Kategori arşivi: 07.Bölüm

Yedinci Bölüm

Yedinci Bölüm:

MÜZİK SEVGİM     

Müzik çok sevdiğim, dinlerken dinlendiğim bir şey. Çocukluğumdan beri hemen her türlüsünü dinlerim. Şu sıralar bir Mercan Dede var ki çok farklı müzik yapıyor. Mevcut temaların üzerine veya kendi temaları ile müzik yapıyor. Eski gazeller, ilâhiler, deyişler, yeni birer eser oluyor. Pek çok isim vermiş kendisine. Sanıyorum, tek isimle tanınıp, sivrilmemek için olacak… O hepsinden memnun. Yabancı ve değişik kültürleri de kendi programlarında tanıtmaya gayret gösteriyor. Çok az alet ile, kalabalık bir orkestra dinleniyormuş gibi izlenim alıyoruz. Kasetlerini, disklerini alıyorum. Yetmedi konserine gittim. Çok mutlu oldum. İnsanın içindeki sesi duyurmaya amaçlı gibi. O’nun müziğini dinlerken bir ayağınız sabit bir noktaya basıyor, diğeri ile kâinatı dolaşıyorsunuz. İçinizdeki ses, tek olarak sizi kaplıyor. Yani bir duygular çokluğunda, teke ulaşır gibi oluyorsunuz. Ben böyle hissediyorum. Mercan Dede’nin başka bir özelliği de art arda ne kadar dinlenilse bıkılmıyor. Meselâ bir diskte on iki eser var. Bitince başa alıp tekrar dinlemek üzere bir gün dokuz defa dinlemişim, akşama kadar. Bıkkınlık gelmiyor. Her dinleyişte yeni dinliyormuşum gibi oluyor. Aynı eseri… Müziği evrenselleşiyor… Sonrakilere kalacak, biliyorum. Müzik dili ile bana verdikleri; insanlıktan ümidim artıyor, barışın dünyaya yayılacağına inanıyorum, sevginin insanlar arasında ortak dil olduğunu fısıldıyor, kendi arınmış duygularını benimle paylaşıyor… Devam etmeli, mutlaka devam etmeli…

MUSİKİ AŞIĞIN AŞKINI, FASIĞIN FISKINI ARTTIRIR:    

Bakî Efendi’nin çevresinden birileri benim müzik sevgimi biraz kabullenemiyor gibiler. Öyle sanıyorum ki onlar bir zaman sonra eskiden var olan bu tutkumdan da kurtulacağıma inanarak, sabırla bekliyorlar. Görüşlerinin biraz dar olduğunu düşünüyorum. Lâkin Konya’da yaşadığımdan ibret almış olmalıyım ki bir şey söylemeye cesaretim yok… Zamana bırakıyorum. Onlar da bir gün gelir, belki beni anlarlar diye düşünüyorum. Allah’ı tanımak çok zor. İnsan ya hep ya hiç kuralını yaşıyor. Biri “Biz de eskiden senin gibiydik. Şükürler olsun hidayete erişince, artık bu türlü zevklerimiz bitti. Sadece Allah’a dönüyoruz” diyor. Ben “Allah’dan başka şeyler de mi var? Yani her şey top yekun Allah’ın mülkünde mevcut değil mi? Müziği yahut başka bir şeyi O’ndan ayrı mı tutmak lâzım?” diye soruyorum. “Bence her neye yönelirsek yönelelim, içimizde, dışımızda nefesimizde, Onunla beraber olduktan sonra, yine O’na dönmüş oluruz. Ama bizimle birlikte olduğundan, bizi gördüğünden, duyduğundan gaflette olarak, ibadete yönelsek bile Onunla olmuş ve O’na yönelmiş olmayız” diyorum. Bütün kendime verdiğim sözleri unutmuş olmaktan mahcup, elimde olmadan ağzımdan çıkıyor lâflar… O sırada Bakî Efendi içeri giriyor. Konuya biraz ucundan şahit olmuş. “Musiki aşığın aşkını, fasığın fıskını arttırır” diyerek, konuyu kemaliyle sonlandırıyor.

