Üçüncü Bölüm:
İSTANBUL’U YENİDEN KEŞFEDİŞİM
Ah İstanbul! Benim apaçık şahidim. Sen, sen olalı benim gibi dalgalananı gördün mü denizinde? Benim hikâyem senin hikâyelerinden sadece önemsiz bir hikâye… Tepelerin, sanki bana büyüklenme diyor. Denizin ise, sen bir damla ben bir derya diyor. Ben senin renklerine sevdalı, her semtinin ayrı olan kokusuna özlemli. Lisanın anlatır, kimler geldi, geçti. Tutunabilenler ve tutunamayanlar… Sende sevda saklayıp, senden sevda çalanlar… Martıların seni sevmeyi ve cömertçe verdiklerini almayı biliyorlar, benim bilemediğim kadar… Taşın, toprağın müjdeli; havan, suyun bereketli… Her milleti içinde severek kaynaştıran, birliğe ulaştıran, her türlü uç noktayı barındıran, şairlere binlerce ilham veren ki hiç biri benzemez diğerine, esen rüzgârı delice, aklı yerine getiren ve Peygamber selâmının ulaştığı tek müjdeli belde…
İstanbul’u yeniden keşfediyorum. Daha önce hiç tanımadığımı bilerek, Onunla dolaşıyorum…
Vapurdayız. Anadolu Kavağı’na gidiyoruz. Hava mevsim dışı sıcak. Gökyüzü mavi berrak. Martılar çığlık çığlığa. Vapurun yan tarafında, dışarıda oturuyoruz. Arada dalgalar ellerime yüzüme sıçrıyor. Hoş bir ürperti. İçimdeki ben, benden önde koşmakta. Dışımdaki ben sakin görünüyor. Saygılı ve edepli. İçimdekinin sür’ati sesime dalgalanma veriyor. O’nun gözleri uzaklarda. Bir şey sormaya çekiniyorum. Kim bilir, belki oğluyla beraber şu anda. Nefesimi bile dikkatli alıyorum. Sonra konuştu yavaşça. “Ben hayranıyım gördüklerimin, gördüğüm için mi şükretsem, sunulan bu muhteşem tabloların çeşitliliği için mi? Bilmiyorum” diyor. Sonra başını çevirdi, o kadar keskin baktı ki ciddi bir konuya başlayacağını anladım. “Biliyor musun insanın şu dünya hayatında sahip olduğu en büyük zenginlik, iç âlemindeki duygularıdır. Şu dünya anlayışında duygulu olmak ve duygulara yenilmek insanın zaafı gibi gösteriliyor. Halbuki duygulu olmak insanı insan yapan özelliklerdendir. Duygunun yanlışı olmaz. Bütün duygular doğrudur ve kaynağı kalptir. Yanlış olan kalpten gelen doğru duygulara çekilen settir. Ve bu, zaaflı olmamak adına yapılmaktadır. Üzülmek, sevilmek, coşmak, mahzunlaşmak, merhamet duymak, öfkelenmek, bunların hepsi yaşamla bütünleşmiş olan insanın iç âleminin dışarıya olduğu gibi yansımasıdır. İnsandan zaafsızlık adına ya da kuvvetli olmak adına merhameti kaldırırsan yani önüne set çekersen, Nazi canavarlığı gibi insan ötesi bir şey ortaya çıkmaz mı? Terörler de böyle kendi ideolojilerini doğru bularak bu ideolojileri yerleştirmek adına merhametsizce saldırı değil midir? Burada ideolojinin maşası olunmuyor mu?”
Bu konuşma bende yine farklı bir boyuta uçuş sağladı. Ne kadar haklıydı. Tam da ortamın bütün duygularımı harekete geçirdiği şu anda nasıl da yerinde bir konuşmaydı. Bütün konuşulanlar tam kalbimin ortasına oturuyordu. Hiçbir yerden böyle fikirler duymamıştım. “Efendim bu zaafsızlığa dünya gerçeği diyorlar. Sizce dünyanın gerçeği bu mu? Kuvvetli olmak için kalbimizi devreye sokmamalı mıyız? Gerçek kuvvet sizce nedir?” Aslında maksadım O’nu biraz daha konuşturmaktı. Yoksa söylediklerine kalbim tam onay veriyordu. Öfkelenerek “Bu, dünyanın gerçeği olamaz ancak kıyamete gidişin gerçeği olabilir. Kudretin hakikati sun’i olarak geliştirilen hareketler ile değil, olduğun gibi olup iç âlemindeki hiçbir şeyi örtmeden kendindeki gerçeği yakalamaktır. Ve burada sırtını sadece Yaradanına dayamaktır. Ve bazı duyguları doğru yönlendirerek yine duygularını kullanmaktır. Meselâ öfke duygusunu sahip olamadıkların için değil haksızlıklar için kullanmak, insanı kudretli kılar ve olumlu sonuca da ulaşılır. Aynı şekilde merhamet duygusunu merhameti hak eden için kullanırsak, nefsimizin ulaşamadıkları için kullanmazsak, yerinde olur ve insanı kudretli kılar”.
