Nefisle Bağlantı Kurma Yolları:
İman sahibi, iman ettikten sonra her şeyin henüz başlayacağını bilir. Yani inanan için, iman etmekle, Allah(c.c.) yolunda ilerleme başlamış olur. Kul için imtihanlar, iman ile başlar. Kulun Allah-ü Tealâ’ya varmasına, tanımasına, bilmesine en büyük engeller de nefisten gelir. İşte nefsin taşkınlıklarına ve kötülüğü emretmesine karşı koyabilmek için; insanın nefsi ile alâkasını koparmaması lâzımdır. Daima nefsinin olduğunun farkında olması ve onun oyunlarından ve hilelerinden haberdar ve bilgi sahibi olması gerekir. Ve de nefsi ile baş edebilmek için, kuvvetli olma ve baş etme yollarını öğrenmesi lâzımdır.
İman sahibi, nefisleri ile ilgili olan bu bağlantıyı (murabatayı) ve kontrolü altı türlü yapar:
1)Müşarate: Nefis ile anlaşma yapmaktır.
2)Murakabe: Nefsi denetleme, bakma, gözetmedir.
3)Muhasebe: Nefsini hesaba çekmedir.
4)Muakabe: Nefsi kınamadır.
5)Mücahede: Nefsi ile cihad etmek, terbiyesiyle uğraşmaktır.
6)Muatebe: Nefsi uyararak, kınamadır.
1)Müşarate:(Nefisle anlaşma yapmak)
Nefis ile anlaşma yapmaktır. Tegabün, 9.Âyet olan: “Sizi toplanma gününde topladığı gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” bu âyet ile kişi, nefsine hatırlatma yapmalı ve bir anlaşmaya varmalıdır. Nefsin kurtuluşu salih amellere bağlıdır. Salih amellerin başında da haksızlık etmemek gelir. Kişi hem kendinin dışında olanlara, hem de kendine haksızlık etmemelidir. Dışımızdaki olan kişilere haksızlık; onların haklarını gasbetmek, yetim malı yemek, can almak, emanete hıyanet etmek, yalan söyleyerek aldatmak, yanıltmak, kötü işlere sebep olmak, dövmek, sövmek, hakaret etmek, iftira atmak ve daha pek çok sayılabilecek günahlardır. Bu konuya dışımızda olan diğer canlılara, yani hayvanlara, bitkilere ve çevremize olan haksızlıklar da dahildir.
Kendimize yapacağımız haksızlık ise; nefsimizin bizi götüreceği sona gidiştir. Bu gidiş aldanma ile olur. Kendimizi, nefsimizin bize tanıttığı şekilde değil, hakikat gözü ve insaf nâzarı ile görmek, aldanış içinde gitmemize engel olacaktır. Burada bazı ip uçları vermek gerekirse; meselâ bir konuda kendimizi doğrudan haklı görmek, hakikati görmemize perdedir. Böylece karşımızdaki kişi ile helâlleşilse bile, içimizden kendimize hak veriyorsak, bu nefsimizin örtüşüdür. Asla helâlleşme olmamış demektir. Ağız konuşmuştur. Usulen bir iş yapılmıştır. Bu bakımdan, büyükler kendini haklı gördüğü sürece kişinin haksızlık yaptığı kul ile helâlleşmesini ve Allah-ü Tealâ’dan af dileyip, tevbe etmesini samimi bulmazlar. Bunun tekrar bir aldanışa düşme olduğunu söylerler. Bu bakımdan yukarıdaki âyette “..işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” cümlesi, aklı ile hareket edenlere önemli bir uyarıdır. Zira aklı olan hiç kimse, aldanarak gitmeyi istemez. Ahirete iman eden için de, dünya hayatını aldanışla geçirmek, ahiretteki kayıplar demek olacağından, hem ahiret imanı olan ve hem de akıllı olan, dünyada üç günlük menfaat için bu aldanışı istemez.
Kendimizi aldatmaya diğer bir örnek, kendimize acımaktır. Kişi dünyevi kayıpları için kendine acımakla, esas hayattaki kayıplarını örtmüş olur. Bu da nefsin tuzaklarındandır. Acınacak olan, ahiret saadetine ulaşamayacak olandır. Kişi ahiretteki halinden emin midir ki, o halini düşünmeyi bırakarak, bu günkü kıvır zıvır şeyler için kendine acımaktadır.
Kendimize yaptığımız haksızlıklar da pek çoktur. Bunları belki yeri geldikçe anlatmak mümkün olacaktır. Bir tane daha misal verelim ki, bu misal zincirleme olarak giden aldanışlardandır. Meselâ; bir kişi olumsuz bir iş yaparken, nefsinde bu olumsuz işi yapmak için bin bir türlü sebebi hazır bulur. Meselâ; çocuklarına parayı esirgeyip, vermediği halde, ileride çocukları rahat etsin diye elinde tuttuğunu söyler. Bu, o kişinin cimriliğine perdedir. Söylediğine öylesine inanır ki, kendi bile cimri olduğunu asla düşünmez. Hatta kendi parasını kendi yemediği ve çocuklarına sakladığı için, kendini iyi bir baba gibi görür. Başka bir örnek; biri eşi için giyindiğini, süslendiğini, masraf yaptığını söylerse de, kendi içinde çevresinin iltifatı için yaptığını kendi bile, eşi bahanesiyle örtmüş olur. Meselâ biri arabası varken, daha iyisini almak istediğinde; eşi için, çocukları için, işi için gibi bahaneler ileri sürer. Asıl gayesi ise revaçta olan o arabaya, kendi de sahip olma arzusudur.
