Kategori arşivi: 7.Havf(Korku)

Amentü Billahi

AMENTÜ BİLLÂHİ

Rabbim korkarım, son nefesimden

Ümidim galip gelse de, titrerim her dem.

Niceleri göçtü bilmem, kötü son ile,

Cehennem’i yarattın, uzak mı benden?

Korkarım “amentü billâh” düşmez dilimden.

 

Duydum ki son anda, zormuş söylemek,

Bu sebepten yaptım dilime, pesek

Acep dünyaya diyorum, hiç mi gelmesek

Dolaşırken daim, “amentü” desek

Amentü’yü hemen kalbe indirsek.

 

Sonundan emin olan var mı, bilemem

Ben bu aldanışla, Sana gelemem

Pek çok günahım var, başka şey bilmem

Dilimde daima, amentü billâh

Dilimden kalbime işledi, Allah!

 

Tesbih olsun, zikir olsun, vird olsun

İster taklid, isterse gerçek olsun.

Maksat o ki, dil gayriyi unutsun

Yarın huzuruna çıkarsam, elbet

Amentü diye diye, budur saadet

 

Sana geliş, bilmem nasıl olacak?

Ruhum, nasıl bu tenden ayrılacak?

Acep kimler, umduğunu bulacak?

Kudret Sende,hüküm Sende, güç Sende

Dilerim ki, amentü hep dilimde.

 

Sen dilersen, bildirirsin ilimden,

Sen dilersen, söyletirsin dilimden

Başka bir şey gelmiyor ki, elimden.

Gayretimle kurtulamam nefsimden

Amentü çıkmıyor asla, kalbimden

 

Sen dilersen uçurursun aşk ile,

Sen dilersen göçürürsün, şevk ile

Emaneti alıversen, hüsn ile

Dilime vird oldu “amentü billah”

Dosta yüzüm kara çıkmaz, inşallah.

 

Kudret Senin, dilediğin yaparsın

Hem yaparsın, hem de hesap sorarsın

İradeni irademe sararsın

Son nefesin korkusuna salarsın

Amentü’yü kalplere Sen koyarsın.

Mektup-Havf

Mektup

Ya! Rabb-i Rahîm!

Ya! İlâhi bizleri bağışla. Sonsuz merhametinle esirge ve bağışla. Son nefesimizi iman ile vermemizi nasib et. Duyduk ki; bazı âyetlerini duyunca can verenler olmuş. Bizler ahir zamanın acizleri olarak ve hiç de aczini ve hududlarını bilmeyenler olarak, yine affına ve merhametine sığınıyoruz. Sen büyüklenenleri sevmezsin. Biz de bundan dolayı acziyetimizi bilmeye çalışıyoruz. Her ne kadar bilemediysek de, bilenlere dahil eyle. İşte, korkumuzun sebebi, bu kusurumuzdan dolayı, gaflet içinde can vermek.

Dünya sevgisinin ne demek olduğunu az çok bilmekteyiz. Bizi bu sevginin ağır sonucundan koru. Kalbimizde dava ile, eskilere ait sıkıntılar ile, karışıklık ile Huzuruna gelmekten koru. Son nefesimizi imanî karışıklıklardan temizle. Seni anarak, Sana inanarak, Peygamberimiz(s.a.v.)’e inanarak gelmemizi nasib et. Sen âyetinle, Peygamberler arasında bir fark gözetmeksizin, O’nlara iman etmemizi istemektesin. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) de Ashabı için, aralarında hiç birine dil uzatmayan bir halde olmamızı istiyor. Bizi bu türlü tefrikalar sonucu, bize fayda getirmeyen, hattâ zarar veren bu türlü kalp karışıklığı ve husumet göstermekten  son nefesimizde koru.

Duyduk ki, böyle karmaşa ile karşılaşsak da, yaşarken kendi kendimize imanımızı yeniden hatırlamak üzere söylediklerimizi, o zor olan son anda hatırlayabilirmişiz. Şu andan itibaren, son nefesimizdeki tehlikeden kurtulmak üzere, niyet ediyor ve daha sık “amentü billâh” demeye ahd ediyoruz. Ben Allah’a inanıyorum, ben Resulullah(s.a.v.)’a inanıyorum. Benimle birlikte olan dostlarım da inanıyorlar. Ben şahidim. Şimdi bu yazıları okuyanlar da inandıklarını tekrarlayacaklar.

Dilimizle söylediğimiz, halimize geçmezse, yalancılardan oluruz. Hem inandığımızı söyler, hem de Sana itaat etmezsek yalancılardan oluruz. Bize yardım et. Niyetlerimizin halis olduğunu fakat nefislerimize güç getiremediğimizi biliyorsun. Her şey Senden olduğuna göre, kalplerimizin sahibi olarak, lûtfen kalplerimize sundur.

Sana daima mektup yazdım. Yine yazacağım. Bu mektuplar, huzuruna getireceğim delillerimdir. Ben kulum, talebim olur. Sen Rab’sın, verişin olur. Çok kalabalık olan ailemle hiç engelsiz Sana vasıl olma sebeplerimizi halk et. Hamd Sana, senâ Sana, taat ve ibadet Sana, kulluk da ancak Sanadır.

Ya! Zül Celâl-i ve’l İkrâm!

Ya! Erhame’r Rahimin!

Ya! Rabb-i Rahim!

 

“Amentü billâh” , “Amentü billâh” , “Amentü billâh”

Korkunun Şiddetinde Sahabe Halleri

Korkunun Şiddetinde; Selef-i Salihin, Sahabe ve Tabiin’in Halleri:

“Keşke insan olmasaydım da senin gibi bir kuş olsaydım”
Ebû Bekir(r.a)
“Keşke ağaç olsaydık ta insan olmasaydık”
Ebû Zer ve Talha(r.a)
“Öldükten sonra tamamen yok olup, gitmeyi arzu ederdim”                                                                      Hz.Osman(r.a.)

“ Öldükten sonra tamamen unutulmuş olmayı, candan arzu ederdim”                                                           Hz. Aişe(r.a.)

