Kategori arşivi: 5.Zühd

Şiir-Zahit-Aşık

ZAHİT-AŞIK

Zahid olan korku ile yol aldı,

Tüm dünya lezzetleri ardında kaldı .

Aşık ise ümit ile yol aldı;

Bu uçuşla yolun sonuna vardı.

 

Zahid çile ister, kazanmak için,

Dünyayı önemsemez, ahiret için.

Aşık olan çile çekse anlamaz,

Kahrı, lûtfu bir görmeye aldırmaz.

 

Zahide dünya zarar, ahiret kârdır.

Aşığa kâr da,  zarar da haramdır.

Zahid olan iradesini zorlar

Aşık olan İradeliye koşar.

 

Zahide etrafı iltifat eder,

Aşıksa zillete hep boyun eğer.

Zahit düşman olur dünya ehline,

Aşık aşinadır, halkın haline.

Zahit bir adımla bir perde yırtar,

Aşık bin gönülde bin perde açar,

Zahit ahireti nefsiyle ister,

Aşık sevdiğine, nefissiz gider.

 

Zahit yaptıklarını unutmaz, sayar,

Aşık yaptıklarını, hep boşa koyar.

Zahit yokluğuna hep şahit arar,

Aşık, yokluğunu bilmeden, savar.

 

Zahit orta yolu bilemez, arar,

Aşık orta yolun üstünden uçar.

Zahit daim, nefsini terbiye eder,

Aşık nefsi olmadan o Şah’a erer.

 

Zahit dünya terk eder, ahiret için,

Aşık terki terk eder, Zü’l Celâl için.

Zahit anlatırken kendi halinden

Aşık hep dem vurur, ol Cemal’inden.

 

Zahit dev olurken, kendi indinde

Aşık toprak olur, halkın elinde.

Zahit amelini atlasta saklar,

Aşık sevabını, umuma saçar.

 

Zahit yücelirken, halkın gözünde,

Aşık nokta olur, âlem indinde.

Zahit büyüdükçe, yolu uzatır,

Aşık küçüldükçe, yolu kısaltır.

 

Zahit mantık ile, aklı veremez,

Aşık aklı vermiş, geri düşemez.

Zahit sermayenin hesabın tutar,

Aşık Murakıb’a iflâsın sunar.

 

Zahit ömründe aşkı bulamaz,

Aşık ise aşk olmadan yaşamaz.

Zahit sever sayını, amelini,

Aşık sever amel sahiplerini.

 

Zahit olan saygındır, deli denmez.

Aşık olan, kaybolmuştur, görülmez.

Zahit günahkâra yolu kapatır,

Aşık yolu, Sahibine bırakır.

 

Zahit geceyi ihya eder, Hak için

Aşık ömrünü hibe eder, halk için

Zahit söyler, söylemek isteyince,

Aşık söyler, söyletmek istenince.

Dua-Zühd

DUA

Ya! Allah! Ya! Allah! Ya! Allah!

Kalplerimizi, Senden başka her türlü muhabbetten temizle. Senden başka şeylere muhabbetimiz ise; ya Senin için, ya Senin rızan için olsun. Eğer kalbimize nazar eder de, orayı boş bulursan; biliyoruz ki İlâhi Tecellilerinle doldurursun. Kalbimizin boş olması ise, ancak kuvvetli iman ile, bilhassa ahirete imanın kuvveti ile mümkündür. Sana iman ettik, Resullerine iman ettik, Kitaplarına ve Meleklerine iman ettik. Ahiretin varlığına kuvvetle iman etmemize yardım et, Ya Rab!

İmanın en zor olan kısmı olan; ahirete iman, hayır ve şerrin Senden geldiğine iman ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize imanı tam olarak bize sundur. Bu üç iman şubesi, insanları dünyanın cazibesinden koruyacaktır. Bunların eksikliği ise, nefse daima açık kapı bırakacaktır.

Kalbimizi; fiillerinde, isimlerinde, sıfatlarında  tevhid ile öylesine doldur ki; artık imanın hiçbir şubesinde şek ve şüphe kalmasın.

Daha kolayı, kalplerimizi muhabbetinle öyle doldur ki, başka muhabbetler filizlenemesin.

Böylece, Sana gelmeyi farz bilelim, Sana yakîni amel bilelim, Seninle ünsiyeti iman bilelim.