YA SELÂM, YA HÂDİ…    

Düşünüyorum, hidayete ermek ne demek? İnsan hidayete erdim demekle hidayete ermiş olur mu? Bence her konunun olduğu gibi, bunun da bir yüzeysel, bir de hakikat olarak iç yüzü var. Allah “Müslüman’ım” diyeni Müslüman olarak kabul etmemizi istiyor. İslâm başka, iman başka, amel başka, ilim başka, irfan başka… Müslüman İslâm’ı kabul eden, kelime-yi şahadet getiren kişidir. Müslüman Allah’tan başka ilâh olmadığına inanır. Peygamberlere aralarında bir fark gözetmeksizin inanırken, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber olduğuna inanır. Bu iman içinde olan herkes Müslüman’dır. Lâkin İslâm’ın şartları vardır ki bunlar da namaz, zekât, oruç ve hac’dır. İşte bunları da uygulayan kişi Müslüman’lığın şartlarına tamamen uymuş olur. İman sahibi Mü’min veya Mü’mine kişidir. Allah’a ve söylediğimiz şekilde Peygamberlere iman esastır. Daha alâsı kitaplara, meleklere, ahiret gününün varlığına, kadere, hayır ve şerrin Allah’dan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanır. Allah’a iman, imanın başlangıcıdır. Allah’a iman ile kitaplara iman ve Peygamberlere iman daha kolaydır. Meleklere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra dirileceğimize iman etmek daha zor olup, imanın kuvvet kazanması ile mümkün olur. Eğer inananların hepsi, öldükten sonra dirileceğine, hesap vereceğine, ahiretin varlığına tam olarak iman etmiş olsaydılar, bu dünyada yaşayacak takatleri kalmazdı. Kimsenin canını yakmaz, kimsenin hakkını gasbetmez, ihtiras ve gaflet içinde kalıp, ölümü kendilerine uzak, başkalarına yakın görmezlerdi. Dünya hayatına kapılıp gitmek ve ahireti unutabilmek ancak imanın zayıflığı ile mümkün olur.

Amellere gelince emredilenleri yapmak, yasaklananları yapmamak olarak anlıyordum. Hepsi de bizim dünya hayatını zarar vermeden yaşamamız, ahiret hayatını da kazanabilmemiz için, bildirilmiş kurallar, ibadetler topluluğuydu. Yoksa bunların hiç birinin Allah’a bir faydası ya da zararı yoktu. Böyle olunca da herkes yaptığının karşılığını görecekti… İlim bütün bu anlatılanlarla beraber, amellerin usulünü öğrenmek, hataları azaltmak için gayret göstermek ve öğrenilenleri hayatımıza geçirmekti. İrfan en önemlisiydi. Allah’ı bilmek, O’nun hakkında anlayış sahibi olmak demekti… İslâm’ı kabul eden Müslüman, iman eden Mü’min, amelde bulunan kul, ilim öğrenen alim, irfan sahibi olan ise arif oluyordu. Arif kişi, Müslüman bir iman sahibi kulun, ilmi ile Allah’a karşı bir anlayışa sahip olması demek oluyordu.

Bu fikirlerimle dopdolu yatıyor, kalkıyor, gidiyor, geliyordum. O zaman insanlar derece derece idi. Herkes ayrı bir anlayışa sahipti. Veya itikadı da farklı idi. İşte burada çok önemli olduğuna inandığım bir noktayı yakalıyordum: herkesin hali kendine. Yani herkesin farklı bir hali vardı ve irfandan kendisine ne kadar açıldı ise o kadarına sahipti. Bu, şu an için böyle idi. Bir an sonra nasıl olacağı belli değildi. O halde kendime şöyle demeliydim: Allah her insan için farklı bir kader yaratmıştı ve her insan halden hale girerek sürekli değişim içindeydi. Benim birine o andaki müdahalem bu durum esas alınırsa, yersizdi. Ve birini eksiklerini görerek, eleştiri nazarı ile bakmam, gaipten haberim olmadığına göre cahillik idi. Belki benim kaderim sonradan isyan ile bitecekti veya o kişi kurtulanlardan olacaktı. Bu anlayış içinde perişandım… Yine kendimden kendime açılmış olan bu kavrayışa şükürler olsun diyorum…O zaman dava mümkün müydü? İddia yapılabilir miydi? Hele kendini beğenmek ve yeterli görmek? Başkalarını küçük görmek, hemen değerlendirip, noktayı koyuvermek?

