Kategori arşivi: 1.Tevhid

Şiir-Tevhid

Can içinde canım yandı

Can içinde, canım yandı, tevhidini bilemedim

Tüm susuzlar suya kandı, Cemal’ini göremedim.

 

Perdelendik, ayrı düştük, Hak sırrına eremedim,

Kalpte ateş yanmaz oldu,pervaneye dönemedim.

 

İşin başı fiillermiş, işi Senden bilemedim,

Sebeplere sarılınca, hakikati göremedim.

 

İsimleri ezberledim, sıfatları hep gözledim,

Fiiller aklımı aldı, huzuruna giremedim.

 

Can içinde canım yandı, tevhidine eremedim,

Kudretine hayran oldum; hayran oldum, diyemedim.

 

Gölge idim, asıl sandım; aslolanı göremedim,

Kalbe tecellin dolunca, kim gölgedir, bilemedim.

 

İlâhlarım çoğalınca,İlâhımı seçemedim,

Varlığım özü aşınca, Yaradan’ı göremedim.

 

Ben bir hayal, Sen hakikat, varlığımla seçemedim,

Hayalim gidince elden, hakikati örtemedim.

 

Görsem dedim, göremedim, varsam dedim varamadım

Varlığım gidince elden, Cemaline doyamadım.

 

Can özünde kaybolunca, o an her şey bir tek oldu.

Kalbe tecellin dolunca, tüm İlâhlar telef oldu.

Mektup-Tevhid

Mektup:

Ya! İlâhi! Mektup uzakta olana yazılır. Lâkin uzaklık sebebiyle değil, mahcubiyetimden dolayı, huzurunda söylemeye çekindiklerimi, mektup ile yazmayı düşündüm.

Biliyorum ki, bana şah damarımdan daha yakınsın. Ve Sen, bunun böylece bilinmesini murad edersin. Hem de öylesin. Bana benden yakın olan Rabbim. Huzurunla huzurlu, varlığınla varlıklı, aşkınla aşklı, coşkunla coşkulu Sana yazıyorum.

Biliyorum ki, ancak Sen var olduğun için, varım. Eğer Sen olmasan, ben olmazdım. Biliyorum ki, Sen dilediğin için, dilemekteyim. Eğer Sen dilemesen, ben dileyemezdim. Biliyorum ki, Sen tevhide getirdiğin için tevhidindeyim. Sen getirmesen, ben gelemezdim. Senin dileğin, benim dileğim mi, yoksa benim dileğim Senin dileğin mi? Böyle diyebilmek için, önce yok eden, sonra da varlığınla var edensin.

Tevhidini yaşayabilmenin başı, biliyorum ki, bütün işlerin sahibi olarak Seni görmek ve sebeplere kapılıp, sebepleri Sana şirk koşmamak imiş. Ama bizler küçücük olan ve halâ küçük hesaplarla uğraşan aklımızla, sebepleri görmekten ve gerçek müsebbibi(Seni) görememekten nasıl kurtulacağız? Nefsimizle var ettiğimiz kendimizi, nefsimizi yenerek nasıl yok edeceğiz? Bilirsin ki, yokluğa katlanmak zordur. Herkes kendini var etme peşinde koşarken, dünya hayatına da böylece katlanırken, nasıl yokluğu isteyecekler? Yokluğun dayanılmaz boşluğuna nasıl katlanılır? Ancak Seni severek ve sevmek sebebiyle tâbi olarak. Ama Sen sevmeden bizler sevmeyi de bilemeyiz. Bizler sevginin böylesini hiç bilmedik. Yani hakiki sevmeyi bilmiyoruz. Karşılık beklemeden, ummadan sevmeyi bilmiyoruz. Seni sevdiğimizi söylerken de neler bekliyoruz, bilirsin. Sanki Sen sevilmeye muhtaçmışsın gibi. Halbuki bizim sevgimizle, Sen ancak bizim adımıza hoşnut olursun. Senden dünyalık bekleriz, Cennetini bekleriz, Cehennemden korunmayı bekleriz. Bizim beklentilerimizi kaldır, bize hakiki sevmeyi bildir, böylece Seni bilelim ve tevhidini yaşayalım.

Âzametini takdir edemiyoruz. Çünkü, büyük küçüğü takdir edebilir. Bizler ise, sadece tefekkür edebiliyoruz. Gerçek yaşamak, her işte fiillerin Sana ait olduğunu bilmekle başlıyor. Bize yaşamayı nasip et, Ya Rab!  Biz Seni, ancak Seninle arar ve Seninle buluruz. Aradık, bulmayı nasip et, Ya Rab!

O zor olan günde, mahşer yerinde, hesap görülürken tevhid ile gelenlerden, rahmetinden umanlardan, beklentisiz koşanlardan, Senden razı olup, Senin de razı olduklarından eylemeni dua eder, bu duaya tüm kardeşlerimizi ve yakınlarımızı dahil ederken; güzeller yüzü suyu hürmetine, bu acizi de katmanı niyaz ederim, amin, amin, amin Ya Rabbi Rahim!