Sen sevmezsen, biz sevemeyiz. Eğer kalbimizde muhabbetin yerleşmezse, o zaman mecburen zahitlik veya abitlik ya da alimlik yolları açılacaktır. Eğer bu yollarla Sana ulaşmamızı murad etmişsen, yollarımızı kolaylaştır. Biz bilemeyiz, Sen bilirsin. Her şeyin en münasip olanını bilen Rabbim, bize neyi murad ettin ise, onu sevimli göster, razı kıl. Biz ise ancak merhametine sığınarak ümit ile beklemedeyiz. Ya! Rabbi Rahim!

Zühtün Alametleri

Zühdün Alâmetleri:

Bazen dünyalığı terk edenlerin zahit olduğu sanılır. Halbuki bu kişiler, dünyalık ile yaşamayı sevdiklerinden daha çok; zahit oldukları için övülmeyi severler. Geçim darlığı ile yaşamak onları etkilemeyebilir. Fakat zahit olmamak, buna kimsenin şahit olmaması onları daha çok üzer. Bazıları da zühd kıyafetleri giyerek, insanlardan hediye beklerler. Buna kendileri de çoğu zaman inanmışlardır. Çoğu nefsinin aldattığını bilemez. Bunu anlamak için, zahit iç âlemindeki üç alâmete bakmalıdır:

1)Malın varlığına sevinmemeli, yokluğuna üzülmemelidir. Hatta tersi olmalıdır. Bu, malda zahit olduğunun alâmetidir.

2)Yerilme ile meth edilmeyi bir görmelidir. Bu da cah ve mevkide zahit olmanın alâmetidir.

3)Çoğunlukla taatin zevkine varmalı ve Allah(c.c.) ile ünsiyetten hoşlanmalıdır. Eğer insanlarla ünsiyetten hoşlanıyorsa, zühdünü tekrar gözden geçirmelidir. Zira zühd, zahidleri Allah ile ünsiyete götürür.

“Nefsi ile meşgul olan, insanlarla meşgul olmaktan; Rabbi ile meşgul olan, nefsi ile meşgul olmaktan kurtulur” Bu arifler makamıdır.                                                   Süleyman Dârâni

“Zühd varlığından ayrılmakta rahatlık duymaktır”

                                                          Muhammed b. Hafif

“Zahit dünyada, arif de ahirette azdır”               Nasr Abâzi

“Dünya bir gelindir. Onu arayan onu güzelleştirmeye çalışır. Zahit onun yüzünü yolar. Arif ise, o tarafa bakmadan, Allah ile meşguldür”                                            Yahya b. Mu’az

“Allah için zahit olan sana hardal ve sirke koklatır. Arif ise, seni de yüce makamlara ulaştırmak için, misk ve amber koklatır”                                                                Yahya b. Mu’az

“Zühdün üç alâmeti vardır. Hiç karşılık beklemeden Allah için amel, karşılıksız söz, riyasetsiz izzettir” (Yani insanlara karşı zillete düşmemektir)                                    Yahya b. Mu’az

Günümüzde Zahitlik

Günümüzde Zahitlik:

Peygamberimiz(s.av.),  Sahabi’leri ve onlardan sonra gelenler elbette en hayırlılardır. O devrin şartları sınırlı, yaşantılar sade, imkânlar az idi. Bu kıymetli insanlar, zaten çoğu zaman aç yatıyorlardı. Elbiseleri zor elde ediyorlardı, yerde iki kat kumaş üzerinde yatıyorlardı. Kap kacakları sınırlı idi. Zengin olanları da varlıklarını yoksullara harcıyorlardı. Paylaşım vardı. İnsanlar, Peygamberlerini yoksulluk içinde gördükçe,  çok sevdikleri peygamberlerinin haline bakarak, kendileri için yoksulluğu daha reva görüyorlardı. Sağlam bir ipleri vardı. Önlerinde örnek bir Peygamber vardı. O’nunla birlikte yaşarken, imanlarına sarılıp, O’nun varlığından kuvvet alıyorlardı.

Bizler ise ahir zamanın acizleri olarak, otuz katlı binaların yapıldığı, her köşede marka eşyaların satıldığı, ekmeğin bin bir çeşidinin satıldığı, yabancı sermayelerin açtığı ayak üstü modasının içinde; televizyon sayesinde bütün dünyanın ne yediği hakkında bilgilenen ve özenen insanlar olarak, ne kadar zordayız. Ne yesem, ne giysem, ne alsam, nerede gezsem, nefsimi nasıl mutlu etsem düşüncelerinden fırsat bulup da nasıl Allah’a yöneleceğiz? Hadi bir lûtuf oldu da yöneldik diyelim, çoluk çocuğu nasıl koruyacağız?