“Ben gelmedim dava için,

Benim işim sevi için…” diyen Koca Yunus… Nasıl da kısacık iki satıra sığdırıvermiş yüceliği…

İnsanlar neden biraz öğrenince, kendini farklı görür de, diğerlerine yukarıdan bakar? İki lokma ile doyulur mu canım? Doymanın sonu olur mu? Doyan hiç acıkmaz mı? Biraz sonra acıkacağından habersiz midir? Ben kendi hesabıma bakmalıyım, esas hayatta hesaba çekilmeden burada ben kendimi hesaba çekmeliyim. Başkalarına sıra gelmeden önce kendime yetmeyi bilmeliyim. İşte bu düşünceler ışığında, hidayete ermenin mânasını anlayabiliyorum. Hidayet başlangıçta Müslüman olmak, şartlarını yerine getirmek, iman etmek, kulluk yapmak, ilim öğrenmektir. Ama hidayetin hakikati, Allah’ın her anımızı gördüğüne, her söylediğimizi duyduğuna, kalbimizden geçenlere bile vâkıf olduğuna, bize bizden yakın olduğuna şüphe olmaksızın iman etmektir. Ve bu iman ile, Allah ile birlikteliği yirmi dört saatin her anında yaşamaktır. Esas hidayet budur. “Ya Selâm, Ya Hâdi!”…

Nerelerden nerelere gelmiştim ama arkama dönüp baktığımda bir arpa boyu yol gitmiştim. İnsan olmak kolay değildi. “İnsandan söz edilinceye kadar nice bir zaman geçti…” Ayetini hatırlıyorum. İnsan olmak, yaradılış amacına uygun olmak demekti ki ne kadar vakit alıyordu. Sonrasında daha nice incelikler vardı kim bilir? Ömür kısa geldi birden, öğrenecektim, uygulayacaktım, hallenecektim, hallendirecektim… Vay hüsranda olana, vay kendinden habersize, vay kendine zulmedene… Vay ki nice vaylar…

ALDANMAK, ALDATMAK      

Hayat bir oyundan ibaret gibi. “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir” ayetle sabit. Ben kendi oyunumu mu oynuyorum? Hayatın içinde yaşarken önümüze çıkan her olayı bu oyunun bir parçası kabul edersek, hırs, ihtiras, kin, öfke, öldürmek, nefret etmek nerede kalır? Eğer bu ayete inanıyorsak, ki birini inkâr hepsini inkâr gibidir, bu oyuna nasıl bu kadar kendimizi kaptırabiliriz? Oyunu ciddiye alırsak, hakikati de oyun gibi mi göreceğiz? Eğer oyun ise kin, öldürmek, savaşlar, öfkeler, çocukları helâk etmek NİYE? Kendimizi aldatarak mı yaşayacağız, ölene dek? İnanıyorum diyen, paralarının üstüne bile bunu yazanlar neye inanıyorlar? Neye inanıp, çocukları öldürüyorlar? Aldanıyorlar… Kiliselerinde dua ederek, çocukları öldürmeye devam edenler, neye inanıyorlar? Ağlama duvarının önünde Allah’a ağlayarak ve lüle lüle sakallarını uzatmış inanan kimseler olarak dua edip, sonra çocukları öldürmeye gidiyorlar. Kendileri öldürmeseler bile öldürenlere ses çıkarmıyorlar. Hakk’ı savunmuyorlar. Allah’a inanan bir cana kıya bilir mi? İnsanlar terörlerde, din adını kullanınca temize mi çıkıyorlar? Bu Allah’ı kandırmak değil mi? Aslında sadece kendilerini kandırıyorlar. Dil ile inandım demekle uzakta olan Allah’ları dillerinden söylediklerini kabul ediyor da yaptıkları kötülükleri görmekten aciz mi? Bu nasıl bir iman? Diledikleri zaman Allah görüyor ve işitiyorsa, bu nasıl Allah? O zaman gelsinler. Ben onlara asla aciz olmayan, her an bizi gözetiminde tutan, her anımızdan böylece haberi olan, daima gören ve duyan Allah’ı anlatayım. O Allah ki bütün aldanışlarımızdan uzak olandır. O engin merhameti ile, yarattığı hiçbir kulundan, ayırım yapmaksızın vazgeçmeyendir. Kullarına, hoş olmayan işler yapsalar dahi, hakaret etmeyendir. Onlardan hesap soracaktır, Müntakim ismi ile aziz olan intikamını da alacaktır. Lâkin kullarını muhatap kabul edermiş gibi, asil ve aziz olarak davranmaktadır. Kendisini inkâr edene de, küfredene de rızkını verir. O asla kudretini burada göstermez. O’nun kudreti en çok sonsuz merhametinde ortaya çıkar…