Ben anlıyordum, lâkin insanların bu fikirleri nasıl kabul edeceğini bilmiyordum. “Efendim, ben insanların bu dünya düzeni seviyesinde olanlarının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Sizin doğru olduğuna inandığım fikirleriniz gibi fikre sahip olanların, pek az olduğunu sanıyorum. Doğrusu yanılmayı isterdim. Çocuklukta başlayan eğitim, yani ailenin evlâdını büyütürken verdiği öğretiler hep; başarılı olmayı, başkalarını geçmek, gerekirse ezilmemek için ezmek, sahip olduklarını kimseyle paylaşmamak, yüze gülmek, işlerini yükseltmek için her türlü yola başvurmak gibi şartlara bağlıyor. Sanki adeta başarıyı yakala da nasıl ve hangi yoldan yakalarsan yakala komutu gibi oluyor. Ve başarı, elde ettiği işi ve sahip olduğu maddi unsurlar olmuyor mu? Ben doğrusu çok şaşırıyorum. Birisinin çocuğunun başarısı anlatılırken, kazandığı okullar, ülke dışındaki mastırları, v.s. anlatılıyor. Kimse dürüstlüğünden, adil oluşundan, hizmet amaçlı çalışmalarından söz etmiyor. Meselâ evlenecek kızların anneleri de kızlarına çıkan taliplerin evi, arabası, yazlığı var mı, diye soruşturuyor. Kimseyi kandırmamak, hak yememek hiç sorulmuyor. Bu nasıl bir düzen ve nereye kadar gidecek?”.
Yüzü gerilmişti ve bu konuda yaralı olduğu anlaşılıyordu. “İşte duyguları yok edersek, geride madde kalır. Madde de daha sonra yine maddeyi getirir. Bu işin sonu giderek büyüyen maddi dünyadır”. “İnsanların az bir kısmı iyi ve kaliteli besleniyor. Çoğu açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Tok olanlar daha ne yiyeceklerinin hesabını yaparken, bir yandan da torununu hatta onun da torununu doyuracak kadar biriktiriyor. Şimdiden. Ne korkunç bir hayal. Belki de biriktirdikleri asla yerine ulaşamayacak. Bütün bunların sebebi, çocuklara dünya hırsının ve sahip olma arzusunun yeterinden fazla verilmesi. Yoksulları, açları göstermemek, ölümü kendilerine uzak görmek gibi bir bilgisizlik içindeyiz. İnsanlar vicdanlarını örttüklerinde, başkalarının acılarını göremeyen körlüğü yaşıyorlar. Bu tabii ki bir körlüktür. Bir de kendini karşındakinin yerine koyamamak, onun yaşadıkları senin başına gelirse ne yaparsın? sorusunu, asla başına gelmeyecekmiş gibi kendine soramamak da aynı şekilde bir körlük yapar. Bütün bunlar acı bir aldanıştır. Bir gün belki de kendi başına gelmesi mümkün olan hiçbir acıya alışamamaktır. Esasen böyle durumla karşılaştıklarında kabul etmeleri zor olmuyor mu? Halbuki insanlar hastaneler, akıl hastaneleri, hapishaneler gibi yerleri, düşkün ve acizlerin bulunduğu yerleri arada sırada dolaşsa, en büyük fayda yine kendilerine olacaktır”. “Her gün huzur evlerinin sayısı artıyor. İnsanlar diğer düşkünleri değil, kendi annelerini, babalarını düşkün olarak görmeye, onlara hizmet vermeye tahammül edemiyorlar. Senede bir gün, iki gün tatillerinden vakit ayırırlarsa ne alâ…”
Beylerbeyi’ne yanaşıyoruz. Vapur alımlı çalımlı yanaşıyor. Yolcu pek az. Biraz inen biraz da binen oldu. Beylerbeyi çocukluğumun ilk durağı. Anne tarafımdan Beylerbeyi’liyiz. İskelede, sahilinde, şimdi misafirhane olan okulunda, teravih namazları kıldığımız camiinde anılarım çabucak dolaşıverdi. Denizden görünüşü pek asil. Zamanında iskelede insanların birbirine yol göstererek “buyur” demeleri söylenir. İsmini belki bundan belki de bir beylerbeyinin burada mekân tutmasından almış olmalı. Tarihi yakalamış bir belde. “Senin memleketine geldik değil mi?”. “Evet efendim. Şanslıyım ki bu tarihi beldenin havasını uzun süre kokladım”. “Biraz ailenden bahset”, dedi. “Annemin babası Bulgaristan Kızanlık’tan babasıyla birlikte göç etmiş. Ve Beylerbeyi’ne yerleşmiş. Hikaye uzun, sizi yormayayım. Dedem o devrin sağlık bilgilerini öğrenerek büyümüş. Günün birinde Beylerbeyi Sarayı’na Sultan II. Abdülhamit Han’ın yanına tavsiyeyle alınmış. Berber başı olarak. O zamanın berberleri aynı zamanda diş çeker, hacamat yapar, sülük ile kan alırlarmış. Yakın zamana kadar hacamat takımları, diş aletleri ve her türlü bitkisel tedavinin yazılı olduğu bir defter çekmecede duruyordu. Sultan, Ali dedemi çok sevmiş. Çok yakınında tutmuş. O tarihte haftada bir gün Kuleli Askeri Lisesine görevle gidiyormuş. Hatta orada Atatürk ile de karşılaşmış, ona da hizmet vermiş. Sonra malumunuz jurnalcilik işleri ve dedemin Sarayburnu’ndan geri dönüşü ve padişahtan hizmetten azat edilmesini rica edişi var. Jurnalciler kıskançlık sebebiyle padişahla arasını açmak isteyince dedem saraydan ayrılmış. Akaretler yokuşunda bir antikacı dükkanı açarak, bundan sonraki hayatını antikacılıkla geçirmiş.