O zamanın şartlarına göre olan zahitliğin şartlarını günümüze uydurup, Hadislerin üzerine kendi yorumlarımızı mı koymalıyız? Bu haddimizi aşmak demek olmaz mı?

Hayır böyle değil, zühd kendi içinde bölünemez, parçalanamaz bir bütündür. O zaman, belki devrimize zühd yolu kapalıdır, diyebiliriz. Meselâ mesken olarak baksak, Ashab-ı Suffa gibi cami köşelerinde yatsak, böylece üst sınıftan bir zahit olsak, polis bizi oralarda bırakmaz. Giyecek olarak ayağı çıplak olsak, “malı mülkü vardı dağıttı, şimdi çıplak ayak geziyor” diye akıl hastanesine koyarlar. O zaman düşük seviyede bir zühd yapalım diyerek nalın giysek, aynı sonuca gideriz.

İşte bu sebeplerden, zühd yolu kapalı gibi olur. Ama yememizi orta karar tutsak, çeşite düşkün olmasak, etli-etsiz, tatlı-tatsız ayırımı yapmadan her şeyi yiyebilsek, yediklerimizden bazen fedakârlık ederek yiyemeyenlere ikram etsek; giyeceklerimizi markalı olanlardan değil de vasat olan eşyalardan seçsek, ayağımıza hem sağlam hem uygun fiyatlı olanı giysek; evlerimizde süslemeye düşkün olmadan yaşasak, oturduğumuzdan fazlasını edinmesek, yaşayacak kadar kazansak ve infak edebilsek, bunları çocuklarımıza da aşılayabilsek belki bu devir için, ne kadar yerinde olur. Allah’a da “Rabbim az olan bu gayretimi, zühd olarak kabul et” diye dua ile niyetimizi belirtsek, belki affolabiliriz. Zira ahir zaman ümmeti, Peygamberini görmeden yaşamaktadır. Görmeden sevmiştir. Görmeden, göz yaşı dökmektedir. Belki biz de o devirde, görerek yaşamış olsaydık, daha farklı olacaktık. Ve yine bizler, dünyanın tam da, en cazibeli olduğu zamanda yaşamakla, belki azgınlığa düşmeden nefislerimizi kötülüklerden, kul haklarından korumakla; elimizden geleni yapmışız gibi kabul görebiliriz. Allah(c.c.)’ın merhameti yücedir ve biz ancak merhametinden ümid ederek yaşamaktayız.

Bütün bu sebeplerden dolayı, belki küçük bölgelerde yapılabilse de, zühd yolu zamanımız için kapalı gibidir. Bu sebeple aşk yolu, ahir zamanın yoludur. Bununla sonunda insanlık âleminin hepsine muhabbet oluşur. Belki tevhide gidiş de böylece mümkün olur.

Zahitlik Hakkında Derim Ki

Zahitlik hakkında derim ki:

İnsanlar Allah(c.c.)’ı bilmek için yaratılmışlardır. Bunun başlangıcı da İslâm’ın şartlarını yerine getirdikten sonra, yasaklara uymak, helâl ve haramı tanımak ile olur. İnsanların bir kısmı bu kadarı ile yetinirler ve daha ilerisini düşünmezler bile. Bir kısmı da edindiklerini yeterli bulmayarak, daha derin bilgilenmek isterler. Bilgilendikçe, Allah’ı daha çok tanımaya başlarlar. Tanıdıkça kalplerinde sevgi hasıl olur. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkını, sünnetlerini öğrendikçe, sünnetlere uymaya çalışır. Bu güzel ahlâk ile ahlâklanmak isterler.

İnanmış ve hakikate yönelmiş olan insanların bir kısmı, ibadetlerini arttırarak, varacağı yerin daha yüksek olmasını ister. Bir kısmı ilim ile gidişin ve yükselişin mümkün olduğunu düşünür. Bir kısmı zühd ile, diğer bir kısmı takva yolu ile, az bir kısmı ise irfan ile gidişi mümkün görür.

Asl olan; ruhlar olarak yaratıldığımız âlemden, yaşadığımız  şu mülk âlemine indirildikten sonra, daha önceden mevcut olan bilgimizi unutmuş ve dünyaya geliş amacımızdan sapmış olduğumuzdur. İşte unuttuğumuz bu bilgiyi yeniden hatırlamamız ve gayemize kavuşmamız için yaşamakta olduğumuzu, hiç değilse ilmen bilmeliyiz. Eğer dünyada yaşarken bu bilgiyi hatırlayıversek, asli vatanımızdan ayrılmış olmanın acısını öylesine hissedecektik ki, oraya kavuşmaktan başka bir gayemiz kalmayacaktı. Bu gaye de, insanı dünya ve hatta ahiret sevgisinden sıyıracak, hiçbir gayrete hacet kalmadan, maksat hasıl olacaktı.