Hz. Ömer(r.a.)’in Kuran’dan bir âyet duyduğu vakit bayılıp, düştüğü ve günlerce ziyaret edildiği söylenir. “Amel defterleri açılıp yayıldığı zaman” Tekvir/10. âyette düşüp, bayılmıştır.

Musa b. Mes’ud: “Biz Sevri’nin sohbetinde bulunduğumuzda, O’nun Cehennemden çekindiği durumunu görür ve sanki Cehennemin etrafımızı kuşattığını sanırdık” demiştir.

Mâlik b. Dinar: “Kâbe’yi tavaf ederken, bir seferinde küçük bir kızın, Kâbe’nin astarına yapışarak (Ya Rab, nice şehvetler var ki, zevkleri gitti, eserleri kaldı. Senin Cehennem azabından başka bir terbiye sistemin yok mu?) diyerek sabaha kadar ağladığını görünce, başımı ellerimin arasına alarak (Mâlik, helâk oldun) dedim” diyor.

Ebû Hafs: “Kırk yıldır yaptığım işlerime bakarak, Allah-ü Tealâ’nın bana dargın olduğuna kanaat getiriyorum” demiştir.

Korkuda Peygamber ve Meleklerin Halleri

Korkuda Peygamber ve Meleklerin Halleri:

Hz.Resûl(s.a.v), bir defa “Vakıa” suresinden bir âyet okuyunca bayılmışlardır. Başka bir sefer, Ebtah’da Cebrail (a.s.)’ı görünce bayılmışlardır. Namaz kılarlarken de göğüslerinde kazan kaynaması gibi bir ses duyulduğu bildirilmiştir. Ve: “Cebrail bana her ne zaman geldi ise, Allah korkusundan vücudu titrerdi” buyurmuşlardır.

A’raf/143.âyette; “Musa baygın yere düştü” buyurul-muştur.

Muhammed b. Münkedir diyor ki: “Allah-ü Tealâ Cehennemi yaratınca meleklerin ödü koptu. İnsanları yaratınca, melekler rahatladı”.

“İbrahim(a.s) namaza durduğu vakit, kalbinin cızırtısı bir mil mesafeden duyulurdu”                                                Ebû’d-Derdâ

“Davud (a.s) başını secdeden kaldırmamak üzere kırk gün ağladı”                                                                         Mücahid

“Davud (a.s)’ın gür olan sesi, hatasından sonra kısıldı”

                                                         Ömer b. Abdülaziz

Davud (a.s.)’ın ağlaması, af dilemesi ve Cehennemi anlatarak, korkutması bilinir. Cemaatinden vaazlarında can verenler olurdu.

Abdullah b. Ömer’in naklettiğine göre; Zekeriyya (a.s.)’a geç yaşında, özel lûtuf ile verilen Yahya (a.s.), çok ağlardı. Bir gün babası artık ağlamaktan vaz geçmesini ima edince: “Baba, Cebrail bana haber verdi ki, Cennet ile Cehennem arasında bir boşluk varmış. Burasını ancak göz yaşı akıtanlar geçebilirmiş. Ben de onun için ağlıyorum” demiştir. Bunun üzerine Zekeriyya (a.s.) da “oğlum, ağla” demiştir.

İsa (a.s.), havarilerine: “Ey havarilerim, Allah korkusu ve Firdevs sevgisi, zorluklara sabretmeyi gerektirir ve dünyadan uzaklaştırır. Size gerçeği söylüyorum. Firdevs Cennet’ini elde etmek için yalnız arpa ekmeği ile yetinip, çöplüklerde köpeklerle bulunmak yine de azdır” demiştir.

Su’-i Hatime (Kötü Son)

Su’-i Hâtime  (Kötü Son)

İnsanın, ezeldeki ilk  yaratıldığı ruhlar âleminden,  yaşadığımız Mülk âlemine indirilme sebebi; burada kendisine verilmiş olan nefsi ile Rabbini bilmesi, aslını tanıması ve bunlar uğruna pek çok imtihan geçirmesi ve bu imtihanları kendi lehine başarı ile vermesi ve bunun sonunda da, ahiret saadetini kazanması içindir.

Kötü son ise; bu imtihanları başaramamak sonucunda, ahirete yani sonsuz hayata hüsran ile gitmesidir. Kötü son iki türlü gelişebilir:

1)En kötü ve korkunç olanı; şüphe ve inkâr üzere ölmektir. Can çekişme anında kalpte şüphe veya inkâr ağır gelerek, bu hal üzere ölmek ile, ebedi olarak Allah ile arasında perde oluşması ve bu perdenin ebedi olarak kalmasıdır. Ki, bu da ebedi azâbı gerektiren küfür ve inkâr halidir. Şüphe ve inkâr üzere ölmenin de iki sebebi vardır:

Birinci sebep: Kişi zühd, amel ve verada tam manası ile ehil olduğu halde, küfür ile ölebilir. Meselâ; zahittir fakat bid’at sahibidir. Bu bid’at mezhepler bakımından olmayıp; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında hakiki olmayan bir inanç sahibi olması ile oluşmuştur. Bu inancı kendi görüş ve kanaatine bağlıdır. Bu kanaatine tam olarak bağlanmasıyla veya böyle bir bid’at sahibine inanıp, onu taklid etmesi ile olur.

Bid’at; Kur’an, Hadis ve Sünnet ile gelen bilginin dışında bir şeyi veya bir şeyleri eklemek, değiştirmek suretiyle, yahut ta dinde olmayan bir şeyi yeni olarak dine sokmak ile olur.

Abdullah b.Avf(r.a.)’dan bildirilen bir hadiste: “İslâm garip olarak başlayıp, yayıldığı gibi; yakın zamanda da garip olarak döner. O zaman müjde ve saadet garip olanlar içindir” buyurulmuştur. Eshab bu gariplerin kimler olduğunu sorması üzerine; “Benden sonra benim sünnetimden insanların bozduğu şeyleri, düzeltenlerdir” buyurulmuştur.

Süfyan bin Uyeyne: “Bir kimse, Resullullah(s.a.v.)’ın eshabına dil uzatsa, o kimse nefsine uymuştur ve bid’at sahibidir” der. Abdullah b. Mes’ud (r.a.): “ Sünnet-i seniyyeye uyun, bid’at sahibi olmayın, bu size yeter” demiştir.