Tevhid ve Şeriat

Tevhid ve Şeriat:

Bazıları tevhid ile şeriatın zıt düştüğünü zannederek, tevhidi inkâr eder. Bazıları ise tevhide erdik, artık şeriatı geçtik, orada takılıp kalmadık, derler. Bu söylemlerin ikisi de yanlıştır. Zira şeriat asıldır. Tevhid ise Allah(c.c.)’a vasıl olma yolunda bir makamdır. Belki tevhid, şeriatın en gerçek olarak uygulandığı ve anlaşıldığı makamdır, demek daha doğrudur. Yahut şeriatın emirlerine hakikaten tam uymakla, belki tevhid yolunun açılması daha kolaydır, denebilir.

Tevhidin sözle anlatılabilen manası; her işte fail, Allah-ü Tealâ’dır, demektir. Kulların fiillerini de, sebepleri de yaratan O’dur. Kulların fiillerindeki kudret de O’na aittir. Tevhid bir bakıma sebepleri yaratanı görmektir.

Şeriat kullara bir takım sorumluluklar yüklemektedir. Halbuki tevhid esasına göre gerçek fail (yapan), Allah(c.c.) ise, kul nasıl fail olur ve sorumluluk alır, şeklindeki karışıklıklar tarih boyu süregelmiştir. Bunlar, aklı yetmeyenlerin ve çoğu kez Kaderiyecilerin sordukları sorulardır. Evet gerçek fail Allah’dır. Kul ise fail olarak ne yapacak ise, yaptığı zaman yaptıran, yine Allah’(c.c.)’dır. Bir suçlu idam edildiği zaman cellât öldürdü demek ile hükümdar öldürdü demek arasında bir fark yoktur. İkisi de doğrudur. Çünkü irade ve emir bakımından hükümdar öldürmüştür. Fiilen öldürme işini ise cellât yapmıştır.

Bunun gibi, her işte, bir bakıma kul, diğer bakıma Allah faildir. Allah(c.c.)’ın fail oluşu ilmi ve iradeyi yaratması bakımındandır. Kulun fail oluşu ise o iradeyi uygulayan kudretin mahalli olması bakımındandır. Yani kul, İlâhi Kudretin uygulattırıldığı mahaldir.

“De ki; size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak”                                                                        Secde/11

“Allah ölenin ölüm zamanında ruhlarını alır”

Zümer/42

“Attığın zaman, sen atmadın, fakat Allah attı”Enfal/17

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü”

Enfal/17

“Biz ona ruhumuzu göndermiştik de, o kendisine hilkati tam bir beşer şeklinde görünmüştü”           Meryem/18

“Biz ona ruhumuzdan üfürdük”                     Tahrim/12

“Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun kıraatine uy”

(Halbuki tefsirde, okuyan Cebrail a.s. idi, denmiştir)

                                                                 Kıyamet/18

“Sonra onu açıklamak da Bize aittir”         Kıyamet/19

“O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretir”

                                                                  Alâk/4,5

“Kuran’ı O, çok esirgeyici Allah öğretti. İnsanı O yarattı. Ona beyanı O talim etti”                         Rahman/ 1,2

“Onlarla muharebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları âzablandırsın”                                                Tevbe/ 14

Tevhid ve İrade

Tevhid ve İrade:

Tevhid ilmi ile ilimlenirken, insanların bir kısmı, yukarıdaki anlatılanların neticesinde sebeplerin Allah’ın emrinde musahhar olduklarını kabul etse bile; irade (cüz’i) sahibi olduğu düşünülen insanın, hareketinde iradesini kullanırken, onun da Allah’ın emrinde musahhar olduğunu düşünmesi veya kabulü zor olabilir. Eğer kulun iradesiyle dilediğini yapıp, dilediğini yapmadığı düşünülürse, böyle düşünme tehlike getirir. Yani kulun iradesi kendi emrinde diye düşünülürse, o zaman kul dilediğini gerçekleştirir, dilemediğini de gerçekleştirmezdi. İnsan birçok şeyi istediği halde gerçekleştiremez veya pek çok şeyi istemeden yapar. Meselâ; çok istediği halde evlât sahibi olamaz, yine çok istediği halde servet sahibi olamaz. Meselâ; iyi olmaya niyet eder, niyetinde sabit kalamaz, günaha girer, sonra pişman olur, “elimde olmadan yaptım” der. Halbuki iradesinden söz etmekteydi. Dilerse yapabileceğini zannetmekteydi. Dilemeyince de yapmam sanıyordu. Haydi yapsın o zaman veya istemediklerini önlesin.

İrade, istemek murad etmek manasınadır. Bir şeyi irade etmek, o şey hakkında bilgi sahibi olmak demektir. O halde irade, ilimden hasıl olur. Bir şeyi irade ettikten sonra, onu yapmak ise kudret ile olur. O halde ilimden irade, iradeden kudret hasıl olur, denebilir.

İrade akla tabidir. Çünkü bir şeyi kendi için uygun gösteren akıldır. Kişi uygun gördüğü için, ister, irade eder. Refleks olarak yapılan hareketler de böyledir.

