Kategori arşivi: 12.Bölüm

Onikinci Bölüm

Onikinci Bölüm:

NECİP HAYAT BULUYOR    

Necip ile arkadaşlığımız, daha farklı. Yaşı yirmi beş civarında, askerliğini er olarak Balıkesir’de yapmış. Ben ondan yaşça bayağı büyüğüm. Bana ağabey diyor. Onun yanında ne çok bilgi edindiğimi, ne çok öğrendiğimi fark ediyorum. Ney dersleri ve hattatlık bana çok şeyler katmıştı. Sonra bir derya olan Bakî Efendi’den de çok şeyler duymuştum. Hatta çoğunu hayatıma bile geçirebilmiştim. Kendimdeki bu hallerin farkına bile varmamışım.

Şimdi Necip ortaya çıkınca, farkı fark ediyorum. Bunu kendimi beğenme şekline döndürmeden, Allah’tan bir nasip olarak görüyorum. Necip bana emanet edilmişti ya, kendimi koruyucu gibi hissediyordum. Zaman zaman konuştuğumuzda ona benim en başta iken anlamaya çalıştıklarımı anlatırken, zorlanıp, sıkıldığımı fark ediyorum. Halbuki gerek Bakî Efendi ve gerekse dostlarım bana böyle mi yapmışlardı? Hemen toparlanıyorum. Bana nasıl şevkle anlatırlardı, belki de ilk defa anlatılıyormuş duygusunu yaşatarak… Kendi hamlığımın gizli bir bölümü yine ortaya çıkmıştı. Eğer Necip olmasaydı, belki de bu eksikliğimi hiç anlamadan yaşayacaktım. Garibim Necip ise, “abi seni yoruyorum” diyor. Daha kendine kapalı, habersiz her şeyden…

Bir gün bana “abi, senin de kimsen yokmuş. Ama kendini çok iyi yetiştirmişsin. Bu nasıl oldu?” deyince, cevap bulamıyorum. Ben kendimi yetiştirdiğimin falan farkında değildim ki. Sadece kendi içimde kendime yaklaşma yolculuğumu yaparken, ayağıma taşlar takıldığında, sordum, öğrendim. Çoğu muhakemelerimi yaşayarak yaptım. Karşıma çıkan olaylar bana kendime seyahat etme sırasında bir şeyler yaşatmıştı. Hatta şu yolculuk sırasında ve halâ da suskun olduğumu düşünüyorum. “Necip kardeşim, sana ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben şu anda, samimi söylüyorum ki hiçbir şey bilmediğimi biliyorum. Belki sana tuhaf gelebilir ama ben eğer söylediğin gibiysem, buna daha çok, düşünerek ulaşmış olabilirim. Az konuştum, hazmetmeye çalıştım, ama hep tefekkür, hep tefekkür… Fikren sıkıştığım zaman büyüklerimden yardım alıyordum, ama yine düşünüyordum. “Abi, peki bu ney ne zamandan beri elinde? Her halde çocuklukta başladın”. “Yok canım, o da daha birkaç senelik merakım. Demek iyi buldun beni”. “Abi ben niyetime koydum. Şu liseyi bir tamamlayayım da sonra belki yol açılır, ben de bir şeyler öğrenirim. Meselâ memlekette iken Kuran öğrenmiştim. Bizim caminin hocası, Allah rahmet etsin, çoğumuza öğrettiydi. Tabi sonradan fazla üstünde durmadım. Ne zaman anneciğimi kaybettim, o zaman aklım başıma geldi. Beni derse yollarken (öğren de arkamdan okursun) demişti. İçim yandı inan. Bazen okumaya çalışıyorum. Ruhuna gönderiyorum. Böylece içim rahat ediyor. Birkaç defa da rüyamda gördüm. Bana hep üzüm veriyor. Bağımız vardı, üzümümüz olurdu…” . Bu temiz Anadolu çocuğunda, hep içime işleyen bir şeyler oluyordu. Yalındı. Meramını kısa yoldan anlatıyordu. Hem de eğitimli gibi hassas idi. İdraki açık, anlayışı derin, kavrayışı çabuktu. “Sen önce bir kendine gel, acil olan işlerini yoluna koy, yapman gerekenleri yapa dur. Göreceksin, bizlerle beraberlikten farkına varmadan çok şeyler öğreneceksin. Hem biliyor musun? Sende temiz bir hal var. Meselâ ihtirasın yok, bildiğim kadarıyla kindar değilsin, hırsın yok, hak yememişsin belki hakkın yenmiş. Yani pek kirlenmemiş ve temiz kalmışsın. Senin tozun kolay alınır. Görürsün, farkına bile varmadan, yokuşun başını tutarsın” deyince, katılırcasına gülüyor. “Abi çok hoşsun, demek tozum, toprağım kolay temizlenecek ha?”. Ben de gülümsüyorum. O’na Allah’ın işlerinden bahsetmeyi şimdilik uygun görmüyorum. Fakat “kardeşim, sen kendini Allah’a bırak, göreceksin O seninle nasıl meşgul olur, sen anlamadan…”. Necip mutlu. “Ben yaşamaya henüz başladım. Sizler bana yaşama ümidi verdiniz. Elbette daha fazlasını elde edeceğim. Kendimde her şeyi başarabilecek bir güç hissediyorum. Ben sizinle hayat buldum…” diyor. Necip ihya edildi, bizi de Ya! Rab!…