“Allah-ü Tealâ bid’at sahibinin bid’ati terk edinceye kadar amelini kabul etmez”                                                        İbn-i Abbas

Ebû Eyyüb Sahtiyani der ki; “Bir kimseye sünnetten bir şey söylendiğinde, o kimse (bana sünnetten anlatma, Kuran’dan haber ver) dese, biliniz ki o, sapmıştır”.

“Benden sonra yaşayanlar çok bid’atler ve uygunsuzluklar görür. O zaman siz, benim sünnetime ve benden sonra gelen Hulefa-i Raşidin’in sünnetlerine yapışınız ve devam ediniz. Sonradan çıkma şeylerden sakınınız, uzak durunuz. Zira çıkan her şey bid’attır ve her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Dalâlette olanlar ise, Cehennemdedir”                             Urban b. Sariye

“Benim ümmetim üzerindeki en büyük fitne şu fitnedir ki; onlar işleri kendi rey ve arzularına kıyas ve tevfik ederek, helâli haram, haramı helâl kılarlar”                    Avf b. Mâlik-i Eşca’i

Böylece bid’atlerin üç türlü olduğunu biliyoruz:

Masum bid’atler:

Meselâ aşure, dinden olmadığı halde, fakire ve insanlara dağıtmak  niyetiyle yapmak ve dağıtmakta mahzur yoktur. Bunlar kişiye sorumluluk getirmediği gibi, sevap da kazandırır. Bid’at-ı Hasene denir.

Mezhep bid’atleri:

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat demek, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnet ve hadisinden bir şey eksiltmeden ya da bir ilâve, yenilik yapmadan aynısını benimseyip, reddetmeme yanı sıra, “cemaat” kavramı ile de; kendilerinden sonra gelen dört halife’yi aynen benimseyerek, onların uydukları sünnetleri ve kendilerini reddetmeden kabul etmektir. Aralarında biri diğerinden üstündür demeden, yahut bazısını noksan veya kabahatli görmeden, “Ashabım hakkında konuşmayınız” ve “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz” hadislerini unutmadan, tarafsız fakat imanî nazarla bakmalıdır.  Bunların dışında kalan topluluklar, bid’at çıkardıkları için, mezhepte bid’atçılar olmuş olur. (Kaderiye, Cebriye, Hululiye,.., v.s.)

Allah-ü Tealâ’nın Zât, sıfat ve fiillerinde olan bid’atler: İşte şuraya kadar genişleterek anlatmak zorunda kaldığımız, esas bu konu idi. Kişinin taatlerde, verada, takvada, hattâ zühdde önde olduğu halde, yanlış bir itikada kapılarak veya böyle birine uyarak, bid’at sahibi olması söz konusuydu. Fiillerde, sıfatlarda ve Zât ile ilgili olan bid’atlerden misaller ile anlatacak olursak;

Fiiller ile ilgili Bid’atler: Meselâ; sebepleri İlâh mesabesine çıkarmak, dolayısıyla o sebebe kızmak, kinlenmek, beddua etmek. İşleri yapanı,  bazen Allah-ü Tealâ, bazen kulmuş gibi görmek. Veya kendi başına gelenleri, büyüklerin başına gelen ve Allah’a yaklaştırıcı sebeplerden olan müsibet ve belâlardan sayıp; bir başkasınınkileri o kulun yaptıklarına karşılık olarak Allah tarafından verilen cezalar olarak görmek. Halbuki: “Bir kulumu seversem, onu belâ ve müsibetler ile iptilâ ederim, sonra da süratle kendime yaklaştırırım” Hadis-i şerif’i unutulmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, fiil tecelliyatından habersiz olmak böyle bid’ate sebep olur. Allah-ü Tealâ’nın Cennet’i ve Cehennem’i  yarattığını ve içini dolduracağını haber verdiği halde ve bu bilgi Kur’an ile sabit iken; “Cennet te Cehennem de dünyadadır” inancını yaymak da fiillerde bid’at sahibi olmaya delildir. Ve bütün işlerin sahibi Allah(c.c.)’dır diye söylediği halde, her hangi bir şeyi kuldan beklemektir. Yine fiil tecelliyatına eremediği için, kendi söylerse “Allah söyletti” olur, başkası söylerse, o başkası söyledi, olur. Böylece tevhidden ayrılır ve İlâhları çoğalır.

Sıfatlar ile ilgili bid’atler: Yine sıfat tecellilerine uğranmadığından ve bu konuda ilimlenme de olmadığı için, sıfatların hakikati tanınmamış olur. Meselâ; kudret sıfatını künhü ile kavrayamamış biri, hemen kendinde o kudreti görür de, kendinde gördüğünü, Allah-ü Tealâ’nın kudreti  sanır. Hattâ kendinde “ol” emri var, sanır. Veya O’nun kudreti yetmez, sanır. En çok iradede yanılma olur. İrade sıfatını tam olarak bilemediğinden, kader sırrını da anlayamaz. Ezelinden haberi olmaz. Ahirinden emin olur. Halbuki Yüce İrade nasıl murad etti ise o olacaktır. Kişinin elinde, kendisine bırakılmış olan kadar bir irade ile, taat vardır. İlâhi İradenin ezeldeki hükmünün ne kadar geniş kapsamlı olduğunu bilemez. Böylece şu iki günlük dünya hayatında kısa vadedeki başarılarını, kendisine verilen merhamet sebepli mühlet olduğundan habersiz, kendi kaderinde kendini muzaffer görür. Kendisinin dışındakiler hakkında da “Cehennemlik veya günahkâr” damgasını vurur. Sıfat tecelliyatına uğramadan sıfatları böylesine kolay benimsemek, İlâhlığa gidiş olur. İlim sıfatı konusunda da aldanma büyük olur. Allah-ü Tealâ’nın kullarını yakan bir Rab olduğunu sanmak, merhametinin sınırlı olduğunu düşünmek, adaletini anlamamak, hep sıfat hakkında bid’atlerdir. Yanlış bilgilenmeler, bid’at doğurur.

