Onbirinci Bölüm:
HAYRİHİ VE HAYRİHİ
Aynaya baktığım ilk anda gördüğüm kendi hakikatimden bu güne geçen zaman beş yılı aştı. O bir an hayatıma ışık oldu. Anlayışım, idrakim her gün biraz daha gelişiyordu. Bu gelişmenin sonu, sonsuzda kaybolacak gibiydi. Her farklı idrakim bir olay sonunda oluşuyordu. Aslında ben de Necip gibi kimsesiz olduğumu yeni fark ediyordum. Yalnız şöyle bir fark vardı. Ben hakikate adım attıktan sonra yavaş yavaş hiçbir şeysiz kalmıştım. O ise hiçbir şeysiz kaldıktan sonra hakikate adım atmıştı. Benim başım, hiç kimsesiz kaldıktan sonra belki eğilemezdi, Onunki ise hiç bir şeysiz kaldıktan sonra eğilebiliyordu. İnsanların sayıca çokluğunu ve her birinin gidişatındaki farklılıkları düşündüğüm zaman, gökyüzündeki yıldızlar arasında kaybolmuş bir yıldız gibi olduğumu hissediyordum. Allah’ın yarattığı bunca insan için murad ettiği kaderlerin çokluğu, başımı döndürüyordu. Ve bu kaderlerin kişilere özel olarak giydirilmesi için her an yeniden yaratılan sebepler zinciri.
Bu sebepler bazen hayırlı, bazen de şerli oluyordu. Meselâ Necip’in bir anda işsiz, evsiz kalışı şer bir sebepti ama onun yüzünü hakikate çeviren bir şer sebep. Allah bazen şer gibi görünen şeylerin arkasında hayrı murat etmekteydi. Kuranda böyle bir ayet vardı: “…sizin şer sandıklarınızın arkasında hayır gizlidir”. O zaman sebepler tek tip idi. Yani ikilik yoktu. Tek tip olan sebepler hayırlı sebepler idi. Bu hepsi de hayırlı olan şeyleri, hayır ve şer diye iki bölüme ayırmak bize yani insanlara mahsus bir şaşı görmeydi. Şaşı göz biri iki görür ya. İşte insanoğlu da böyle görüyordu. Dünyada yaşayan insanın yaşamında başarılı olması için dünya şartlarına uygun işleyen aklı, üstünkörü bir bakışla bazı konuları kendisi için hayırlı bazılarını da hayırsız görüyordu. Halbuki derinlemesine bakışta bu iki farklı şey bir tek şey oluyordu.
İŞLERİNİN HİKMETİ, NEYLERSE GÜZEL EYLERDE SAKLI…
İşte bunları düşünüyordum. Tevhid her yerden, bir olan yüzünü gösteriyordu. Meselâ, kendi kendime şöyle söylüyordum: Ben, Sen ve Allah. Bu üçlük bir kavram oluyordu. Yani bazı işleri ben yaptım, şunları sen yaptın, şu şu işleri de Allah yaptı. Belki insanoğlu bu üçlükten ikiliğe yükselebilecek vakti bulursa, ben ve Allah kalacaktır. Yani ben yaptım ve Allah yaptı. Tevhide geliş ise Allah’tan başka yapan (fail) görmemektir. Üçlükte oluşu zihnimde Hristiyan’lıkla alakalandırıyorum. Hristiyan-larda teslis (üçleme) var ya. Bizzat yaşadığım olayların içinde aklımın oyun yapmaya gücü kalmadığını bildiğimden, bu düşüncelerin kaynağı olarak aklımı bilmiyorum. Bütün düşüncelerimin kaynağını Yaradanım olarak seziyorum. Bütün işleri Yaradan ve yapan O’dur. Bütün işlerden de istisnasız haberi vardır. Böyle inanıyorum. “Biz dilemezsek, sivrisinek kanadını oynatamaz” ayetine sıkı sarıldım. Tam inandığım şekilde ilham veriyor. Ben de böyle biliyorum. O dilemezse hiçbir şey olmaz. Bir şey de, hiç olamaz… Yani hiç olabilmek için dahi O’nun dilemesi gerekir. Bu düşünce ile sarhoşum. Diyorum ki önünde eğilip, kulluk edilecek tek kudret. Başka bir şeye eğilinir mi?
Allah’ın fiillerini düşünmek, işlerinin hikmetlerini öğrenmeye çalışmak bana zevk veriyor. Öğrendikçe hayranlığım artıyor, hayran oldukça daha çok öğrenme isteğim oluşuyor.