Bazen Eyüp’te kalıyorum. Necip’e Matematik ve Türkçe konusunda yardımcı oluyorum. Sade evi çok huzur verici. Ben giderken ekmek, pastırma, peynir götürüyorum. Necip bahçeye bir kümes yapmış, birkaç tavuk ve horozu var. Yumurta alıyor. Onlarla meşguliyet onu yalnızlıktan biraz kurtarıyor sanırım. Bakî Efendi’nin onayı alınarak, evin arka bahçesine açık ve kapalı kümes yapıldı. Bazen yumurtaları alıp, Hüseyin Hilmi Bey’e götürüyor. Bazen Erenköy’e beş- altı yumurta. Çok da lezzetli oluyorlar. Yağda pastırmaları çevirip, yumurtaları da kırınca değmeyin keyfimize… Soba bir gayret yanıyor, çay hazır. Bekârlık sultanlık… Yemekten sonra dersimiz, biraz sohbet, bana da değişiklik oluyor. “Tavuklar yumurtayı azalttı bu ara, topraktan solucan bulamıyorlar galiba. Pazar günü bahçeyi belleyeyim de onları biraz serbest bırakayım” diyor. Hayata bağlılığına hayranım. Bu çocuk bir seneye kalmaz, koyun, keçi ne varsa doldurur diye düşünürken “Abi bir de keçi olsa, inan sütü bize yeter” diyor. “Aman oğlum ne yapıyorsun? Bir keçi ile kalır mı? Eş lâzım, eş olunca yavrular. Sen hangi işe bakacaksın hayvancılığa mı başlayacaksın?”. “Yok canım, bunlar nedir ki? Ben baş ederim. Hem sana da taze süt içireceğim. Allah bilir sen sağıldığı gün süt içmemişsindir daha”. “Yok, içmedim de ne gerek var gününde içmeye? Aman sen bu yıl derslerini ver de ümidimiz büyüsün”. “Olur” diyor, “sen nasıl dersen öyle olsun abi”.

İşte Necip böyle birisi. Vakit kendi akışında. Hepimizi sürükleyerek, kendi ayarını yapmada.

Mart Ayı ortalarındayız. Hava tekrar soğudu. Penceremin önüne ekmek kırıkları koyuyorum. Bu benim çocukluğumdan gelen alışkanlığım. Kuşlar için. Onlar da ben cam önünden çekilince geliyorlar. Bazen ekmek kırıklarını donmuş olarak buluyorum. O zaman havanın soğuduğunu anlıyorum. Mutfak camının önü geniş bir çıkıntı, çöp için olmalı. Ben orayı kuşlara ayırdım. Bir de ahşaptan yuva yapmıştım. Yavrulama sırasında kullanıyorlar. İyi ki aşağı katlarda benim camımın hizasında pencere yok. Yoksa söylenebilirlerdi. Çünkü bayağı kirletiyorlar. Kuşları kışın kollamak lâzım. Zira kışı atlatırlarsa nesilleri devam ediyor, eğer soğuktan ölürlerse, nesilleri azalıyor. Ben elimden geleni yapıyorum. Necip’e “yahu ben boşa besliyorum, baksana yumurta falan da yok” diye şaka yaptığımda, o çok ciddi: “Olsun abi, insanlık için” diyor.