İhtiyar ise, daha özel bir irade olup, bazen aklın, neyin kendisi için hayırlı        olduğunu kestiremediğinde, düşündükten sonra, hayırlı olana yönelmesidir. İnsan ihtiyari işlerinde, hayırlı olana yönelmeye mecbur gibidir. İşte insanın ihtiyari işlerinde mecburcu olması, bütün bunların kendisinden değil, başka bir kaynaktan çıktığını gösterir. Refleksler, hayrı tercih, şerden kaçış gibi.

İrade tasavvufta çok söz edilen bir konudur. Bazı bâtıl (bozuk) mezhebler de böyle türemiştir. İrade konusunu anlamamak suretiyle yanlışa yönelinmiştir. İrade külli ve cüz’i olarak iki kısımda mütalâa edilir. Külli irade, Allah’ın sıfatı olan iradedir. Cüz’i ise kula ait bir paydır. Elbette tevhid nâzarıyla bakışta, tek olan Allah-ü Tealâ’nın iradesi de tektir. Kula özgürce kullanması için bırakılmış olan irade de külli olan iradedendir. Lâkin, kul mülk âleminde kendini var edecek olan nefsi ile bırakılmıştır. Kula Allah’a ulaştırıcı bütün yollar öğretildikten sonra, nefis-akıl-irade gibi üç cevher ile, tercihini özgür olarak yapması istenmiştir. Allah(c.c.), hiçbir kulunu cebren (zorla) kendisine çekmez. Zât’ının kıymeti gereği, kıymetinin bilinerek gelinmesini, hatta koşulmasını murad eder.

Bunun için yarattıklarını, tercih hususunda serbest bırakmıştır.

İradenin aklın hükmünde olduğunu söylemiştik. Akıl ise çok kıymetli bir cevher olup; ya nefh edilmiş olan ve iyiliğe yönlendirici olan ruhun, ya da mülk âleminde yaşamayı mümkün kılan ve kötülüğü emredici olan nefsin etkisindedir. Nefsin etkisinde olan ve kararları böylece vererek, hükmeden akıl, cüz’i akıldır. Ruhun etkisinde olup, hükmeden akıl ise külli akıldır. İnsanın başarması gereken ise; nefsini terbiye ederek, iyi hale getirmek ve aklını da bu terbiye edilmiş olanın etkisine teslim etmektir.

Böylece; nefsin etkisi ile doğru olduğuna hükmeden akıl, cüz’i iradeyi hasıl edecektir. Ruhun etkisi ile veya terbiye edilmiş olan nefis hasıl olunca, ruh ile arasındaki perdeler açıldığı için aynı letafete ulaşmış olan temiz nefsin etkisi ile hükmeden akıl, külli iradeyi hasıl edecektir.

İyice anlaşılmalıdır ki; cüz’i irade de aynı kaynaktandır. Lâkin, insanın kendisine bırakılmış olan tercih haklarını kullanacak kadar, insana hediye edilmiş bir cüzdür. Böylece; bozuk fırkaların, “Bize kötülüğü yaptıran da, O’dur. Dolayısıyla bizim bir vebalimiz yoktur” sözlerinin, cahillikleri sebebiyle söyledikleri ve inandıklarının batıl olduğu anlaşılmış olur. Bu arada ihtiyar dediğimiz özel irade ise, doğrudan külli iradeden olup, yaratılmış olan kulda, İlâhi bir rahmet olarak, cebren Allah(c.c.) tarafından kullanılan bir koruma yoludur. Bu ihtiyarda kulun hiçbir dahli yoktur. Bu, öyle bir rahmettir ki, hem kulu çeşitli şeylerden korumaktadır, hem de İlâhi iradenin kulların her birinde oluşabileceğine dair, delil olmaktadır.

Tevhid noktasına erişmiş olan kulda ise durum şöyle olur: Nefis islâh olmuş, ruhun hükmü altına girmiştir. Akıl küçük kalmış, külli aklın himayesine sığınmıştır. İrade ise; kulun Allah(c.c.)’da yok olma hasıl olduğundan, kulun kendine ait bir isteği, iradesi kalmamış, ancak Yaradanın hükmüne tabi olmuş ve O’nun iradesi ile hareket eder hale gelmiştir. Bu, ancak bu kadar anlatılabilir, yaşayanlar daha iyi anlar. “Kulum bana nafilelerle öyle yaklaşır ki; onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı Ben olurum. O kulum Benimle görür, işitir, tutar, yürür” Kuds’ı Hadisi ile konu daha iyi anlaşılmış olur.

Tevhid ve Yakîn

Tevhid ve Yakîn

Kul ne zaman ki, bütün işlerin Allah’ın emri altında hasıl olduğunu bilirse, o zaman şeytan bu kişinin tevhidini şirk ile karıştırmaktan ümidini keserek, uzaklaşır. Bu, yakîn imandır. Şeytan yakîn iman sahibinden kaçar.