Meselâ; birinin oğlu, durumum olsa anneme babama ben bakmak isterim, der. Ama durumu olsa da bakmayacaktır, lâkin nefsi böyle inandırır. Meselâ; bütün çocuklar benim çocuklarımdan farksız, der. Ama kendi çocuğuna reva gördüğünü, diğerlerine görmez. Ya da kendi çocuklarında görmediği, örttüğü kusurları, diğer çocuklarda görür. İnsanoğlu bahanelere açıktır. Aldanmaya hazırdır. Çünkü çoğu ahirete iman etmeyi bilmez. Hayatı, sadece dünya hayatı olarak değerlendirir. Söz ile iman ettiğini söylerse de, çoğu, bunu ciddi olarak bir kere bile düşünmemiştir.
Bu misaller anlatılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan nefsi tanımak, asıldır. Bu bakımdan “nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurulmuştur. Bu bakımdan “Cihad-ül Ekber, nefis ile cihaddır” buyurulmuştur.
Böylece nefis bin bir hile ile, sahibini esir alıp, yönetirken; nefsin sahibi olan, nefsinin kurtuluşunun ve nefsin oyunlarından kurtulmasının tek çaresinin, nefsi ile mücadele etmek yolu olduğunu bilir. Bu yol salih amellerini çoğaltmak ve nefsinin oyununa gelmemektir. İşte böylece; her yeni güne başlarken, kişi o günün belki de ömrünün son günü olduğunu düşünerek başlamalıdır. İçinde bulunduğu anı, son an gibi değerlendirerek, eline geçen bu fırsatı ganimet bilip, nefsi ile bazı şartlar üzerinde anlaşma yapmalıdır. Kişi nefsini tanımaya çalışırken, nefsinin emri altında hareket eden yedi âzasına dikkat etmelidir. Bu yedi âza, Cehennem’in yedi kapısına girişi sağlayan âzalardır. Veya Cehennem’den kurtaracak âzalardır. Bunlar; göz, kulak, dil, mide, edep yeri, el ve ayaklardır. Bu âzalar ile, isyan da mümkündür, itaatte mümkündür. İşte nefis ile anlaşma yaparken bu yedi âzayı isyandan koruması için, nefse tavsiyede bulunmalıdır.
Göz ve kulağı korumak üzere; nefse bu âzaların yaradılış hikmetleri anlatılmalı, bu âzalar ile günah işlendiği zaman ahiretteki karşılıkları âyet ve hadisler ışığında gösterilmeli. Gözlerin hakaret nâzarıyla bakmak için değil, sevgi ile bakmak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Kulakların da aynı şekilde, çirkinlikleri duymak için değil, Allah’ın uyarılarını duymak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Her konuyu ibret olarak görmek ve duymak gerektiği anlatılmalıdır. Hatta boş şeylere bakmanın ve boş şeyleri duymanın da yanlış olduğu anlatılmalıdır.
Dili korumak üzere; dil ile girilen günahlar ve karşılıkları anlatılmalıdır. Dil ile, taatin en mükemmeli olan tevhid başlar. Yani tevhide giden yol dil ile başlar, buradan kalbe yerleşir. Böyle bir yüce görev için yaratılmış olan âzanın, isyan için kullanılmaması gerektiği ve eğer kullanılırsa, ahirette karşılığının görüleceği konusunda, nefse uyarı yapılır. Yalan, gıybet, söz gezdirme, hakaret, küfür, yerme, beddua, yaltaklanma gibi günahlar dil ile işlenir. Yaratılma hikmeti ise; zikir, okuyarak öğrenme, ara bulma gibi iyi işlerdir. Ayrıca, her ağızdan çıkanı zapt eden bir murakıb olduğu hatırlatılmalı; söylenen hiçbir şeyin kaybolmayacağı konusunda da nefse ihtarda bulunmalıdır.
Mideyi korumak üzere; helâl-haram ayırımı yapmalı, mideye haram lokma koymamalıdır. Hatta şüphelilerden de uzak tutmalıdır. Eğer nefis dinlemek istemezse, ona meşru olanlardan da mahrum edileceği hatırlatılmalıdır.
Diğer bütün âzaları korumak üzere, hepsi ile ilgili uyarılar yapılıp, âzaların iyiliğe yönelme konusunda meleke kâzanması temin edilmeye çalışılır. Eğer asl olan bu konulara karşı nefis ile anlaşılır ve iyilik konusunda meleke kâzanılırsa, o zaman nafileler konusunda anlaşmaya çalışmalıdır.
Kişinin bazı işleri, haklar bakımından çok önem taşıyabilir. Buralarda nefsi daha da zapt altında tutmak gerekir. Meselâ; öğretmenlik, bir işin yönetiminde başkan konumunda olmak ve ticaret ile meşguliyette, nefis menfaatine uygun olmak üzere daima yanlışı emreder. Başka kişilerin hakları bakımından vebali büyük olan bu işlerde nefsi, daha sıkı kontrol etmek lâzımdır.
Nefis yaradılıştan kulluğa isyan eder, taate direnir. Ama korkutmaktan da anlar. Bu sebeple amele sevk etmeden önce, korkutmak gerekir. Nefis, korku ile amele razı olabilir. Kişi, her yaptığı işi düşünüp, değerlendirmelidir. Hayatının her safhasının idrakinde olmalıdır. Yaptıkları veya yapmadıkları hakkında derinlemesine düşünüp, değerlendirmelidir. Kendini anlamalıdır, hayata geliş gayesini anlamalıdır, nasıl yaşamış olduğunun ve nasıl yaşayacak olduğunun idrakinde olmalıdır.
“Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın” Nisa/94
“And olsun ki, insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz” Kaf/16
Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’e öğüt istemek üzere gelen kişiye: “Yapacağın işin sonunu düşün. Salâh ve iyilik ise yap, azgınlık ise vazgeç” buyurmuşlardır.
2)Murakabe: (Denetleme, gözetme)
İlk önce, nefse gerekli tavsiyelerde bulunup, şart koşulduktan (müşarateden) sonra, ikinci adım murakabe olur. Murakabe, nefsin denetlenmesi demektir. Başı boş bırakıldığı takdirde, nefis yavaş yavaş başlangıçtaki yerine döner veya itaat etmekten yorulup, bahaneler bulabilir. Bu yüzden, uyarılar, anlaşmalar yapılırken, bir yandan da nefsin bu anlaşmaları kabul edip, etmediği kontrol edilir.
Murakabe; Allah’ın kulunu murakabesi, kulun Rabbini ve nefsini murakabesi şeklinde olur. Bir de yüksek makamlarda, kulun Allah’a danışmasına da murakabe denir.
Murakabe edene “murakıp” denir. Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sından bir isim olan Er-Rakib (denetleyici), Allah’ın murakıp oluşunu ifade eder. Bir insanın murakıp olabilmesi için, gafletsiz olarak nefsini ve Rabbini murakabe eden, olması lâzımdır.
Murakabenin fazileti:
“Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?”
Alâk/14
“Allah şüphesiz hepinizi görüp, gözetmektedir”
Nisa/1
“İhsan Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, O’nun seni gördüğünde şüphe yoktur” Hadis-i Şerif
“Taatlerin efdali, devamlı olarak Hakk’ı murakabe ve araştırmaktır” İbn-i Atâ
İbn-i Mübarek birine Allah’ı murakabe etmesini söyledi. Adam nasıl yapacağını sorduğunda, “Daima Allah’ı görür gibi ol” demiştir.
“Tarikat yolunda insanın dikkat edeceği en makbul şey; nefsini muhasebe ve murakabe ederek, amelini ilmi ile idare etmektir” Ebû Osman el-Mağribi
“Murakabeyi ancak, Allah’dan aldığı hazzın kaybolmasından korkan, sağlayabilir” Cüneyd-i Bağdadi
“Allah’ın sana bakıp, seni görmesi; senin mahremin olmayana bakmandan önce olduğunu bilmelisin. Böylece gözün korunur” Cüneyd-i Bağdadi
“Murakabenin başlangıcı, Allah’ın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir” Muhasibi
“Murakabe her an ve her sözde gaybı düşünmekle, sırra riayet etmektir” Murte’aş
Allah-ü Tealâ meleklerine; siz zahiri murakabe edersiniz, Ben ise bâtını murakabe ederim” buyurmuştur.
“Kalbin en üstün, efdal ve şerefli zineti; nerde olursa olsun, Allah-ü Tealâ’nın kendisini gördüğünü bilmesidir”
Sehl b. Tusteri
Murakabenin hakikati:
Murakabe; hakiki murakıbı düşünerek, tamamen O’nunla meşgul olmaktır. Marifetin, yani Allah(c.c.)’ı bilme ilminin kalpte uyandırdığı bir haldir. Bu hal kalpte ve âzalarda ameli doğurur. Hal ise, kalbin devamlı olarak O’na yönelip, O’nu düşünmesidir. İşte kesin olarak bu marifete sahip olanlar mukarreblerdir. (Yakın olanlar). Bu mukarreplerin murakabesi, iki türlü olur:
Birinci derece; sıddık olan mukarreplerin murakabesidir. Kalpleri Allah(c.c.)’ın Celâlini düşünmeye dalmıştır. O’nun heybeti karşısında başka bir şeye yönelemeyecek kadar, eğilmiştir. Kalp bu haldedir. Buna uyan âzalar da doğru yol ve istikamette olur. Sadece şüphelilerden değil, mübahlardan bile uzak kalırlar. Bu derecede olan kişiler; gözleri açık olsa dahi, dikkatleri çekilip, uyarılmadığı zaman yanındakileri bile görmezler. Sağır olmadıkları halde, sözlerini duymazlar.
İkinci derece; Ashab-ı Yemin (defteri sağ taraftan verilenler)’den vera’ sahiplerinin (Allah’dan çok sakınan) murakabesidir. Bu kişilerde haya (utanma) galiptir. Bunlar dünyada yaşarken, Allah’ın kendilerini gördüğünü bilenlerdir. Hem zahirleri, hem bâtınları ile Allah’ın yakınlığına vâkıf olmuşlardır. Fakat Celâl’i düşünmezler. Kalpleri orta yoldadır. Amellere devam etme alışkanlıkları, murakabeden geri koymaz. Kıyamette rezil olmamak üzere her şeyden kaçınırlar. Durup,ilerlemelerini kendileri ayarlarlar.
Murakabe edenin bütün hatıra, hareket ve sükûnunu murakabe etmesi lâzımdır. Bu murakabede kul iki açıdan konuya bakar: Biri amelden önce, diğeri ise amele başlarkendir.
Amelden önce murakabede; kul amelini Allah için mi, yoksa nefsi için mi yaptığına bakar. Eğer Allah(c.c.) için yaptığını tespit ediyorsa devam etmelidir. Değilse, utanıp, vazgeçmelidir ve nefsini yermelidir. Allah’tan başkası için yapılmışsa, azâba uğranır.