Arada sırada Erenköy’e Necip’i de götürüyorum. Saliha Annem Necip’i çok seviyor. “Oğlum gelsene arada, özledik seni” deyince, Necip’in yüzü aydınlanıyor. Bakî Efendi ise “Hanım biz ona Eyüp’ü emanet ettik. Nasıl gelsin?” diyerek, sanki Necip’e ihtiyaçları varmış gibi iltifat ediyor. Necip tavuklarının yumurtalarını mutfağa bırakıyor. On tane kadar var. Besbelli yememiş, biriktirmiş. Soframız şen, gönlümüz şen, Saliha anneme hiçbir iş bırakmıyoruz.

Bakî Efendi, kahvesini içerken “Necip, ismini kim verdi sana?” diyor. Necip: “anneciğim, efendim” diyor. “Rahmetli Necip Fazıl bizim oralara gelmiş zamanında. Bir gün bir meydanda konuşma yaparken annem de gitmiş. Öyle etkilenmiş ki (bir oğlum olsun, adını Necip koyacağım) demiş. Beş ay sonra bana hamile olmuş. Kaç senedir çocukları olmadığı halde olmuş. Ben böyle Necip oldum”. Müsaade istiyoruz, kalkıyoruz. Bu gece Necip bende misafir. Sabah ilk vapurla inecek. Rami’ye, ben de her zamanki gibi Ihlamur’a… Hava çok soğuk, paltolarımızın yakalarını kaldırdık, yüzümü ısıran rüzgâr hoşuma gidiyor…Nisan’a az kaldı.

Necip, açık öğretimin girdiği her imtihanını başarı ile veriyor. Doğrusu bu kadarını ummamıştım. İşinde de kendisinden memnun olduklarını Hilmi Bey’den öğreniyoruz. Eyüp, bereketli kubbesinin altına Necip’i de sığdırdı, diyorum. Bu çocuğun hayata dört el sarılışı beni hayrete düşürüyor. Hepimize özel ilgi ve sevgi gösteriyor. Hilmi Bey “Bu çocukta çok iş var göreceksiniz” diyor. Ben de öyle görüyor gibiyim. Her ne kadar insanı tanımasam da…

MEKÂNIMIZ CENNET…    

Dükkâna bir sinek girdi. Baharın habercisi. Ne zaman ilk sinek ile karşılaşsam, arkadan havalar ısınır. Ihlamur yokuşu ağaçlarıyla bahara giriyor. Hepsi neşeli ağaçlar. Yeşilin her tonu… Dostlar içeride epeyi değişiklik yapıyorlar. Yerdeki kilim yıkamaya verildi. Camların iç kısmına ışıklar yerleştirildi. Duvarlar da eflâtuna boyandı. Çok sıcak bir hava oluştu. Sobayı kaldırdık. Köşeye de döner bir kanepe aldık. Önüne sehpa, semaver. Yazın elektrikli semaverde çay. Bir duvara guguklu saat astık. Her saat başında ve yarı saatlerde kuş çıkıyor. Mekânımız Cennet oldu. Bazen “mekânınız Cennet olsun” diyenlere, “öyle zaten” diyoruz.

Bu aralar yine keyifsizim. Meselem kendim, çözümüm kendimde. Şöyle hissediyorum: sanki hiçbir şey yapmamış ve vaktimi boşa harcamışım gibi geliyor. Bundan sonra da fırsatım olacak mı bilmiyorum. Böylece hakikat âlemine eli kolu boş gitmekten korkuyorum. Ya vaktim yetmezse? Ya insan olamadan gidersem? Ya “kulum” demezse? Bunlarla aklım öyle doluyor ki etrafımdakiler büyük bir üzüntüm var sanıyorlar. En başa giderek tekrar baştan alıp, düşündüğümde, elimde hiç sermayem olmadığını görüyorum. Daha önceleri verdiği her şey için şükreden ben, bütün verilenleri unutmuş gibiyim. Sadece affet, diyorum. Önceki şükürlerimin nelere olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Daha doğrusu yaptıklarımın veya yaptırdıklarının bana ait olmadığını hissediyorum. Eğer ben yaptı isem, zaten yapmam gerekenlerdi. Ve eğer yaptırıldı ise bana ait bir güzellik yoktu. Bunu Erenköy’de halletmem lâzım diye düşünerek, yolu tutuyorum.