SEBEPLERE TAKILMAMAK LÂZIM
Bazen Bakî Efendinin bir sözü kulaklarımda “sebeplere takılıp kalmamak lâzım”. Soruyorum: “Nasıl yani?”. “Meselâ, çocuğumu sen hasta ettin dememek lâzım. Kader buraya kadar mı? denemez. Evet kader en ince noktaya kadardır. Çocuğumun hastalığına sebep oldun, demek daha doğrudur. Çünkü inanıyoruz ki eğer o çocuğun kaderinde hasta olmak var ise, biri sebep olacak ve hasta olacaktır”. “Bu derece mi?” diyorum. “Evet, bu derece. Zira çok Tanrılılık devirleri böyle yanlış düşünerek olmuştur. Bereketi veren, savaşı yöneten, güzellik veren Tanrılar icat edilmiştir. Yani insanlar kendi yetersizlikleri sebebiyle, İlâhlarını da yetersiz görerek, iş bölümü yapmış ve çok Tanrı yaratmışlardır. İhtiyaçları kadar Tanrıları olmuştur”. “Aslında ilk insanla birlikte Peygamberler yaratılmıştır. Hepsi de tek Tanrı’lı din getirmişlerdir. Fakat dinlerin hükmü kalmayınca, aradan geçen zaman içinde, tek Tanrılı din kaybolmuş, yerine başka İlâhlar icat edilmiştir. İnsanoğlu böyle bir yapıya sahiptir. Meselâ Musa Peygamber, Tur dağına çıkmış, Rabbi ile görüşmesi biraz uzayınca, kavmi peygamberlerinin olmayışından şaşkınlık ve sapkınlığa düşmüş, altından bir buzağı yaparak, ona ibadet etmeye başlamıştır. Musa A.S. dağdan inip, kavmini bu sapkın halde görünce fena halde öfkelenmiş, onlara beddua etmiştir. Bakara suresinde anlatılır. İnsanoğlu böyle az bir süre için bile olsa başlarında bir Peygamber olmayınca, dinin bütün öğretilerini unutacak yapıdadır. Bir de aradan yüz yıllar geçmiş ise, o dinin ne kadar bozulduğunu anlayın. Ellerinde vahiy kaynaklı bir kitap ta olmayınca…”
Düşündürücü bir konuşma. Yeniden kavrama zamanı, diyorum kendime. Bütün duyularımı açtım, dinliyorum. “Hiç düşündünüz mü? Bu kadar çok peygamber gönderilmiş. Dört semâvi kitap ve değişik dinler. Hristiyanlık, Musevilik, İslâm neden varlar? Dünya yüzeyinde çeşitli şartlar taşıyan çeşitli dinler olsun, kullar da hangisini kendine uygun bulursa o dinde olsun, diye mi? Hayır. Her Peygamber, insanlığın yoldan çıkmasını toparlamak maksadıyla gönderilmiştir. Bir Peygamberin devri geçtikten bir müddet sonra, hatta bazen o devrin içinde bozulmalar, kokuşmalar başlamıştır. Ama insanın bozulması ile dünyanın sabrının sonlandığı zaman yeniden bir peygamber gönderilerek toplum arındırılmaya çalışılmış. Böylece kıyamete gidiş geciktirilmiş. Her peygamber, kendinden önce gelmiş olan peygamberin hükmünü kaldırmış, yenisini getirmiş. Yeni olan hükümler de esasen bir önceki hükmün aynı imiş. Lâkin bir önceki hükümler unutulduğu, yozlaştığı için yenisi geçerli olmuş. Bu hep böyle geçmiş. Dünya için tek bir din vardır. O da Allah’ın bizler için en uygun olanları tavsiye ettiği dindir. Bu din bir olan Allah’a inanma, O’nun ahlâkı ile ahlâklanma, Allah’a tam mânası ile teslim olma dinidir. Bu özellikleri ihtiva eden din de sırası ile bütün Peygamberlerin getirdikleri dindir. Kuran’da “Allah indinde din islâmdır” ayeti vardır. İslâm teslim kökenlidir. Müslüman da teslim olan demektir. Bu merkezden baktığımızda, bütün peygamberlerin çevresindeki inananları Müslüman idiler. Bizim Peygamberimiz(s.a.v.) ahir zaman Peygamberidir. Son peygamberdir. Kendisinden sonra peygamber gelmeyecektir. Din Kuran ile kıyamete kadar korunacaktır. Dünyanın kıyamete gidiş devri olduğundan dolayı da, başka bir peygambere lüzum görülmemiştir”.