Aldanmak ile aldatmak gelir. Aldanmayan, aldatmaz. İnsanlar kendi var ettikleri ilâhları ile yaşamayı tercih ederek aldanıyorlar. Kendi zanlarında mevcut olan Allah ile, hakikatte mevcut olan farklıdır. Kendi zanlarında mevcut olan, kendi nefislerinin her yaptığını onaylayan olmuyor mu? Halbuki bir tek İlâh vardır ki bizler O’na inanıyoruz. O da her yeri kuşatan, bilgisinin dışında hiçbir şeyin olmadığı ve muradını mutlak yerine getiren Allah’tır.

Kendimi nefsimin isteği doğrultusunda yaşayarak, sonunda büyük bir aldanışa düşmekten koru Ya Rab! Nefsimin isteklerini, senin isteklerin gibi görmekten ve aldanmaktan koru Ya Rab! Nefsime uyarak yaptığım kötü ve çirkin işleri sen yaptırıyorsun gibi düşünüp, kendime hak tanımaktan koru Ya Rab! Nefsimin hoşuna giden ve büyüklenmeme vesile olan hayırlı işleri yapmaktan da koru. Velev ki hayırsız insanlar listesinde yer alayım…Sana aldanmadan dönmeme ve huzurunda mahcup olmamama yardım et Ya Rab!…Kendi arzu ve isteklerimi, Senin arzu ve isteklerinmiş gibi görmeme, göstermeme engel olacak sebepler hasıl et Ya Rab! Sana kulluk ederken, yaptıklarımı bana büyük göstererek nefsime uydurma. Senden ancak yine sana kaçılır. Senden yine ancak sana sığınılır. Beni, Senin önüne geçireceğim heva ve heveslerimle oyalama Ya Rab! Hiç gafletin kalmadığı bir hal içinde, dünya hayatının ne kadar ağır ve zor geçtiğini tahmin edebildiğim halde, aldanmamak uğruna bu zorluğa katlanacak kuvveti de vereceğini bilerek, her şeye rağmen aldanmak istemiyorum, yardım et Ya Rab!…Benim elimden de hiçbir kulunu aldatma vesilesi çıkmasın. Hem aldanmamak, hem aldatmamak isterim. Gerisi Senin bileceğin iş, razı et Ya Rab!…