Bakî Efendi bahçede, aşı yaptırıyor. “Bu yıl üzümlere aşı yaptırmayı düşünüyordum, arkadaş yetişti” diyor. Benim o kadar önemli meselemi anlamadı her halde ki aşıcı ile uzun uzun konuşuyor, bilgi alıyor. Ben de bahçede bir şeyleri toplamaya kazma, küreği yerine kaldırmaya gayret gösteriyorum. Sabrım zorda. Nihayet iş bitti. Şimdi konuşacağım, derken yan komşunun bahçesinden bir kedi atlıyor. Kedi bahçede koşuyor, arkasından başka bir kedi kovalıyor. Ben fenalık geçirmek üzereyim. Kedileri gönderiyorum. Bir tabure ve: endişelerimi dile getiriyorum. Bakî Efendi sükunetle dinliyor. Bir yandan dinliyor, diğer yandan annemize akşama misafir geleceğini haber veriyor. Bana da “Oğlum, çarşıdan gerekli olanları alıver. Senin meselen önemli değil. Hallederiz inşaallah . Akşam olsun, misafirlerle meşgul olalım da” diyor. Acaba aklı başka şey ile meşguldü de beni iyi dinleyemedi mi, diye düşünüyorum. Benim içimi daraltan ve nefes almama yer bırakmayan bu kadar büyük bir hali, önemsemiyor. Biraz kırılıyorum, omuzlarım düşüyor, çarşıya gidiyorum…

Bakî Efendi o gece orada kalmamı işaret ettikten sonra, bir ara kulağıma eğilerek, usulca “önem vermedim sanma, gece konuşacağız” diyor. Misafirler Amerika’dan gelmişler. Bakî Efendi’nin bir yakınının oğlu; orada İslâm’a girmeye heveslenmiş, fakat aklında bazı sorulara cevap bulamamış bir arkadaşını getirmiş. Bakî Efendi Türk’çe anlatıyor. Akrabaları İngilizce’ye tercüme ediyor, sonra İngilizce soruyu alıyor, Türkçe’ye tercüme ediyor. Böyle bir gürültülü sohbet devam ediyor. Sonunda Amerikalı ikna oluyor, teşekkür ediyor, ayrılıyorlar. Ben artık bu saatten sonra utanıyorum. Zaten geldiğim kadar dolu da değilim. Hatta konuşacak bir şey kalmamış gibi geliyor. “Olsun” diyor, Bakî Efendi. “Sen sor, hafiflemiş olsa da sor”. Tekrar gündüz anlattıklarımı toparlamaya çalışıyorum. Ne hikmettir ki her şey önemini yitirmiş. Dümdüz bir ses tonu ile soruyorum. “Ya kendini bir şey oldum sansaydın daha mı iyiydi?” diyor. Hiç aklıma gelmemişti, omuzlarımdan bir yük kalkmış gibi oluyor. “Ya yaptıklarını kendinden bilseydin de kibre düşseydin. Yahut Allah’ın yaptırdığını göremeyip, şirke girseydin. Sen doğruyu düşünmüşsün veya düşündürmüşler. Bu işlerin sahibini gördüğüne delildir. Hamd olsun demek lâzım. Fiil tecelliyatına bir kapı açıştır. Kendinden bilmeyip, Hak’tan biliş, seni varlık afetinden korumuş oldu. Bilmem anlatabildim mi? büyüklerimiz ne demişler (varlığın günah olarak,sana yeter…)”. Başımı sallıyorum, biraz afallamışlık var üstümde. Ben ne bekliyordum, ne buluyordum? Başıma kötü bir şey geldi sanırken, iyi bir şey olduğunu öğreniyordum. Düşünce sistemim tekrar programlandı. Sıralı çalışıyor. Şimdi hiç düşünmemeye çalışarak, uykuya…

Rüya görüyorum; önümde bir deniz. Çok büyük, karşı sahili yok, her taraf deniz. Rengi lâcivert. İçinde sayılamayacak kadar çok sayıda balık var. Atlıyorlar. Denize girecekmişim gibi yürüyorum. Fakat ayaklarım suya batmıyor. Denizin üstünde yürüyorum. Sonra denizin üstünde yukarı doğru yükselmeye başlıyorum. Ayaklarımı denizde olduğu gibi ileri geri hareket ettirdikçe daha yukarı çıkıyorum. Sonunda epeyi yükseldikten sonra, bir ses duyuyorum: (günah olarak sana varlığın yeter, varlığından sıyrılmış olarak, ancak bize yaklaşabilirsin). Çok etkileniyorum. Uçmak istiyorum, uçamıyorum. Sahile inmek istiyorum, inemiyorum. Sonunda (razıyım) diyorum. Uyanıyorum. Halimin cevabı rüyalarımda belirmişti. Gönlüm sıkıştırılmaktan kurtulmuş, yeniden açılma, yeniden açılma…