Sonra uzun hikaye anneannemle evlenmesi ve Beylerbeyi’ne getirmesi var. Çamlıca Caddesindeki yokuşta bulunan bu üç katlı kâgir evde, üçüncü nesil olarak ben yaşadım. Sonra kız kardeşimin çocukları da dördüncü nesil olarak yaşadı”. Derin izler bırakan hatıralarımdan söz etmemeyi uygun buldum. Ne önemim vardı ki. “Rahmetli Ali dedenizi görmediniz sanıyorum. Ahlâkı nasıl anlatılır? Ondan size kalan bir huy, ahlâk var mı?”. “Bilmiyorum”, dedim. “Fakir babasıymış. Onların hacetlerini görür, yemek yedirir, evleneceklere yardım eder, hastalarıyla ilgilenirmiş. Evin üst katında yaşanır, orta kat misafirlere ayrılırmış. Orada iftar yemekleri verilir, eve ihtiyacı olan garipler yerine yerleşinceye kadar orada vakit geçirir, hastalar nekahat dönemini burada yaşarlarmış. En alt katta mahallenin kedileri için yemek pişer ve doyurulurmuş. Benim çocukluğumda da böyleydi. En alt katta kimsesiz Tayyibe Hanım Teyze vardı. Sayısını bilemediğim kadar çok kedileriyle…”
“Dedem imanlı biriymiş anlaşılan. Namazını ve orucunu aksatmadan yerine getirirmiş. Bana böyle anlatılmıştı. Sanırım benim ona benzer bir halim yok”. Bakî Efendi gülümsedi. Cebinden kehribar bir tesbih çıkardı. “Bende dünya malından en kıymetli olan bu tesbih, Selanik’de yaverlik yapmış olan rahmetli Şakir Dedemin hatırası. Bunu size emanet ediyorum. Sizde dedenizde olandan daha fazlası var. O Beylerbeyine açılmış bir sayfa, siz ise cihana açılacaksınız. O zaman bu günü yad edersiniz”. Korktuğum başıma gelmişti. Namaz kılmam, söylenebilecek en ince şekli ile söylenmişti. Aldım, öptüm, başıma koydum. Sonra da gömleğimin göğüs cebine, tam kalbimin üzerine…
Namaz kılmak zor geldiği için kılmıyordum. Daha doğrusu sanki daha özel insanlara ait gibiydi. Lâyıkıyla yapabileceğimden emin değildim. Ama şimdi yapabilirim, diye düşünüyordum. Bakî Efendi’ye ait bir özellik de, galiba bir şeyi söylediği zaman kolaylaştırıyor gibiydi. Sanki mümkün oluyordu. Vapur dalgalar üzerinde salınırken ruhumu secdede eğiyor, büküyor, şevkimi attırıyordu. Eve gidince hemen denemeliydim.
NİHAYET HUZURUNDA EĞİLİYORUM
İskelede ne inen, ne de binen yolcu vardı. Kış mevsimi gelmiş gibi sakin iskelede yalnız biz vardık. Simitçinin mis gibi kokan simitlerinden aldık. Kır gazinosu gibi sade bir yerde çay ile simitlerimizi afiyetle yedik. Hiç konuşmuyorduk. Oradan Yuşa Hazretleri’ne revan olduk. Bir tabire göre peygamber, diğerine göre ise veli imiş. Her ne olursa olsun makamı ferahlık veriyor. Gün bitmeyecekmiş gibi. Bakî Efendi bahçedeki şadırvanı göstererek “İstersen abdestini al, öğleni kılalım”. Burada başlamam iyi olacaktı. Bakî Efendinin ve Yuşa Hazretlerinin şahitliğinde namaza başlamış oldum. Kul kusursuz olmaz fikriyle eksiklerimi görmemeye çalışarak secdeye vardığımda bütün varlığımla duygulanmıştım. Duyguları saklamamak adına göz yaşlarımı bırakıverdim. Evet önünde eğilinecek tek yerdi. Eğiliyordum. Bu eğilişten anladığım: “Senden başkasına eğilinmez, Senden başkasının kulu olunmaz.”idi. Sana kul olmak veya Senin esirin olmak beni Senden başka her şeye esir olmaktan azat edecekti. Hür olacaktım. Senin uğruna verdiğim hürriyetim, sonu olmayan bir Bakî için verilmiş hürriyet idi ve değerdi. Bu en değerli şeyimi sadece sana vermek ile fâni olan her şeye yönelen tutkularımdan beni kurtaracaktı. Bu mânada namazın esas mânasının secdede saklı olan sırrını keşfettim.