Yakîn için, tevhid gerekir. Tevhid ise çok tehlikeli bir yoldur. Asla hevesle olmaz. Tevhid yoluna girenlerin bir kısmı, batıla sapmışlardır. Bazı âyetlerden, hadislerden kast edileni anlayamayarak, meselâ benzetme yaparak, Allah’ı  tanımaktan uzak düşmüşlerdir. Meselâ; “Allah-ü Tealâ, Adem’i sûreti üzerine yarattı” hadisindeki sûreti, zahir sûret olarak kabul etmişler ve “Müşebbihe” bâtıl gurubu olmuşlardır. Halbuki burada basiret elzemdir. Manada bâtıni sûret anlaşılmalıdır. Yani, Allah(c.c.) kuluna öyle kabiliyetler vermiştir ki, kul Allah-ü Tealâ’nın ahlâkı ile ahlâklanabilir. Mübarek isimleri, insana yansıyabilir; sıfatları, sıfatları olabilir. Bu Şerefli Hadis ile, insanın ahsen-i takvim (en güzel yaratılış) üzere yaratıldığı ve tecelli (Allah’ın yansıdığı) odağı, olduğu kast edilmektedir. İnsan, Allah-ü Tealâ’nın isimleri, sıfatları ve Zât’ı ile yansıdığı bir mahaldir. Yani, insan teceligâh-ı İlâhidir(İlâhi yansıma mahallidir).

Yakîn iman için bilmelidir ki;

Allah(c.c.)’ın Zât’ı hiçbir şeye ve hiçbir cisme benzemez. Mekânı ise hem bütün mekânları kaplayan ve hem de hiçbir mekân ile vasıflandırılamayandır. Böylece bilinmelidir.

Allah’ı tenzih ederken de, fazla ileri gitmeden tenzih etmelidir. Hz. Resûlullah (s.a.v.): “ Allah’ım, ben Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben Seni, Sana lâyık bir sena ile sena etmekten acizim. Sen Seni sena ettiğin gibi ulusun” demişlerdir.

Sıddıkların kıymeti bilinmelidir. Hz.Ebû Bekir(r.a.) dört halifenin ilkidir. Ne dört halifeye ne de ashabdan birine dil uzatılmamalıdır. Onların kendi aralarında olan meselelerden dolayı, onlar hakkında konuşmamalı,  konuyu geçmişteki yerine bırakmalı, aralarında olanları da kendi meseleleri nâzarıyla mütalâa etmelidir. Talha ve Zübeyr’e lâf söylense, Hadis ile sabittir ki bu iki eshab Cennet ile müjdelenmiş on kişidendir. O zaman ya Peygamberimizin söylediğine inanmamış olacağız ya da kendi dediğimize iman etmiş olacağız. O zaman en doğrusu aralarındaki meseleyi kendilerine ve Allah’a havale etmektir.

Yaratılmış olan bütün Âlemlerin Rabbi Allah-ü Tealâ’dır. Yaratılmış olan her şey O’nun kudreti ile hareket eder.

Evvel, ahir, zahir, bâtın O’dur. Mevcud olanlara nisbetle evveldir. Yaratılmış olan her şeyin sonunda O’na döneceği sebebiyle de ahirdir. Madde âlemine dalıp, beş duyu ile bilmek isteyene, bâtındır(gizlidir). Basiret sahibi olup, hakiki faili bilen için zahirdir (açıktır).

Tevhid, basiret ile bilinen melekût âleminin esasları üzerine kuruludur. Bu da inkârcılar tarafından inkâr edilir ki bunlar için yol kapalıdır ve yapacak bir şey yoktur. Veya ihlâs ile anlamaya çalıştığı halde, basireti olmadığından anlayamayanların inkârı şeklinde olabilir. Anlayamayanların inkârı için, basiret tedavisi yapılabilir. Eğer bununla da tedavi edilemezlerse, bu kişilere tevhidin zirvesinden konuşmamak gerekir. Sözle, Allah(c.c.)’ın tek olduğu anlatılır. Yer ile göğün iki İlâhı olsaydı, yer ve göğün fesada gireceği söylenir. Mümkün olduğu kadar kalbine, tek Allah(c.c.) kavramı yerleştirmeye çalışılır.

Yakîne sahip olan, hakiki tevhide ulaşırsa veya doğrudan keşif yolu açılarak, gözünden bir perde daha kalkarsa, esasen bilmiş ve iman etmiş olduğunu daha açık ve net olarak görmüş olur. Yani, keşfi açılanın yakîninde bir değişme olmaz.

Şeytanın Kalbe Koyduğu Şirk

Şeytanın kalbe koyduğu şirk:

İnsanların çoğu, fiillerin tevhidi olan makama, yani tevhidin üçüncü makamına ulaşamaz. Böylece, tevekkülün hakikatine de ulaşamamış olur. Tevekkülün hakikatine ulaşamayan ise, tevekkül etmemiş gibidir. Halbuki Allah-ü Tealâ’ya tevekkül etmek esastır. Tevekkül edemeyen insan için, şirk söz konusudur. İnsanı Tevhid-i ef’al makamına, yani tevhidin üçüncü makamına yükselmekten alıkoyan şeytan; kalbin tevhid imanına zıt olan şirki, kalbe iki yönden koymayı umarak, yapar:

Birinci yol; tevhid-i ef’ale yükselecek ve böylece sebepleri aradan kaldırarak, Yaradan’a vasıl olacak olanlara, sebepleri asıl gibi gösterir. Meselâ; “bütün işler nasıl Allah’dan bilinir? Senin nafakan falan kişinin elinde, o kişi dilerse verir, dilerse vermez, mukadderatın o kişinin elinde” der. Yahut kişi olayların içinde yaşarken, “falanca yaptı”, “filânca beni dışladı” diyerek, hatta o kişilere düşman olarak kalbini kinlendirir. Burada sebepler veya kişinin kendi yaptıkları ile kendi iradesi, şirk olmuş olur.