BU SENE AYVA ÇOK, KIŞ KUVVETLİ GEÇECEK   

Gümbür gümbür kışa girdik. Ocak Ayı ile kar dizde. Erenköy karda başka bir güzel. Bu kadar yüksek binalar yapıldığı halde, yine de ağaçlar karda belirginleşiyor. Hava soğuk, üşünüyor. Ben içimden duman tüterek, anlamıyorum. İliklerim yanmış gibi. Biraz ferahladım bile diyebilirim. Yaradılışımın hakikatini öğrenmek ve gafletsizliğe doğru gidişin sonunda, ne yaz ne kış umurumda… Bedenim O’nun hükmünde, O’na ait. Üşütmüyorsa benden mi? Etrafın benim hakkımdaki fikirleri de bir kulağımdan girip, diğerinden çıkıyor. Umursuzluk sarmış her yanımı. Hatta yanım da kalmamış… Bendeki bu değişimler, benim şaştıklarım. Etrafımdakilere bir şey sezdirmemeye çalışıyorum. Öyle ya bunlar benimle O’nun arasında sırlar. Kimseye ait değil ki ilgilendirsin. Önceleri kendimdeki güzel olan halleri birileri ile paylaşmak ve bundan kendi yücelişimin zevkini yaşamak isterdim. Şimdi farklı. Her şey gizliliklerde, bana ait… Ben de O’na ait. O zaman benim sırrımı açmak, O’nun sırrını açmak olmaz mı? Bakalım bu önemsiz hakkında muradı nedir? Göreceğim, ben de merakla ve sabırla beklemedeyim. Kar gözlerimde, dudaklarımda, ayaklarımda… Gökyüzü açık mavi, kar tipisi aydınlığı… Yürüyorum Erenköy’e, erenlerin köyüne… Hep yürümeye, hep yürümeye…

Bahçeli evlerin duvarlarından dışarı ayvalar sarkmıştı. Son baharda ayva bol olmuştu. Büyüklerin dilinde ise (kış bu yıl soğuk geçecek) olmuştu. Kış bu yıl soğuk, bende sıcak, bende sıcak…

Bakî Efendi’nin kapısı karla dolmuş. Önünü açmak gerek, sağa sola bakındım, kürek gibi bir şey bulamayınca ellerimle eşiği açtım. Bir şevk, bir heyecan… İşe yaramanın doyulmaz tadı… İncelik yolunda hep bir eşik olayı olmuş. Yunus Emre’de daha bilinen şekliyle. Ben de bir eşik olayı yaşamıştım. İnsanlık tarihi bazen tekrarlarla gidiyor. İçerideyim, Bakî Efendi’nin elini öpüyorum. O ellerimi bırakmıyor, ovalıyor. “Çok üşümüşsün, nasıl oldu?” deyince, annemiz eşiğin karlarını açtığımı söylüyor. Ben yaptığım işi gizlemek istemişliğimden dolayı mahcup, yere bakıyorum. “Camdan seyrettim, karışmadım, çok özenli ve hevesliydi” diyor, annemiz. Bakî Efendi “hiç olmazsa eldiven giyseydin” derken, kızar gibi olmasına rağmen, yüz çizgilerinden memnuniyetini anlıyorum, susuyorum…

O sene kışın en sert zamanlarında Eyüp biraz aksadı. Bakî Efendi her hafta sonu gidemedi. O zamanlarda da Eyüp’te oturan Edebiyat öğretmeni Hüseyin Hilmi Bey’den rica edilerek, öğrenciler boş bırakılmadı. Hiç olmazsa toplanmaları, okul ile ilgili sorunlarının tartışılması istendi. Hilmi Bey baba adam. Bakî Efendi’nin yirmibeş senelik can dostu. Hemen emir kabul edip, işe girişti. Sobayı ben yakıyordum. Üsküdar’dan bir vapur, Eminönü. Sonra da bir otobüs ile Eyüp. Eve girmeden, simitler, çörekler alıyor, eve girip, sobayı yakıyor, çay demliyor, çocuklara ikramda bulunuyordum. Hilmi Bey’de onlarla meşgul oluyordu. Eğer kar bastırırsa, orada kalıyor ve ertesi günü Ihlamur’a Eyüp’ten gidiyordum.