Benim için o gün Yuşa günü oldu. Ve secdenin hakikatinin açıldığı gün olarak kaldı. Yuşa Hazretleri tepede boğaza ve Karadeniz’e hakim manzarasıyla muhteşemdi. Suyundan içtik, toprağında oturduk, mescidinde namaz kıldık. Bizi konuk etti.
Günün dönüş kısmında anlatacak pek fazla şey konuşulmadı. Dağlar morarmaya, sular kararmaya başladı, ömrümde seher vakti, vapurda akşam oluyordu.
ÖMRÜMDE SEHER VAKTİ
Kendimin dışında yaşarken, yani kendime uzak kendimi tanımaya çalışırken, kendime yaklaşmıştım. Hem de bir hayli. Kendi dışımdan kendimi seyrederken, her iki ben de yerine oturmamış, uçucu bir şey gibiydi. Şimdi kendime yaklaşmışlığımla biraz daha sağlam olarak kendimi yakalayabiliyorum. Bu sağlamlık yeni tanıdığım bir şey. Kendim kendime baktığımda yeni bir film izliyor gibiyim. Çok değişiklik olmuş, henüz filmin sonunu bilmiyorum. Et ve kemikten olan ben aynı, içimdeki ben ise çok farklanmış. Yani iç âlemim baştan sona yıkılmış ve yeniden yapılanmakta. Kur’andan bir ayeti hatırlıyorum. “…padişahlar bir ülkeye girince orayı tarumar ederler, sonra yeniden abad ederler…” Gülümsüyorum, nasıl bir alâka kurdumsa Padişah(Allah) kalbime girdi. Oradaki her şeyi yıktı. Yerle bir etti. Şimdi kendi nizamı üzere yeniden mamur ediyor diye düşünüyorum. Bu yorumu biraz çocukça bularak kimseye söz etmiyorum. İçim gülüyor, başım dumanlı, mutluyum.
Erenköy, Fatih, Beşiktaş, Eyüp. Bu duraklar arasında geçen hayatım değişiklik olmaksızın devam ediyor. Yaz bitti. Güz geldi. Kurumuş sarı yapraklarını yere serdi. Erenköy’ de daha erken kış soğuğu iliklerde. Ellerim cebimde, gözlerim yerde düşünerek yürüyorum. Daha öğrenebildiğim ufak tefek şeylerin sevincini yaşarken birkaç sene devriliveriyor. Öğrendikçe ilim gözlerimde genişliyor. Öğrenmek, öğrenemediklerini fark etmek olmalı, diyorum. Sonu olmayan bir derya. Birkaç ömür verilse de yetmeyecek bir öğreniş. “…ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve Allah’ın ilmini yazsalar bu ilimden bir şey yazmış olamazlar…” ayetini hatırlıyorum. Ürperiyorum. Hava mı soğudu?
Acaba erenler, Erenköy’de mi otururlardı. İstanbul kadısının Kadıköy’de oturduğu gibi ya da bostancıların Bostancı’da oturduğu gibi. Böyle tuhaf düşüncelerim hep oluyor. İnsanların yakıştırmaları kolay çözülüyor. Allah’ın muradını bilmek çok zor. “Hakkı ancak hakkıyla Hak bilir”, “Hakkı en güzel Hak sena eder” hadislerini öğrendiğimde bu kadar bilinmezliğe doğrusu şaştım. Ben bile bu yüce bilinmezin pek çok yönünü biliyordum. Ama şimdi böyle düşünmüyorum. Bilebildiğim her şey, bilemediklerimin çokluğunu gösteriyor.
Bütün insanlık âlemi kendi başına bir kâinat imiş meğer. Her kime yönelsem, duyguları, üzüntüleri, yaşantıları itibarıyla koskoca bir âlem. Yer küredeki bu çeşitliliğin Allah tarafından düzenlenmesi, belli bir sisteme oturmuş olarak yerli yerinde yürümesi şaşırtıyor beni. Yüceliğin gerçek mânasını seziyorum gibi… Belki de henüz anlamaya başladım. Bu anlayış lâfla olmazmış. Yaşıyorum, yaşayarak anlıyorum. Her Allah sözü eden O’nun büyüklüğünü söyler ama bu sezgi ile mi? Ben kendimi şanslı buluyorum. Sanki Yaradan’ımı anlamaya başladım. Elbette takdir etmekten söz etmiyorum. Zira takdir etmek için o seviyeye yükselmek lâzım. Ben sadece hayranlık duyabiliyorum. Yarattıklarını olduğu gibi kabul eden, kurallarını bildirip, zorlama yapmayan, gönül ile razı olarak kendisini tercih eden bir hazine arıyor. Evet, evet böyle hissediyorum. Pahalı bir varış noktasında anlatılamaz bir yüce varlık… Kendine ait olan her bilgiyi ancak her şeyinizi alarak veriyor. Lâkin vermeye hevesli değil. Hevesli olmayana bir sıkıntı veya belâ yok. Nizamı bozmadan yaşayabilir. Ama eğer kendisini talep eder ve hevesi kabarırsa, pahalı, hem de çok pahalı… Böyle düşünüyorum, böyle hissediyorum, yavaş yavaş ve emin olarak yaklaşıyorum… “Gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murad ettim, insanı yarattım” hadisini anlıyorum galiba. Gizli hazine cesaret ve sebat ile aranıp, bulunabilir, diyorum. Haydi cesaret, sebat… Hazineyi bulmaya.