“Allah’tan başka taptığınız putlar da sizin gibi yaratıklardır” A’raf/194
“Doğrusu, Allah’tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin” Ankebut/17
“Dikkat edin, halis din Allah’ındır” Zümer/3
Kişi, sorguya çekilmeden önce, kendi sorgulamasını yapmalıdır. Bütün hareketlerini ve gidişini düşünerek yapmalı, gözünü açıp kapamasına bile dikkat etmelidir.
“Kişi; gözünün sürmesinden, çamurlanan parmağını yıkamasından ve başkasının elbisesine el sürmesinden dahi sorumludur” Hadis-i Şerif’i malûmdur.
Eğer amel, dünyalık elde etmek için yapılmışsa, kişi, karşılığını dünyadan almış olur ve ahiret için karşılık bekleme durumu kalmaz.
İşte böylece murakabenin hakikate uygun yapılması için; amellerin hakikatine karşı ilim sahibi olmak, nefsin ve şeytanın hilelerini bilmek lâzımdır. Hasan-ı Basri: “Allah o kula rahmet etsin ki; bir şeyi yapacağı zaman niyetine bakar, niyeti Allah için olursa yapar, değilse tehir eder” demiştir. Keza: “Onlardan biri sadaka vereceği zaman, kalbine bakardı. Eğer halis niyet varsa verir, yoksa vermezdi” demiştir.
Çoğu insan cahilliği sebebiyle, iyilik yaptıklarını sanırken, Allah-ü Tealâ’nın hoşlanmadığı şeyleri yapar. Cahillik mazeret olamaz. Çünkü kişi muhtaç olduğu bilgileri öğrenmek durumundadır. Bu sebepten alim olanın iki rekât namazı, cahilin bin rekâtından hayırlıdır, denmiştir. Kişi bir işe yönelirken, sahip olduğu ilim nuru ile, yapacağı işin Allah rızası için olduğunu keşfederse, yapmalıdır. Nefsinden olduğunu fark ederse, hemen bu işten uzaklaşmalı ve kalbinden de çıkarmalıdır. Eğer kalbe, bâtıl bir şey gelir de uzaklaştırılmazsa, zaman içinde yavaş yavaş ona yöneliş başlar. Buna hatıra denir. Bu, anı manasındaki hatıra değildir. Hatırat zamanla o işi yapmaya kadar götürür. Kalpler, ancak Allah’ın nuru ile bu afetlerden korunur. Allah(c.c.)’ın nuruna sahip olabilmek için ise, kalpten dünya sevgisini çıkarmak lâzımdır. Bir de esas akıl önemlidir. Kişinin aklı, kişiyi şehvetlerden korur. Şehvet ile kast olunan aşırı olan bütün isteklerin hepsidir. Eğer kişinin şehvetlerden koruyacak aklı yoksa, şüphelileri ayıklayacak görüşü de olmaz. Bu sebepten, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); “Bir günah işleyenin, ebediyen dönmemek üzere aklının bir parçası gider” buyurmuşlardır.
Özetlersek; insanın kendini murakabe ederken, ilk düşüncesi, yapacağı şeyin kim için olduğudur. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “ Üç şey kimde bulunursa, imanını kemale erdirmiştir. Yerenin yermesine aldırış etmemek, hiçbir surette amelinde riyakâr olmamak, dünyalık ve ahiretten kendisine arz edilenden, ahiret için olanı tercih etmek” buyurmuşlardır. Ve: “Lüzumsuz şeyleri terk etmek, kişinin İslâmiyet’inin güzelliğindendir” buyurmuşlardır.
Amele başlarken murakabe: Kişi Allah(c.c.)’ın hakkını ödemek üzere, nasıl amel edeceğini düşünmelidir. Niyet halis olmalı, ameli de Allah-ü Tealâ’nın emrettiği gibi, en mükemmel ve doğru şekilde olmalıdır. Bütün işlerinde ve hallerinde Allah’ın kendisini murakabe ettiğini düşünmelidir. Oturup, kalkışında; hareket ve sükûnunda hep Allah-ü Tealâ’nın huzurunda imiş gibi olmalıdır. Esasen de böyledir. Abdest bozma sırasında bile, edebine riayet etmelidir. Bu da murakabe olur.
İnsanların bütün işleri; sevaplar (itaat), günahlar (isyan) ve mübahlar (yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayanlar)dan ibarettir.
İtaatindeki murakabesi: İhlâs ve tamamlama, adabına riayet ve afetlerden korumaktır.
İsyanındaki murakabesi: Tevbe, pişmanlık, günahı terk etmek, o güne kadar yaptığı işleri tefekkür etmektir.
Mübahlardaki murakabesi: Nimetlerde, nimeti vereni düşünmek ve şükretmek, diğer mübah işlerde adabı korumaktır.
Farzların, haramların, mübahların ve mendupların (yapılması iyi olan şeylerin) bir hududu vardır. İşte kul, bu hudutlara riayet etmelidir.
“Allah’ın hududunu tecavüz eden kimse, kendi nefsine zulmetmiştir” Talâk/1
3) Muhasebe: (Nefsi hesaba çekme)
Muhasebenin fazileti:
“Ey! Mü’minler, Allah’tan korkun; her kes yarına ne hazırladığına baksın” Haşr/17. âyetini duyduğunda, Hz. Ömer(r.a.): “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce, amellerinizi tartın” demiştir.