Zât hakkında bid’at sahibi oluş: Zât’ı tanımadan, O’nun hakkında fikir yürütmekle olur. Meselâ; Allah gök yüzünde kürsüsü olan, orada oturmuş bir Rab olarak düşünülür. Bunun gibi şeklî olarak ve vasfî olarak asla, hakikate yakın bir Allah kavramına ulaşamaz. Bu bakımdan, insan havsalasının düşünme ve akıl yolu ile kavrayamayacağı bilindiğinden, Zât hakkında düşünme engellenmiştir. Ancak isimleri, fiilleri, sıfatları öğrenilebilir, düşünülebilir. Zât hakkında ise, ne düşünülürse, o düşünülen değildir, denir. Ancak keşif yolu ile ve deliller ile bilinen hariç.

Böyleleri bu sebeplerden, acınacak kişilerdir. Bu kişiler; esasen dünya ehli olup, dinlerini öğrenmede gayret göstermemiş ve o güne kadar böyle bir şeye ihtiyaç ta duymamış hazırdan hoşlanan insanlara  kendi yanlış itikatlarını aşılarlar. Bunlar; çarpıcı lâflar ile etrafında alâka meydana getiren, dinin aslını sadece kendileri biliyormuş gibi gösteren, kurtuluşun da ancak kendi yolundan gelenlere açık olduğunu ihsas ettiren, kendine tabî oluşu da zor ve lûtfen kabul ediyormuş gibi davrananlardır. Bunların ellerine geçen sadece dünyevi itibardır. Nefislerine uymuş ve arkalarından birilerini de sürüklemişlerdir. Bu kişiler, meselâ; Allah hakkında, kula girmesini, çıkmasını kabul ederler (hulul). Veya kulun her gördüğünü Rab olarak görmesini, kemalâtın en üst derecesi, derler. Yahut, bizim namazımız kılınmıştır, diyerek etraflarına üstünlük taslarlar. Ya da, şeriatla ne olur ki, aslolan kalptir, derler. Böylece namazı, abdesti, hattâ guslü avama aittir diyerek, kendiyle birlikte kurtuluşa erenler için amel ile uğraşmayı, noksanlık addederler. Halbuki dinin emirleri avam ya da başkaları için ayrı değildir. Allah’ın kuralları bütün insanlık içindir.  İç aleme önem vererek, zahiri emirleri yok kabul ederler. Örtünmeyi, şeriatın emirlerine uymayı, noksanlık olarak kabul ederler. Çünkü, kendileri ve çevresindekiler bunları aşmıştır! Kendilerinde “ol” emri varmış gibi, söylenti çıkarttırırlar. Bu kişiler sapla samanı karıştırmış, zavallılardır. On söz etseler dokuzu doğru, biri yanlış olarak; yavaş yavaş bozukluğu doğruların yanı sıra yerleştirirler.  Kendileri de kendi itikatlarına samimi olarak inanmış olabilirler. Etraflarındaki insanlar üzerindeki etkilerini, kendi marifetleri için delil zannederler. Halbuki, insanlar zaten böyle bir din aramaktadırlar. Amel kısmı önemsenmeyen, kalp temizliği ile yükselecek bir inanç ve din insanların tercih ettiğidir. Hem eski halini değiştirmeyecek, amele sarılmayacak, çağa uygun görünüşte ve çağdaş olacak, hem de toplumun en üst tabakasında mâna sahibi olacak, böylece hiç say ve itaat gerekmeden, dinin incelikleri sadece kendi ve kendi gibi olanlara açılmış, özel insan olacak. Akıl sahipleri için bu mümkün olmamakla birlikte, böyleleri dünyalarına dört elle sarılacak, Allah’ın kerih gördüğü dünyayı sevecek, her türlü nimetinden istifade edecek, fakir-fukaraya sıra gelince de “onların sahibi ben miyim?” diyerek, tam yardım anında, mülkü sahibine bırakacak. Böyle kişiler, kendilerini ateşe atmakla kalmayıp, kendilerine uyan, bazen de saf gönüllü insanları ateşe atmaya sebep olacak. Ve sonunda, bunu dünya malı veya itibarı elde etmek için yapacak. Nefsin tatmininden başka bir şey elde etmeyen böylelerinden, Rabbim bizleri korusun ve  böyle olmaktansa, dağ başında, cahil fakat Allah’a inanan  avam kullar olmayı nasip etsin, amin.

Bu kişileri, Allah-ü Tealâ bazı kalplere bildirir. Fakat bilemeyenler için, şöyle ölçüler vardır: Kibirlidirler. Sadece kendilerinin büyük olduğuna inananlardan ve kendileri hakkında sağda, solda iltifatta bulunanlardan hoşlanırlar. Meclislerine, kayıtsız şartsız kendisini tasdik edenleri alırlar. Karşılarına kendilerinden bilgili veya kalbi açık biri gelse, onu hemen etraflarına, soğutup, uzaklaştırırlar. Halbuki eğer yol gösterici ise, herkesi kabul edip, şefkatli davranmalıdırlar. Ayırım yaparlar. Bu ayırımları; zenginler, makam sahibi olanlar ve kendisini tasdik edip, iltifat aldıklarıdır. Fakiri hakir görür ve “Allah, kusuru olmasa fakir etmezdi” veya “kusuru olmasa sakat etmezdi” derler. Muhabbet başlıca silâhları olup, eşler arasını, ana-baba-evlât arasını bozmaya sebep olurlar. İşte bu kişiler, itikadi bakımdan bid’at sahipleridir.

Allah-ü Tealâ, cümlemizi böyle kişilerden muhafaza etsin, deriz.

Ölüm anında, tam o anda aradan kalkan perde ve  ölüm meleği yaklaşınca, kişi, o güne kadar peşinden gittiği inancının bâtıl olduğunu anlar. Kesin olarak inandıklarının bâtıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Doğru olarak inandıklarının da bâtıl olduğunu sanır. Meselâ; Allah-ü Tealâ ve Resûl’üne olan inancını da bâtıl veya şüpheli kabul eder. İmanın aslına dönemeden bu karmaşa içinde ölürse, su-i hatime ile ölmüş olur. Ruhu, bedeninden şirk üzere ayrılmış olur.