Sanki başka hiçbir sebep için değil de sadece O’nu aramak için yaratıldığıma inancım büyüyor. İnsan oğlunun tarih boyunca bu kavramdan uzak nasıl yaşadığını çözmeye çalışıyorum. Benim için adeta mümkün değil, görünüyor. Ama eğer kendimdeki o ilk gerçeği göremeseydim, ben de diğerleri gibi fark etmeden yaşamın içinde kaybolup gitmeyecek miydim? İlk aynaya bakış ile yakaladığım gerçeğimi… İçimde yaptığım yolculukta, sanki biri bana eşlik ediyor. Hep gözetim altında olduğumu hissediyorum. Fazla bir başarı gösteremesem de niyetim belli. Ameller de niyete göre değerlendirildiğine göre, her zaman niyetim sabit olmalı. O’na yakınlaşmalıyım, aynı lisanı kullanmalıyım veya O’nu anlamalıyım. Bunu yakalayabilme ümidi ve uzak kalma korkusu… İkisi arasında gidip gelirken başım dönüyor. Kendimi insanların en ihtiraslısı olarak görüyorum. Diğer bütün ihtirasların ufaldığını, değer kaybettiğini görmekteyim. En büyük olana istek ve arzu, ihtirasların en büyüğü değil mi? Peki insanı ihtiraslardan uzak olmaya sevk eden Kuran ve Hadis tavsiyeleri şerefli yaratılmış olan insanı ufak tefek isteklerden korumak ve “sen daha iyi şeylere lâyıksın, en büyük olana yönel” demek mânasını mı taşıyor? İşte böyle hep düşünmekteyim. İnsan için ne kadar az düşünür denilmiyor mu?
GÜNAHLAR MESELESİ
Günahlarım konusunda kendimi insafsızca eleştiriyorum. Kendime göre bir sınıflandırma yapmaya çalıştım. Niyetim bu sınıflandırmaya göre kendimi zaman içinde arındırmaya çalışmaktı. Günlerce çalıştım ama sonuca ulaşamıyordum. Sonra sebebini buldum. Kendimi hep benden daha eksiklikler içinde olanlarla kıyaslıyordum. Böyle olunca bilânço daima beni temize çıkarıyordu. O zaman fark ettim ki bütün alçak gönüllü görünüşüm altında korkunç bir kibir vardı. Günah olarak bu kendini beğenmişlik yeterdi. Yıkıldım. Kibir Allah’a mahsustu. O’nun bir ismi Kibriya değil miydi? Bundan sonra Mustafa Bakî Efendi ile kıyas yapmalıydım. Örneğimi bulmuştum. O’nun gibi olmak belki çok zordu ama bu yolda gayret göstererek hayatımı tamamlamam gerekiyordu. Olabildiği kadar… Rahat bir nefes aldım. Artık bu seferki amacım görünür olmuştu. İş kolay, diye düşündüm.
Günahlarımı sınıflandırmayı bir yana koydum. Kendimdeki yolculuk bitmez görünüyordu. Tam bir konuyu hallediyordum ki altında daha derinde başka bir şeyle karşılaşıyordum. Anlıyordum ki bu; Allah ile aramda nice perdelerin var edilmişliği idi. Bunları yaşarken ben var etmiştim. Şimdi de kaldırması bana düşüyordu. Böylece yakınlığı elde edebilecektim. Bu sebepten sınıflandırarak değil, karşıma çıkanla uğraşacaktım. Bu kararlı tavrın beni, şimdiye kadar her işi bir plân dahilinde yürütmüş olma alışkanlığından uzaklaştıracağını düşünsem de, böyle yapmaya karar verdim. Önümüze çıkanı görelim, diyorum.
Bir seferinde utandığım şeyleri düşündüm. İnsanlar fakirlikten, bilmediğini itiraf etmekten, özür dilemekten, hatasını kabul etmekten, başarılı olamamaktan utanıyor. Benim utandıklarım da aşağı yukarı böyle şeyler gibi. O zaman utanma duygusunu da yanlış kullandığımızı fark ettim. Evet, meselâ fakirlikten değil de zengin olup, hak yemekten, fakirlerin halini anlayamamaktan, kibirlenerek fakir olanlara yüksekten bakmaktan, fakirlerle beraberliği istememekten utanmalıyız, diye düşündüm. Onlar için bir şey yapamamaktan, kendimizi onların yerine koyamamaktan, onlar aç iken tok olarak uyumaktan utanmalıyız diyorum. İhtiyacımızın dışındaki lüks olan şeyleri elde edemeyince şikâyet etmekten utanmalıyız, elimizdeki fazla olanı paylaşamayınca utanmalıyız, hatta elde ettiklerimiz için sevinip, şükrederken utanmalıyız. Zira sanki “oh çok şükür benim evim yanmadı” demiş olmuyor muyuz? Burada şükrün kıymeti olabilir mi? Bu şükür çok kabaca yapılmış olmuyor mu?
