TEVHİD:
Tevhid, tevekkülün aslıdır. Bu sebeple tevekkülden önce, tevhidi anlatmayı uygun bulduk. Tevhidin içinde de dereceleri vardır. Bu derecelerden üçüncü derecede tevekkül başlar. Yani bir kişinin tevekkülün aslını hal olarak yaşayabilmesi için, tevhidin üçüncü basamağına ulaşmış olması lâzımdır.
“Lâ İlâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir”
“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter”
İşte bu söze tam olarak inanıp, kalbi ile de tasdik edip, her işinde bu sözün yansıması ile yaşayıp, bağlandığı zaman; kişinin imanından söz edilmiş olunur. Bu iman tevekkülün aslı olan imandır.
Burada bahsedilen iman şöyle olmalıdır:
“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur” cümlesine iman ile; Allah(c.c.)’dan başka hiçbir şeyi putlaştırmamayı, ne malı, ne parayı, ne evlâtlarımızı, ne itibarımızı O’nun önüne geçirmemeyi, gece gündüz aklımızda, fikrimizde bu sayılanlar ile değil, Allah ile yatıp, kalkmayı gerçekten böyle anlamayı, hissetmeyi ve yaşamayı anlamalıyız. Böyle bir imana ulaşmış olan, hakiki imana kavuşmuş olur. Ve kalbinde gayri kalmaz.
“O tektir, ortağı yoktur” cümlesi ile; O bütün yarattıklarına karşılıksız vermede Tektir, sevgide Tek sevilecek mercidir, nimetlerini ayırım olmaksızın bütün kullarına sonsuz lûtfetmede de Tek’tir. Sığınılacak, yardım istenecek, güvenilecek olan Tek’tir. Almadan veren, karşılık beklemeyen, minnet duyulması gerekmeyen, ezmeden veren Tek’tir. Bütün bu bakımlardan ve Zât’ına ait, sıfatlarına ait, isimlerine ve fiillerine ait özellikler bakımından da Tek’tir, asla böyle başka bir şey olmadığı için de ortağı yoktur.
“Mülk O’nundur, Hamd O’na mahsustur” cümlesi ile; Yaratılmış olan her şeyi, O yarattığı için vardır. Dolayısıyla hepsi O’nundur. O olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Hem yaratılmış olan âlemler ve içlerindeki her şey, hem de bizler O’na aitiz. Bu sebepten mülk O’nundur. Burada (mülk O’nundur) demek ile, Allah’ın Kudretine iman etmiş oluyoruz. Ve, bu kudreti hissedip, kendi acizliğimizi biliyoruz. (Hamd O’na mahsustur) derken ise; ululuk ve hikmetleri bakımından, aynı zamanda iradesinin gereğini yapmada kimsenin engelleme veya öne alma gücünün olmaması bakımından hamd edilecek makamın sadece O’na ait olduğuna iman etmiş oluyoruz. Böyle bir hakiki iman sahibi olmak, sebeplere teşekkür etmeye mani değildir. Zira iman sahibi bilir ki, Allah(c.c.) hiç sebepsiz verdiği gibi, sebeplerle de verir. Sebebe, sebep olduğu için, yani Allah tarafından kullanıldığı için teşekkür edilir. Sebep, sebep olmayla hem sebep olduğundan dua alır, hem de sebep olduğu için imtihan vesilesi olmuş olur.
“O’nun gücü her şeye yeter” cümlesi ile de; kayıtsız ve şartsız olmak üzere kendi dilediğini yapmakta, dilediğini seçmekte, dilediğini affetmekte, dilediğini yakmakta kimseye hesap vermeye mecbur olmadan kudretini kullanır, iradesiyle hükmeder, diye iman etmiş oluyoruz. O zaman madem ki buna iman ediyoruz, o zaman yaptığımız iyi şeylere ve iyiliklere, ibadetlere rağmen dilediğini kabul eder ve dilediğini reddeder, diye iman etmiş oluyoruz. Böylece, O’nun merhametinden başka sığınılacak hiçbir şeyimizin olmadığını da idrak etmiş oluyoruz.
Tevhid, dinin aslıdır. Her ne kadar kademeler ile olsa da tevhid, en alt kademeden en üst kademeye kadar kıymetlidir. Bu bakımdan Âyet-i Kerime’de “Lâ İlâhe İllallah diyen Cennet’e girer” denmiştir. Yani tevhidin hakikatine erişilmiş olmasa bile, dil ile tevhid kelimesini söylemenin dahi bir kıymeti vardır. Kelime-i Tevhidi; kişinin bilemedikleri yüzünden, hakikatini örten cehalet perdeleri Cehennem ateşi ile yandıktan sonra, o kişi Cennet’e girecektir, şeklinde anlamaktayız.