Gerek kendi itikadı ve gerekse taklid yolu ile olsun; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında yanlış bir itikada sahip olan, bu tehlike ile karşı karşıyadır. Zühd ve salâh tek başına bu tehlikeyi önlemek için yeterli değildir. Bu tehlikeden insanı yalnız hakikate dayalı sağlam bir itikad kurtarabilir.

Kocakarı itikadı denilen az bir bilgi ile, ama bildiğine tam bir iman ile inanmış olanlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bu kişiler, Zât, sıfat ve fiiller hakkında, esasen bilgileri olmadığından iddialara girmezler. Kelâmcıları taklid etmezler. Bu sebepten selef, mü’minleri kelâm ilmine dalmaktan ve bunları araştırmaktan, men ederlerdi. Allah(c.c.)’ın indirdiklerine ve

Peygamberimiz(s.a.v.)’den getirilen her şeye inanmamızı isterlerdi. İşte yalnız akıl yolu ile anlamaya çalışanlar, aldanırlar. Nübüvvet ve velâyet’in mükâşefe nuru ile görenler ise, gerçeği bulur.

İkinci sebep: İmanın zayıf oluşu ve dünya sevgisinin kalbi kaplaması ile olur. Dünya sevgisi, şehvetleri ve nefsin arzularını körüklerken, Allah(c.c.) sevgisini azaltır. Nefsin zulmeti, kalpteki iman nurunu tamamen söndürür. Ölüm anında ise, sıkı bağlı olduğu dünyadan ayrılmayı istemediğinden, bunu yapanın da Allah olduğunu bildiğinden, Allah-ü Tealâ’ya karşı sevgisi gider, hattâ kinlenir. Bu hal içinde ölürse, su’i hatime ile ölür. Bu tehlikeden kurtulabilenler, ancak kalplerinde dünya sevgisinin yanı sıra, ondan biraz daha fazla olan Allah sevgisi bulunanlardır.

İnsanlar yaşadıkları hal üzere ölürler ve öldükleri hal üzere de dirilirler. Bu sebeple ölüm anında, yaşarken ne ile ünsiyet etti ve uzun ülfette olmuş ise, onu hatırlar, böylece Allah-ü Tealâ’dan perdeli olarak ölmüş olur.

2) Birinciden daha ehven olan kötü son ile ölüm: Tam ölüm anında, dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şeyin kalbinde ağır olarak yerleşmesi ile, Hakk ile arasına perde girer. Eğer kalpte hakiki iman ve Allah sevgisi uzun süre kalmış, Salih amel ile kuvvetlenmiş ise; ölüm anında çıkan bu hali üzerinden atabilir. Bu hal ebedi olarak, Cehennemde kalmasını gerektirmez. Fakat can ayrılırken, çoğu kez dünyevi günahlarından veya şehvetlerinden biriyle meşguliyet olur. İşte, kişi ne kadar isyanda ise o kadar, günahtadır ve ahirette karşılığını bulacaktır.

Kişi, ezelden said ise, öldüğünde ruhu arşın altında saklanır. Ölüm anında da arşta muhafaza edilen ruhu güzel hal olarak kendisine gösterilir. Ölürken her kese bu keşif açılacaktır. Herkes gideceği yeri görecektir. Eğer şaki ise, arşta isyan sureti üzerine bekletilir. Ölüm anında da kendisine çirkin suret olarak gösterilir.

Kişi eğer kabir azâbına da inanmıyorsa, bid’at sahibidir. Şekavet sahibi olanlar kötü son ile ölmüşse, kabir azâbı hemen başlar. Ve hiç durmadan kıyamete kadar devam eder. Kıyamette de hesap, kötülüklerinin ve günahlarının ortaya dökülmesi ile mahcubiyet ve Sırat, Cehennem azâpları ile devam eder.

Korku Halini Temin Etmek

Korku Halini Temin Etmek:

Daha önceden anlattığımız gibi, Allah(c.c.)’dan  korkmanın iki türlüsü vardır. Bu iki türlü korku, insanların bulunduğu hale göre olur.

Allah-ü Tealâ’nın Azâbından korkmak: Umuma ait olan korkudur. Cennet’e girememe veya Cehennem’e girmek düşüncesi ile olan korkudur. Bu korku; şehvetlerden ve nefsin hevasından sakınarak Cehennem’den uzaklaşmak için ve haram ve şüphelilerden sakınarak Cennet’i umabilmek için şarttır. Eğer bu korku az ise ve maksat hasıl olmuyorsa, iman zafiyeti ve gaflet sorumlu tutulur. Gaflet göz önünde bulundurularak; sohbetlere devam edilmeli, kıyametin dehşetini düşünmeli, hesap günü, sorgu, sual hatırlanmalıdır. Bu konular ile ilgili Âyet ve Hadisler okunmalıdır. Böylece korku yeterince sağlanabilir.

Allah-ü Tealâ’nın Zât’ından korkmak: Özel kimselere ait korkudur. Ancak Peygamberler, Peygamber Varisleri ve basiret sahibi ariflere ait korkudur. Korkunun en üstün derecesidir. Allah(c.c.)’ın haşyet ve azametinden korkmaktır. Yahut O’ndan uzak kalmak ve araya bir perde girmesi ile mahrum olma korkusudur.

Allah’a ait marifete sahip olan kişiler ister istemez korkarlar. Marifet, O’nun kudretini bildirdiği için, hüküm ve iradenin sahibini gördüklerinden, ellerinde yapacak bir şeyleri olmadığını bildiklerinden, korkarlar. Ezelde tayin edilmiş olan kader sırrını bildikleri için korkarlar.

“Allah’a yemin ederim ki, ben Peygamber olduğum halde, Allah’ın hakkımda ne muamele yapacağını bilmem. Cennet’i yarattı ve adamlarını da yarattı. Bunlar ne artar, ne eksilir” Buhari Hadisi düşündürücüdür.

Eğer, Allah-ü Tealâ lûtfederek, ariflerin gönlünü ümit huzuru ile rahatlatmasaydı, onların gönlü korku ateşinden yanardı.Nasıl korkmasın ki: Tâ-hâ/82. âyette:

“Şüphesiz ki ben, tevbe ve iman edenleri, Salih amelde bulunanları, sonra da doğru yolda sebat edenleri elbette çok yarlığarım” buyurulmuştur. Burada mağfiretin dört şarta bağlandığı görülür. Halbuki insan bunların birini bile yerine getirmekten aciz olabilir.

