMAZIN HAKİKATİ
Namaz, Mirac gecesinde, insanı Allah’a yaklaştırmaya vesile olmak üzere lûtfedilmiştir. İnsan Mülk Âleminde yaşarken, bu âlemin gidişatına uygun olarak, hayat şartlarına kapılıp giderken, esas yaratılış sebebini ve Yaradan’ını unutmaktadır. Bunun yanı sıra kendi iç âlemine dönmeyi, kendi ile yalnız kalmayı, kendini sorgulamayı ve eleştirmeyi de unutmaktadır. İşlerin ve olayların girdabında, yakın çevresini, doğanın sunduklarını, akşam ile sabah arasındaki farklı güzellikleri de görememekte, sadece günleri birbirine ekleyerek ömrünü insan için yaratılmış olan bütün güzelliklerden mahrum olarak, geçirmektedir. Kendi sükûnetini yakalayamayan insan, kendi dışındaki musikiden habersiz, renk ve kokuları fark etmeden, doğal olan ve olumlu yansımalar veren her şeyden uzak olarak, adeta bir makineymiş gibi yaşamaktadır.
Bu insan alıp verdiği nefesten habersiz, organ ve âzalarının uyumlu çalışmasından habersiz, vücudunun oksijen ve diğer doğal gereksinimlerinden habersiz olarak sadece yaşamaktadır. Kuran’da ibadetler bakımından en çok söz edilen namazdır. Namaz insana en çok gerekli olan sükûneti, kendine dönmeyi, belki de bazı şeyleri fark ettirmeyi sağlayacaktır.
Âzalarımız hastalanınca, böylesine yaşamaktan yorulunca tıbbî olarak ilgileniriz. Hasta olan her neremiz ise, sanki bir makinenin parçalarından biri bozulmuş gibi doktora gideriz. Doktorun tamirat işi tamamlanınca, yine eski yaşantımıza döneriz.
Namaz bir günde beş vakit, toplam bir saat civarında bir ibadettir. Bu süre hayatımızın içinde, vakitleri Yaradanımız tarafından tayin edilen zamanlarda bize kendimize dönmemizi sağlayacak bir süredir. Bize uygun olduğu bildirilen bu vakitler, bizim için en uygun kendimizle bağlantı kurabildiğimiz vakitlerdir. Namaz kılarken tavsiye edilen, sükûnet içinde duruşumuz, bizim kendimizi, kendimizdeki sessizliğin sesini duymamız içindir. Huşû sahibi olmamız, bir kere geldiğimiz dünya hayatında, bir daha asla elimize geçmeyecek olan dünya hayatımızda, gayemizin ne olması gerektiğini düşünmemiz ve elimizdeki fırsatı kaçırmaktan korkmamız ve belki de kaçırdıklarımızı asla yakalayamamaktan korkmamız içindir. Ve bu yakalayamamaktan sonra gelecek olan hüsran için duyulan korku…
Niyet etmemiz çok önemlidir. Namaza niyet namazın başlangıcıdır. Aslında niyet bir defa yapılır ve bütün zamanları kapsar. Bundan sonraki niyetler ise belki niyeti tam olarak yapamamış olmaktan dolayı yapılan niyetlerdir. Niyet insanın verdiği sözü yerine getirmesi, vaadinde sadık olması, kendi kendine sağlamlığını bilmesi, kendi nazarında kendine ait saygısının gelişmesi manâlarını taşır.
Namaza başlamadan kişi kendini ve namaz kılacağı yeri dış kirlerden temizler, böylece kalbini ve aklını yani düşüncelerini de iç kirlerden temizlemelidir. Kalbinde ve düşüncelerinde sadece yaratıldığı an kalmalıdır. Yaradan’ı ve kendisinden başka bir şeyin kalmadığı ibadet anındadır. Bu an sanki ilk yaratıldığı an gibi olmalıdır. Nasıl ki o anda hiç günahsız ve sadece Yaradan’ın ruhundan nefy ettiği temizlikte idik. Nasıl ki o anda hiçbir kötülüğü bilmiyorduk. Kimse hakkında zanlara sahip değildik. Bir cevher, bir hazine kıymetinde idik.
