Kategori arşivi: 02.Bölüm

İkinci Bölüm

İkinci Bölüm:

DOSTLUKLARIM    

Bir gün otobüs beklerken, başıma taş düştü. Nereden ve nasıl geldiğini halâ bilmiyorum. Küçük bir taş idi. Etrafıma bakınıp, taşın geldiği yeri araştırırken, O’nu gördüm. Gözlerindeki sıcaklık beni kendine çekiverdi. İlk defa kendimi olduğu gibi bırakabileceğim bir kucak bulmuş gibiydim. O telâşlı, başıma bakıyordu. Yokladığımda kanıyordu. Çarçabuk elimle siliverdim. Tutunduğum gözlerden düşmek istemiyordum. Kanla filân uğraşacak durumda değildim. Elimi uzatıp, “merhaba” dedim. Sonra sessiz kalıp sadece baktım. Orada ebediyete ulaşmış oldum. Sanki hiç kaçırılamayan bir duruluk ve sükûnet vardı. Böyle bir garantinin varlığında, sağlam bir şey yakalamış gibiydim. Her şeyimi anlatabileceğim biri, bir dost çehresi, güvenli, samimi bir okyanus, bir arkadaş bilmiyorum ki daha nicelerini barındıran bir değer… o gün sadece bu kadar idi. Ve daha sonra görüşmek üzere ayrıldık.

Mutluydum, bir dost bulmuştum galiba. Sonradan tekrar buluştuğumuzda, ondaki güzelliğin kaynağını merak etmeye başladım. Hayatı oldukça zor başlamış, yine de aynı zorluklar ile devam ediyordu. Belki bir başkasının haksızlık olarak değerlendirebileceği her şey, onun için olağandı. Nasıl da sakin karşılayabiliyordu. Zaman içinde, birbirinden gizlisi saklısı olmayan bir ikili olmuştuk. Benim mümkün görmediklerimi öylesine bana gösteriyordu ki gerçekten de aslında mümkün olduğunu anlayıveriyordum. Hayatı başka türlü karşılamıştı. Hiç kimseden ve hiçbir şeyden beklentisi yoktu. Kendisinden beklenen her şeye de hazırdı, elinden gelen kadar cevaptı. Beklentisinin olmayışı onun tenine yansımış, bir kutsallık kazandırmıştı. Parlıyordu. Karanlıkta bile parlayan bir teni vardı. Parıltısı kendindendi. İncelendiğinde belki güzel bile değildi. Lâkin bir çekim alanı vardı. Benimle her seferinde öyle sakin konuştu ki aradan yıllar geçtiğinde fark ettim ki çok şey öğretmiş. Israrsız, eleştiriye açık, her zaman haksız olabilmeyi kabul içinde, şefkatle fedakârane hep cevap oldu. Sorularım, sorunlarım artık kolay çözülebiliyordu. Bana verdikleri ve benden esirgediklerinin hepsi fayda idi.

Bu arada yaşamımdaki her şey bozulmaya, alt üst olmaya başlamıştı. Şaşırıyordum. Bir yanda öğrendiklerimi yaşamıma geçirip, artık karada ölüm yok diye düşünürken, diğer yanda her şeyin alabora olması ile şaşkın olmuş, sallanıyorum. Anlayamadığım şey ise tam düz yolda iken uçurumlar… daha sonra kavrıyorum, hayat zıtlarla yaşanıyor. Önemli olan en uçları yaşarken düşmemek, kaymamak, sallanmamak. Her şey bir öğreti bırakıyor. Her öğrenilen akabinde kullanılıyor. Dama oyunu gibi…bu arada yaşamımda ilk kez anlaşılmış olmayı yaşıyorum. Bu o kadar önemli ki geriden gelen bozgunlar önemsiz kalıyor. Şimdi artık özgürlüğümü yaşıyorum. Kimse için değil, kendim için kendim olma özgürlüğümü…

Bahar geldi, kış bitti. Kendi âlemimdeki yaşadıklarım kendimde. Bir seferinde kuşlarla konuşuyorum. Bir başkasında aslanlarla. Hepsi ile aynı dili konuşuyorum ve sonra elimde anahtarlar ile yürüyorum. Başım dumanlı dağları aşmış, içim külhan bağırmak, haykırmak istiyorum mutluluktan, sesim çıkmıyor, uyanıyorum. Penceremde birkaç kuş çığlık çığlığa sesleniyor bahara. Bahar geldi kış bitti… artık solumak lâzım havayı, havasızlıklarda bile…

HİÇ…   

Dost bildiğim “yaz” diyor, “duygularını, düşüncelerini hiç atlamadan, ayıklamadan olduğu gibi yaz”. Yazıyorum. İşte başladım: ne yapmak istediğimi yazarken kocaman bir hiç olmak istediğimi yazdığımda perişanım. Böyle yazmak istememiştim. Ama öyle yazdı kalem. Acaba yazdıran kim? Gül yüzlüye soruyorum: “hiç olunur mu hiç?”. “Evet, olabilir” diyor. “Olabilir de pek mümkün değil gibidir. Zira herkes her şey olur da, hiç olamaz, bu sebepten mümkün değil gibi” diyor. Şaşkınım, hayatımın alt üst oluşu mu hiçliğe talip olduran? bilemem nasıl olur, iyi mi, kötü mü bilmiyorum. “hiç olma” fikri şu ara iyi bile geldi. Bu fikirle birlikte önce işimden çıkarıldım. Kendi çevremde pek de hafife alınmayacak bir itibarım vardı, o da sallanmaya başladı. Yani her şey giderek eksilmeye yok olmaya başlarken sinirlerimin sakinliği ilgi çekici idi. Uyuşturulmuş gibiydim. Sanki konunun dışında imiş gibi ve o konu benimle ilgili değilmiş gibi duruyor ve izliyordum. Hiçliğe mi gidiyordum? İşin garibi hiçliğe gidişte hiçbir şey olmuyordu.

O sene kışa girerken babamı, kışı çıkarırken de annemi kaybettim. Esasen sakin olan ailemizde yalnız kalmıştım. Onlara olan bağımlılığım beni bu olaylarda sarsacak sanırken, aksine kendim de umulmadık bir sükûnette buldum kendimi. Etraftan eleştiri bile aldım. Ama bunlar etkilemiyordu. Onları özleyeceğimi biliyordum. Bu benim için yeterli vefa duygusu idi. Benim kendimde tespit ettiğim bir şey de bu olaylar ile hissettiklerim oldu. Etrafın söylediği önemini kaybetmişti. Önemli olan benim hissettiklerim idi. Onlar için elimden geleni yapmış mıydım? Kendimi sorgular iken insafsız, oldukça net ve acımasızdım. Sonuç ne olursa olsun artık buraya kadardı. Şimdiden sonra ne yapabilirdim, bunu düşünmeliydim. Onlarla birlikte, sanki önemim de kaybolmaya başlıyor gibiydi. Belki önemli oluşum onlarla mümkündü, kim bilir?