KABZ-BAST HALLERİM     

Mânanın içinde kabz ve bast halinin olduğundan, haberliyim. Ya Bakî Efendi’den ya da bir kitaptan dolayı haberim olmuştu. Kabz hali sıkışmak, kapalı kalmak, sıkıntı duymak mânasını taşıyordu. Bast ise açılmak, ferahlamak, neşe duymak mânasında idi. Allah’ın isimleri arasında da Kabıd ve Bâsit vardı. Her kabz halindan sonra, yeni bir açılım ile bast haline geçiyordum. Yani kabz hali bir adım daha atmak için sebep idi. Yalnız kaldırmak ve tahammül göstermek zor oluyordu.

Bir başka bakımdan da kabz hali, kalbin İlâhi tecellilere kapalı kalması; bast hali ise kalbin İlâhi tecellilere açılması demek oluyordu. Böylece kendimi müşahede etmekteyim. Kabz haline dayanamayışım, artık Allah’ın tecelliyatından uzak kalamayışım demek oluyordu. Ancak Allah ile neşe buluyordum. Her seferinde bu hali nasılsa atlatacağımı bilerek, nasıl sabredemez hale giriyordum. Düşünüyorum, demek ki insan gaflette iken kalbinin tecellilere kapalı olduğunu müşahede edemiyor. O zaman gafletin de bir bakıma rahmet olduğunu anlıyorum. Eğer gaflet olmasa, kabz haline katlanmak zor olacak. Aynı zamanda bir şey, çok önemli bir şey keşfediyorum: Gafletsizlik daimi olacak ki kabz hali bitsin. Ve gafletsizlik tam hasıl olana kadar korku ve ümidi dengede tutan ayar, kabz ve bast hali. Kabz halinde kalpte vehim, şüphe gibi olumsuzluklar hasıl oluyor. Bunlar aynı zamanda esas hayatımızla ilgili olarak, şimdi yaşadığımız halden hoşnut olmamak, böylece geleceğimizle ilgili şüphelere düşmek. İşte bunlar ile korku hasıl oluyor. Her şeyi kaybetmiş gibi bir duygu… Bast halinde ise bir ümit yeşeriyor. İman sahibinin hali ise eşit ağırlıkta korku ve ümit sahibi olmak… Hz.Ömer’i hatırlıyorum: “Cennet’e bir kişi girecek dense, ben miyim derim. Cehennem’e de bir kişi girecek dense, ben sanırım”. Ne güzel anlatmış. Tam böyle bir duygu hissediyorum, kendimde…

Allah yolunda olanlarda kabz hali genelde dünya ile meşguliyeti arttırmak ve esası kaybetmekten olur. Bazılarında da yolunda ilerleyemediğine dair vehim ve şüphe hasıl olur. Bütün sebep nefs ile alakalıdır. Nefsin oyunudur. Bunları bildiğim halde nasıl da buralarda her seferinde oyalanıyorum, şaşılacak şey. Biliyorum ki bunların hepsi razı olamamaktan kaynaklanıyor. Bir defa, sadece bir defa da nefsimi ben oyuna düşürebilsem. Bu sıkıntılı iç âlemlerime kendimi kaptırmasam ve yaratılmışların en aşağısında olsam da razıyım diyebilsem, kendim de inanarak ve kabul ederek diyebilsem… İşte inanıyorum ki o zaman hemen bitireceğim. Lâkin her sefer bast’a geçtikten sonra böyle düşünebiliyorum. O zaman da o sıkıntıları yaşamış oluyorum. Her ne ise yine de bütün bunları yaşamam, neticede yolda olduğumun, belki ilerlediğimin, hiç değilse dünya ehli olmadığımın, nefsimle mücahedede olduğumun, kendi içimde yolculuk yaptığımın, kendimi bilmeye doğru gittiğimin delili oluyordu. Bunu hatırlamak ise bana mutluluk veriyordu. Peygamberim(s.a.v.)’in müjdesi vardı, nefsimi bilirsem, Rabbimi bilecektim. Düşe kalka, ine çıka olsa da bir ihtimal vardı. Doğrusu eğer ömrüm yeterse ve nasibim varsa Rabbim’i bileceğim. Bilemesem de yolunda bulunmuş olacağım. Önümde ciddi ve çok önemli bir amaç vardı. İnsan amaçsız olamaz. Belki en büyük şeyi istemekle ihtirasın en büyüğüne sahibim. Ama belki de insanlara ihtiraslı olma duygusu sadece bu sebeple verilmiş diye düşünüyorum.