Böyle bir hafta sonunda, Hüseyin Hilmi Bey “ben bu gün sizi bize davet etmek istiyorum” dedi. Ne kadar ısrar ettiysem, mazeret kabul etmeyerek, beni kendi evlerine götürdü. Ev Eyüp’ün sırtlarında, bahçe içinde, eski bir ahşap yapı. Bahçeden girince sağlı sollu ağaçlardan bir koridor. Yüksek ceviz ve çınar ağaçları. “Belki yüz senelik çınar bunlar, babamın babası diktirmiş”. Tabii kış olduğu için hepsi çıplak, yapraksız. Yalın duruyorlar. Birkaç basamaktan sonra sofadayız. Büyük bir soba yanıyor. İçerisi sıcacık. “Baba yadigârı. Müteahhitler istediler, halâ da istiyorlar. Ama biz kıyıp, veremiyoruz. Bizden sonra çocuklar nasıl düşünür, bilemiyorum. Şimdi hayatı yaşarken, meşakkat istemiyorlar. Meselâ soba yerine kalorifer istiyorlar. Ben kömürü taşıyorum, hanım da yakıyor. Şikâyetimiz yok. Değil mi hanım?”. Köşede oturan ve önündeki mangalda ağır ağır kahve pişiren Nazmiye Hanım cevaplıyor: “O evlerde mangalda kahve bile pişmez. Biz memnunuz”. Eşyalar da farklı hepsi eski tip koltuklar, büfe, masa, sandalyeler. Bakımları yapılmış, yeni gibi. Bir de radyo dolabı var. Üstünde kahve sepeti, içinde fincanlar. Yerde mangal kenarında minderler, iki de koyun postu. Kara koyun ve beyaz koyun… “Kara koyuna sen bin, beyaza da ben, sıratı geçelim” bir kahkaha. Hilmi Bey pek şen, ailesi de öyle. Birbirine uyumlular. Kahvelerimizi içerken biraz konuşuyoruz. Konu hep Bakî Efendi’ye geliyor. Anlaşılan tanışıklıklar eskiye dayanıyor ya, bölüştükleri çok şey var. “Biliyor musunuz, benim hidayete ulaşmama Bakî Efendi vesile oldu”. Tahmin edebilirdim, mümkündü tabii. “Benim hidayetim, sizinkine benzemez, çok özel. Ben Ermeni idim. Katolik mezhebinden. O zamanlar on yedi yaşında ancak vardım. Biz ailecek Malatya kökenliyiz. Dedemi okutmak için o zamanlar buraya göç ediliyor, bu bahçe ve ev alınıyor. Her neyse uzatmayalım. Ben liseyi bitiriyorum o yıl, Bakî Efendi de müzik öğretmenimiz. O zaman genç, otuz beşi biraz geçmiş. Okulda bir hadise oluyor. Çözülmesi mümkün değil. Hırsızlık gibi bir olay. Hırsızlığı yapan, o devrin ileri gelen birinin oğlu imiş. Fakat daha sınırlı imkânımız olduğu için, daha çok benden şüphe ediliyor, tamamen üzerime kalıyor. Kendi suçsuzluğumu ispat etmem mümkün değil. Meğer çocuğun böyle çalma hastalığı varmış. Öğretmenlerden bir heyet seçiliyor, içlerinde Bakî Efendi de var. Benimle ve o çocukla konuşuyor. Ertesi gün okula geldiğinde, öğretmen arkadaşlarına ve müdüre hırsızın ben olmadığımı söylüyor. Hepsi de delil koyamazsan, böyle bir çocuğu suçlayamayız, diyorlar. Bakî Efendi, bizimle teke tek görüşüyor. Sonunda çocuk suçunu kendiliğinden itiraf ediyor. Fakat Bakî Efendi’nin bir ricası oluyor. Kaybolan şey para, hem de bir hayli. Üstelik harcanmış ta… Bakî Efendi kendi imkânları ile parayı yerine koyuyor. Bulunmuş gibi bir düzenle. Her şey halloluyor. Ben rahat, bana da asla bu konuyu gündeme getirmememi, bu kabahati örtersem, benim de öbür dünyada kabahatlerimin Allah tarafından örtüleceğini söylüyor”. Ben “Peki sizin Ermeni olduğunuzu biliyor muydu?” diye sorunca, “Elbet biliyordu. Ben zaten hiç uyuyamamıştım kaç günlerdir. O gece bir rahat uyuyorum. Rüyamda Bakî Efendi’yi görüyorum. Kıyamet kopmuş, herkes Arasat’ta toplanmış. Ter içinde bir o tarafa bir bu tarafa koşuyorum. Bir ses duyuyorum (Bakî Efendiyi tanıyanlar, şu gölgeliğe gelsinler, önce onların hesapları görülecek) . Ben de usulca o tarafa geçiyorum. Sıcak, güneş yaklaşmış, herkes kavruluyor. Ben beklemeden geçiverince, Bakî Efendi’yi orada buluyorum. Koluna yapışıyorum. (bilseydim, bilseydim Müslüman olurdum) deyince, O (şimdi ol) diyor. Kelime-yi Şahadet getiriyorum ve böyle uyanıyorum. Ağzımda kelime-yi şahadet. Annem başımda, şaşkın. O gün okulda Bakî Efendi ile özel görüşüp, her şeyi anlatıyorum. O gün Müslüman oluyorum. Hem de ne kadar hevesle. Duygularımı tam olarak anlatabilmem çok zor. Seneler sonra bir gün öğreniyorum ki Bakî Efendi, kalbine gelen ile, yani delilsiz olarak suçun kimde olduğunu bilmiş. Belki de sicilinin bozulma riskini göze alarak doğru olduğuna inandığını yapmış”