Bilmediğini itiraf etmek de zor bir şey, bayağı kuvvet ister. Mustafa Bakî Efendi’ye dikkat ettiğimde, bir konu hakkında konuşurken “biliyorsam söylerim, bilmiyorsam araştırır, öğrenir sonra söylerim” diyordu. Bunu her zaman söylediği halde bu güne kadar cevap veremediği ve araştırmak zorunda kaldığı bir şeyle karşılaşmadım. Ama o her zaman “İnsan her şeyi bilmek durumunda değildir. Elbet bilmediklerimiz olacaktır” der, ve buna gerçekten inanarak söylediğini hissettirirdi.
İnsanın çok zor yenebildiği bir durum ise, haksızlığını kabul ederek, özür dilemesi imiş. Bunu şimdi anlayabildim. Ama ne olursa olsun özür dilemeyi öğrenmeliyim. Bunu yaparken de lâf olsun diye değil, inanarak yapmalıyım. Başkalarına zorla haklılığımı kabul ettirmeye çalışmanın zorbalık olduğunu idrak ediyorum. Kendinde insaf olan kişi, sükûnetini koruyarak, insaf nazarı ile kendine baktığında, ne kadar haklı ve ne kadar haksız olduğunu görebiliyor. Böylece bir defa haksızlığını kabul edince de artık özür dilemek kolaylaşıyor. Burada unutmamalıyım ki özür dilemenin yolu, sakin olarak kendine bakıp, haksızlığını kabul etmekten geçiyor. Asla unutmamalıyım. Beş yıl önce bunları algılamadığımdan, nice haksız davranışlarda kendimi görüyorum. Sonsuz şükürlerim beni bana gösterene ve kirliliğime rağmen ayakta duracak gücü ve ümidi kalbime doğdurana…
ASLA ZARAR VERME!
Başarı konusuna gelince, kafam karışıyor. Başarı nedir? Nasıl elde edilir? En büyük başarı, insanda var olan temiz değerlerin kirlenmeden korunabilmesidir, diye düşünüyorum. Meselâ iyi bir kariyer; taviz vermeden, değer yıpranmasına uğramadan, kimsenin önüne hileli engel koymadan ve ihtiras ile kaybetmeyi asla düşünmeden kazanılmışsa, başarıdır. Aynı şekilde iyi bir kazanç; haksızlıklar yapmadan, kimsenin emeğinden zorbaca istifade etmeden, insanların alın terlerini kendi menfaati için kullanmadan, kazancının içinde fakirlerin haklarının da olduğunu unutmadan elde edilmiş ise, başarıdır. Bütün bunların ışığında düşünülürse, kaç kişi başarılı olmuştur? İnsanların değerlendirmeleri ile, Allah’ın değerlendirmesinin farklı olduğunu düşünüyorum. Hatta tam olarak zıt geliyor. Allah için başarı temizliğini koruyanlar ve kirlenmiş olanların temizlenme çabası diye özetlenebilir. İnsanlar için ise, az bir kısmını konunun dışında tutarım; dünyada ele geçirilebilecek her şeyi elde etmek olmuyor mu? Ben şimdilik kendim için varabileceğim başarı çizgisini ASLA ZARAR VERMEMEK olarak görüyorum. Ne insana ne de başka bir canlıya hatta eşyaya bile, yani hiç bir şeye zarar vermemek olarak görüyorum. Bunu başarabilirsem ne mutlu bana…
Bakî Efendi’ye bir gün bundan söz ettim. O da bana “biliyor musun? Tıp fakültesinden mezun olan doktorlara böyle bir tavsiyenin olduğunu duymuştum: asla zarar verme (nil nocere). Bu, doktorların hastaya fayda veremeseler bile, zarar vermemelerinin de bir fayda olduğunu anlatır. Ya da fayda verecek hale gelinceye kadar, hiç olmaz ise zarar verme, mânasını taşır. Evet insanlık âleminde bütün insanlar bunu uygulayabilse, dünya hayatı Cennet olurdu.
İçim bir şey daha anlamak sebebiyle, kanatlandı yine, uçuyor. Herkese duyurmak, anlatmak için sabırsızlanıyorum. Bakî Efendi halimi fark etti. “Biz yaşadığımız kadar bu gerçeği bilerek bu günlere geldik. Sakin ol. Beş yıl önceki halini düşün. Bunlardan haberin bile yoktu. Şu an, senin için anlama, idrak etme anı. Yani insanlar bunu ya bir gün anlarlar, ya da anlamadan göçüp, giderler. Bu hakikati de kabul et ve sana gösterilenler için şükrünü arttır”.