Ve artık kendimizi her şeyden soyutlayarak, Kıblemize dönüyoruz. Kıbleye yönelmek ve Kıble eğer bilinmiyorsa araştırarak bulmak şarttır. Yani dönecek ve yakaladığımız hali sağlam olarak devam ettirecek yer, Kıblemizdir. “Fesemme vechullah” Âyeti ile “her ne yana dönerseniz Allah’ın Vech’i oradadır”. Kuzey yarım kürede oturanlar için kabaca güney yönünde olan Kıble, güney yarım kürede oturanlar için kabaca kuzeyde yer alır. Böylece Allah’a yönelmek isteyen her kim ise, her ne yöne dönerse dönsün, Allah’a dönmüş olacaktır. Böylece merhameti sebebiyle Allah-ü Teâlâ, Mülk Âleminde insanın beş duyusuna hitap edecek bir yer tayin etmiş, sebepleri asıl zanneden kulları için, bir mübarek yer tayin etmiştir. Yöneldiğimiz Kıblenin bulunduğu topraklar, bütün Peygamberlerin vücut bulduğu topraklar olup, Allah-ü Tealâ bu beldelerin kendi Zât’ı için mukaddes olduğunu bildirerek, “beytim” buyurmuştur. Kâbe’nin dört duvarı da Kıbledir. Çünkü Kâbe olduğu gibi bütünüyle mukaddestir. Namaza duran kişi secde edeceği yerde Kâbe varmış gibi, Kıbleye yönelir. Namaza duran kişi bilir ki, kendisi gibi nice Peygamberler aynı yere yönelmiştir. Nice sahabeler yönelmiştir. Nice Allah velileri yönelmiştir. Nice melekler yönelmiştir. Bu duygu Kıble’nin önemini getirir.
Hazır olduğumuzda; yani sükûnetimizi yakalayıp, bu andan önceki anlar için “estağfirullah” deyip, Kıbleye yönelip, huşû içinde niyet ettikten ve kendimizi de sağlam bir niyet içinde bulduktan sonra, artık Allah’ımız ile konuşmaya yani O’nu zikretmeye, O’na hamd etmeye, O’nu sena etmeye, O’na eğilmeye, O’na secde etmeye, O’na sığınmaya, O’ndan beklemeye, O’ndan ummaya, O’na kulluk etmeye başlamak üzere; O’nun büyüklüğünü anarak “Allah-ü Ekber” diyip, ellerimizi kaldırıp, avuç içlerimizi Kıbleye çevirerek, namaza başlarız. Ellerimizi Yüce Padişah’ın huzurunda, emrinde olduğumuzu ifade edercesine, göğsümüzün üzerinde (erkekler göbek üzerinde) bağlamakla, emre âmâde olduğumuzu beyan ederken, gözlerimizi, o Yüce İzzet Dergâhı’nda sadece kulluğumuzu izhar edeceğimiz secdeden kaldırmaksızın, etrafta bakılmaya değer bir şey görmeyerek, yine O’nun bize bildirdiği Kur’an vasıtası ile okur, konuşuruz.
Fatiha Sûresi’nin manâsı ile kendi varlığımız öylesine kaybolur, öylesine yok olur ki dizlerimiz tutmaz hale gelir. Sanki “ bizi sırat-ı müstakiym’e ulaştır”, “dalâlet’e düşenlerin yoluna değil” dediğimizde, “amin” diyerek, dûamızın kabul edildiğini hisseder gibi oluruz. Ve artık dünya gözümüzden silinmiş gibi olur. Allah’dan başka bir şey kalmamış olur. Son takat ile Kuran’dan üç-dört âyet daha okuyup, rükû’a varılır. Rükû’da “Azîm” ismi ile tesbih edilir. Bu tesbih, namazın daha ilk rekâtında Allah’ı kuvvetle hissedişten, Allah’ın Zât’ı ile her tarafımızı kaplamış olan dünyamızı silmesinden kaynaklanmış olup, bir daha hiçbir kötülüğe dönemeyeceğimizi, bir daha asla hakikatten yüz çevirmeyeceğimizi ikrar etmek üzere çektiğimiz tesbihtir. Allah’ın kalbimizden sildiği maddi âlemin hamdini yaparak rükû’dan doğruluruz.
Ama hissettiğimiz bunca yoğun güzellikler içinde, öyle içimiz boşalmış gibidir ki, dizlerimiz tutmaz, doğrudan secdede huzura varırız. Secde aşık ve maşuğun buluştuğu, yakîn olduğu makamdır. Kulun da kulluğunu en yoğun hissettiği makamdır. Bu secde ile Ruhlar Âlemindeki secdemizi yaşarız. Hiç kalkmak istemeyerek secdenin tesbihatı ile kuvvet bularak yaşadığımız âleme dönmenin ezası içinde tekrar secde yapar ve takat toparlayarak, ikinci rekâta geçeriz.