Bu sebepledir ki; kalbine Allah(c.c.) muhabbeti düşen kişide, bu arzu edilen olmuş olur. Kendiliğinden bu sevgilere yer kalmaz. Tek maksadı, esas vatanına kavuşmak, hicret etmek isteğidir. Bu vatan ise, Allah-ü Tealâ’dır. Burada kavuşmak derken ölümden değil, yaşar iken tevhide ulaşmaktan söz ediyoruz. Bu; fiil, isim, sıfat ve Zâtî tecelliler ile doluş diye de söylenebilir.

Her insan bunu yaşayamaz. O zaman gayret ile olan yollar açıktır. İşte zahitlik de bu yollardan biridir. Bu yolların hepsi hak ve gerçektir. Hiç biri diğerinden üstün değildir. Sadece zorluk ve kolaylık bakımından farklar vardır. Aşk ve muhabbet yolu, gayretsiz olarak hasıl olduğu için, yapılması gereken her şey kendiliğinden yapıldığı için, kolaydır. Lâkin aşkın da kendisi başlı başına zahmettir. Fakat bu zahmet bile aşkın içinde, anlaşılmadan, iradesiz olarak yaşanır. Şöyle anlatılabilir: Aşık olanın terk edecek hiçbir şeyi olmaz. Canı da dahil olmak üzere, sevdiğine peşin olarak her şeyini vermiştir. Dünyayı terk etmek bu kadar zor olduğu halde, kalbinde yoktur ki, terk etsin. Kalbinde   Allah(c.c.) sevgisinden başka bir şey kalmamıştır. Ne Cennet düşünebilir, ne Cehennem’de yanmaktan korkar. Sadece aşık olduğunun muradına iradesiz olarak uymayı bilir. O nereye koyarsa, orada durur. Belki anlaşılması zor bir durumdur da, Hz. Mevlâna’ya aşktan sorulduğunda, “Ben ol da bil” demiştir.

Allah-ü Tealâ, dünyayı kerih gördüğünü bildirirken, kullarının da dünyayı tanımasını dilemiş, terk edilmesi gerektiğine işaret buyurmuştur. Allah’a gidiş yolunun açıklığı için, kalbin; meşgul eden her türlü düşünce ve istekten sıyrılması gerekmektedir. Zahitliğe girenler, kalplerini bu işgallerden korumaya çalışırlarken, bir taraftan eskiden beri işgal etmiş olanları def ederler, bir taraftan da yenilerini uzaklaştırmak isterler. Çok büyük bir gayret ve nefis terbiyesinin içindedirler. Bu bakımdan takdire şayandırlar.

Diğer yandan da biliyoruz ki, bazılarının kalbine; sahip oldukları ile ilgili bir muhabbet girmemişse, bu kişiler zahitlerin almak istedikleri yolu aşmışlar demektir. Fakat bu da her nefsin kendini savunmak üzere söyleyeceği bir yalandır. Herkes  dünyayı sever. Kalp ise dünyadan bir şeyler ile daima meşguldür. Ancak; ya özel yaratılmış olan Peygamberler ve Onların peşinden gidenler;  ya da aşk ve muhabbet rüzgârının estiği kalpler, müstesnadır. Bu iki durum dışında, gayret ve çalışmak ile, nefis mücahedesi ile, zikir ve sohbet ile belli bir gayeye zor da olsa ulaşılır.

