Kategori arşivi: 3.02.Allah Hakkında Şükrün Hakikati

Allah Hakkında Şükrün Hakikati

ALLAH HAKKINDA ŞÜKRÜN HAKİKATİ:

Allah’a hakkıyla şükretmek, Allah yönünden hayaldir. Çünkü Allah’ın öncelikle bu şükre ihtiyacı yoktur. Sonra övülmeye, ünlenmeye de ihtiyacı yoktur. Bundan sonra esas olan gelir ki bu da şükredebilmek nimetine ulaşmış olabilmemizdir. Şükretmemiz için irademizi yönlendirerek bize nimet veren yine O’dur. O halde bir nimet için başka bir nimet ile teşekkür etmiş oluruz. Her şükür, başka bir nimet ile yapılır ki o nimet için de şükretmek lâzımdır.

Musa (a.s.) aynı noktada yetersizliğini bilmiş ve Allah’a nasıl şükredebileceğini ve şükür konusunda aciz kaldığını beyan etmiştir. Allah-ü Tealâ, Musa (a.s.)’a “Her nimetin benden olduğunu bildiğin vakit, ben de bu bilgiyi şükür olarak kabul ederim” şeklinde vahyetmiştir.

Allah’a şükür için iki bakış vardır:

1)Tevhid nazarından bakış:

Bu görüş, “fena” nazarı ile görüş olup, bu kişiler nefislerini Allah’da ifna(yok) etmişlerdir. Bu kişiler Allah’dan başka her şeyden, hattâ kendilerinden yok olmuşlar, Allah’dan başka bir şey bilmez olmuşlardır. Bunlar gördükleri her şeyde Allah’ı görürler. Sonra O’nun yarattığı olarak diğer şeyleri görürler. Bunlar arifler olup, onların sözleri cahiller için anlaşılmaz ve hattâ gülünçtür ki bu da zaruridir. Tevhid bir makamdır ki onun anlatılarak öğretilmesi ile, asıl olan tevhide zıt bir şey ele geçer. Tevhid yolcunun ancak yaşayarak ulaşabileceği bir makamdır. Burada şu kadarı anlatılabilir. Bu makama ulaşmış olanlar, bilirler ki asıl olan ezeli ve ebedi daima var olandır. Mevcudiyeti de bir başkasının mevcudiyetine bağlı değildir. Aksine her şeyin mevcudiyeti, kendisine bağlıdır. Böylece Allah hakkında “bizatihi kâim” demekle ne demek istediğimizi anlatmış olduk. Bundan, başkası veya başkaları yok olsa bile, Zât’ının yine var oluşu anlaşılır. Şayet bizatihi kaim oluşu yanında, kendi varlığı ile bir başkasının varlığı da varsa, o zaman “Kayyum” denir. Kayyum olan da sadece O’dur. Hakiki mevcut sadece O’dur.  O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.

Arifin birisi, “ Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” âyetini duyduğunda, “ Onları sevmekle, gerçekte kendi Zâtını sevmiştir. Seven de, sevilen de O’dur” demiştir. Hakikaten biri bir eser meydana getirdiğinde, eserini sevmekle kendini sevmiş olmaz mı? Tevhid ile ilgili ancak bu kadarını anlatabilmek mümkündür.

Tevhid nazarı ile bakan için şakir (şükreden), meşkûr (şükredilen) de O’dur. Bu makam yüksek bir makam olup, anlamayanların reddetmesi hattâ işi ileri götürerek, din dışı olmakla suçlaması da mümkündür. Ama biz deriz ki; bunları diyen de, suçlayan da, anlayan da, anlamayan da hep O’dur.

2)Fena makamına ulaşamayanların görüşü: Bunlar da iki kısımdır:

A)Münkirler: İnkâr edenler, kendilerini tanır, Rab tanımazlar. İki gözleri de kördür.

B) Tek gözü kör olanlar: Bunlar tek gözleri ile görürler ve hak olan mevcudu tanırlar, inkâr etmezler. Diğer gözleri tamamen kör ise, Hakk’ın dışındaki fâninin, fâni olduğunu fark edemezler. Bunlar müşriktirler. Allah ile başka bir mevcudun varlığını da kabul ederler. Bu genelde kendisidir. Veya iş yerindeki amiri, yahut karısı, kocası, evlâdı olabilir.

Şayet kör olan gözü biraz görüyorsa, yani bir kul bir de Allah kavramı varsa, ikiliktedir, muvahhiddir. Gözünün görmesi nisbetinde, noksanlıklarını anlayabilir. Ne nispette noksanlık anlamışsa, o nispette tevhide girer. Şayet gözünü dört açar ve ileriyi görmeye doğru giderse, sonunda mevcudatta Allah’dan başkasını görmez ve tevhidin kemaline erer.