Ben ne için öğrenmiştim? Bunları anlatıp, yaygınlaştıramadıktan sonra öğrenmemin kıymeti ne idi? Hemen cevabımı alıyorum: “Eğer Allah dileseydi bütün insanları hiç günah işlemeyecek durumda yaratırdı. O bundan asla aciz değildir. Kuran’da bu mealde ayetler de vardır. Burada doğruyu ve gerçeği bulma kapısı hep açık tutulmuştur ve insanların özgür iradeleri daima kıymetli olmuştur. İstenir ki insanoğlu kendi dileği ve tercihi olarak bunu yapsın. Peygamberler ve kitaplar bunun için gönderilmiştir. Bu kapı herkes için açık olmakla birlikte, herkes bunun değerini bilemez. Dünyada belirli pozitif enerjinin sabit kalabilmesi için, belirli bir oran sağlanır. Yani aynen ayet ile belirtildiği gibi: (bu Allah’ın lûtfu keremidir, onu dilediğine verir). Sen de kendini bu fikre alıştır. Sana düşen ise şimdilik şükrünü arttırmaktır”.
Aklım iyice karışmıştı. Bu kadar büyük bir piyango bana neden ve nasıl vurmuştu? Ve de dünyanın gidişatı üzerinde etkim niye olmamalıydı? “Efendim, o zaman emirleri ve yasakları duyurmak işi bu konunun neresinde kalıyor?” diyiverdim. Gülümsedi. Gülümsediği zaman gözleri ile gülümsüyordu. “Burada haklısın. Ama bir konu hakkında bir fikrin olunca karşındakine söylediğinde ne kadar etkin olur, düşün bir kere. O konuyu yaşıyorsan o zaman başka. Meselâ tok açın halinden anlayabilir mi? Tok olan aç olana karnı tok olduğu halde sabret, dese ne kadar etkili olur? Açlığı bilenin konuya yaklaşımı ise farklıdır. Emirleri ve yasakları bildirme işi bunları yaşayarak, hayatına geçirenler tarafından yapılmalıdır. Bu ise sadece ameller ile olmaz. Allah’ın bize bildirdiği emirler ve men ettiği yasaklar insan için kâfi değildir. Aslolan ise, bu kurallara uyarak yaşamayı öğrendikten sonra, ahlâkı düzenlemektir. Hadis ile belirtildiği gibi (din güzel ahlâktır). Şimdi birini düşün: yasakları dinlemiş ve yaşamına geçirmiş. Emirleri de duymuş yapıyor. Ama öze inememiş. Bir yandan sanki öbür dünya ya varsa der gibi, gayret gösterip amellerine devam ediyor, bir yandan da meselâ ticarette yalan söylenebilir diyerek yalan söylüyor, başta eşi ve çocukları olmak üzere insanları üzüyor, incitiyor, verdiği sözü tutmuyor, haksızlıklar karşısında hakkı ayaklar altına alıyor, taraf tutuyor, emanete hıyanet ediyor… v.s. bütün bunlar olmasa bile, Allah’ı uzak ve o anda yok sanarak, kimsenin olmadığı, görmediği yerlerde bunları rahatlıkla yapabiliyor.
Ameller ve bütün ibadetler, güzel ahlâka gitmek ve bunu benimseyip hayatına geçirmek içindir. Yani Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkı ile ahlâklanmak içindir. Peki sadece ibadetleri yeterli görerek, kendini düzenleyemeyen bir nevi pazarlık yapmış olmuyor mu? Bu sadece pazarlıktır. Ve: (ben sana kulluk ediyorum, sen de buna karşılık beni Cennetine koy. Bu amelden uzak olanlar da Cehennemliktir) demiş olmuyor mu? İşte böyle birinin emirleri ve yasakları duyurmasının ne gibi faydası olur? Karşısındaki insanın aklı yok mudur ki hiçbir konuda örnek olamayan birinin sözleri kalbine işlesin? Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Şu evrende eğer böyle bir kişiden yerdeki toprak şikâyetçi ise, o kişinin sözü karşısındakinin kalbine işlemez. Bütün insanlara dost olacak, hiç düşmanı olmayacak, kimse ile davası olmayacak, hayvanlar, bitkiler, ve bütün eşyanın hoşnut olduğu biri olacak. İşte o zaman ne söylerse etkili olur. Ve emir ve yasakları bildirmek konusunda da yetkili olur. Gerisi kuru bir lâftır. Ben böyle bilirim”.
