Günümüzde Zahitlik:
Peygamberimiz(s.av.), Sahabi’leri ve onlardan sonra gelenler elbette en hayırlılardır. O devrin şartları sınırlı, yaşantılar sade, imkânlar az idi. Bu kıymetli insanlar, zaten çoğu zaman aç yatıyorlardı. Elbiseleri zor elde ediyorlardı, yerde iki kat kumaş üzerinde yatıyorlardı. Kap kacakları sınırlı idi. Zengin olanları da varlıklarını yoksullara harcıyorlardı. Paylaşım vardı. İnsanlar, Peygamberlerini yoksulluk içinde gördükçe, çok sevdikleri peygamberlerinin haline bakarak, kendileri için yoksulluğu daha reva görüyorlardı. Sağlam bir ipleri vardı. Önlerinde örnek bir Peygamber vardı. O’nunla birlikte yaşarken, imanlarına sarılıp, O’nun varlığından kuvvet alıyorlardı.
Bizler ise ahir zamanın acizleri olarak, otuz katlı binaların yapıldığı, her köşede marka eşyaların satıldığı, ekmeğin bin bir çeşidinin satıldığı, yabancı sermayelerin açtığı ayak üstü modasının içinde; televizyon sayesinde bütün dünyanın ne yediği hakkında bilgilenen ve özenen insanlar olarak, ne kadar zordayız. Ne yesem, ne giysem, ne alsam, nerede gezsem, nefsimi nasıl mutlu etsem düşüncelerinden fırsat bulup da nasıl Allah’a yöneleceğiz? Hadi bir lûtuf oldu da yöneldik diyelim, çoluk çocuğu nasıl koruyacağız?
O zamanın şartlarına göre olan zahitliğin şartlarını günümüze uydurup, Hadislerin üzerine kendi yorumlarımızı mı koymalıyız? Bu haddimizi aşmak demek olmaz mı?
Hayır böyle değil, zühd kendi içinde bölünemez, parçalanamaz bir bütündür. O zaman, belki devrimize zühd yolu kapalıdır, diyebiliriz. Meselâ mesken olarak baksak, Ashab-ı Suffa gibi cami köşelerinde yatsak, böylece üst sınıftan bir zahit olsak, polis bizi oralarda bırakmaz. Giyecek olarak ayağı çıplak olsak, “malı mülkü vardı dağıttı, şimdi çıplak ayak geziyor” diye akıl hastanesine koyarlar. O zaman düşük seviyede bir zühd yapalım diyerek nalın giysek, aynı sonuca gideriz.
İşte bu sebeplerden, zühd yolu kapalı gibi olur. Ama yememizi orta karar tutsak, çeşite düşkün olmasak, etli-etsiz, tatlı-tatsız ayırımı yapmadan her şeyi yiyebilsek, yediklerimizden bazen fedakârlık ederek yiyemeyenlere ikram etsek; giyeceklerimizi markalı olanlardan değil de vasat olan eşyalardan seçsek, ayağımıza hem sağlam hem uygun fiyatlı olanı giysek; evlerimizde süslemeye düşkün olmadan yaşasak, oturduğumuzdan fazlasını edinmesek, yaşayacak kadar kazansak ve infak edebilsek, bunları çocuklarımıza da aşılayabilsek belki bu devir için, ne kadar yerinde olur. Allah’a da “Rabbim az olan bu gayretimi, zühd olarak kabul et” diye dua ile niyetimizi belirtsek, belki affolabiliriz. Zira ahir zaman ümmeti, Peygamberini görmeden yaşamaktadır. Görmeden sevmiştir. Görmeden, göz yaşı dökmektedir. Belki biz de o devirde, görerek yaşamış olsaydık, daha farklı olacaktık. Ve yine bizler, dünyanın tam da, en cazibeli olduğu zamanda yaşamakla, belki azgınlığa düşmeden nefislerimizi kötülüklerden, kul haklarından korumakla; elimizden geleni yapmışız gibi kabul görebiliriz. Allah(c.c.)’ın merhameti yücedir ve biz ancak merhametinden ümid ederek yaşamaktayız.
Bütün bu sebeplerden dolayı, belki küçük bölgelerde yapılabilse de, zühd yolu zamanımız için kapalı gibidir. Bu sebeple aşk yolu, ahir zamanın yoludur. Bununla sonunda insanlık âleminin hepsine muhabbet oluşur. Belki tevhide gidiş de böylece mümkün olur.