Tevhidin en düşük derecesi ile, kemal derecesi arasında fark vardır. Tevhidin ilk derecesi, “Lâ İlâhe İllallah” demektir. Tevhidin kemaline ulaşanlar azdır.  Sırf inkâr ve şirk derecesinde olanlar da azdır. Bunlar en geride olanlardır. Putlara tapanlar bile: “Biz bunlara, ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”(Zümer/3) derler. Bunlar çok zayıf da olsa tevhidin ilk basamaklarına gelmişlerdir. (şüphesiz böyle hayal etmektedirler). Ortada kalanlar çoğunluktur. Bunlardan  bazılarının basiretleri açılır da, ilerleyebilir. Fakat çoğu zaman şimşek gibi bir hızlı idrakten sonra, gelir, geçer. Bazılarında ise bir müddet kaldığı halde devam etmez. Bu halde devam eden, enderdir.

Tevhidin ilk derecesi, sözle “Lâ İlâhe illallah” demektir. Bundan sonra Allah-ü Tealâ’nın bir olduğunu bütün işlerde birlemek vardır ki “Tevhid-i ef’al” denir. Bu iki tevhid basamağı arasında da belki de bir ömür sürecek olan ara makamlar vardır. Ve belki de kişinin ömrü fiillerin tevhidi makamına çıkmaya bile yetmeyecektir. Bundan sonra “Tevhid-i esma” gelir. Allah’ın esmasının külliyen tecellisi ile olur. Arada pek çok makamlar vardır. Sonra sıfatlarının tecellisi ile, “Tevhid-i sıfat” olur. Yine arada pek çok makam vardır. Bundan sonra Zât’ın müşahedesi ile, kişi kendini göremez olur. Sadece Zât kalır. Bu da “tevhid-i Zât”tır.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “Allah’ım, ikâbından affına; gadabından rızana; Sen’den yine Sana sığınırım. Sana lâyık bir sena ile ben seni sena etmekten acizim. Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin ya Rab!” buyurduğu Hadis-i Şerif meşhurdur.

Burada: “ikâbından affına” derken, İlâhi fiilleri müşahede etmiş, bir fiilinden, başka bir fiiline sığınmıştır.Daha sonra  İlâhi fiillerin çıkış yeri olan İlâhi sıfatları görünce “gadabından rızana” buyurdu. Sonra daha yüce makama çıktığında, tevhidin aslı için bulunduğu makamın da noksanlığını gördü, Zât’ın müşahedesine ulaştı ve “Sen’den, yine Sana sığınırım” buyurdu. Burada kendisini de görerek, bunun da noksanlık olduğunu,  daha da yaklaşarak anladı  ve kendini yok kabul ederek “Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin” demiştir. Bu Hadis’te “lâ uhsi” kelimesini kullanmakla, kendini göremez olduğu yokluğundan söz ettiğini anlamaktayız.

“Kalbime öyle şeyler gelir ki, günde yetmiş defa istiğfar ederim” Hadis’i yukarıda anlatmaya çalıştığımız, menzillerinden, diğer birine geçişleri sebebiyledir. Bulunduğu makamdan bir üstüne çıktıklarında, evvelki makamın noksan olduğunu görerek, o makamda bulunduğu süre için istiğfar ediyorlardı. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus; diğer beşeriyet âlemine, belki de ömründe bir defa menzilde ilerlemek nasip olurken, Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) günde kaç defa yükseliyor, menzil alıyorlardı. Zât’ın müşahedesine kadar ki istiğfar edişleri, tevbe çekişleri bu sebeptendi. Ondan sonra da vefatlarına kadar hem tevbeleri, hem taatleri, hem ibadetleri eksilmeden devam etmiştir.

İşte bu makamlara ulaşabilenler için şakir, meşkur, şükür aynı şeydir.

Özetle şükür, Allah tarafından bakıldığında, nimeti vereni görmek; kul tarafından bakıldığında ise verilen  nimeti Allah’ın rızasının olduğu yerlerde kullanmaktır. Allah, kullarının nimeti vereni görmesini murad ederken, aynı zamanda şirke düşmemelerini de murad etmiş oluyor. Zira nimetler bakımından sebeplere yönelmekle, kişi şirk etmiş oluyor. Kişi nimetleri yerinde kullanmamak bakımından nankörlük etmiş oluyor. İnsanın Yaradan’ına itaati, kabaca şükürdür. Küfrü ise itaatin zıddı olup, nimetleri yerinde kullanmamakla olur. Aslında nimetler birer sebep olup, yaratılmış olan her sebep de Allah’a yakınlaşmak ve uzaklaşmak için yaratılmışlardır. Yakınlık ve uzaklık sebeplerini yaratmış olanın ise, bu yakınlıktan ve uzaklıktan bir faydalanması yoktur. O zaman burada aranan fayda, sadece biz kulları içindir. Böyle düşünüldüğü zaman, yaklaştırıcı sebepleri bildikten sonra, her insan için gelinmesi gereken nokta, en azından “tevhid-i ef’al” noktası olur. Yani Cehennemde bir miktar kalarak, temizlendikten sonra aslımıza rücû edebilmemiz için, mutlaka dünyada iken Allah hakkında fiillerin sahibi olduğunu bilmemiz lâzımdır. Fiillerin sahibi esasen mülkün sahibidir de. Burada iken bu hakikati bilemeyenler, öbür âleme geçtiklerinde, gözlerindeki perde kaldırıldığı zaman, mülkün sahibini tanıyacaklardır.

“Bugün mülk kimin? Tek ve Kahhar olan Allah’ın”

Mü’min / 16