“Ey! Mü’minler! Toptan Allah’a tevbe ediniz ki, felâh bulasınız” Nur/31
“Ben günde yüz defa Allah’a tevbe ederim” Hadis
“Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler” A’raf/ 201
Hz. Ömer(r.a.), akşam olunca, kamçısı ile ayaklarına vurur ve kendi kendine “Bu gün ne yaptın?” derdi.
Hasan-ı Basri: “Mü’min devamlı olarak nefsini Allah için hesaba çeker. Dünyada kendini hesaba çekenlerin, ahiretteki hesabı kolay geçer. Ahirette hesabı ağır olanlar ise, dünyada iken kendilerini hesaba çekmeyenler olacaktır” demiştir. “Bu hesaba çekme şöyle yapılmalıdır: Hoşuna giden bir şeyi, almadan önce düşünür. Gereksiz görür, almaz. Bu, amelden önceki muhasebesidir. Sonra kendine dönüp, neden istediğini, istekte bulunduğunu sorgular. Bir daha almamaya azmeder. Bu da amelden sonraki muhasebesidir.
“Mü’min her söz ve hareketinde, yiyip, içmesinde kendisini kınar” Hasan-ı Basri
“Allah o kimseye rahmet etsin ki, kusurlarından dolayı kendini yerer ve Allah’ın kitabına davet eder”
Malik b. Dinar
“Müttaki olan bir insan; zalim bir padişah ve cimri bir ortaktan daha sıkı bir şekilde, inceden inceye kendini hesaba çekendir” Meymun b. Mihran
“Allah o kimseye rahmet etsin ki, hesabı başkasının eline geçmeden, kendi muhasebesini yapmıştır. Ölçü ve tartısına bakana Allah rahmet etsin” Hallac
Muhasebenin hakikati:
Kişi, her yeni güne başlarken, kendi kendine adaletli olmaya, hak olanı tavsiye etmeye ve nefsini gözetim altında tutmaya azmetmelidir. Günün sonunda da, o günün muhasebesini yapmalıdır. Bu muhasebeyi muhakkak yapmalıdır.
Dünya işlerimizde, her iş için ince ince araştırdığımız gibi, ahiret işlerimiz için de ince ince araştırma yapılmalı, nefsin örtmelerine mani olmak için ona Cehennem’den ve azabdan haber vermelidir. Nefis hilekârdır, aldatıcıdır. Onun bu ahlâkından haberdar olmalı, istekleri sorgulanmalıdır. Meselâ; “ne için istediği, ne maksatla kullanacağı, çok mu elzem olduğu” gibi.
Sonra aldığı cevaba göre davranmalıdır. Her günün ve her saatin hesabı yapılmalıdır. Geçmiş günlerdeki günahların hesabı da yapılmalıdır. Kişi kendisini hiçbir zaman, temize çıkarmayı prensip edinmemelidir. Daima nefsi borçlu kabul ederek, nefsinin günahlarını unutturmaya çalıştığını hiç unutmamalıdır. Nefis daima unutturmaktan ve aldatmaktan yana çalışır.
4) Muakabe: ( Nefsi kınama)
İnsan nefsini hesaba çektiği halde, onun Allah’a karşı günah işlemesinde önleyici tedbirler alamayabilir. Veya önleyici tedbirler alma konusunda her zaman başarılı olamayabilir. Bu konuda başarılı olamadığı için, nefsi tamamen başı boş bırakmamalıdır. Çünkü, eğer başı boş bırakılırsa, nefis daha çok isyana sürükleyerek, sonunda kişinin helâke gitmesine sebep olabilir. Böyle zor duruma girmiş olan nefsi, isyandan uzaklaştırmak daha da zor olabilir. Bu yüzden, küçük isyanlar olurken, nefsi kontrolden uzak bırakmamalı ve hemen anında hesabı sorulup, cezası verilmelidir ki, iş daha da büyümesin. Meselâ; şüpheli bir lokmayı, şüphesini araştırmadan, şehvetle yediğinde, bir kınama cezası verilmelidir. Kişiye hangi ceza zor geliyorsa, o ceza verilmelidir. Midenin bu hareketine karşılık, oruçla veya açlıkla cezalandırmak uygun olur.
Böyle cezalandırma ile ilgili olarak, anlatılan çok haberler vardır. Meselâ; Hassan b. Ebû Sinan, bir defa bir köşkün yanından geçerken, “bu ne zaman yapıldı?” diye kendi kendine sorunca, hatasını fark etmiş ve: “Senin üzerine vazife mi? Lâzım olmayan şeyle ilgileniyorsun” diyerek, kendisine ceza vermiş ve bir yıl oruç tutmuştur. Rebah el-Kaysi, birine “bu ne uykusu, bu saatte uyku olur mu?” dediği için, bir yıl uyumamaya, başını yastığa koymamaya niyet etmiş ve uygulamıştır. Nefsini kınamak, serkeşliğinde ceza vermek, riyazetten ve nafile ibadetten daha hayırlıdır. Zira riyazette ve nafile ibadetlerde, nefse pay düşer. Nefis, efendisini büyüklendirir. Riyazete girmemiş olanları misal göstererek, kendisinin ne kadar önemli iş yaptığı düşüncesini verir. Nafile ibadetlerle ise, nafileleri az olanları göstererek, yaptıklarını önemli ve büyük gösterir. Kınama ile, büyüklenme sebepleri ortadan kalkar.