O SENSİN, O SENSİN
Ne kadar haklı idi. İçim coşmuş, bağırıyordum. Az önce saydığı özelliklere sahip olan kendisiydi. “O sensin, o sensin” diye bağırıyordu içim. Dışım sessiz ve düşünceli. Bütün insanlık âleminin sıkıntısını çektiği konuları nasıl da halletmişti. Nasıl böyle olabilmiş ve devam ettirebilmişti? Artık belki de yapacak bir şeyi kalmamış veya düzeltilecek bir tarafını bulamıyorken, nasıl da alçakgönüllü oturuyordu. Şu ana kadar kalbimde bir sıkıntı yaratacak hiçbir tavrına şahit olmamıştım. Beni en çok etkileyen hali ise, her tanıdığı yeni yüz ile ümidinin yükselmesi ve hayata hep olumlu bakışı idi. Her olayın olumlu yanlarını hemen görüvermesi, her kişinin kusurlarına rağmen iyi yönlerini bulup, değerlendiriyor olması idi. Dünya hayatına hiç bağlı değilmiş gibi gördüğümde, bizlerden daha bağlı olduğunu fark ediyordum. Ahiret hayatına gelince… Bir hadisi hatırladım: “Hiç ölmeyecek gibi çalışın, yarın ölecek gibi ahirete hazır olun”. İşte böyleydi. Her şeyi yerinde ve zamanında yapıyordu. Vaktin oğlu, diye düşündüm. Gereken gerektiğinde, gerektiği gibi…
ZİKİR SOFRALARI
Mustafa Bakî Efendi ile sohbet etmek, daha doğrusu konuştuklarını dinlemek bir zevk idi. Daha önce hiç tanımadığım bir zevk… Ne yazık ki kendiliğinden asla konuşmuyordu. O’nu en iyi ben konuşturuyordum. Bazen kızabileceğini göze alarak ufak tefek şeyler de soruyordum. Çoğu zaman büyük ve önemli konular, bu ufak tefek sorulardan açılıyordu. Kızmasından ve delici bakışları ile “bu da sorulur mu?” dercesine yüzüme bakışından asla çekinmiyordum. Bu O’nun hali idi. Ben de o halin içinde kaybolmaktan memnun oluyordum. Eğer iltifat etse, var olacaktım. Bazen de böyle oluyordu. Ama beni kızarak yok edişi çok hoşuma gidiyordu. Var olmaya hazır değildim anlaşılan. Yoklukta kaybolunca, ancak ve biraz O’nun haline vâkıf oluyordum. Bu da bana keyif veriyordu. Sanki gizli bir şeyi körlemesine keşfediyor gibiydim. Değerdi, her şeye değerdi O’nu tanımak.
Bir gün beni evine özellikle geceleyin davet etti. O gece Perşembeyi Cuma’ya bağlayan gece idi. Ve ben o gece zikir yapılacağını biliyordum. Dostlarından duymuştum. Lâkin bu güne kadar böyle bir ibadete katılmayı çok istediğim halde taleb etmemiştim. İçimdeki ses böyle diyordu. O’nu tanımak bile bir şans olduğu halde, bir de böylesi isteklerde bulunmak oburluk gibi gelmişti. Yanılmamışım ve iyi etmişim. Bana “bu gece bize gel ve zikrimize katıl. Bu güne kadar haberli olduğun halde, istekte bulunmadın. Bu da senin için iyi oldu. İnsanlar sınırlarını bilmeli ve bunu zorlamamalı. Sen seni düşünmezsen, Allah sahibin olur ve düşünür” dedi. Uçuyorum sevinçten. Bana doğruyu hissettireni görüyorum. O gece Erenköy kokusu, yalın ayak ve çıplak gibiyim. Musa Peygamber’e Tur dağında ayağındaki nalınları çıkarıp yaklaşmasını söyleyen Rabbim. Beni de soydu. Soyunmak, maddi dünyadan sıyrılarak, sadece Hakk’a yönelip, odaklanıp, başka hiçbir şeyle aklı, fikri ve kalbi meşgul etmemekmiş meğer.
“Beni zikredeni (ananı) ben de zikrederim(anarım)” ayetini yaşayacağım. Bakî Efendi önceden bir açıklama yapıyor. Yine her dağınık görüneni bir araya toparlayıverdi: “Zikir, Allah’ı anmak, O’nunla olmak, O’ndan başka her şeyden, her fikirden sıyrılmaktır. Namaz böyle kılınmalıdır ve kendisi olduğu gibi zikirdir. Oruç ta öyle. Yapılan her hangi bir iş Allah’ı unutmadan hak ve hukuk gözetilerek, adilâne olduğunda, halis zikirdir. İşte bunu iyi anlamak lâzımdır”
Dostlar geldiler ve Allah’ın isimlerini saymaya, yani zikre başladık. Kendimi tamamen unutmuşum. Bir huzur ortamı ve kalbin sükuneti… Gözlerim ıslanıyor. Yanaklarım ve yüzüm benim değil gibi. Bittiğinde kendim varım. İliklerim dolu, mutlu. Ben ise ağırlığım artmış gibi varlığımı hissediyorum. Tüy gibi hafif ve nahif olan bedenim bir kaya bloğu gibi ağırlaşmış. İçim, dışım Allah ile dolmuş gibi geliyor. Bunu taşımakta zorlanıyorum. İlk zikir gecesinden hissettiklerim bunlar…
Ardından sofralar kuruldu. Yoğurt çorbası bu kadar güzel mi olur? Salata ve pilav ile tamamlanan yemeğimizin son noktası çay ile kondu. Neler hissettiğimi anlatamam. İlk defa insanlığımın değerini fark ediyorum ve yaşamaktan, dünyaya gelmiş olmaktan mutluyum. Kendimi de çok seviyorum… Bunları bu kadar yalın hissetme sebebimin, hiçbir şey düşünmeden, geleceğe ait plân olmaksızın, geçmişe ait bir pişmanlık da olmaksızın, sadece o ana yönelerek yaşamış olmaktan kaynaklandığını sonradan öğreneceğim.