Bir kâtibin yazı yazması olayını misal olarak alırsak; kâtip, İlâhi kudretin harekete geçirmesi ile yazı yazmaktadır. En zayıf görüşlü olanlar, yazıyı kalemden bilirler. Kalem güzel yazdı, derler. Daha üstte olan zayıf görüşlüler, adam güzel yazdı, derler. İleriyi görenler, kuvvetliler ise, adama yazı güzel yazdırıldı, derler.

Şeytan, kalbinde iman olan ve tevhidi de kalbine indirebilmiş olanları bir yoldan böyle aldatır. Çoğu buraya kadar gelebilenlerin, tam burada ayakları kayar. Zayıf görüşlülerden de en çok yükselebilen, kâtibin kudretini bilecek kadar yükselir. Kuvvetli görüşe sahip olanlar ise, yani yakîn sahipleri, kâtibin de İlâhi kudret ile hareket ettiğini bilirler ve onlar zayıfların şaşkınlığının da ne olduğunu bilirler. Karınca o yazının yazıldığı kâğıt üzerinde dolaşsa, sadece kâğıdın karalandığını ve kalemin ucunu görür. Görüşündeki eksiklik dolayısıyla ve çok küçük olmasından dolayı içinde bulunduğu düzlemin dışındaki boyutu göremez. Dolayısıyla kalemi tutan eli, elin sahibini ve o elin sahibini harekete geçiren “sahip”i göremez. Eğer görse, kâğıdın karalanması ile alâkayı kuramaz. Çünkü bu idrakten çok uzaktır.

Göğsü Allah-ü Tealâ’nın nuru ile İslâm’a açılmamış olanın hali böyledir. Bunlar Sülûk(ilerleme) yolunda yalnız kâtibe kadar yükselir ve orada kalır. Bu ise Allah(c.c.) hakkında marifet sahibi olamamaktır, Allah’a cahil olmaktır. Basiret sahipleri mana gözü ile, Allah-ü Tealâ’nın her zerredeki imzasını görür; manevi duyuşu ile de duyar. Bunun nasıl görülüp, duyulduğunu anlatmak da mümkün değildir. Basiretleri kapalı olanlar ise beş duyuları ile göremedikleri ve duyamadıkları için, akıllarının da kabul etmemesi sebebiyle, bu anlatılanları inkâr ederler. Oysaki her zerre, basiret ehli ile gizli söyleşidedir. Basiret sahibi, kalpten şiddetle isteneni duymuş gibi cevap olur. Bunların sonu yoktur. O kadar bol olarak devam eder. Fakat bu kişilere bildiklerini açıklama yasağı vardır. Bu hem sırrın açıklanmasına koyulan engeldir, hem de kelimelerle ifadede aciz kalmanın getirdiği engeldir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in; bazı sırları sadece Huzeyfe(r.a.)’ye bildirmesi ve ashabın diğerlerine bildirmemesi dikkat çekicidir.

İkinci yol: Bitkilerden ve cansız varlıklardan medet umdurarak, yapar. Meselâ; bitkiler için yağmurdan, yağmur için buluttan medet ummak gibi. Geminin seyri için rüzgârdan medet ummak gibi. Bütün bunlar, eşyanın hakikatine cehalettir ve tevhide şirktir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), dualarında: “Ya Rab! Bana eşyanın hakikatini bildir” buyurmakla, “tevhid-i ef’ale ulaştır, kalbime keşif kapılarını aç” demek istemişlerdir.

“Gemiye bindiklerinde, dini Allah’a tahsis ederek, muhlis gibi Allah’ı çağırırlar. Fakat biz onları selâmetle karaya çıkarınca da, hemen Allah’a eş katanlar, onlardır”

Ankebut/65

Bu âyet hakkında: “eğer rüzgâr durmasaydı, biz kurtulamazdık” dedikleri için; şirkleri, kurtulma sebebleri olarak rüzgârın durmasını görmeleridir, denmiştir.

Tevhidin Mertebeleri

Tevhidin mertebeleri:

Muamele ilmi ile anlatılabilen tevhid, dört mertebededir:

Tevhidin birinci mertebesi: Taze olarak koparılmış olan cevizin dış, yeşil kabuğu gibidir. Eğer yenmek istenirse, ağzı burar ve ağızda acı bir tat bırakır. Asla yutulamaz. Bu da; Allah’dan gaflette olan bir kalp ile veya inkâr eden bir kalple, dil ile “Lâ İlâhe illallah” demektir. Münafıklıktır. Bu kişiler,dünya hayatını esas almış gibidirler. Asla dünyadan vaz geçmezler. Ahiret imanları ya yoktur veya “ya varsa” kabilinden olmak üzere çok zayıftır. Bu sebepten dilleri ile tevhid sözünü söylerler, fakat bu söz kalbe inmez. Eğer şeriat ile idare edilen ülkede ise, sahibini ancak kılıçtan korur. Cevizin dış kabuğu nasıl cevizin aslı olan içini, meyvesini bir müddet için dış şartlardan korur ise; bu mertebedeki tevhid de, ölene kadar bedeni korur. Ölümden sonra ruhun tekâmülü için bir fayda sağlamaz. Kârı yoktur, zararı çoktur.