Toprağa ilk yaklaşımım babamı ona bırakırken oldu. Sevdiğim, örnek almaya çalıştığım, kendimi kanıtladığım kişiyi oraya huzurla ve tasasız bıraktım. Yağmur yağıyordu, toprak yumuşak ve ılık. Yavaşça oraya yerleştirdim. Sevgiyle… sanki o çukur, onu benden kendine emaneten aldı. Babam hoşnut, ben hoşnut, toprak hoşnut, sadece şimdiden özlem, hasret, doyuşamama…

O gün hayatımı ilk etkileyen ölüm olarak, ihtiyarın ölümünü hatırladım. Onun gidişi daha bilinçli, beni bekleyişi ve gidişine tek engel benim gecikmem. Yine kendi ölümümü düşünmeye başladım. Acaba nasıl, nerede ve hangi sebeple ölecektim? Ölümümde beni hemen özleyen olacak mı? Kim beni toprağa saracak? Yaz mı, kış mı, yoksa bahar mı olacak? Ölümümle sevinç mi gelecek yeryüzüne? Yoksa hüzünle mi dolacak âlem? Bunları ilk defa bu kadar ayrıntılı düşünüyordum. Dalmışım. Rüyamda bir mezar kazılmış benim için. İçinde ben yatıyorum. Yüzüme kürekle toprak atılıyor. Toprak sıcak, yumuşak, gül kokuyor. Ben de ölmemişim ama kimse farkında değil. Bağırıyorum “ben ölmedim” diyorum. Kimse duymuyor. O güzel toprağı yüzüme, gözüme atıyorlar. Sayısız bağırışlardan sonra, artık duymadıklarını anlayıp, yorulmuş susuyorum. Razı oluyorum. Yerim ılık, alışmışlık sarıyor her yerimi… bir ses ince ince “burada hiç var, hiçten başka bir şey yok” diyor. Hiç mi hiç aldırmıyorum. Hiçmiş, hiç… uyandım ve huzurla öbür tarafa dönüp, yine uyudum.

Kendi önemimi kaybederken bilinçli değildim. Her şey sanki kendiliğinden gelişiyordu. Bir yandan kendi önemim kayıp giderken, diğer yandan kendi önemim inşa ediliyor gibiydi. İki alanda da ben yoktum. Kaybolan önemim vehmettiğim önemim idi. Yeniden inşa edilen önemim ise, olması gereken insanlık önemim idi. Her insanda olması gereken, önemim idi. Burada taraf tutmaksızın ve ayırım yapmaksızın insanın önemi vardı. Lâkin insan kendince önemli gördüğü önemini kaybetmeden, asıl hüviyeti olan insan olma önemini kazanamıyormuş. Esaretsiz, ezmeyen, hakka saldırmayan, adil, özgür, hakkı koruyan insan; kendisinden söz edilmeye değer olan insan olmuş oluyor. İşte asıl insanı önemli kılan değerler bu gibi değerlerdi. Şimdi bunları biliyorum. Bilmeyenlerin hakkımdaki düşünceleri önemsiz, bilenlerinki önem kazanmış.

Kendime zulmetmeden bakmaya çalışıyorum. Kötü ahlâklarımdan kurtulurken, yeni bir alanla karşılaşıyorum.

İnce, ince örülmüş ipek bir ağ gibi sağlam ve şeffaf bir örtü. Altında ben varım. Bu defa dış örtümle düzelmiş, güzelliğe adım atmış, böylece kötü ahlâkımı iyi ile değişmiş ben; iç örtümle aldanmış, aldatmış kendi halinden kendi saklanan ben… kendimi kabul edebilmem için kendimi olmak istediğim şekilde kabul eden ben… kendi hakikatim beni deli mi eder? yoksa kendime olan saygımı, güvenimi mi yok eder? kendi gerçeğime yanaşmak zor, kabul etmek zor, sonra da düzeltmek zor. Kudretim yok kabule. Güzelliğin peşine düşerken, dağ olmuşum. Bu dağ un ufak olsa da kendiliğinden, kurtulsam. Ben yapamam. Birden aklıma Kuran’dan bir ayet geliyor. Duyduğumda etkilenmişim ki şu anda hatırladım. “Kuran eğer dağlara inmiş olsa, o dağlar Allah’ın haşyetinden un ufak olur,dağılır…” ben de kendimi dağ gibi görüp, eğer bir hakikati algılarsam, bu dağ parçalanır, diye düşünüyorum. Zira hakikat ağırdır. İnsanı hangi noktaya götüreceği bilinemez. Yarab! Yardım et. İlhamlarım var ediyor. Gidişatım hiçliğe, bu nasıl olacak? Ben bu ince meselelerin insanı değilim. Hem bilgisiz, hem güçsüz, hem de yardımsız mıyım?

Yeniden asabi olmaya başladım. Bu defa asabiyetim, elden gidenler için veya elde edemediklerime değil. Kendime. Kendimdeki karmaşaya, kararsızlığa, çıkmazlara…bir an kolaylıklar, diğer an zorluklar. Bu arada her şeyim bozuluyor. Harcamalarımın önemli bir kısmını tamirata ayırmak durumunda kalıyorum. Diyorum ya hayatım alt üst olmuş durumda. Yeni yeni yakalamaya başladığım sükûnetimi de kaybediyorum. Kendime gayret ile sakin olma talimatları veriyorum. Boşuna.

Bir Pazar günü yine tamir işleri ile uğraşırken, kapı çalındı. Sıkıntıyla açtığımda, ihtiyaç belirten biri ile karşılaştım. Onun hali beni hiç ilgilendirmiyordu doğrusu. Bir şeyler söylüyordu ama dinlemiyordum. Sonra birden aynı durumda ben olabilir miydim?diye düşündüm ve kendimden utandım. Belki biraz moral vermek bile yetecekti. O gün zehir zemberek. Usandım bitmeyen hallerimden, serkeşliklerimden…sonra yine fevkalâdeden bir şey oldu. Gazetede bir şiir:

“Sen kendine yetmeden kendini aşamazsın,

Kendini aşmaz isen, bize kavuşamazsın”

Allah Allah! Biri beni gözlüyor gibi. Kendine yetmek kendi çemberinde dönüp durmak, diye anlıyorum. Kendini aşmak ise kendini bir şeylerin ardına itivermek, ya da birilerini kendi önüne geçirivermek gibi geliyor. Bu nasıl olur? Acaba böyle yapabilenler var mı? İnsan elbette önce kendini düşünür, doğal olan da budur. Ama kendinden önce birilerini düşünmek, kayırmak, işte zor olan bu. Dostu arayıp konuşmak istedim. Bir araya gelince hemen sordum “insanın önüne kim ve ne sebeple geçebilir?”diye. Onun cevabı kısa “kalp sevmeyi bilirse, menfaat biter ve yedi cihan onun önüne geçer”. Şaşırmıştım. Doğruyu yakalamıştı, sevmeyi bilmiyordum. Bütün ilişkilerim alış veriş gibi olmuştu. Bu yüzden galiba kendimi sevmeyi bilmiş, lâkin dışına taşamamıştım. Mevlâna’yı önemle hatırladım. Kendisine eziyet edenleri bile çağırıyordu. O kendini aşanlardandı. İşte bulmuştum. Bu kişiler ancak Mevlânalardı. Ben onlarla bir olabilir miydim?