A’raf/99. âyette ise: “Onlar artık Allah’ın ihmalinden mi emin oldular?” buyurmakta; her kesin hesabının hiç ihmal edilmeden ince ince görüleceğini bildirmektedir.

İbrahim a.s. mancınık ile ateşe atılırken; “ve kefa billah” yani “Allah bana kâfidir” demiştir. Cebrail a.s. yanına gelerek, bir isteği olup olmadığını sorunca da aynı sözü tekrarlamış, “senden bir şey istemem” demiştir. Böylece vefasında sadık olmuştur. Hakkında Necm/37. âyet nazil olmuştur: “İbrahim vazifesini tastamam ifa etti”.

Musa a.s. da, sihirbazların sihir aletleri karşısında, Allah-ü Tealâ’nın mekrinden emin olmadığından dolayı korkar gibi olduğunda, Allah-ü Tealâ, Musa’nın emniyetini yenilemek üzere: “Korkma, muhakkak sen alâsın” Tâ-hâ/68buyurmuştur.

İşte ezelde tahakkuk eden hükümden korkmamak mümkün değil gibidir. Teslim olmaktan ve hakkında yazılana razı olmaktan başka çare yoktur. Önüne koyulan hayatı mümkün olduğunca, emredilen şekilde yaşadıktan sonra, kendi hakkında ne ümitli ne de ümitsiz olmadan; esas takdir edene tevekkül etmek ve O’nun hükmüne razı olmak elzemdir. Kader hükmünden haberleri olmadığı için, bir yandan korkup diğer yandan boyun eğenler hakkında: “Onlar, Rablerinin azabından garantili değildirler” Mearic/28. âyeti ile, halleri anlatılmaktadır.

Ümit sebepleri has kullarına, gaflet sebebleri de avama rahmettir.

Kuvvetli imanları ve kuvvetli iradeleri ile arifler, son nefeste imanlı gitmek hususunda korkarlar. Son nefeste imansız gitme sebepleri olarak; nifak, bid’at ve kibri görürlerdi. Nifak olarak korktukları imansızlık münafıklığı değil, iman ile birlikte olan münafıklık idi. Bunlar yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete ihanet etmek, hakka değil haksızlığa yönelmek, içi dışına uymamak, sözü kalbine uymamak, kendinde bulunmayan bir vasıfla övüldüğünde sevinmek, kendi yaptığını başkalarına reva görmemek, zulümden bir kısmı sevip, hak olanın az bir miktarını da olsa kerih görmek. Bütün bunlar nifak alâmetleridir. Bu sebeple nifaktan emin olan münafıktır, denmiştir.

Ebû’d-Derdâ: “Kim son nefesinde iman ile öleceğinden emin olsa, imansız gider” demiştir.

Sehl’e göre sıddıkların korkuları, her adım ve hareketlerinde, son nefeste imansız gitme tehlikesidir.

Sehl; mürid isyan ile, arif ise küfür ile ibtilâ edileceğinden korkar, demiştir.

Biri İbn Ömer’e: “Biz amirlerin huzuruna girdiğimiz vakit, konuştuklarının bazısını onların huzurunda tasdik ederken, yanlarından ayrıldığımız vakit aleyhlerinde konuşuruz, bu nasıl olur?” diye sorunca; İbn Ömer: “Biz Resûl-i Ekrem(s.a.v.) zamanında bunu münafıklık sayardık” demiştir.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), nifak sebeplerini ve münafıklıkları yalnız Huzeyfe(r.a.)’ye anlatmıştı. Birkaç kişi Huzeyfe’nin(r.a.) kapısında oturmuş, gelmesini bekliyorlar ve hakkında konuşuyorlardı. Huzeyfe gelince susmaları üzerine, Huzeyfe “konuşmanıza devam edin” dedi ise de, onlar sustular. Bunun üzerine Hz.Huzeyfe: “Biz bunu Resûl-i Ekrem(s.a.v.) zamanında nifak alâmeti sayardık” demiştir.

Korku veya Ümidin Efdal Oluşları

Korku veya Ümidin Efdal Oluşları:

Korku ve ümidin her ikisi de makbuldür. Kişinin bulunduğu hale uygun olmak üzere; kalbinin ihtiyacı hangisine varsa, o an için o makbuldür. Her hastalık zıddı ile tedavi edildiğinden; Allah(c.c.)’ın mekrinden emin olan için korku lâzımdır;  rahmetinden ümitsizliğe düşen için de ümit lâzımdır.

Hz. Ömer(r.a.) ile ilgili güzel bir söz vardır: “Eğer deseler ki bir kişiden maada herkes Cehennem’e girecek, o kişinin ben olmasını ümit ederim. Eğer dense ki bir kişiden başka herkes Cennet’e girecek. O bir kişinin ben olmasından korkarım” . İşte korku ve ümidin eşit derecede olması, ancak Hz. Ömer gibilere yakışır. Meselâ bir günahkâr böyle derse, ya ahmaktır, ya cahildir, deriz. Zira kıyamet günü Cehennem’e girmeyecekler arasında bulunmayı sanması, aldanmadır.

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.), münafıkları, Huzeyfe (r.a.)’ye bildirmişti. Hz.Ömer de bunu bildiğinden, sık olarak Huzeyfe’ye kalbinde nifaktan bir eserin  olup olmadığını sorardı.

Mü’min için korku ve ümit makamlarında ilerlenecek en ileri nokta, korku ve ümidin eşit olmasıdır. Ümidin daha ağır gelmesi, aldanmaktır. Enbiya/90.âyette: “Umarak ve korkarak bize dua ederlerdi” buyurulmakta, böylece korku ve ümit bir araya toplanarak övülmektedir.

Zamanımızda ve daha önceki çoğu zamanlarda; geçerli olan en iyi hal; korkunun, daha ağır basmasıdır. Fakat asla ümitsizlik haline gelmemelidir. Ümitsizlik haline gelince, artık korkudan bahsedilemez.