Tevhidin ikinci mertebesi: Cevizin tahta kabuğu gibidir. Dilinin söylediğini kalbi yalanlamıyor, demektir. Kalbi de, Allah’tan başka İlâh olmadığını tasdik eder. Yani Allah(c.c.)’a iman etmiştir. Umum Müslümanların ve avamın itikadı böyledir. Bu kalpte böylece kalır. Keşif olmayan kalbin tasdiki, ancak bu kadardır. Açılıp, genişlemesi mümkün değildir. Açılıp genişlemesi ve kalbi kaplaması için, keşif ve müşahedenin olması lâzımdır. Böylece orada parlamaya başlayan NUR ile genişleme olur.

“Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü İslâm için açar”          En’âm/125

“Allah’ın göğsünde İslâm için inşirah verdiği bir kimse – ki Rabbinden bir nur üzerinedir-(kalbini mühürlediği kişi ile) bir midir?”                                          Zümer/22

Tevhidin ikinci mertebesinde olan kişiler, şayet isyan sonucu imanda zayıflama olmaz ve bu iman ile ölürlerse, sahibini ahiret âzabından korur. Bu mertebede iken imanın zayıflamasından korkulur. Zayıflama sebebi ise iki türlü olur. Biri isyan ile, diğeri bid’atler iledir. Dünya işleri iyi giderken, çoğu kez isyan olmaz. Ama ağır bir imtihan ile karşılaşılınca, isyana girilebilir. Bid’atler ise bu noktada çok etkili olurlar. Bid’at ve bid’at sahiplerini yenmek ve imanı aynı kuvvette korumak zordur. Ayaklar çoğu kez burada kayar. Bunu yenmek için “kelâm” ilmine ihtiyaç vardır. Cevizin tahta kabuğu, dış kabuğa nâzaran daha faydalıdır. Özü korur ve kendisi de odun olarak yanar. Özetle; keşif olmayan kalbin tasdiki, ancak bu kadar fayda sağlar. Yoksa tevhid sözünün hakikatine kalbi zorlayarak, daha üst derecede bir tevhid elde etmek mümkün değildir. Avamın ve kelâmcıların tevhidi ve imanı  böyledir. Kelâm alimleri de tevhidlerinde avam ile aynı durumdadırlar. Fakat bunların yapabildikleri, bid’atçıların bid’atlerini alt edecek ilme sahip olmalarıdır.

Tevhidin üçüncü mertebesi: Keşif yolu ve Hak nuru ile gerçeği müşahede edenlerin mertebesidir. Bu kişiler mukarreblerdir (yakın olanlardır). Bu kişiler,  varlıkları gördüklerinde, hepsinin Vahid-i Kahhar’dan yaratıldığını bilirler. Bu mertebe tevhid-i ef’al de denen fiillerin tevhidi mertebesidir. Yani bütün işleri yapanın Allah-ü Tealâ olduğunu bilmektir. Varlıkları görür, onları çokluk olarak müşahede eder. Yani kesrettedir (çokluktadır). Fakat her neyi görse, her gördüğü ile Hakk’ın varlığının bilincindedir.  Yahut ta her gördüğünün  öncesinde Hakk’ın olduğu bilinci ile görür. Bu makamda fiil tecelliyatı olmuştur. İşlerin sahibi bilinir. İşte tevekkül de bu makamda hal olarak başlar. Burası cevizin içindeki özün etrafını saran ince zar gibidir. Her ne kadar ceviz bu ince kabukla yenilirse de, yendikten sonra ağızda burukluk bırakır. Ama soyulup, çıkarılırsa, özün tadına varılmış olunur.

Tevhidin dördüncü mertebesi: Cevizin özünün özü gibidir. Cevizin en faydalı kısmı bu özün özüdür. Cevize ait bütün yararlı kısım ve cevher burada gizlenmiştir. Özün özüne ulaşmış olan kişi, âlemdeki mevcudu tek olarak görür. Sıddıkların görüşüdür. Tasavvuf ehli buna, “fena fi’t-tevhid” yani tevhidde yok olma makamı derler. Kişi sadece bir olanı gördüğü için kendini de göremez olur. Tevhidde son nokta ve en yüksek makamdır. Kişi, Zât tecelliyatı ile her şeyi bir görür. Bunun açıklanması mükâşefe ilmine girer ki, yasaklanmıştır. Bu konuyu, kalpleri keşfe kapalı olanlar inkâr ederlerse de, bir şeyi görmemek o şeyin olmadığının delili değildir. Reddedip inanmamaktansa, tasdik edip iman ederek, kişi mükâşefe muvahhidi (keşfederek birleyen) olmasa bile, nasiptar olur. Kişi nasıl ki Peygamber olmadığı halde, Peygamberlere iman etmek suretiyle, imanın Peygamberlere iman kısmından nasibini alıyorsa, bundan da alır.