İçimde bir hafiflik, rahatlamıştım. Ben sıradan, ben eksik, kusurlu, hatalı. Büyük işler büyüklerin. Huzurluyum. Konu kapandı. O gece uykumda Hz.Mevlâna’yı görüyorum. Sema’ yapıyor. Ben de merdivenlerinde oturup, seyrediyorum. Bana eliyle “gel” diyor. Ben “gelmem” diyorum. Bu birkaç defa tekrarladıktan sonra “niçin” diye soruyor. “kendimi aşamadım, aşamadım, olmuyor”diyorum. “Aşmadan gel. Lâkin aşksız gelme” diyor. Sonra kendi mübarek oturuşuna geçiyor, sonra da büyük bir ney oluyor. O neyden öyle güçlü bir ses yükseliyor ki kâinata yayılıyor. Dikkat edince fark ediyorum, neyin perdesi olan deliklerinden süt akıyor. Ağzımı yaklaştırıp, kanasıya içiyorum. Uyandım ağzımda bal tadı, kalbim sakin, iç âlemim yine huzurlu. Hey gidi dost Mevlâna, inanıyorum ki duyularla hissedemediğimiz bir başka boyut var ve oradan buraya yardım geliyor. Mevlâna’dan beslendim. Açıklığa kavuştum, gittiği kadar…ne alâka, ne merhamet. İşte O’nun önünde ben. Benim önümde yine ben…

IHLAMUR YOKUŞUNDA HAYAT

Hayatın gerçeklerinden biri de geçim gailesi. İşsizim ve iş bulamıyorum. İşsizlikten yorgun, kendimdeki çabadan yorgun. Bir gün aniden serbest bir işin benim için daha uygun olacağı fikri ile uyandım. Yine de iyi bir iş bulursam belki dönebilirim diye de düşünüyordum. Güzel dostum ve yeni dostum olan bir sanatkâr ile birlikte bir dükkân açmayı düşündük. “Üç dostlar sanat evi” veya “dostlar kubbe altı” diye isim bile bulduk. Burada her şey olacaktı. El sanatları, eski plâklar, yazmalar, müzikli kutular, belki mandolin, keman, hatta ney, resim katalogları, nota broşürleri vesaire… Beşiktaş Ihlamur’da bir binanın alt katı, hem de epeyi geniş bir yer bulduk. Kira uygun, manzara güzel, tam da satacaklarımıza yaraşan bir havaya sahip. Mevsim kış, hava soğumaya başlamış. Kendi kendime “bakalım ne için buradayım?” diyorum. Haydi hayırlısı. Keyfim yerinde. Doğrusu üçümüz de anlaşma içindeyiz. Bu arada aramıza sonradan katılana son dost diyorum. Çünkü insanın çok arkadaşı olur ama, dost ancak bir tane, hadi bilemedin iki tane olur. Biri ilk dost, diğeri son dost. Son dostum, ilk dostumun çok eski dostu. Çocukluktan devam eden bir beraberlikleri var. Evlilikleri de bu dostluğu etkilememiş. Onlar daha kaynaşmış. Bende biraz çekingenlik var. Ama yine de istersem susabiliyorum, sorgulanmıyor. Bu kadar özgürlük de bana yetiyor. Zira son zamanlarda, konuşmadan saatleri tükettiğimi biliyorum. Daha çok düşünüyorum. “Çok konuştun, lüzumlu, lüzumsuz” diyorum. “Artık sus”.

Ihlamur yokuşu kar tutmada, bizim gönlümüzde güneş doğmuş, sıcacık. Camlar silindi, eski havayı veren kilimler serildi. Şu köşeye bir rahat koltuk, bu tarafa da bir gramofon koymalı. Belki Edith Piaf belki Hafız Burhan belki de Safiye Aylâ sesleri ile doldurur buraları. Oh ne alâ! Lây lây lâ…

İçim seviniyor, ortamımı buldum. Esaretlerimden kurtulduğumda, düşünmemişim ama işim de biraz sıkmış beni. Şimdi özgür, şimdi mutlu. İşimden çıkarılmamın ne kadar hayırlı olmuş olduğunu o an anladım.

Camlara perde takmayalım, diyorum. Perdeler öyle çok ki içimizdeki beni gizleyen. Bari burada olmasın. Gülüyorlar. Ben utanmasam zıplayarak yürüyeceğim. Gramofon, son dostun evinden geldi. Hafız söylüyor. Ne de yanık. Ağlamamalıyım.

Küçük bir gaz sobası başına hepimizi topluyor. Yani üçümüzü. Üstünde bir demlikte ıhlamur. Eh! Hani ya Ihlamur yokuşunda da en güzel ıhlamur demlenir. Şimdi diyorum sevdaya sıra gelmeli. Havanın soğuğu iliklerime işliyor. Ihlamur içmek için toplandığımızda, sohbetler ile bir sıcaklık dalgası hepimizi sarıyor. Daha dükkânı açılışa sunmadan dolup taşıyor. İstanbul’un bu tenha semtinde ne de meşhur oluverdik aniden, diyorum. Esas gelenler son dostumun kıymetli arkadaşları. Çoğu sanatkâr. Ben de şimdi hep dinlemedeyim. Bambaşka bir dünya açıldı önüme, özgürce aydınlık bir dünya. Bir Baha Efendi var gelenlerin içinde. İki çocuğunu ve eşini çok önceden kaybetmiş. Yangın sebebiyle, sonradan söylüyor. Adamın içi yanmış, halâ yanıyor. Kış günü ceketle geziyor. Eğer isterse Hafız’a eşlik ediyor. Hiç acıya dokunmuyor, acı bile yemiyor. Kendi âleminde, lâtifesi bol, gelip, gidiyor. Ben biraz daha yabancı düşüyorum. Bu sebeple ıhlamur verme işini üstlendim. Bazen kalabalıkta camlar buğulanıyor, siliveriyorum. Dostların havasının yanında ham olduğumu hissediyorum. Onlar olgun, ben ise ham, bu yüzden hizmete kaçarak hamlığımı saklıyorum. Bizim önümüzden inen yokuş biraz dikçe. Kışın karda bu sebeple araba pek olmuyor. Çok keyif var, çok hoş bir hayat. Ufak tefek satış da başlayınca diyecek lâf yok.

Bazı günler akşama kadar misafirimiz oluyor. Bir ressam var, özel biri. Az konuşup, piposunu hep ağzında tutuyor. Bir gün karakalem beni çizdi. Bakışlarım kartal bakışı, dudaklarım alaycı kıvrılmış, alnım dert küpü… beğenmedim. O ise sen busun, ben seni böyle görüyorum dedi. Üstünde durmadım. Ama sonradan içime sindiremediğimi anladım. Gerginliğim gitmeliydi. Dostlarım gibi pamuk helva olmalıydım. Gül yüzlüm bunu duyunca, “olsun en iyisi sen, sen ol” dedi. Baha Efendi için dükkâna bir nargile koymalı, zavallı belki biraz şenlenir, diyorum… Akşamlar başka türlü yuvarlanıyor önümüze. Ben içlerindeki en isteksiz, en mızmız. Beşiktaş vapurunda, Üsküdar’a geçerken uyukluyorum. Vapur acelesiz, kaptan aheste. Ben isteksiz, önümde yapayalnız bir gece. Nereye?