Zahitlikte aslolan, kalpten Allah’dan başka her şeyi çıkarmaktır. Bunun için kuvvetli bir iman gereklidir. Sülûkta(yani Allah’a doğru yolculukta), kul her gün imanını gözden geçirerek, nefsinin yanıltmalarına, aldatmalarına uyanık olarak, dinin makamlarına birer birer ulaşmalıdır. Bu bazen senelerini kapsar. Yılmadan yolun yolunda bulunmalıdır. Onlarca yıl bir yandan ibadet, diğer yandan yol almak için gerekenlere riayet, elbet zordur. Ve nefsine yenik düşebilir. Bu bakımdan dostlara, kendi gibi arayanlara ihtiyaç duyulur. Böylece birbirinden kuvvet alınabilir. Burada yol göstericinin önemi çok büyüktür. Mürşit yola ışık tutup, yolcuyu aydınlatır. Sohbet ise yol almada en kıymetli etkendir. Kişinin kendi kendine belki de hiç göremediklerini görmesine vesile olacaktır. Senelerini cehd ve gayret içinde harcayarak ilerlediğini sanan kişi, belki de dağ olacak, kibre düşecek ve fakat bunu göremeyecektir. İşte nefsin ve şeytanın oyunları, hileleri, yola koydukları barikatlar, sohbetlerle öğrenilir. Bu bakımdan sohbet, yetkili bir ağızdan yapılmak üzere; ne ümidi fazla vererek, ne de korkuyu öne çıkartarak değil; tam yerinde olmak üzere çok önemlidir.

Zaruri Şeylerde Zühd

Zaruri şeylerde zühd:

İnsanların heves ettikleri ve kalplerini meşgul ettikleri şeyler, zaruri ve fuzuli olmak üzere iki kısımdır. Fuzuli olanın sonu yoktur. Her nefis arzu ettiğini elde ettikçe, bir sonrakini elde etmek ister. Veya eline geçirdiği ile yetinmeyip, onun yanına onu tamamlayacak başka şeyler icat eder. Meselâ; hiç halısı yoksa, senelerce halı diye arzu eder, bir halı versen, artık sevinip oturacağına, perdelerini değiştirmek ister. Hadi perdeyi de versen, hemen ondaki hevesi biter, o perdeye ve halıya uygun eşya, mobilya ister. Sonunda çıplak taşta oturup, halı ihtiyacı ile yola çıkar da, kendini çay bardağının tabağında oyalanırken bulur. Zira o eve artık, uygun çay bardağı tabağı gerekmektedir. Böylece, eğer çay tabaklarına kavuşamazsa, senelerce ister, durur. Kavuşunca nefsi hemen başka bir şeye yönelir.  Kavuşamadığı taktirde, belki de son nefesinde etrafına vasiyeti, bu olur.
Zaruri ve önemli olan şeyler şunlardır:
1)Yiyecek: İnsanın belini doğrultacak kadar helâl yiyeceğin temini, zaruridir. Zühdün yemekle ilgili en üstün derecesi, sabah yiyince akşamı, akşam yiyince sabahı düşünmemektir. Bir alt derecesi bir aylık veya kırk günlük nafaka teminidir. Daha alt derecesi bir yıllık nafaka teminidir. Bu zayıf zahit derecesidir. Bir yıldan fazla toplayana zahid denmez.
Yemeğin miktarı da önemlidir. En üst derecesi 24 saatte bir müd’dür. Bir müd; yemin ve oruç kefaretinde bir fakirin iki öğün doyacağı miktardır. Gıdanın cinsi bakımından, en ehveni kepek ekmeği, en üstünü de buğday ekmeğidir. Katıklar da sınırlıdır. Yemek yeme süreleri ise üç günde bir oruç tutmaktır. Görüldüğü gibi zühd yolu zor bir yoldur. Sahabe devrinde, etrafın genel olarak yediklerine göre yapılan bu tanzim, bu gün için aynı şekilde olmaz. Bu gün, hamburger, çikolata, tatlı devri yaşanmakta olduğundan, bu güne göre zahitlik de farklı olacaktır. Ama nefsine illâki bir terbiye vardır, olmalıdır.
2)Giyecek: En azı kişinin avret yerini örten ve sıcaktan, soğuktan koruyan miktardır. Orta derecesi gömlek, başına örtü( erkek için) ve nalinlerdir. Üstün derecesi şalvar ve mendilin bulunmasıdır. Zahidliğin şartı, elbisesini yıkadığında, kuruyana kadar evden dışarı çıkmamaktır. Kumaş da kalın ve kaba olmalıdır.
Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “Allah, giydiğine aldırış etmeyen müptezel insanları sever” buyurmuşlardır. (Ahmed). Bir defa ipek bir elbise hediye edildiğinde, giymiş ve hemen çıkarıp bir müşrike hediye etmişler, erkeklere de ipek giymeyi yasaklamışlardır. Başka bir sefer de altın bir yüzük takmış ve akabinde çıkarıp, erkeklere haramdır, demişlerdir. Bir sefer de işlemeli bir elbise giyip, namaza durmuşlar; sonra selâm verince hemen çıkarmışlar, işlemelerin kendilerini meşgul ettiğini söylemişlerdir. O, rahmet vesilesinin ahlâkları böyleydi.
“Beni seven benim sünnetime uysun” buyurmuştur, Allah-ü Tealâ da:
“De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmran) buyurmuştur.
“Alimler yanında seni meşhur etmeyecek, cahiller yanında da hakarete uğratmayacak elbiseyi giy”            Süfyan-ı Sevrî
“Her kesin sana bakacağı elbiseyi değil, sokakta karışıp gideceğin elbiseyi giy”                                           Selef-i Salihin
“Elbisenin hayırlısı bana hizmet edeni, kötüsü de benim hizmet ettiğimdir”                                                    İbn Şibrime
“Üç çeşit elbise vardır: Biri Allah içindir ki setr-i avret edecek elbisedir. Diğeri kişinin kendisi içindir, sıcak ve soğuktan korur. Bir diğeri insanlar içindir, göz alıcı ve parlak kumaşlardır”                                               Süleyman Dârâni
Allah-ü Tealâ, Peygamberlerinden birine; “Dostlarıma söyle, düşmanlarımın giydiği gibi giymesin. Düşmanlarımın girip, çıktığı yerlere girip, çıkmasın. Sonra onlar nasıl düşmanım ise, bunlar da düşmanım olur” diye vahyetmiştir.
Kişinin kendisini zahit göstermek üzere, yukarıda tarif edilen şekilde giyinmesi ise riya olur.