5)Mücahede: (Nefis ile cihad, terbiyesi ile uğraşmak)
İnsan nefsinin muhasebesini yaptığında, isyan bulursa terbiye etmelidir. İtaatinde kusur ve tembellik görürse, nefsini zorlamalıdır. Hz. Ömer(r.a.) bir ikindi namazında cemaate yetişemediği için, yüz bin dirhem kıymetindeki arsasını tasadduk etmiştir (sadaka olarak vermiştir). Abdullah İbn Ömer(r.a.) bir defasında iki yıldız görününceye kadar akşam namazını özürsüz geciktirdiği için, iki köle azad etmiştir.
Şayet taatler konusunda nefis itaat etmiyorsa, ibadet konusunda cehd ve gayret gösteren salih biri ile arkadaşlık etmek, sözünü dinleyip, ona uymak tavsiye edilir. Böyle güzel halde olanların, ahiretteki iyi hallerini duymak okumak da faydalı olur. Zira bu kişiler, sonu olan dünya hayatını ahirete tercih etmezler, nefislerine uymazlar ve ebedi hüsrana düşmezler. Bu kişiler hakkında:
“Onlar ki, kalpleri ürpererek, vermeleri gerekeni verirler” Mü’minun/60
Hz.Peygamberimiz(s.a.v.): “Allah o kimselere rahmet etsin ki, onlar hasta olmadıkları halde, insanlar onları hasta sanırlar” buyurmuşlardır.
Bir gün Davud-ı Tâi’ye damında kırık bir boynuz olduğu söylendiğinde, “ Yirmi yıldır bu evde oturuyorum, bir kere damıma bakmış değilim” demiştir. Yani nefisleriyle meşgul olan bu yüce kişiler, lüzumsuz sözden kaçındıkları gibi, lüzumsuz bakışlardan bile kaçınırlardı.
Ahmed b. Zerî, sohbet ederken ve sair zamanda daima bakışlarını bir noktaya diker ve sağa sola iltifat etmezdi. Kendisine sorulunca da: “Allah-ü Tealâ, bu gözleri sağa sola iltifat etmek için değil, azametine bakmak için yarattı” derdi.
İşte bu örnekler tarih içinde pek çoktur. Ve eğer hisse almayı murad eden varsa, alır. Bu sözler nefis ile cihadı gösterir. Bunları okumak, bu hali yaşayanı görmek kadar etkili olamaz. Bu sebepten, mümkün olsa da, nefsi ile mücadele edenlerle veya bu mücadeleden başarı ile çıkmış olanlarla beraber olunabilinse. Hiç olmazsa, bu kişilerin sohbetine devam etmeli ve örnek almalıdır. Kişi, nefsine basiretli kişilerle mi, yoksa cahillerle mi oturmayı tercih ettiğini sormalıdır. Kişi kiminle beraberse, onunla haşrolur hadisi meşhurdur. Bu sebepten, nefsin hevasına uyup, gitmemelidir. Her günü Allah’a yakîn olmak için son gün olarak kabul etmeli, her nefesi de Allah’ı anmak için son nefes olarak addetmelidir. Nefsin isteklerine gelince; kişi eğer kuvvetlenmiş ise, hepsini reddetmelidir. Eğer kendinde zaaf hissediyorsa, daha az zararlı olanları yapmalı, daha çok zararlı olanları reddetmelidir.
Hakimlerden birisi şöyle der: “Allah-ü Tealâ’nın öyle kulları var ki, Allah onlara in’am etti (nimet verdi) ve bu in’am ile O’nu bildiler. Gönüllerini genişletti ve O’na itaat ettiler. O’na tevekkül edip, her şeyi O’na havale ettiler. Gönülleri yakîn safasının merkezi, hikmetin evi, azametin tecelli yeri ve kudretin hazinesi oldu. Onlar halk arasında dolaşıp, dururken, gönülleri Melekût âleminde cevelân eder. Kapalı olan gayb, onlara müşahede ile açılır. Oralarda dolaştıktan sonra bir çok İlâhi lûtuflar ile dönerler. Bu lûtuflar anlatılamaz. Onların batınları dibac (kıymetli kumaş) gibi kıymetli, zahirleri ise, çaput gibi değersizdir. Onlar herkese karşı alçak gönüllüdürler. Bu yola, meşakkatle erişilir. Allah’ın bir lûtfu olup, dilediğine ihsan eder”
İşte böylelerini bulup, yanında kalmalı, istifade etmelidir.
6) Muatebe: (Uyarıp, kınamak)
İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Yaradılış itibariyle, kötülüğü emretmek üzeredir.
“Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir” Yusuf/53
Kişi, nefsini daima tezkiye etmelidir. Şayet ihmal edilirse, iyice azgınlaşıp, kötülüklerinin önüne geçilemez. Uyarıp kınama daimi olursa, uslanmaya başlayıp, iyi hale geçebilir.
“Hatırlat, çünkü hatırlamak daima mü’minlere fayda sağlar” Zariyat/55
Devamlı olarak uyarıp, kınama ile, emmareden levvameye dönebilir. İnsan önce kendini islâh edip, yola getirmelidir. Sonra başkalarına vaaz ve nasihat edebilir. Nitekim İsa (a.s.)’a, Allah-ü Tealâ: “ Önce nefsine, sonra da başkalarına vaaz et. Yoksa benden utan” buyurmuştur.