Her akşam son anı uzatmak için yeniden ıhlamur demliyorum, rafları düzenlemeye çalışıyorum, iş icat ediyorum. Kubbe altı beni esir mi alıyor? Hoppala… şimdi de bu mu çıkıyor yoksa?

Yavaş yavaş yeni hayatım düzene girecek derken geceler uzuyor. Yatağım bir başka dünya, orada sadece ben kalıyor. Nerelerden geldim buraya? Bir Konya gezisi düşünüyorum bazen. Ama sadece Mevlâna’ya gitmeliyim, diyorum. Sonra hemen dönmeli, hiçbir yerde oyalanmamalıyım. Gezi gibi değil de bir dostun bir dostu ziyareti gibi olmalı. Biraz daha olmalıyım. Böylesi ayıp! Biraz insan, biraz melek olabilirsem, biraz da canavarlığımı yanına katabilirim, diyorum. Hepten kurtulmak zor da, biraz iyi hali arttırmak belki mümkün olur, diye düşünüyorum. Yine rüyamda Mevlâna’yı görüyorum. “gel! Ne olursan ol yine gel…”diyor. Birlikte sema’ yapıyoruz. Bu defa ney olmuyor. Sema’ yaparken yükseliyor, göremiyorum. Uyandım, üşümüşüm. Bu ilhamlar güzel olmasına güzel de ne kadar sürecek? Merak ediyorum.

Artık dünya sevgisi denen tutkularımdan yavaş yavaş sıyrıldığımı fark ediyorum. Dünya sevgisi denilen faydasız olanı terk ile dünyayı gerektiği gibi sevmeye başladığımı hissediyorum. Şimdi onun insana yaklaşımını görüyorum. Baharda tazelenişini, kışın uyuyuşunu, suyunu, bereketini, insanın gözüne, kulağına, burnuna, gönlüne sunduklarını yeni görmeye başladım. Ya bunları anlayamadan gitseydim, yazıklar olsun demez miydim? Şimdi ciddi çevreci, hayvan dostu, bitkileri anlama gibi özelliklerin önemini anlıyorum. Yüzümü ıslatan yağmurdan şikâyet ederdim, şimdi şükrediyorum, ne denli önemli olduğunu fark ediyorum. Yani hayatı ve içinde yaşadığım dünyayı çok seviyorum. İleriye dönük plânlarla içinde yaşadığım anlar kaybolmuş. Eskiyi ararken veya sorgularken de böyle olmuş. Beyhude nefes almışım. Şimdi her nefesim bilinçli, değerli, kendimden haberdarım. Yaşamak da bu olmalı, diyorum. Yazık ulaşamayana…

İSTEYENLERE NEY ÜFLETİLİR…

Cama bir ilân: “isteyenlere ney üfletilir”. Bir arkadaşımızın büyük annesi ney dersi verebileceğini söyledi. Yaşı seksen gibi. Ama ne şevk, ne gayret. Faydalı olma isteği ile arzulu. Önce şaştım, sonra takdir ettim. Daha sonra da talebe olmayı talep ettim. Pazar günleri Fatih’e gideceğim, ney için. Sonra Konya, sonra…

İlk dost ile son dostum arasında bir konu gündemde, daha verimli nasıl yaşarız, ne yapabiliriz? Baha Efendi “Siz bilirsiniz” diyor. “Eğer bize de bir hizmet düşerse varız”. Fakat bir türlü aradıklarının ne olduğunu bulamıyorlar. Ben çaresiz. Onların buralardan uzakta bir şeyler yapmalarını istemiyorum, bunu açıkça söyleyemiyorum da… her ne ise, iş olacağına varır. Kar bu yıl şiddetli, kış sert geçiyor. Kapının üstünden buzlar sarkıyor. Hayal ediyorum, bir çocuk gibi. Billûr buz kalıplarında Konya… Yol açılsın, gidelim. Gerçekten çağırdığında biliyorum ki oradayım. Biraz naz, biraz cahillik, ama niyeti kurdum. Bazen bizim kubbe altı, Konya’nın yeşil kubbesinin altı oluyor. Musiki ile, coşku ile karşılanıyorum. Mangalda kahve, kokusu buram buram burnumda. Omuzuma dokunuyor son dostum. Kahve pişirmiş, “buyur” diyor.

Bu hafta neyimi sırtlayıp, doğru Fatih’e. Gülizar Teyzemiz bir Seyyide hanımefendi. Yani Peygamberimiz(s.a.v.)’in soyundan. Hareketlerime aşırı itina gösteriyorum. O da farkında. Şu zamanda böyle değerleri anlayan kalmadı diye düşünüyor olmalı. Beni hüsnü kabul ile karşıladı. O gün üfleyemedim. Neyime sadece yaklaşmış ve nefesimi tanıtmış oldum. O utangaç ses vermedi. Belki de naz yaptı, bilmiyorum. Oradan biraz da mahcup ayrıldım. Gülizar hanımefendi “böylesi normaldir, siz çalışın,olacak”diyor. Belki… nefes meselesi ya da nefis meselesi diye düşünüyorum. Öyle ya ney içi boş bir kamış. Verdiği ses muhteşem. Belki de nefes verenin de içinin boşalmış olmasını arzu ediyor. Benim içim dolu. Nefesim doluluk kokuyor. Ne zaman ki boş bir an yakalanır. O anın gafletsizliğine hürmeten karşılıklı boş boş anlaşırız diyorum. Ruhun insanda İlâhi nefha olduğunu düşünüyorum. Yaradan kendi ruhundan nasıl insana nefh etti ise, yani üfledi ise, bu nefha bomboş olan insanın her yerine yayılıp, nasıl doldurdu ise ve insan o zaman söz edilir hale geldi ise… böyle bir alâka kuruyorum ve düşüncemi işe yaramaz boş olan her şeyden temizlemeğe ahdediyorum.

Artık vakit sonsuza uzanmakta. Kendimi sorgulamalarıma ara mı verdim, diyorum. Günler kendi halinde akıyor. Bana hiç dokunmadan. Ben de bazı düşünceleri kendime yaklaştırmadan yaşıyorum. Hiç ellenmeyen bir mahremiyet gibi özel korunmadalar sanki. Ne olacaksa oldu mu, yoksa hiç bir şey olmadı da yeni mi olacak, bilmiyorum. Kendimden şu aralar uzaklaşmış gibiyim. Ama bunu düşünmüyorum. İnsanın ömrü, ne düzelmek için ne de düzelmişliği korumak için yeterli değil. Lâkin çabuklaştırıcı ve sebat ettirici bir sebep çıkarsa ne alâ.