Korku, ümit ve muhabbet ile; bu üçü bir arada iken Allah’a ibadet etmek güzeldir. Bu, muvahhidlerin işidir.

Ama dikkat edilecek husus; ölüm anına kadar aldanmamak için, korku galip olarak gidilmeli; tam ölüm anında ise, ümit galip olmalıdır. O anda Allah hakkında iyi zanda bulunmalıdır. Korku ameli teşvik eder, ölüm anında ise artık amel için vakit geçmiştir. Ümit ile, kalpte iyi bir bağlanma sağlanabilir. Böylece Allah’a karşı yakınlık hissedilebilir veya sevgi başlayabilir. Ölüm anında bunları düşünmek yakışır. Çünkü dünyadan ayrılırken, kalbinde, Allah sevgisi olmalıdır. Sevgi, ümit ile artar. Sevdiğine kavuşmayı bile isteyebilir. O anda bunu samimi isterse hem ölüm kolaylaşmış olur, hem de kalbi kavuşacağını umduğunun sevgisi ile dolar. Büyükler bunu bildiklerinden, ölüme geçmeden önce, etrafındakilerden, ümit sebeplerini anlatmalarını istemişler ve böylece, ümit ile ölmeyi murad etmişlerdir.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “Ölürken mutlaka Rabbinize hüsnü zanda bulunarak ölün” buyurmuştur. İmam Hambel ise, ölüm döşeğindeyken oğluna: “Bana hüsnü zanna vesile olacak ümit verici haberleri hatırlat” demiştir.

Korkunun Fazileti

Korkunun Fazileti:

Korkunun fazileti bazen düşünce ve ibret alma yoluyla, bazen de âyet ve hadislerle bilinir.

Düşünce ve ibret alma yolu: İnanan kişinin en büyük mutluluğu, Allah(c.c.)’a yaklaşmaktır. Buna yardım eden her şey de faziletlidir. Bunun için de dünyada yaşarken, Allah ile yakınlık kurmak ve sevgisini kazanmak elzemdir. Allah-ü Tealâ’nın sevgisini kazanmak ise, marifet yolu ile mümkündür. Marifet yani Allah’ı bilmek ise, mümkün olduğu kadar her anda, her işte Allah’ı tefekkür etmekle olur. Yani gafletsiz olmakla, fiillerini her işte görmekle, isimlerinden İlâhi ahlâkı tanımakla, vasıfları ile tanımakla mümkün olur. Yakınlık yani ünsiyet ise devamlı zikir ile mümkün olur. İşte bunlar için de dünya sevgisinin kalpten çıkarılması ve bu konulara yoğunlaşılması icab eder. Dünya sevgisinin terki ise şehvetlerin terki ile mümkündür. Şehvetlerin ve nefsin hevasının terki ise korku ile mümkün olur.

Âyet ve hadisler ile korkunun fazileti: Konunun girişinde korku ile ilgili âyet ve hadisler anlatıldı. Bu iki yol ile ilimlenmek suretiyle, korkunun değeri anlaşılır.

Hidayet, rahmet ve Cennet, Rablerinden  korkanlar için,  âyetlerle bildirilmiştir.

“Refik-i A’lâ” denen yüksek makam, peygamberlerin ve onların varislerinin gidecekleri yer olmakla kıymetlidir. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) dünyadan ayrılacakları sırada : “Allah’ım, Senden Refik-i A’lâ’yı isterim” demişlerdir. Yani korku takva neticesine ulaştırmaktadır. Bu sebepten akıbet müttakilerindir, denmektedir. Müttaki, Allah’dan en çok sakınan kişidir. Çekinme ve sakınma, korku sebebiyle olur.

Hikmetli sözler:

“Günah işleyen her mü’mini iki iyilik takip eder. Birisi Allah’ın ikabından korkmak, diğeri de rahmetini ummaktır”

“Ademoğlu ne miskindir. Yoksulluktan korktuğu gibi, Cehennem’den korksaydı, Cennet’e girerdi”

“Allah’dan korkan kimsenin kalbi erir, sevgisi artar, aklı selim sahibi olur”

“Saadetin alâmeti, şekavetten korkmaktır”

“Korkunun bulunmadığı kalp, harab olur”

Abdullah b. Ömer: “ Allah korkusu ile bir damla yaş akıtmak, benim için bir altın sadaka vermekten daha sevimlidir” demiştir.

Hasan-ı Basrî’ye, bazı kişilerin kendilerini korkutacak vaazlar yaptığı söylendiğinde: “Emniyet gelinceye kadar korkutanlarla oturmak; korku gelinceye kadar emniyette bulunduranlarla oturmaktan daha hayırlıdır” demiştir.

Korkunun nişanı olarak, göz yaşı akıtmak üzerinde durulmuş, Hatta Hz.Ebû Bekir(r.a.): “Gücü yeten ağlasın, ağlayamayan, ağlar gibi yapsın” demiştir.

“Akıttığı yaş ile yalnız gözünün içini ıslatan, dışarıya vermeyen gözün sahibi, kıyamet günü zilletle karşılaşmaz. Şayet yaşı akarsa, ilk damlası ile Allah-ü Tealâ, Cehennem’i söndürür. Eğer bir cemaat hakkında ağlasa, o cemaate azâb olunmaz”                                                                  Ebû Süleyman D.

Korkunun Kısımları

Korkunun Kısımları:

Allah(c.c.) yolunda olanların korkuları çekindikleri şeylere göre değişiktir. İnsanlar ya geçmişlerinden, ya da geleceklerinden korkarlar.

A)Geçmişlerine ait korku taşıyanlar:

1) Bir kısmı geçmişte işledikleri günahları sebebiyle korkarlar. Bu korku avama aittir. Avam ne İlâhi Sıfatlar, ne de Zât hakkında bilgi sahibi değildir. Böylece, işlediği günahları bilir ve korkar. En alt derecede olan korkudur. Çünkü burada Zât’a ait bir korku yoktur. Kendi günahlarının karşılığı olarak, Allah’ın muamelesinin nasıl olacağını düşünmekle, sebepler ile ilgili bir korku vardır.