Tevhidin son kademesi, hakiki mevcudu müşahede etmektir. Bu sebepten tevhid, mükâşefe (keşif) ilmine aittir. Hakiki mevcut demekten kastım, başkasına ihtiyaç duymadan var olan, yani bizatihi kaim olan demektir. Bu bizatihi kaim olandan başka bir şeyin mevcudiyeti, gölge gibidir. Çünkü böylece var olan, yine hakiki varlığın mevcudiyeti ile vardır. Bu varlık, hakiki mevcudun varlığı ile var olduğundan, O’nun varlığı ile kayıtlıdır. Yani var olan kendiliğinden var olmuş değildir ve varlığının devamlılığını da kendi kendine sürdürmesi mümkün değildir. Ölmeyi hiç istemediği halde, ölüm zamanını kendi tayin edemez. Aynen doğumunu da kendi tayin edemediği gibi. Tayin etmek bir yana, ömrünün süresini bile bilmez. O zaman bu var oluş, hakiki var oluş olmayıp, gölge gibi, hayal gibi olur. Veya yok mesabesinde gibidir. Tevhid görüşü, mevcut âlemde O’ndan başkasını görememektir. Göz nasıl bir fotoğrafı hakiki görüntüden ayırt ediyorsa; kalp de hayal olanı hakikatten ayırır. Fotoğraf nasıl hareketsiz ve cansız duruyorsa, bir bakıma ölü gibiyse, hayal olan da cansız gibidir. Sanki hayat yok gibidir. Hakikat ise her an yenilenen, doğan, yaşayan, ölen ve sonsuza kadar böylece devam edendir. O zaman hakiki mevcudun gayri, fotoğraf hükmünde değil midir? Yaratılmış olanların hepsi, hiçbir şeye muhtaç olmasa bile, kendi varlıklarından söz edilebilmesi için, hiç olmazsa Yaradan’a ihtiyaçlıdır. Yaradan ise kimseye muhtaç değildir. Herkes ve her şey Zât’ına muhtaçtır. Herkes ve her şey Zât’ının yarattıklarıdır. Ve Âyet’te belirtildiği gibi: “O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”…
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” Maide/54
Ebû Said el-Miyhenî, bu âyeti okuduğunda; “Gerçekten onları sever, çünkü sevdiği kendi Zât’ıdır. Yani seven de sevilen de kendisidir” demiştir.
Bu deyiş, yüksek bir makamın ifadesidir. Ancak “fena” makamına ulaşanların yani, kendi varlığını esas mevcut olanın varlığında kaybetmiş, yok etmiş olanların deyişidir. İşte bu, tevhid nâzarıyla bakıştır. Anlayamayanlar reddederler. Reddedenler de; ya her hangi bir şey ile var olanlardır, ya da cahillikleri sebebiyle kısa görüşlü olanlardır. Ariflerin görüşü, cahiller için anlaşılmaz.
Cüneyt-i Bağdadi: “Tevhid ilmi, tevhidin aslına zıddır, kendisi (aslı) da, tevhid ilminden başkadır” demiştir. Bağdat tasavvuf okulunun en önemli ismi olan Hz.Cüneyt, tevhid ve fena konularında, ilk defa derinlemesine konuşan ve yâzan muvahhiddir (tevhid ehlidir). Bu bakımdan bu söz tasavvuf edebiyatında yerini bulmuş ve diğer kişilere ışık olmuştur. Bu sözden anladığımız şudur: Kişi Allah(c.c.) hakkında Zât’ında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde tek olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul ederek, kesin bir ilme sahip olur. Bu tevhid ilmidir. İlim ayrı bir şeydir, hal ayrı bir şeydir. Bu tevhid ilmi, tevhid halini yaşamaya dönünceye kadar, şartlar ve sebeplerin değişmesi ile, kalpteki imanı sallar. Ne zaman ki şartlar ve sebepler ne kadar değişirse değişsin; kişinin kalbinde Rabbine karşı güveninde asla bir endişe, yahut eksiklik duygusu olmaz; o zaman tevhid hali yaşanmış ve tevhid makamına ulaşılmış olur.
En önemli konu ise; tevhid ilmi muamele ilmi ile anlatılır, tevhid hali ise mükâşefe ilmi ile yaşanır, bilinir.