ÜÇ KAFADAR KENDİ ÂLEMLERİMİZDE…   

Üç kafadar, kendi âlemlerimizde yaşıyor gibiyiz. Hepimizde bir suskunluk. Can sıkıntısı değil, sanki bir bekleyiş, birini bekleyiş… Sanatkârların yalın halleri ile etkileniyorum. Onlar her şeyden uzak kalabilmişler, dünyanın kirine bulaşmadan yaşamayı becerebilmişler. Tek hedefleri var gibi; eserleri. Yaşamlarını önemli kılacak bir eser verme arzusu ile günleri geçip gidiyor. Akılları sadece bununla meşgul gibi. Ne hırs gelişmiş, ne de başkalarına ait olana gözlerini dikmişler. Ne toplama, ne de biriktirme arzusu; ne istikbal kaygısı, ne de geçmişin pişmanlığı… bazen onlarla konuşuyorum da ferahlıyorum. Belki saatlerce eserlerinin anlaşılması için anlatıyorlar, ne temiz duygular, ne temiz insanlar. Çocuklar gibi masum duygular taşıyorlar. Fark ediyorum da tarafsızlıklarını, her insanın fikrine hürmetlerini, hür görüş ve hür düşünceye verdikleri önemi… o zaman bütün insanlığın belki de severek bir sanata yönelmesinin kurtuluş olacağını düşünüyorum. Hele biri var ki her an ayrı bir coşkuda. Karşısındaki çocuk, büyük aynı önemde. Bilgelik akıyor ellerinin duruşundan. Tek derdi bir türlü iyileşemeyen zavallı hasta annesi. Bu konuyu bir sonlandırabilse, başka düşüncesi kalmayacak gibi. Çocukla çocuk oluyor. Büyükle yine çocuk. Süleyman Abi diyorum. Süleyman Emre adının tamamı ama ben Süleyman demeyi daha uygun buluyorum. Sanki ismi uzun olunca, kendi de büyüyecek gibi geliyor.

HAYATIM DEĞİŞECEK…  

Biz böyle ciddi bir işle ciddi meşguliyet içinde oyalanırken, kubbe altına bir gün bir beyefendi geldi. Yanakları soğuktan kızarmış, yokuş da onu yormuş olacak ki hızlı hızlı soluyarak içeri girdi. Abdullah Yüce taş plâkta makberi söylüyor. Baha Efendi eşlik etmede. Beyefendiye acele bir yer gösteriyoruz. Oturup bir “ooh” çekiyor. “Efendiler, biraz dinleneyim de konuşacağım” diyor. Dükkân sakin, öğlen vaktinin ölü saatleri havaya bulaşmış. Nerdeyse ben de uyuyacağım. İçim geçip geçip geliyor. Yaşlı bey kilolu, boylu, poslu. Ayakları iri, elleri ak ve iri. Sanatçı eli gibi. Ben incitmeden inceliyorum. Acaba ne alacak diye düşünürken, o öksürüp, sesini toparladı ve “alalım mı, satalım mı?”dedi. Ben ne dediğini pek anlayamamıştım ama dostlarım mimiklerinden anladığım kadarıyla gülüyorlardı. “Ne alacaksınız bilelim, ne satacaksınız onu da bilelim” dedi, biri. Afallamıştım. Böyle bir şey ilk defa oluyordu. “Vakti biraz geçirmek için ayaklarım buraya getirdi. Sanki biri can veriyordu da aman istemiş gibi geldi. Biz de can alır, can veririz ya, geldik işte, hadi bakalım, pazar ola”. Doğrusu garip biri idi. Her şeyi hem hafife alarak, hem de ciddiye alarak konuşuyordu. Anlamak zordu, biraz da çekindim, ağzımı açmak şöyle dursun, bir yerlere kaçacak halde idim. Lâkin ayaklarım kıpırdamıyordu. Baha Efendi, gramofona Hafız Burhan yerleştirdi. Keyif daha yeterli, ıhlamurlar tazelendi. Adı Mustafa Bakî imiş. Buralarda otururmuş eskiden, yani eski muhiti imiş. Çok da severmiş buraları sevmesine amma karşı taraflara taşınmak durumu hasıl olmuş, taşınmışlar. Oğlu hasta imiş. Hastaneye yakın bir ev onlar için uygun olunca, muhite sevda kesilivermiş. Arada sırada eski hatıralarına hürmeten gelip, dolaşıyormuş buraları. Ud çalıyormuş halâ. Bize “Şaka bir yana çocuklar. Şerif Muhiddin’in ud taksimlerinin notalarını bulamadım, size rica etsem benim için araştırır mısınız?” diyince, ne olduğunu anlamadan “elbette buluruz” diye atladım. Sonunda konuşmuştum ama mahcubiyetten de kıpkırmızı olmuştum. O gün öylece geçti. Akşama kadar hiç konuşmadım. Bönlüğüme utanıyordum. Ne vardı lâfa karışacak. Biri elbet cevaplardı. Bilgeliğin susarak kazanıldığını ve yine susarak korunduğunu bildiğim halde susamamıştım.

O hafta bu konu hiç gündeme gelmedi. Tünel’de müzik dükkânlarında araştırdım, nihayet Şerif Muhiddin Targan’ı buldum, tanıştım. Kasetini, diskini ve o meşhur notalarını buldum. Gerçekten harikulâde idi. Udu öyle konuşturuyordu ki gitar, tambur ve ud sesi algılanıyordu. Benim tanımadığım bu zat, meğer Avrupa’nın takdirini çoktan kazanmış ve eserleri oralarda aranıyormuş. Türkiye’de yaşamış, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in şerefli soylarındanmış. Ne çok bilmediklerim var diyorum, ne çok. Bu bilgisizlik asla bitmeyecek gibi geliyor. Yine de Şerif Muhiddin’i rahmetle anarken, buna sebep olan Bakî Efendi’ye de içimden teşekkür ediyorum.

On günlük aradan sonra Mustafa Bakî Efendi teşrif ettiler. Bu sefer onun daha da yaşlı olduğunu tespit ettim. İlk görüşümde sanki fark edememiştim. Epeyi yaşlı duruyordu. Koştum, ağır paltosunu aldım, elini öptüm, yer gösterdim. Dükkân dolu, hafta sonu. İnsanlar benim telâşıma bakıyor. Bu telâş niye, bilmiyorum. Kalbim gümbürdüyor. Duyulmasın diye boynuma atkı sarıyorum. Bana heyecan veren bu ihtiyar, acaba ilk ihtiyar dostu mu hatırlattı? Bakî Efendi, memnun, kalın kaşlarının ucundan gülümsediğini fark ediyorum. Hayretle görüyorum ki gülünce gözlerinin yanından kaşlarına kadar uzanan çizgi derinleşiyor. Böylece saklasa da güldüğü belli oluyor. Emanetlerini uzatıyorum, memnun, alıyor. “borcumuz?” diyor. Ağzımı açıp kapıyorum, ses çıkmıyor. “Estağ-firullah” diyeceğim, diyemiyorum. O anlamamış gibi tezgâha büyükçe bir para bırakıyor. Artık ellemiyorum, son dosta havale ediyorum, esasen bacaklarım tutmuyor. Oraya çöküyorum. Bende epeyiden beri duymadığım bir etki yaratan Bakî Bey, her şeyden habersiz, notaları uzun uzadıya inceleyerek, bacaklarıma kavuşuncaya kadar beni beklemiş oluyor.