2) Bir kısmı da geçmişlerine ait, yani ezele ait korku duyarlar. Bu, ezeldeki durumunu bilmemesi sebebiyle, yani ilk yaratıldığı ruhlar âlemindeki, kendi için Allah-ü Tealâ’nın takdir ettiği kaderi bilemediğinden, hakkında ne yazıldığını bilememekten duyulan korkudur. Bu kişiler bilir ki, Allah(c.c.) dilediğini yapar. Kimse karışamaz. Ezeldeki hükmü, Zât’ına aittir. Ezelde saidlerden yazılmış olan, şu dünyada şakî gibi yaşasa bile, son anda ezelin hükmü geçer de, ezelde yazılmış olduğu gibi said olarak can verir. Nice said gördüklerimiz de, son nefeslerini ezeldeki hükme uyarak şakî olarak vereceklerdir. Bu, Allah’ın takdiri ile olandır. İşte, böyle korkanlar, kendi yaptıklarından veya yapamadıklarından değil, Allah(c.c.)’ın azametinden, Celâlinden, Cemalinden korkarlar. Böyle biri sadıklar makamına çıksa da korkusu devam eder. Bu korku kişinin kemal ve marifetine delâlet eder ve korkuların en üstünüdür. Azametten korkmak, sıddıkların ve tevhide ulaşanların korkusudur. Bu kişiler bilirler ki, bu korku günah işlemek ile sahip olunan korkudan daha şiddetlidir. Samimi tevbe ile affedildiklerinin bilincinde olsalar da korkmaları değişmez. Azametten korkmak, kişinin marifeti ile ilgilidir. Günahından dolayı korkan günahkâr da, eğer Allah hakkında marifete( irfana, bilgiye) sahip olsa, o zaman günahından değil; Azametinden, Heybetinden ve Celâlinden korkacaktı.

B)Geleceğe ait korkular:

1) En büyüğü son nefes korkusudur. İnsan son nefeste nasıl gideceğini bilmediği için korkar. Son nefes korkusu da, ezeldeki kader hükmü bilinmediği için duyulur. Allah(c.c.) yolunda olan kişilerde; alimlerde, zahitlerde, salihlerde, alt derecedeki ariflerde;çeşitli zamanlarda olmak üzere çeşitli korkular olur. Bunlar: Tevbe etmeden ölmekten, tevbeyi bozmaktan, vazifelerini hakkıyla yerine getirememekten, kalbinin kararmasından, tekrar şehvetlerine uymaktan, istikametten ayrılmaktan, kibre düşmekten, gafletten, su-i hatime(kötü son)dan korkarlar. Bu korkuların sahibine özel faydaları olur.

2) Geleceğe ait olmak üzere: Ölüm anı ve ölüm acısı, kabir azâbı, Münker ve Nekir Meleklerinin sorgulaması, kıyametin şiddeti, sırat, cehennem korkusu, hesap verme, gizli günahlarının ortaya dökülmesi, cennetten mahrumiyet korkusu gibi korkulardır.

Korkunun en üstün derecesi, Allah(c.c.)’ın Cemalinden mahrumiyet korkusudur. Bu korku ariflere aittir. Arif cehennem ateşinden değil, müşahedeye engel olan perdeden korkar.

Korkunun Dereceleri

Korkunun Dereceleri:

Korku, insanı Allah(c.c.)’a yaklaştırmak için ilim ve amele sevk eden, İlâhi bir kamçı gibidir. Korku makbul olmakla birlikte, diğer makbul olan şeyler gibi değildir. Ne kadar çoksa o kadar makbul olduğunu sanmak yanlıştır. Korkunun makbul olan miktarı; orta derecede olanıdır. Bundan daha az derecede olursa, âzalar üzerine etkili olmayan, dolayısıyla onları kötülükten koruyamayan bir korku olmuş olur ki, hiç faydası yoktur. Aşırı olan korku ise, insanı üzüntüye ve ümitsizliğe düşüreceğinden, amelden alıkor.

Esasında korku, eksikliktir. Çünkü korkunun kaynağı cehalet ve zayıflıktır. Buradaki cehalet, kişinin sonunu bilmemesi sebebiyledir. Zayıflık ise; kaçınılacak bir şeyle karşılaştığı takdirde, karşılaştığının ne olduğunu bilmediği gibi, def etmeye de kudretinin yetmeyeceğini bilmesidir. Bu, bundan haberi olmayanlara nazaran, makbuldür. Lâkin, Hakk’ın ilim ve kudret sıfatları ile vasıflanmış olanlara nazaran noksandır. Bu sebepten korku, esasında eksikliktir, dedik. Allah(c.c.)’ın sıfatları arasında, zayıflık ve cahillik yoktur. Şerefli yaratılmış olan insan için ise, Hakk’ın vasıflanması caiz olmayan sıfatlarla donanımlı olarak, yaptığı her şey noksanlık addedilir.

Korkunun efdal olanı, insanı kötü sondan korunmak üzere, Allah(c.c.)’ın rızasına ulaştıracak işleri yapmasına sebep olacak olandır. Bu maksada yetmeyen veya maksatı aşanlar iyi değildir.

Meselâ; Allah(c.c.) korkusu ile ölenler olmuştur. Gerçi bu kişiler, Allah-ü Tealâ indinde şehitlerdir. Fakat her ne kadar, korkusuz ölene nazaran efdal olsalar bile; ömrünü Allah’a yaklaşma sebepleri içinde iyi işler ile meşgul olanlar gibi olabilirler mi? Saadetlerin efdali; fikir, mücahede ve marifet ile, kulluk içinde geçen uzun ömürdür. Şehadet makamı, altında olan makamlara nispetle fazilet olsa da, sıddıkların ve mukarreblerin makamına göre fazilet değildir.

Kısaca amelde etkisi olmayan korku, bir değer taşımaz. Akla engel olan, devamlı korku düşüncesi ile aklı zayıflatan ve meşgul ederek, amele mani olan korku iyi değildir. Sehl, uzun süre açlık riyazetine giren talebelerine: “Dikkat edin, aklınızı koruyun. Zira Allah’ın velileri arasında, aklı kısa olan yoktur” demiştir.