Şeytanın kalbe koyduğu şirk:
İnsanların çoğu, fiillerin tevhidi olan makama, yani tevhidin üçüncü makamına ulaşamaz. Böylece, tevekkülün hakikatine de ulaşamamış olur. Tevekkülün hakikatine ulaşamayan ise, tevekkül etmemiş gibidir. Halbuki Allah-ü Tealâ’ya tevekkül etmek esastır. Tevekkül edemeyen insan için, şirk söz konusudur. İnsanı Tevhid-i ef’al makamına, yani tevhidin üçüncü makamına yükselmekten alıkoyan şeytan; kalbin tevhid imanına zıt olan şirki, kalbe iki yönden koymayı umarak, yapar:
Birinci yol; tevhid-i ef’ale yükselecek ve böylece sebepleri aradan kaldırarak, Yaradan’a vasıl olacak olanlara, sebepleri asıl gibi gösterir. Meselâ; “bütün işler nasıl Allah’dan bilinir? Senin nafakan falan kişinin elinde, o kişi dilerse verir, dilerse vermez, mukadderatın o kişinin elinde” der. Yahut kişi olayların içinde yaşarken, “falanca yaptı”, “filânca beni dışladı” diyerek, hatta o kişilere düşman olarak kalbini kinlendirir. Burada sebepler veya kişinin kendi yaptıkları ile kendi iradesi, şirk olmuş olur.
Bir kâtibin yazı yazması olayını misal olarak alırsak; kâtip, İlâhi kudretin harekete geçirmesi ile yazı yazmaktadır. En zayıf görüşlü olanlar, yazıyı kalemden bilirler. Kalem güzel yazdı, derler. Daha üstte olan zayıf görüşlüler, adam güzel yazdı, derler. İleriyi görenler, kuvvetliler ise, adama yazı güzel yazdırıldı, derler.
Şeytan, kalbinde iman olan ve tevhidi de kalbine indirebilmiş olanları bir yoldan böyle aldatır. Çoğu buraya kadar gelebilenlerin, tam burada ayakları kayar. Zayıf görüşlülerden de en çok yükselebilen, kâtibin kudretini bilecek kadar yükselir. Kuvvetli görüşe sahip olanlar ise, yani yakîn sahipleri, kâtibin de İlâhi kudret ile hareket ettiğini bilirler ve onlar zayıfların şaşkınlığının da ne olduğunu bilirler. Karınca o yazının yazıldığı kâğıt üzerinde dolaşsa, sadece kâğıdın karalandığını ve kalemin ucunu görür. Görüşündeki eksiklik dolayısıyla ve çok küçük olmasından dolayı içinde bulunduğu düzlemin dışındaki boyutu göremez. Dolayısıyla kalemi tutan eli, elin sahibini ve o elin sahibini harekete geçiren “sahip”i göremez. Eğer görse, kâğıdın karalanması ile alâkayı kuramaz. Çünkü bu idrakten çok uzaktır.
Göğsü Allah-ü Tealâ’nın nuru ile İslâm’a açılmamış olanın hali böyledir. Bunlar Sülûk(ilerleme) yolunda yalnız kâtibe kadar yükselir ve orada kalır. Bu ise Allah(c.c.) hakkında marifet sahibi olamamaktır, Allah’a cahil olmaktır. Basiret sahipleri mana gözü ile, Allah-ü Tealâ’nın her zerredeki imzasını görür; manevi duyuşu ile de duyar. Bunun nasıl görülüp, duyulduğunu anlatmak da mümkün değildir. Basiretleri kapalı olanlar ise beş duyuları ile göremedikleri ve duyamadıkları için, akıllarının da kabul etmemesi sebebiyle, bu anlatılanları inkâr ederler. Oysaki her zerre, basiret ehli ile gizli söyleşidedir. Basiret sahibi, kalpten şiddetle isteneni duymuş gibi cevap olur. Bunların sonu yoktur. O kadar bol olarak devam eder. Fakat bu kişilere bildiklerini açıklama yasağı vardır. Bu hem sırrın açıklanmasına koyulan engeldir, hem de kelimelerle ifadede aciz kalmanın getirdiği engeldir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in; bazı sırları sadece Huzeyfe(r.a.)’ye bildirmesi ve ashabın diğerlerine bildirmemesi dikkat çekicidir.
İkinci yol: Bitkilerden ve cansız varlıklardan medet umdurarak, yapar. Meselâ; bitkiler için yağmurdan, yağmur için buluttan medet ummak gibi. Geminin seyri için rüzgârdan medet ummak gibi. Bütün bunlar, eşyanın hakikatine cehalettir ve tevhide şirktir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), dualarında: “Ya Rab! Bana eşyanın hakikatini bildir” buyurmakla, “tevhid-i ef’ale ulaştır, kalbime keşif kapılarını aç” demek istemişlerdir.
“Gemiye bindiklerinde, dini Allah’a tahsis ederek, muhlis gibi Allah’ı çağırırlar. Fakat biz onları selâmetle karaya çıkarınca da, hemen Allah’a eş katanlar, onlardır”
Ankebut/65
Bu âyet hakkında: “eğer rüzgâr durmasaydı, biz kurtulamazdık” dedikleri için; şirkleri, kurtulma sebebleri olarak rüzgârın durmasını görmeleridir, denmiştir.