Böyle nice vakitlerimiz oldu. Ben hayatımın bu sayfasını artık kontrolümde tutamıyorum. Bakî Efendi zaman zaman uğruyor. Sohbeti tatlı, doyulmaz bir bilgi kaynağı. Her sorunun cevabı mevcut. Giderek hayranlığım artıyor, bağlılığım kuvvetleniyor. Nasıl böyle bir şey olabilir, diye düşünüyorum. Görünüşte sıradan biri gibi, ama konuşmak için ağzını açınca veya elleri ile bir şeyin işaretini yaparken alışılmışın dışında bir ahenk ya da musiki başlıyor. Vücudu anlattıklarına uyumlu salınımlarda, elleri, ses tonu anlatılanın tam ortasına çekiyor insanı. Fark etmeden dinleyip, öğreniyorum. Hem de bir daha hiç unutmayacakmış gibi… Bambaşka bir dünya önümde yuvarlanıyor. Her öğrendiğim tekrar bir soruya gerek bırakmıyor. Anlatılanları dinlerken, iliklerime kadar yaşıyorum. Sormadan söylemiyor. Bir şeyler öğretme hevesinde hiç değil. Ne zaman ki bir soruyla karşılaşıyor, o zaman sükunetle bildiklerini aktarıyor. Kritik sorulara da kökten cevap veriyor. Anladım ki aydınlık bir akıl için, yobaz cevaplar yok. Dar kalıplarda kalanlar için ise cevaplar canice. Meselâ o zaman birileri yaşamamalı, birileri ölmeli, birileri düzeltilmeli, birileri bizimle aynı olmazsa kurtuluş yok… v.s. bunlar çoğaltılabilir. Bakî Efendi’ye göre ise her şey böylece yerli yerinde. O biliyor ki zorlama ile bir şey öğretilemez. Öğretilse bile hayata geçirilemez. O’nu tam olarak anlamak isterdim. Önümde yepyeni bir dil. Adeta dil öğreniyorum.

Yeni bir ufuk açıldı önümde. Din bir yaşam tarzı değil. Bir tercih de değil. Aslında din insanla birlikte mevcut olan, dünya hayatını yaşarken kendi haklarını koruyarak, etrafa zarar vermeden yaşayabilmemiz için gösterilen nasihatler topluluğu. Dünya, kendi yaradılış nizamını bozmadan kendimizden sonrakilere bırakacağımız, emaneti aynen devredeceğimiz bir yer. Ama bunu anlamayınca çılgın ihtiraslarımızla insana, hayvana, bitkilere, çevreye öyle zarar vermekteyiz ki dünyayı kendi malımız gibi kabul edip, asla ölmeyecek gibi düşünüp, torunlarımızın torunlarına veliahtlık sağlayacak bir saltanatı, serveti dahi küçümseyip doymazlığımızı arttırmaktayız. Bu sebeple bizi yaşadığımız yerle birlikte Yaradan’ın, tavsiyelerine mutlaka uymak zorundayız. Bu temel uyuştan sonra, bazıları için sadece kendini ve Yaradan’ını ilgilendiren konularda tercih yapılabilir. Bu sadece o kişiyi ilgilendirir. Ama diğer insanlara ve canlılara zarar verecek konularda din, tercih meselesi veya yaşam şekli olmamalıdır. Meselâ bir ağaç kesmek veya kesmeyip yeşile önem vermek nasıl bir yaşam şekli veya tercih meselesidir?

Artık düşünme çemberim genişliyor. Her konuyu olmazları için bile olabileceğini varsayarak düşünüyorum. Bu benim tarafsızlığımı geliştirecek. Doğrunun tek olduğunu biliyorum. Ama bütün doğruların bana ait olamayacağını da biliyorum. İşte tarafsızlık burada gerekli. Uygulamanın zor olduğunu biliyorum. Bir diğer zorluk da öfkeli anlarda daha da zor olmasına rağmen, kendini karşındakinin yerine koyabilmek. Başarmayı umutla bekliyorum. Böyle niyet içindeyim, böyle kaydola…

VATAN SEVGİSİ İMANDANDIR:

Bakî Efendi artık bir gizli hazine gözlerimde. Hazinenin kapağı aralandı, şimdi keşif başlıyor. Her geçen gün yeni bir şey keşfediyorum. Dininin bütün gereklerini yerine getirirken, şaşılacak şey bunları önemsemiyor. Yani yaptıklarını çok büyük görmüyor. Bunları tevazu ile değil, samimi duyguları ile belirttiğinden eminim. Allah’ın verdiklerinin yanında yaptıklarının ve yasak olduğu için yapmadıklarının önemi olmadığını her vesilede tekrarlıyor. Başı önünde, mahcup. O’na inanıyorum, samimiyetinden eminim. Nasıl böyle olunurun cevabını henüz bilmiyorum. Belki daha sonra… Beni şaşırtmaya devam ediyor. Bunu ben şaşayım diye yapmadığı besbelli. Ben şaşırmaktayım, zira hiç karşılaşmadığım bir insan tipi ile karşı karşıyayım. Böyle olmak isterdim doğrusu. Lâkin herkesin içtiği su farklı. Bana düşen örnek olarak alabildiğimi almak. O’nun milli duygularını herkes biliyor. “Evlât, vatan sevgisi imandandır” hadisini biliyor musun? Vatan asıldır. Meselâ benim vatanım, bayrağım dinimin önündedir. Zira vatanımı kaybedersem, bayrağımın altında başım dik olamazsa, dinin ne faydası olur? Ama dinim ve inancım benim kalbimde, onu kimse alamaz. Ben vatansız ve bayraksız yaşayamam, lâkin dinimi taa içimde yaşamaya devam ederim de kimsenin haberi olmaz. Bunları söylediği gün gözlerimde yeni bir ufuk daha açıldı. Bu adam yamandı doğrusu. Bunları söyleyecek kim vardı? O kadar doğruydu ki kalbim dua ile kabardı: “Yarab bizi vatanımızdan ayırma, vatansız, bayraksız bırakma” ve Akif’i andım:

“Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” .

Hey gidi Koca Akif seni şimdi anlamaya başladım.

Günlerin günleri kovalayarak getirdikleri beni yeniden yapılaşmaya götürüyordu. Eğri ile doğrunun ayrılması bazen kolay, bazen de imkânsız geliyordu. İçimdeki yeni doğan çocuğu büyütmeye başlamıştım. Bakî Efendi beni bazen evine davet ediyordu. Bu genelde artık hem üfleyip, hem de nağmelendirebildiğim neyimi dinlemek için oluyordu. O’nun yanında daha iyi gidiyordu. Hasta olan oğlu, daha da ağırlaşmıştı. Birkaç aydır. Bakî Efendi sadece hastane için dışarı çıkıyordu. Çok geleni vardı. Ev hep dolu oluyordu. Oğlunun, hastalığı ile geçimi de şaşılacak şeydi. Her zaman yüzü gülüyordu. Bazen dışarı çıkmamızı istiyor, o zaman onun ısdırabının başladığını anlıyorduk.