Tevhidin dördüncü mertebesi, her şeyde tek olan Mevcud-u Hakikiyi müşahede hali olarak, nadiren devam eder. Çoğu zaman şimşek gibi gelir, geçer.

Tevhidde ilim olarak bilinmesi gereken; her şeyde, her işte hakikat, bütün işleri yapanın Allah (c.c.) olduğunu bilmektir. Her mevcudu yaratan Allah (c.c.)’tır. Fakirlik, zenginlik, hastalık, ölüm gibi her hali icad eden de O’dur. Korku O’ndan, ümit O’na. Sadece O’ndan kuvvet alınır, sadece O’na dayanılır. Tek başına gerçek yapan O’dur. O’ndan başka her şey O’nun emri altındadır. O’nun iradesi olmadan kimsenin kımıldama imkânı yoktur. Mükâşefe kapısı açıldığında açık ve net olarak bu gerçek görülür.

“Attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı”

Enfal/17

Tevhid

TEVHİD:

Tevhid, tevekkülün aslıdır. Bu sebeple tevekkülden önce, tevhidi anlatmayı uygun bulduk. Tevhidin içinde de dereceleri vardır. Bu derecelerden üçüncü derecede tevekkül başlar. Yani bir kişinin tevekkülün aslını hal olarak yaşayabilmesi için, tevhidin üçüncü basamağına ulaşmış olması lâzımdır.

“Lâ İlâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir”

“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter”

İşte bu söze tam olarak inanıp, kalbi ile de tasdik edip, her işinde bu sözün yansıması ile yaşayıp, bağlandığı zaman; kişinin imanından söz edilmiş olunur. Bu iman tevekkülün aslı olan imandır.

Burada bahsedilen iman şöyle olmalıdır:

“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur” cümlesine iman ile; Allah(c.c.)’dan başka hiçbir şeyi putlaştırmamayı, ne malı, ne parayı, ne evlâtlarımızı, ne itibarımızı O’nun önüne geçirmemeyi, gece gündüz aklımızda, fikrimizde bu sayılanlar ile değil, Allah ile yatıp, kalkmayı gerçekten böyle anlamayı, hissetmeyi ve yaşamayı anlamalıyız. Böyle bir imana ulaşmış olan, hakiki imana kavuşmuş olur. Ve kalbinde gayri kalmaz.

“O tektir, ortağı yoktur” cümlesi ile; O bütün yarattıklarına karşılıksız vermede Tektir, sevgide Tek sevilecek mercidir, nimetlerini ayırım olmaksızın bütün kullarına sonsuz lûtfetmede de Tek’tir. Sığınılacak, yardım istenecek, güvenilecek olan Tek’tir. Almadan veren, karşılık beklemeyen, minnet duyulması gerekmeyen, ezmeden veren Tek’tir. Bütün bu bakımlardan ve Zât’ına ait, sıfatlarına ait, isimlerine ve fiillerine ait özellikler bakımından da Tek’tir, asla böyle başka bir şey olmadığı için de ortağı yoktur.

“Mülk O’nundur, Hamd O’na mahsustur” cümlesi ile; Yaratılmış olan   her şeyi, O yarattığı için vardır. Dolayısıyla hepsi O’nundur. O olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Hem yaratılmış olan âlemler ve içlerindeki her şey, hem de bizler O’na aitiz. Bu sebepten mülk O’nundur. Burada (mülk O’nundur) demek ile, Allah’ın Kudretine iman etmiş oluyoruz. Ve, bu kudreti hissedip, kendi acizliğimizi biliyoruz. (Hamd O’na mahsustur) derken ise; ululuk ve hikmetleri bakımından, aynı zamanda iradesinin gereğini yapmada kimsenin engelleme veya öne alma gücünün olmaması bakımından hamd edilecek makamın sadece O’na ait olduğuna iman etmiş oluyoruz. Böyle bir hakiki iman sahibi olmak, sebeplere teşekkür etmeye mani değildir. Zira iman sahibi bilir ki, Allah(c.c.) hiç sebepsiz verdiği gibi, sebeplerle de verir. Sebebe, sebep olduğu için, yani Allah tarafından kullanıldığı için teşekkür edilir. Sebep, sebep olmayla hem sebep olduğundan dua alır, hem de sebep olduğu için imtihan vesilesi olmuş olur.

“O’nun gücü her şeye yeter” cümlesi ile de; kayıtsız ve şartsız olmak üzere kendi dilediğini yapmakta, dilediğini seçmekte, dilediğini affetmekte, dilediğini yakmakta kimseye hesap vermeye mecbur olmadan kudretini kullanır, iradesiyle hükmeder, diye iman etmiş oluyoruz. O zaman madem ki buna iman ediyoruz, o zaman yaptığımız iyi şeylere ve iyiliklere, ibadetlere rağmen dilediğini kabul eder ve dilediğini reddeder, diye iman etmiş oluyoruz. Böylece, O’nun merhametinden başka sığınılacak hiçbir şeyimizin olmadığını da idrak etmiş oluyoruz.