TERK-İ DÜNYA, TERK-İ UKBA…   

Kendimde yolculuğa öyle kaptırmışım ki kendimi, bazen eleştiri alıyorum. Meselâ hem dünyayı, hem ahireti bir arada yürütmenin daha dengeli olacağını söyleyenler oluyor. Benim bu genç yaşta fazla ileri gittiğimden söz ediliyor. Hepsini masal gibi dinliyorum. Bu konuda yapacağım bir şey de yok gibi. Ben mi istemiştim bütün hayatımın mâna olmasını? Bunu takdir eden etmişti. Beni fazla uçta bulanlar oluyordu. Dünya nimetlerinden de zevk almam öneriliyordu. Ben de bu konuyu önce Hilmi Bey’e sordum. O “herkes böyle olmaz sanırım. Sana Allah’ın lûtfu uğramış. Hem zaten senin gibi olmak istemekle de olunmaz. Ancak bunu irade eden, eder. Sen yine de Bakî Efendi’ye bir sor” diyor. Bakî Efendi’ye sormamın bir sakıncası olur mu diye epeyi düşünüyorum. Böylece birkaç ay daha geçiyor. Nihayet bir yaz gecesi, Ağustos böcekleri cırıldarken, bahçede O’nu yalnız bulduğum bir gece soruyorum. Maksadımı anlatabiliyorum. Bu konuşma öylesine denge isteyen bir konuşma ki benlik ile kendi amellerimin çokluğundan söz eder gibi sormamam lâzım. Fakat hesap ile işler gitmediği için, net ve ani bir soruş oluyor. Bakî Efendi maksadımı anlatmak istediğim gibi anlıyor. Rahatlıyorum. Gözünde küçülmek hiç istemiyorum. Biraz susuyor. Cevap vermeden önce uzun uzun gözlerime bakıyor. İlk defa içim, tam kalbimin üstü yanıyor. İçime işleyen bakışından huzur duyuyorum. Bakışlarından samimiyetimi anladığını, anlıyorum. “Ben de ne zaman soracaksın diye, beklemedeydim” diyor. Şaşırıyorum. Demek ki her şey İlâhi Program dahilinde ayarlanmış. Sadece vakit şartlara göre öne alınıyor veya arkaya kalıyor.

“İnsanlardan inanan ve Allah’a yönelenler çeşitli guruplardadır. Bir kısmı daveti duyar, etkilenir sonra unutur. Bir kısmı daveti duyar, uymak için vakti sürekli tehir eder, belki de o vakit hiç gelmez. Bir kısmı duyar, icabet etmeye gayret gösterir. Bir kısmı duyar, içtenlikle halini değiştirmek ister, fakat dünya düşkünlüğü onu hep kendine çektiği için, bir türlü toparlanamaz ya da toparlanır, bozulur, tekrar toparlanır… böyle gider. Bir kısmı ihlâs ile yaratılış sebebine vakıf olur, fakat ahlâkı serkeşliğe meyillidir. Kendisini zorlayarak, uyma halini hiç kaybetmeden yaşamaya çalışır. Züht ve takva ile gitmeye çalışır, oldukça zordur. Bir kısmı da nadirin nadiri bir kısımdır. Onlar Allah’a farkına varmadan muhabbet duyarlar. Bu muhabbetle ellerinde olmadan, dünyadan sıyrılır, hatta ahireti de unutur, Zât’a yönelirler”.

Mahcup olarak, dinliyorum. Lâfın nereye geleceğini, hissediyor gibiyim. Gece bitmesin istiyorum, anlatılanlar ilk defa bana ait gelişiyor. Bakî Efendi’den haddimi aşmamak adına hep çekinmiş ve O’nun büyüklüğü ile kendi küçüklüğümü bir araya getirmemeye özen göstermiştim. Şimdi şu anda ilk defa iki arkadaş gibi konuşuyorduk. Ben böyle hissediyordum.