Genelde Erenköy’e giderken Hacı Bekir’den lokum götürüyordum. Sakızlı ve güllü lokumlar. Ben de hoşlanıyordum tadından. Kültürümüze yerleşmiş olan bu tatlı, hastamızı biraz olsun oyalıyordu. Babasından ud çalmasını rica ediyor, gözlerini kapayarak kendi bedeninde kayboluyordu. Ben de o zaman onu daha rahat inceliyordum. Artık iyice zayıflamıştı. Çok az yiyordu. Babasının gözleri önünde eriyordu. Ne müthiş bir acı olmalıydı. Bir baba ya da anne nasıl dayanabilirdi? Ama görüyordum ki iyi dayanıyorlardı. Allah hiçbir kuluna kaldıramayacağı bir yük yüklemez ayetini hatırladım. Sonra ağır imtihanların Peygamberlere, velilere ve salih kullara verildiğini… zor geldi.

Öğrendiğim her bilginin ve öğrendiğim kaynağın değerini bilerek, son baharın üç ayını geride bıraktık. Kışa girdik. Aynaya baktığım günden bu güne hesapladım, dört buçuk yıl geçmiş. Ömrün ne değeri var ki? Geçip gidiyor. Baktım faydalı ve dolu geçen dört buçuk yıl. Bundan öncesi silinmiş ve anlatılacak pek az şey var… kendimde çok büyük farklılıkların olduğunu bildiğim halde, henüz pek az yol aldığımı kabul etmek zorundayım. Hayatı ne kadar boşa yaşamışım meğer… şimdi bunu acı ile anlıyorum. Sadece kendim için var olmuşum. Sadece uzun emellerimle yaşamış ve içinde olduğum anları hep kaçırmışım. Şimdi bir rüzgara kapılmış gibiyim. Sürüklenirken sarhoş ve ayık… sarhoşluğun getirdiği ayıklık ya da ayıklığın getirdiği sarhoşluk… ifademin ancak bu kadar anlatabildiğini biliyorum. Yaşayanlar için belki daha anlaşılır bir duygu…

 EVLÂT ACISI:  

Bakî Efendi’nin hasta oğlunu bu hafta kaybettik. Göz yaşlarını saklama gereği duymadan oğlunu toprağa verdi. Annenin acısı daha şiddetli idi. Evlât acısı zor imiş. Kimsenin kolay kaldırabileceğini düşünmüyorum. Bu devrede O’na daha yakın oldum. Kim bilir, belki beni kaybettiğinin yerine koyuyordu. Ben hep suskun, meraksız, anlamaya ve acısını sessizce paylaşmaya çalışarak yanında oldum. Dostlarım da bana rahatlık verdiler. Sonra bir gün onları düşündüğümde, benden daha çok lâyık oldukları halde, benim O’nun yanında oluşumu yadırgadım. Kim bilir bu, Allah’ın kimi kulları için takdiri ile ilgili bir şey diye düşündüm. Yoksa ben her şeyden uzak ve zayıflıklarla donanmış biri idim. Bu konu, kesinlikle benim özel biri oluşumla ilgili değil, aksine belki de en çok ihtiyaçlı oluşumla ilgili diye düşündüm.

Bazı akşamlar geç olduğunda Erenköy’de kalabileceğim söylendi. Oğlunun odası ve yattığı yatak kaldırılmamıştı. Orası bazen benimle doluyordu. O zaman annemize (Bakî Efendinin ailesi) bir neşe ve şevk geliyor, yüzü aydınlanıyordu. Ben de oraya yük olmadığımı hissediyordum. Sanki benim ihtiyacım, onların ihtiyacı ile örtüşüyordu. Ne büyüktüler. Yatağımda uyumaya çalışırken, Bakî Efendinin usul usul okuduğu Kuran ile doluyordum. Tam anlar gibi bir duyguya kapılacak iken uykuya geçiveriyordum. Kendimi sadece o anın içine bırakıyor ve hiçbir şey düşünmüyordum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor, birikmiş bütün düşüncelerden, geçmişimden, geleceğimden boşalıyordum. O kadar boşluk oluyordu ki asla dolmayacakmış gibi bir ebedi boşluk… hiç yakalayamadığım bir huzur… sonra anladım ki huzur, anı yakalamakla ve iç âleminde hiçbir şey bulundurmamakla ele geçiyor. Sevinçliyim, huzurluyum, mutluyum. İnsanları, yaratılmış olan her şeyi çok seviyorum. Beni yaşama bağlayan ümidimi seviyorum. Lâkin ümidimin ne olduğunu pek bilemiyorum. Galiba kendimden ümitlenmeye başlıyorum…

Kış şiddetli değil bu sene. Bendeki duygular ve değişimler şiddetli iken şiddetli geçti de ve sanki bendeki sükûnetle şiddeti kaybolmuş gibi. Bazı geceler evime üstümü değişmek ve banyo için uğruyor ve yine Erenköy… bana yorgunluk olacağı söyleniyorsa da ne yorgunluğu, uçarak gidiyorum. Hatta kalbim kabul edilmemek korkusunu yaşıyor.

EYÜP     

Bakî Efendinin yanında O’nun farklı yönlerini de tanımaya başladım. Başka bir kapı daha açıldı. Vaktinin bir kısmını yoksul ve ihtiyaçlılara ayırırken, diğer kısmını da çocuklara musiki dersi vererek geçiriyordu. Bahçeli bir ahşap yapı, Eyüp’te. Babadan kalma… etrafını yüksek apartmanlar sarmış. Orada hafta sonları muhitin çocuklarına müzik dersi veriyordu. Nota bilgisi, müzik aletlerini tanıtma, ses bilgisi gibi. Bu işi tahmini otuz senedir yapmakta imiş. Emekli müzik öğretmeni olduğunu duyduğumda biraz şaşırdım. Dâr-üş şafaka lisesinden emekli olmuş. Hep kimsesiz çocuklar ile beraberliğini devam ettirmiş. Çocuklara o kadar yakın ki “onları sokağın sıkıntılarından korumak lâzım”diyor. Gönüllü gitar öğreten, ud, kanun, ney dersleri veren öğretmenler var. Çok ilgimi çekti. Çocuklar bir aferin almak için yarışıyorlar. Onlara kalem, mendil, şeker vererek şevk ve heveslerini arttırıyor. Aman Yârab! Ne güçlü bir yöneliş, ne sonu olmayan ümit, ne bitmeyen şevk… böyle olunabilir mi, bilmiyorum.