“Nefsini tezkiye eden(pak eden), muhakkak umduğuna ermiştir” Şems/ 9
“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar halâ habersiz, Haktan yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı, muhakkak gönülleri gaflet içinde, eğlenerek dinlerler” Enbiya/1,2,3
İsyana rahat dalış, gafletin en büyüğü olup, Allah’ın görmediğini sanmakla olur. Küfrün en büyüğüdür. Eğer Allah’ın gördüğünü bilerek isyan ediliyorsa, edepsizliktir. Şayet Allah’ın Fazl-ı Kerem’ine güvenerek, affeder, diye aldanıyorsa doğrudan cahilliktir ve kendini aldatmaktır. Zira, rızık için dünyaya dört elle sarıldığında, aynı Fazl’a güvenmemiştir. Halbuki:
“Yer yüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah-ü Tealâ’ya mahsustur” Hud/6. âyeti vardır.
Rabbimiz, dünyayı ve dünyalığı kefil olup, üzerine almış olduğu halde; ve de ahireti de insanın say ve gayretine bırakmış olduğu halde; insan dünyaya dört elle sarılıp, ahireti bırakmaktadır. Bu da imana ters düşmektedir. Eğer dil ile iman kâfi gelseydi, münafıkların Cehennemin alt katında ne işleri vardı? Zira onlar dilleri ile, hep inandıklarını söylemişlerdi.
Böyle bir iman ile davranan kişi, ahiret gününe iman etmeyenler gibi davranmış olur. Bunlar dünya hayatını yaşarken, bir doktorun kendileri için uygun gördüğü diyet ve reçeteye daha çok itibar etmekle; ahiretlerini kurtaracak olan Allah’ın kelâmına, Peygamberlerin tavsiyelerine ve salihlerin sözlerine daha az itibar etmekle bu yüce sözleri daha eksik ilimli mi bulurlar, yoksa ahiretin varlığına mı inanmazlar? Yoksa kendileri için ölüm daha çok uzakta mı sanırlar?
İşte böylece kişi kendini sorgulamalıdır. Burada dünya sevgisi sebebiyle dünyanın ahirete tercihi söz konusu olabilir. Veya ahiret azabından haberleri olmadığından, bu azabı hafif sanabilirler. Ya da bir gün tevbe edebileceklerini düşünerek, günahlardan kurtulmayı geri bırakabilirler. Ama iyi düşünmek lâzımdır ki, geri bıraktıkları gün hiç gelmeyebilir. Bir diğer önemli konu ise, nefse bir defa uyduktan sonra, o tevbe günü hiç gelmeyebilir. Nefis sahibini bir defa kendi mecrasına sürükledikten sonra, ikinciye, sonra da üçüncüye yol hazırlar.
Her geçen gün, güç, kudret, iktidar, sağlık, gençlik elinden uçup, gitmekte olan, neyine güvenebilir?
Şehvetler(aşırı istekler) güçlü bir ağaç gibidir. Giderek kuvvetlenip, kök salar. Kök salmadan kurtulmak daha kolaydır. Kök saldıktan sonra ise daha da zorlaşır. Beden ise giderek acizleşir. Bir an önce, daha da kuvvetlenmeden, bu kökler sökülüp, atılmalıdır. Zira “gün, vakit, saat, nasip” düşünceleri oyalanma ve cahilliktir. Beklenilen vakit, içinde bulunulan andır. Kişi genç ve sağlıklı iken başaramadığını; yaşlanıp, acze düştüğünde hiç başaramayacağını düşünmelidir. Bunu düşünmemek, ahmaklıktır.
Şayet şehvet ve zevklere düşkünlük sebebiyle ve ibadetler hususunda, zahmet ve meşakkatlere dayanamamak sebebiyle isyana devam ediliyorsa; bu kişilere şunları söyleyebiliriz: Eğer zevklere düşkün isen, ebedi olan Cennet zevklerini kazanmaya çalış. Eğer meşakkat zor geliyorsa, Cehennem’in meşakkatini düşün ve ondan kaç.
“Akıllı adam; nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak adam da nefsinin heva ve boş isteklerine uyup, Allah’dan umandır” hadisi hatırlanmalıdır.
Ayrıca bir mesele daha vardır ki; nefsin dünyaya olan düşkünlüğü, ölüm sırası geldiği vakit, kişiyi meylettiklerinden ayrılmanın hasretine dayandırmaz. Kişi ölse bile, dünyada neye ilgi duymuşsa, aklı orada kalmış olur. Mezarında bir yandan sorgu melekleri ile uğraşırken, diğer yandan aklı sahiplendiklerinde kalır. İşte, dünyadan vazgeçmemiz istenirken, bu konu da çok önemlidir. Ve kabirde suali cevaplasak bile, huzuru elde edemeden, kıyamete kadar aklımız dünyadan sevdiğimiz her şeyde kalarak bekleyeceğiz. Bu bakımdan da düşünülmelidir.
İnsan yiyemeyeceğini toplar, oturamayacağı kadar mesken edinir ve ulaşamayacağını umar. Ve bütün bunları boş yere topladığı söylendiğinde veya kendi bizzat idrak ettiğinde; çocukları için, onların geleceği için topladığına, kendi için toplamadığına kendini iyice inandırır. Bu defa da eğer vakti olur da yaşarsa, çocuklarının da yiyemeyeceği kadar toplar. İşte bütün bunlar nefse anlatılmalıdır. Anlatamayanlar için, biz anlatıp, hatırlatıyoruz. Fakat nefis cehalet ve azgınlık sebebiyle anlamayabilir. Nefse arzu ettiği ve en az zararlı olan bir şey verip, oyalayarak, esas olan anlatılabilir.
Mevki sevgisine gelince; ölüm hatırlanmalıdır. İtibar edilen kendisi ölecektir. İtibar edenler de ölecektir. Dolayısıyla, sınırlı bir süre itibarın ne kıymeti olacaktır? Halbuki ahiret hayatı daimidir. Orda itibar daimi olacaktır. Hem Allah’ın itibarı ile, kulların itibarı bir olabilir mi?