“Şimdi bu kişiler azın azıdır dedik ya, aslında bunun sebeplerinden biri; dünyada böyle kişilerin fazla olmasına ihtiyaç yoktur. Bu kişiler çoban misalidir. Bir sürüde bir çoban yetmez mi? diğer saydıklarımız da sürü misalidir. Sürü olmak da güzeldir. Çobana tabi olur ve yolunda gider. Mesele sürüden ayrı olmamaktır. Kuran’da insanların sürü mesabesinde oldukları ve her sürüye bir de çoban gerektiği söyleniyor. Az olmalarının bir diğer sebebi de, Allah’ın Zât’ını gizlemesi sebebiyledir. Allah bahası yüksek olandır ve Zât’ını her şeyi terk ederek, tercihini yapana saklar. Kalbinde zerre kadar dünya sevgisi olana, yaptığı iyi şeylerin karşılığı verilecektir ama Zât değil. Kuran tavsiyeleri dünyayı terk edin demiyor mu? Bu insanlara ne oluyor da dünyayı terk ettin diye eleştiri yapıyorlar? Kuran tavsiyesinin zıddı bir tavsiyede bulunuyorlar? Şimdi sen tavsiye ile mi başardın? Tavsiyeyi tutup ta başaran olsaydı, herkes yapabilirdi. Hayır, bu iş Allah’ın fazl-ı kerem’indendir, onu dilediğine verir. Meselâ benden sana cevaz, hadi git ve artık bu halini terk et desem, yapabilir misin? Bu, Allah’ın kalplere koyduğu bir sırdır. Ve kulu ile kendi arasında bir haldir. Bir daha böyle söyleyenlerden etkilenme, bu hali de kimseye anlatma ve övünme. Nefsine sakın ha bir pay çıkarma. Önüne gelenle meşgul olarak, halinden de razı olarak yaşa… Şimdiden sonra imtihanların daha da ağırlaşabilir. Taa ki rızayı yakalayana kadar…”

O gece sabaha kadar gözlerimi kırpmadım. Sevindim diyemiyorum, sevinemedim. Aslında galiba ummadığım bir sorumluluk yüklenmişti ve ben bu sorumluluğu almaya hazır değildim. Bulunduğum noktadan geri gidemezdim. Vazgeçemezdim. Yani yapacak hiçbir şey yoktu. Sadece önüme gelenle yaşamaktan başka…

Necip’i düşündüm. Bana göre daha dengeli gidiyordu. Hem dünyasını toparlıyor, hem öğrendiklerini uygulamaya çalışarak, ahiretine hazırlanıyordu. İleride bir yuva kurmayı, çoluk çocuk sahibi olmayı da istiyordu. Dostlarımın da aileleri, yuvaları çocukları vardı. Hem de Allah’a yaraşır işler içinde mutluydular. Meselâ ben evlenmeyi hiç düşünmemiştim. Buna ihtiyaç da duymuyordum. Belki daha ileride, bir şeyleri yoluna koyduktan sonra, diyordum. Ama evlenmiş olmak için de evlenmek istemiyordum. Çoluk çocuk da uzak bir fikir gibi geliyordu. Belki seversem, aşık olursam diye düşündüğüm olmuştu. Ama bakar kör gibiydim. Kimseyi görmüyordum ki aşık olayım. Aynaya baktığımdan bu yana hiç kimseyi kadın veya erkek tefriki içinde görmemiştim. Önceden böyle değildim. Bir bakış ile hayatım tamamen değişmişti. Aklımda fikrimde hep meşgul olduğum, merak ettiğim hakikat öyle bir yer tutmuştu ki başka bir şeye yer yoktu. Allah böyle dilemişti. Yine ne dilerse o olacaktı. Sabahın ilk ışıkları ile, Temmuz ortasında yola düştüm. Kendime geldiğimde Çamlıcadaydım. Buraya kadar nasıl yürümüştüm. Bu kendimdeki ilk öğrendiğim önemli durağımdaki hayalimi, yürüyerek unutmaya çalışmıştım. Çamlıca’nın girişindeki kahvede biraz oturdum. Dünya tamamen dışımda ses veriyorken, ben zerre kadar bile olsa kendimi bulamıyordum. Her şey bana uzak, benim dışımda, bana yabancı, ben nerede?…

O hafta aşağı yukarı bu hal üzere geçti. Öğrendiklerimden sonra nefsime uymamam, gururlanmamam tembih edilmişti. Ama nerde gururlanmak, kendime acıyordum. Yazık olmuş gibi geliyordu. Sanki kaybolmuş ve kayıplara uğramış gibi mahzun hissediyordum. Sonra bir gün, vapurda nasıl olduysa karşımda oturan çocuğu gördüm. Lösemiliydi. Ağzında koruyucu maskesi vardı. Elindeki resimli romanı okuyordu. İlk okul yaşlarındaydı. Bir ara göz göze geldiğimizde, gülümsedi. Yanaklarında gamze. Gözleri kömür karası. Hayata ümitle baktığı belliydi. Kendime olan acımamdan utanıyorum. Başımı önüme eğip, affetmesini dua ediyorum.