Sadece müzik eğitimi vermiyor. Fark ettirmeden temel ahlâki kuralları öğretiveriyor. Yalan, arkadaşlık, haksızlıklar, hayata karşı kuvvet kazanma gibi çok önemli meseleleri güncelleştiriyor. Yeteneklerine göre okul seçmelerinde yardımcı oluyor, kayıtlarını takip ediyor… müziği bir hobi gibi zamanlarını değerlendirmede kullanıyor. Sadece özel kabiliyeti olanları, bu işin eğitiminin ilmî olarak yapıldığı yerlere gönderiyor. Ben bu evin ses veren her zerresini seviyorum. Evin önünde bir sundurma var. Güzel havalarda müzik arası verildiğinde orada toplanıyoruz. Eyüp’ün meşhur simitini ve halkasını çayla yiyoruz. Bu tadı başka bir yerde hiç bulamadım. İşte o zaman müziğin dışında konuşuluyor. Bazen çocukların anneleri veya babaları da uğruyor. Hepsi de Mustafa Bakî Efendi hayranı, sevgi ve saygıları daima hissediliyor. Evin odaları küçük ve ses her yere yayıldığı için, herkes sıralı müzik yapıyor. İmkânım olsa da büyük bir yerim olsa ve bu iş için açsam diye hayal kuruyorum. Bakî Efendi ise “bu şartlarda olması daha iyi değil mi? Belki o zaman bu samimiyet ve başkalarının hakkını gözetme duygusu kalmayacak. Böylesi yerinde”diyor. Pek anlamasam da itiraz yok. Kaynaşmışlık önde geliyor. Hayran oluyorum samimiyete, dostluğa, en çok ta verişe…burada herkes değerli, önemli, kendi olması gereken yerini bulmuş. Bu duyguyu biliyorum ki O veriyor. Biraz sonra evinde veya dışarıda yani O’ndan uzakta yine horlanma, değersizlik, dışlanma… o zaman tespitim doğru. Kimse buradan ayrılmak istemiyor. Ayırımsız, tarafsız ve adil bir dünya hepimizin hakkı… peki bunu yaşamayı niçin başaramıyoruz?

Doğa diye bir çocuk var. Yaman akıllı. Bateri diye tutturdu. Bateri ve öğretmen bulundu. Çocuk herkesin işi bitince sırası geleceği için, sabırla sırasını bekliyor. Kısa sürede ilerleyiverdi. Yine şaşırdım. Biraz kapris olarak algılamıştım konuyu. Ama sonunda başarıyı gördüğümde utandım. Yine mahcubiyet. Bu kadar yakınında, bu kadar ihtiyaçlı ama bu kadar kendi aklına yenik ben. Daha uzakta olan için ne kusur bulunabilir? O’nu anlamanın çok zor olduğunu anlamak bile bir adım imiş. Ama O bütün bunları yüzüme vurmadan, usulca kendi bildiğini yapmakta. Bizlerden sıkılmıyor mu? Zavallı ben; içimden itirazlarımı yapmadan önce biraz bekleme sabrını ne zaman göstereceğim? Acziyetimi hissederek yaşamam daha ne kadar sürecek. “İnsan acziyeti ile Sultana varır. Sen hiç kibri ile varanı duydun mu?” İrkiliyorum. İçimdekileri okuyuverip, cevaplayan, aciz oluşun değil, aciz hissedişin değerli olduğunu söyleyerek, benim sıkıldığım acziyetimi yükselten ses, içimde bahar havası estiriyor. Yine bahar müjdesi, uğurlu olsun…

EYÜP’E BAHAR GELİYOR:

Bahçede hazırlık var. İki haftadır bahçeyi düzenliyoruz. Müziğe ara. Toprak kazıldı, sebze fideleri ekildi. Suladık, düzenledik. Hamlığımızı attık. Domates, biber ve salatalık yiyeceğiz bahçeden… Bir tarafa yeni gül ağaçları, sol taraf gölgelik, oraya ortanca… içimde bir heyecan, toprağın kokusu buram buram… Bizler başka bir hayat yaşıyoruz. Rüyada gibi. Bu inanılmazı başaran O’nun kudreti. Bizden ihtirası alınca çek, senet işleri kalmamış. Elbet bunlarla uğraşanlar da olacak, lâkin bize açılan kapı bu. Bir küçük aylık yetiyor. Biriktirme, arkadakilere bırakma telâşı olmayınca, hayatın tadına varılıyor. Allah’a karşı mahcubum. Başım düşük, kalbim yenik, söyleyecek şükrüm yok. Ben ne yaptım da bu huzura getirildim? İşte bu sorunun cevabı da yok. Kendimde hiçbir güzellik bulamıyorum. “Sen kendi bulunduğun halden mutlusun. Onlar da kendi hallerinden. Onların kavuştukları sende yok. Senin kavuştuğun da onlarda…Belki yerleriniz değişebilseydi hem sen, hem onlar isyan ederdi”. Yine cevap alıyorum, tam da düşündüklerim üzerine. Bu biliş biraz beni tedirgin ediyor. Eksik ve kusurlarımı açığa çıkaran düşüncelerden uzak olmalıyım…

Ve işte Eyyüb-el Ensari Hazretlerinin türbesindeyim. O: “İstanbul’un manevi fatihi”diyor. “Burada çok dua etmeli, bizi duyar”. Gözlerimi kapadım, İstanbul gibi bir şehri gözetene teşekkür ettim. Fatiha ile andım, gözlerim ıslandı. Orada o büyük değerle birlikte oluşum ayrı bir haz… Acaba İstanbul’da yaşayıp, hiç ziyaret etmeyen var mı? Diye düşündüm. Sonra bütün sünnet çocuklarının hiç değilse bu sebepten ziyaretlerinin olduğunu hatırlayınca, ferahlık duydum. Biliyorum ki bu ziyarette fayda bize. Onlar ziyaret edilmeyi beklemiyorlar ki… O gece rüya görüyorum. Hazret sandukasından yarı beline kadar kalkmış. Başını bana çevirip, eli ile gel diyor. Ben ayakucu tarafındayım. Yanına gidiyorum. Ses yok, fakat içimde “ziyaretin kabuldür inşaallah” cümlesi yankılanıyor. Sevinerek uyanıyorum. Bunlar benim hayallerim mi? Yoksa gerçekten böyle manevi bir boyut var mı? Önemli değil. Ben kuş gibiyim, sanki kanatlanıp, uçacağım.

Zaman zaman sıkıntılı devirlerim oluyor. Sanki manevi bir hayat yok ve ben bir şey yaşamamış gibiyim. O zaman O’ndan uzak duruyorum. İşte böyle devirlerde O’na karşı da olumsuzluk taşıyorum. Bu duygularımı anlamasın istiyorum. Zira sonradan bu hali atlatıp normale geldiğimde, mahcup oluyorum. Bir yandan da farkında olduğunu biliyorum. Bir seferinde: “İnsanın kendinde bulunan nefsi o kadar zalimdir ki insana dostu düşman, düşmanı dost gösterir. İnsana en büyük düşman bu sebeple kendi nefsidir. Ama insanoğlu da nefsinden memnundur ve ona itaat etmek ister. Halbuki itaat sadece Allah’adır. Ve bunun kaynağı da ruhtur. Ruh insana sadece İlâhi olanları ilham eder. Bu sebeple Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in nefis ile cihadın, büyük cihad olduğunu söylediği hadis çok önemlidir”. İşte buyurun, bir anda sanki binlerce perde açıldı gözümde. Evet, yine nefsim bir köşeye sindi, imkânlar benim…