Farz namazda birinci rekât, kıyamı ile Ezel Âlemi’ni hatırlamak (bu sebepten Zamm-ı Sûre uzun tutulur, zira hatırlamak kolay değildir), rükû’u ile İlâhi hitabı duymanın hatırlanması, secdesi ile “Ben sizin A’lâ olan Rabbiniz değil miyim?” sorusuna cevap olarak “beli” yani “evet” diyerek secdeye varış manâsındadır.
İkinci rekât bütün bunlarla birlikte, Mülk Âlemi’ne inmeyi bekleyişin sıkıntısı, bu sırada mevcut öğrenilen bilginin unutulmaması için tekrarı mahiyetindedir. İkinci rekâtın sonundaki oturuş, Ruhlar Âlemi’nde yaratılmış olan Peygamberler’in kadrini bilerek, selâmlamadır. Bu selâmda kul, kulluğuna vakıf olmuş ve Peygamberlerin de hususi yaratılmış olanlar olduğuna vakıf olmuş, Allah’ın tek olduğuna ve Hz. Muhammed(s.a.v.)’in de O’nun kulu ve Resûl’ü olduğuna şahadet vardır.
Üçüncü rekât bütün ulvî biliş içinde, istemeyerek de olsa Maddi Âleme iniş ve acele olarak yeni bilgilenmeler sırasında aslı unutmaya başlayış ve bu unutmayı önlemek üzere yeniden hatırlamayı zihinde sabit tutuştur.
Dördüncü rekât, Mülk Âlemi’ne indikten sonra, temizlenip, yükselmemiz, mirac etmemiz manasındadır. Burada sonunda kendi ezelimize gidişimiz söz konusu olup, ezeldeki İlâhi halimize dönüşümüz olmalıdır. Bu hal içinde Peygamberimiz(s.a.v.)’e şahadet, diğer bütün Peygamberlere selâm, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’e ümmet olmanın kıymetinin bilinerek salât ve selâm, sonunda da Allah’a sığınarak dünya ve ahiretimizi iyi işlerle doldurmamız için yardımını isteyen dûa ve belki de namazın hakikatine vasıl olamamış olma durumunda olması mümkün olan ebeveynimizin de affını taleb eden dûa ile bitiriş. Sonra diğer ruhdaşlarımıza selâm vererek namazdan çıkışımız.
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) Mirac gecesi, yükselerek, ezeline ulaştığında, bütün Peygamber kardeşleri ile görüşmüştür. Namazın Mirac’ta hediye edilmesi de Mü’min olanlara sadece Peygamberimiz (s.a.v.)’e ait olan önemli bir sünnetin lûtfedilmesidir. Böylece bizlere, Mirac yapmamız için İlâhi Rahmet’in ulaşmış olmasıdır. Namaz Miracımızdır ve Miracımızı gerçekleştirmemizin en kısa yoludur.
Namaz aynı zamanda zikirdir. İçinde sadece Allah’ın olduğu bir ibadettir. Zikrin bir mahiyeti de Allah ile oluştur. Namaz Allah ile oluş, Allah ile konuşma, Allah’ı anma ibadetidir. Bu sebepten çok önemlidir.
Yukarıdan beri anlatılan hususlar bu bakımdan önem kazanmıştır. Namaz ile ilgili nice kitaplar yazılmıştır. Peygamberimiz(s.a.v.) bu sebepten üzerinde çok durmuştur. Bu bilgilerden ve verilmiş olan önemden bigâne oluş, namazı gaflet ile kılmaya sebep olur. Namaz ayık olma, gafletten sıyrılma, uyanık olma halidir. Namazda gafletsiz olarak yöneliş esastır. Bu sebepten bu bilgiler ışığında namazını kılan kişiler, mutlaka kötülükten uzak kalacaklardır, kimseye karşı ellerinden, dillerinden hatta kalplerinden bir kötülük geçmeyecektir. İnsanların hayırlısı olacaklar, etraflarına örnek insan olacaklardır.
Rabbim, bize namazın hakikatini hissederek, namazımızı eda etmeyi nasip et. İnsanlara böylece zarar verenlerden değil, fayda verenlerden olmamızı nasip et. Bize ve çevremize dinin hakikatini bildir. Görenlerden, duyanlardan, İslâm ve İman nimetini bilenlerden olmak istiyoruz, yardımlarını lûtfet. Bizleri daim namazda olanlardan eyle. Âmin, Âmin, Âmin…