Tevhid, dinin aslıdır. Her ne kadar kademeler ile olsa da tevhid, en alt kademeden en üst kademeye kadar kıymetlidir. Bu bakımdan Âyet-i Kerime’de “Lâ İlâhe İllallah diyen Cennet’e girer” denmiştir. Yani tevhidin hakikatine erişilmiş olmasa bile, dil ile tevhid kelimesini söylemenin dahi bir kıymeti vardır. Kelime-i Tevhidi; kişinin bilemedikleri yüzünden, hakikatini örten cehalet perdeleri Cehennem ateşi ile yandıktan sonra, o kişi Cennet’e girecektir, şeklinde anlamaktayız.

Tevhidin son kademesi, hakiki mevcudu müşahede etmektir. Bu sebepten tevhid, mükâşefe (keşif) ilmine aittir. Hakiki mevcut demekten kastım, başkasına ihtiyaç duymadan var olan, yani bizatihi kaim olan demektir. Bu bizatihi kaim olandan başka bir şeyin mevcudiyeti, gölge gibidir. Çünkü böylece var olan, yine hakiki varlığın mevcudiyeti ile vardır. Bu varlık, hakiki mevcudun varlığı ile var olduğundan, O’nun varlığı ile kayıtlıdır. Yani var olan kendiliğinden var olmuş değildir ve varlığının devamlılığını da kendi kendine sürdürmesi mümkün değildir. Ölmeyi hiç istemediği halde, ölüm zamanını kendi tayin edemez. Aynen doğumunu da kendi tayin edemediği gibi. Tayin etmek bir yana, ömrünün süresini bile bilmez. O zaman bu var oluş, hakiki var oluş olmayıp, gölge gibi, hayal gibi olur. Veya yok mesabesinde gibidir. Tevhid görüşü, mevcut âlemde O’ndan başkasını görememektir. Göz nasıl bir fotoğrafı hakiki görüntüden ayırt ediyorsa; kalp de hayal olanı hakikatten ayırır. Fotoğraf nasıl hareketsiz ve cansız duruyorsa, bir bakıma ölü gibiyse, hayal olan da cansız gibidir. Sanki hayat yok gibidir. Hakikat ise her an yenilenen, doğan, yaşayan, ölen ve sonsuza kadar böylece devam edendir. O zaman hakiki mevcudun gayri, fotoğraf hükmünde değil midir? Yaratılmış olanların hepsi, hiçbir şeye muhtaç olmasa bile, kendi varlıklarından söz edilebilmesi için, hiç olmazsa Yaradan’a ihtiyaçlıdır. Yaradan ise kimseye muhtaç değildir. Herkes ve her şey Zât’ına muhtaçtır. Herkes ve her şey Zât’ının yarattıklarıdır. Ve Âyet’te belirtildiği gibi: “O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”…

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever”   Maide/54

Ebû Said el-Miyhenî, bu âyeti okuduğunda; “Gerçekten onları sever, çünkü sevdiği kendi Zât’ıdır. Yani seven de sevilen de kendisidir” demiştir.

Bu deyiş, yüksek bir makamın ifadesidir. Ancak “fena” makamına ulaşanların yani, kendi varlığını esas mevcut olanın varlığında kaybetmiş, yok etmiş olanların deyişidir. İşte bu, tevhid nâzarıyla bakıştır. Anlayamayanlar reddederler. Reddedenler de; ya her hangi bir şey ile var olanlardır, ya da cahillikleri sebebiyle kısa görüşlü olanlardır. Ariflerin görüşü, cahiller için anlaşılmaz.

Cüneyt-i Bağdadi: “Tevhid ilmi, tevhidin aslına zıddır, kendisi (aslı) da, tevhid ilminden başkadır” demiştir. Bağdat tasavvuf okulunun en önemli ismi olan Hz.Cüneyt, tevhid ve fena konularında, ilk defa derinlemesine konuşan ve yâzan muvahhiddir (tevhid ehlidir). Bu bakımdan bu söz tasavvuf edebiyatında yerini bulmuş ve diğer kişilere ışık olmuştur. Bu sözden anladığımız şudur: Kişi Allah(c.c.) hakkında Zât’ında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde tek olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul ederek, kesin bir ilme sahip olur. Bu tevhid ilmidir. İlim ayrı bir şeydir, hal ayrı bir şeydir. Bu tevhid ilmi, tevhid halini yaşamaya dönünceye kadar, şartlar ve sebeplerin değişmesi ile, kalpteki imanı sallar. Ne zaman ki şartlar ve sebepler ne kadar değişirse değişsin; kişinin kalbinde Rabbine karşı güveninde asla bir endişe, yahut eksiklik duygusu olmaz; o zaman tevhid hali yaşanmış ve tevhid makamına ulaşılmış olur.

En önemli konu ise; tevhid ilmi muamele ilmi ile anlatılır, tevhid hali ise mükâşefe ilmi ile yaşanır, bilinir.