Çok sürmedi, toparlanmaya başladım. Artık daha az düşünerek geçiyor günlerim. Razı olmak kolay değilmiş. Razı olmaya çalışıyorum. Eğer sabrım yetişirse…

Kendi kendime; “kendinle değil, kendi dışındakilerle ilgilen. Kimin derdi varsa, sana ihtiyaç duyarsa ona yönel” diyorum. Esasen dertlerimizi dinleyecek bir insan bile bulamadığımız bir zamanda yaşıyoruz. Birinin derdini dinleme sabrı göstermek bile büyüklük oluyor. Bundan sonraki hayatımı geçirirken, oyalanacak bir şeyler bulmalıyım. Yoksa zor olacak. İşim, etrafım, Bakî Efendi, Hilmi Bey, Necip, dostlarım yetmiyor. Öyle büyük bir enerji var ki anlarımı doldurmalıyım. Anlarımı yakaladığım ve içinde yolculuk ettiğim eski günleri hatırlıyorum. Ne kadar çabuk geçti. Bu bana ne kadar kolay geliyordu…

GÖLGEM KAYBOLDU, GÖNLÜM DOLUNCA    

Cuma geceleri, Erenköy’de meşk var. Bir yıldır ben de düzenli katılıyorum. Bir Kamber üstadımız var, ud çalıyor. Bir Nafi Efendi var kanun çalıyor. Ben de tabii ney üflüyorum. Birlikte musiki yapıyoruz. Biraz peşrev, sonra eski musikimizden birkaç eser, Kamber Üstad aynı zamanda söylüyor. Bakî Efendi de katılıyor. Necip de genelde gelmek istiyor. Garibimin bizden başka kimsesi yok, bir eğlencesi de yok. Kendimizi burada, ait olduğumuz yerde buluyoruz. Müzik ziyafetimiz ilâhiler ile son buluyor. Arkadan çaylarımızı Necip getiriyor. Demleme ve ikram ona ait. “Ben de bir işe yaradığımı ve buraya gerekli olduğumu hissediyorum” diyor. Ben bazen bir ilâhi dizesine takılıyorum. Bazen haftalar sürüyor, ben halâ aynı noktada takılı kalmışım.

“Donandı dağlar, bahar olunca

Gölgem kayboldu, gönlüm dolunca”

Demek ki insanın kendi varlığı gölge gibi, diyorum. Kalp Allah ile dolunca, aslında gölge mesabesinde olan kendi varlığı kayboluyor. Veya insan ne kadar varlık ortaya koyuyorsa, o kadar Allah’tan uzak oluyor.

Böyle bir gecede Bakî Efendi; “Eyüp’teki evi sanat evi olarak, resmen açmak istiyorum. Resmi müracaatı yaptık. Adını oğlumuzun anısına olsun diye (İrem sanat evi) koyacağım. Burada alt katta bir kütüphane yapmayı düşünüyorum. Üst katta da müzik dersleri veririz. Çatı elbette Necip’in. Ücret yok. Yalnız oranın sorumlulukla idaresi gerekir. Bu işi de Necip yaparsa, hem ona bir iş olur, hem biz huzur içinde bırakabiliriz. Yalnız önce bir vakıf kurarak, buranın giderleri için, tamirat, temizlik, evin bakımı, yakıtı, Necip’in aylığı gibi giderler için bir gelir düzenlemesi yapmak gerekecek. Bütün bunları ayarlayıp, önümüzdeki yıla yetiştirmek gerekecek. Sizlere haber veriyorum, bilginiz olsun, sevinirsiniz diye düşündüm. Bizden sonra da bu işin devam etmesi için bunu yapmak iyi olacak. Müzik öğretmenlerini gönüllü olarak ayarladık. Kütüphaneye kitap konusunu da aramızda arkadaşlarla halledeceğiz. Şükürler olsun ki geniş dost çevremiz var. Hepsinden Allah razı olsun. Amelleri hem bu dünyada, hem öbür dünyada karşılarına çıksın”.

Öbür dünyadan İrem’in gülümsediğini görür gibiyim. Necip de öyle. Ben de… çok iyi olmuştu. Bu haber neden bilmem ruhuma bir canlılık getirdi. Ben de acaba dükkândan ayrılıp, orada mı çalışsam diye düşündüm. Ücret de lâzım değildi…