O devirlere gitmeye çalışarak, muhakeme etmeye çalışıyorum. Allah’ın muradı belli. İnsanlarınkini ise anlamaya imkân yok. İnsanlar dinlerinden kopmak istemedikleri için mi ayrılamıyorlar? Yoksa ayrılsalar Peygamberlerine karşı hata yaptıklarını mı düşünüyorlar? Ya da illâ ki bizim dinimizdir diyerek kendilerini ayakta tutacak bir gurup psikolojisi ile mi hareket ediyorlar? Her ne ise, önemli olan insanın kendi hayatı değil mi? İnanan insan, eğer sahiden inanıyorsa, bir defa dünyaya gelme şansını nasıl kaybetmeyi göze alarak harcayabilir? Bütün bu düşünceler içinde iken, şükretmeliyim diyorum. Bakî Efendi tekrar sebeplere dönüyor:
“Allah her işi hiç sebep olmaksızın yaratacak kudrete sahiptir. Peygamberler arasında örnekler vardır ki sebepler için düşündürücüdür. Meselâ Adem A.S.’ ı anne ve baba gibi iki sebepten, ikisi de olmaksızın yaratmıştır. İsa A.S. ı anne sebebi ile yaratmış, fakat baba sebebine lüzum görmemiştir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) i ise hem anne ve hem de baba sebeplerinin ikisini de var ederek yaratmıştır. Dileseydi bütün Peygamberleri, hatta insanların hepsini hiç sebepsiz yaratırdı. İşte sebep olan şeyin, sebebi yaratana göre durumu böyledir. Biz sebeplere takılıp kalmayalım. Bir tokat yediğimizde, tokadı atan eli değil, vesile olan eli ve esas kaynağı görmeliyiz. Hani Müslüman’ın ayağına taş değse, kendi kabahatlerini araştıracak ya. Ne yaptım da ayağıma taş değdi diyerek, araştıracak ya…bir yazarın elindeki kalem ile yazı yazarken, yazının güzelliği anlatılırken, kalem güzel yazdı veya el güzel yazdı der miyiz? Elin sahibini överiz ve falanca kişi güzel yazdı deriz. İşte sebeplere takılmak, kalem güzel yazdı demek gibidir”.
“O zaman hiçbir şey sorgulanmayacak mı?” diyorum, heyecanla… “Sen istersen sorgula. Ama Peygamberimiz(s.a.v.)’in yakın çevresinde olanlar, O’nun hiçbir zaman niçin, neden gibi soruları sormadığını anlatırlar. Demek ki üstün olan peygamber ahlâkı ile, kalemi tutan elin sahibinden her an haberdar idi”.
Sessizlik işkence gibi, boğazım yanıyor. Nasıl olunur böyle diye düşünüyorum. Böyle olmaya hevesli değilim. Haddimden haberliyim. Ama bunları duyduğum için seviniyorum. Fiillerin sahibini görmenin, hayata geçirilmesindeki zorluğunu seziyorum…
TEVEKKÜLÜN HAKİKATİ
Tevekkül etmek, Allah’ın vekil olarak yettiğini bilerek, O’na tabi olmakmış. Tevekkül ederken kul, kendine düşen görevleri sonuna kadar yerine getirdikten sonra, sonucuna katlanacak, razı olacak… Tevekkülün hakikati, bütün işlerin sahibi olarak Allah’ı tanımakta saklıymış. Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra, sonuç istediği gibi olmazsa, feryat etmeyecek, isyan etmeyecek, hatta kalbinde bir kıpırtı bile olmayacak. Bunun dışında olan durumlarda tevekkül etmeye çalışmaktan bahsedilebilir. Asla tevekkülden söz edilemez. Tevekkül ediyorum diye parmağını bile kıpırdatmadan beklemek te tevekkül değildir. Bu da miskinlik, tembellik olarak adlandırılabilir. Tevekkül edebilmek için, mutlaka fiil tecelliyatına uğramak lâzım, diyorum. Yani işlerin gerçek sahibinin kalben hissedilmesi ve buna tam olarak inanılması lâzım, diyorum. Tecelliyat yani yansıma, Allah’ın kulunda zahir oluşu ile ilgili bir mesele. Bunun taklidi olmuyor. Eğer Allah kuluna kâfi geliyorsa, o kul için bütün sebepler kalkmış olacaktır. “Vekil olarak Allah kuluna kâfidir” ayeti, hissedebilenleri bu noktaya çekmiyor mu?
Ya! Rab! sana gerçekten güvenmeyi, senden gelene eyvallah demeyi, sana tevekkül etmeyi nasip et. Sana değil de sebeplere güvenerek, onlardan umarak şirke girmeme mani ol. Sen bana yetersin, eğer bilirsem. Sen bana yetersin, eğer görürsem. Beni sebeplerinle ağır imtihanlara tabi tutma. Benim de, sebeplerin de İlâh’ı sensin. Bu düşünceden ayrılmak istemiyorum. Yardım et, öfkeme, nefsime kapılmayayım.
Tevekkül ile teslimiyet, bir arada bir birini tamamlayarak oluşuyor gibi. Tevekkül eden, teslim oluyor. Ya da teslim olan, tevekkül etmiş oluyor. İnsan bu şuura erdiğinde, ne yaparsa yapsın Allah’ın muradının olduğunu görüyor. Biliyoruz ki Allah’ın muradı şu an için hoşumuza gitmiyorsa bile, bizim için en güzel olan, O’nun takdir ettiğidir. İşte bu düşünce uyuşturulmuş olan aklın düşüncesi olmayıp, bütün azalarımızla, hücrelerimizle bildiğimiz bir düşünce oluyor. Bu düşünceye ulaşma şansını yakalayamayanlar uzaktan bakarak, ancak kendi bilebildikleri kadarını söylüyorlar. Ne acı. Hem bir olguyu tam olarak anlayamamak, hem yetersiz görüşü ile, tam bir görüşmüş gibi ahkâm kesmek…