Uzunca bir sessizlik, sonra ben daha sıradan sorulara geçerek, Hüseyin Bey’in gözünden daha fazla yaş inmesine mani olmak istiyorum. “Aileniz nasıl kabul etti?”, “O yaşta bir çocuk için çok şey göze almadınız mı?”. “Uzun bir süre içimde tuttum. Ama namaz kılmak istiyordum. Ben yeniden doğmuş gibiydim. Öyle lâf olsun diye değil… İçimde şiddetli bir Allah merakı oluşmuştu. Amel olmadan tatmin olamıyordum. Nihayet aileme açıldım. İsim vermeden başımdan geçenleri anlattım. Onlara yanlarından ayrılarak, bir daha hiç görünmemek üzere gidebileceğimi söyledim. Tabii onlar da etraflarına karşı benim yüzümden mahcup olabilirlerdi. Onlara zarar vermeye hakkım yoktu. Bakî Efendi bunun üzerinde çok duruyordu. Annemi ve babamı incitmeyecektim. Fakat bizim eve nur yağdı diye düşünüyorum. Ailem de Müslüman oldu. Beni anlayabildiler. Kız kardeşim, o kadar sofu oldu ki işi çok ileri götürdü, evden dışarı çıkmadı. Şimdi din bilgini biri ile evli. Biz saadete erdik. Babam rahmetli etrafından ve kendi ailesinden çok çile çekti. Ama yılmadı, onlara güzellikle davranarak, yoluna devam etti”. Şaşırmıştım. Akşam yemeğine davet görüyoruz, ama yerimden kalkamıyorum. “Siz ne kadar zordan gelmişsiniz” diyebildim. O devam ediyor: “Babam rahmetli derdi ki; bize bu lûtuf dedem sebebiyle verilmiş olabilir. Çünkü o fakirlere, yetim ve öksüzlere kol kanat gererdi. Bir ayırım olmaksızın, yardım ederdi. Etme bulma dünyası. Allah hiçbir şeyi karşılıksız bırakmıyor. Bu sebeple, lûtfun büyüklüğünün yanında çekilenler sadece imtihan mesabesindedir, diyorum”…

O gece yemekten sonra bana verilen odaya çekildim. Elektrik sobası ile ısıtılan oda çok sıcak geldi. Daha sonra yatağıma uzandığımda bir türlü uyku tutmadı. Sabahın ilk ışıdığı anlarda halâ uyumamıştım. Hilmi Bey’in hayat hikâyesi çok çarpıcı gelmişti. Allah insanlara ne türlü kaderler yazıyordu. Ben nasıl kolaydan bu noktalara gelmiştim. Ne kadar şükretsem az oluyordu.

Sabah birlikte kahvaltı yapıyoruz, soba yanmış, ekmekler kızarmış, çaylarımızı yudumluyorken, Nazmiye Hanım’ı yavaşça gözlüyorum. Eşine çok saygılı, evine sahip, telâşsız hareketlerde… Teşekkürlerimi sunuyor ve ayrılıyorum. Ihlamur bizi bekliyor…