Hayatı, dünya hayatı olarak görenler için; dünya ferahlığı çok önemli ise; onlara da şöyle derim:
Aynı devir içinde yaşadığımız Museviler, Hristiyanlar dünya tadını, Müslümanlar’dan daha fazla, kat kat çıkarıyorlarsa; bu dünyaya kahrolsun demeli. Ondan yüz çevirmeli, aldattıkları ile oyalanmamalı, dünya varlığı ile ferahlanmamalıdır.
Nefis kendini öyle akıllı sanır ki; her gün malının artmasına sevinirken, ömrünün tükenmekte olduğuna aldırış etmez ve böylece ahmaklık etmiş olur.
Ahiret yaklaşmakta, ama insan ondan yüz çevirmektedir. Dünyaya yönelmeye de devam etmektedir. Halbuki dünya, kendini talep edeni bırakmış, kendinden vazgeçenin peşine düşmüştür. Kişi nefsine: “Ey nefis, dünyaya ve dünyadakilere ibretle bak. Dünyalık elde etmek için, zaruret kadar çalış, iradenle onu terk et. Önce verilene şükretmeyi yerine getir. Bu şükrü yaptın mı ki, fazlasını istiyorsun. Ahirete yönel. Eğer nasihat dinlemek istemiyorsan, bu kalbinin açılmamış olduğundandır. Kalbin açılması oruç ve namazla olur. Bunlarla da düzelme olmazsa, insanların arasında çok dolaşıp, konuşma; yetime yönel, akrabalarınla ilgilen, onların ihtiyaçlarını karşıla. Bütün bunlardan sonra, halâ eski halinde isen, bil ki Allah-ü Tealâ kalbini mühürlemiştir. Zulmet kalbinin içini ve dışını kaplamıştır. Artık bu durumda kendinden ümit kesmen gerekir. Fakat ümit kesmek de küfre götüren büyük günahlardandır. İşte böylece ümit yok, ümitsizlik yok. Burada, kendi felâketin için ağlayıp, yardım dilemekten başka bir çare kalmıyor. Artık tek kapı olan, Mevlâ’nın rahmet kapısı önünde yalvarıp, yakarıp ağlamak kalmaktadır.
İşte bu, bir nefse uyarı örneğidir. Bunun gibi örneklerle nefsi uyarmalıdır. Etrafımızdaki yanlış yaşayanları, mal biriktirenleri, cimri olanları, dünyaya tutkun olanları, yeme-içmenin ve giyim-kuşamın alâsına vurgun olanları nefsimize göstermeliyiz. Dünya ehlinin nasıl dünyaya hizmetçi olduğunu; malı mülkü çok olanların nasıl o mala hizmet, tamir, bakım, gözlerden koruma telâşında olduğunu göstermeliyiz. Peşinden koşulan kadın veya erkeğin, nasıl başkasının peşinden koştuğunu göstermeliyiz. Yetiştirdiğin ve onca emek ile geceni gündüzüne katarak, özveri ile büyüttüğün evlâdının, her şeyi unutarak, başkası ile ömür geçirdiğini, seni ise bayramda bile zor hatırladığını nefse göstermelidir. Yaşlılıkta rahat bir ömür geçirmek için, istikbal endişesi ile biriktirdiğin paraları; yaşlanınca hastalık ve perhizler dolayısıyla yiyemediğini nefse göstermelidir. Ve yine mal toplamak ve para biriktirmek için terk edilen ibadetleri düşünmelidir. Toplanılan malı mülkü uzak akrabaların keyifle yiyecekleri, nefse gösterilmelidir.
Böylece nefisten daha akıllı olmuş, olunur. O aklı ile biriktirme ve dünyanın ardı sıra koşturma işini yaparken, sen aklınla koşturduklarının boşa olduğunu ona göstermelisin. Böylece belki biraz susar da rahat verir. Yoksa uykular hesap yapmak ile kaçar. Hayat da plân yapma ile kaçar. Elimizde olanı o an için değerlendirerek, yaşama fırsatımızı kaçırmamalıyız.
Hangi evlât vefalı çıkmıştır? Hangi mal sana hizmet eder? Hangi para zamanında işe yarar? Hangi sevgi ebedi olur? Bütün bunlar düşünülmelidir.
Evlâda bakarken bir şey beklemeksizin ve sadece Allah rızası gözetilerek, aynı zamanda Allah’ın bizden beklediklerini ihmale uğratmayarak bakarsak, o evlât hayırlı çıkar. Malı biriktirmez, ihtiyaçlı olan ile karşılaştığımızda, ihtiyacı karşılarsak; Allah-ü Tealâ da bizi kimseye muhtaç etmez. Sevdiklerimizi Allah için sever, beklentisiz olursak, biz de sevilen oluruz. Kısaca eğer sevginin en yüce ve baki olanını istiyorsak, Allah için sevmeyi nefsimize öğretmeliyiz. Mal ve mülkün hayırlısı da, hayra yarayandır. Yoksa senelerce aç kalınıp biriktirilse, evlât denilen yakınımız, birkaç günde tüketir de kendisine bırakılanın azlığından şikâyet eder, bizi de bir Fatiha ile anmaz olur.
Bütün bu gerçekler nefse anlatılmalı, etrafımızda bolca olan örnekler gösterilmeli, böylece nefse uyarı, gerekirse kınama yapılmalıdır. Belki tek kurtuluş yolumuz da , bu olacaktır…