3)Mesken: En üstünü hiç mesken edinmeden, Ashab-ı Suffa gibi cami kapısında barınmaktır. Orta derecesi penceresi olmayan kamıştan bir meskendir. En aşağı derecesi ise inşa edilmiş bir binaya sahip olmak veya kiralamaktır. Eğer evde süs ve zinet bulunmaz ise, aşağı derecedeki zühdden çıkılmış olmaz.

“İhtiyacından fazla inşaat yapana  kıyamet gününde, bunu sırtına al, diye teklif edilir”                                        Taberani

“Bir millet gelecek, çamuru yükseltecek ve fakat dinlerini düşürecektir. Geniş sahaları kullanacaklardır. Sizin kıblenize dönüp namaz kılacaklar fakat başka dinde öleceklerdir”

İbn-i Mes’ud

4)Ev eşyası: En üstünü Hz. İsa a.s. gibi olmaktır. O’nun bir tarağı ve bir bardağı vardı. Bir gün bir adamın sakalını parmakları ile taradığını görünce, tarağı attı. Bir başkasının da avucu ile su içtiğini görünce, bardağı attı.

Orta derecede olanı ise, yetecek kadar sağlam kap kacak bulundurmaktır. En aşağı derecesi, kıymetsiz kaplardan ihtiyacı için her çeşidini bulundurmaktır. Yatak yastık ve diğer eşyalar da aynı şekildedir.

5)Evlenmek: Evlenmenin zühd üzerine bir etkisi olmadığı kabul edilir. Ama bazı hallerde bekârlık üstündür, evlenmemek zühd kabul edilir. Şayet evlenmek suretiyle, Allah’dan gafil olmayacağını bildiği halde evlenmiyorsa; bu zühd sayılmaz. Kişinin gönlü evlenmek ile meşgul oluyor ve bu da o kişiye Allah’dan gaflete düşme korkusu veriyorsa, bu kişi bu sebepten evlenmiyorsa, bu zühddür. Kişi, evlense de gaflete düşmeyeceği halde, dünyaya ait meşru olan bir zevkten kendini uzak tutmak için evlenmekten geri durmamalıdır. Çünkü o zaman hem nesil zarar görür, hem de yaptığı zühd değildir.

6)Mal ve mevki: Mal ve mevki, yukarıda sayılan beş hususun temini için vesiledir. Servet yetecek kadar olmalıdır. Eğer kişi bir senelikten fazla ihtiyacını karşılayacak kadar kazanırsa, zahitliğin en düşük derecesinden de çıkmış olur. Özetle; insanın ihtiyacı olan mal ve mevki mahzurlu değildir. İhtiyaçtan fazlası ise, öldürücü bir zehirdir. İhtiyaç kadar olması ise, ilâç kadar değerlidir. Şu bakımdan ilâç gibidir: İnsanlar bazı işlerini gördürmek, yardım almak için, gönüllerde yer almak isterler. Buna “cah” denir ve çok kötü bir ahlâktır. Bu vesile ile hürmet ve saygı da görürler. Bu bakımdan, saygı görmezse hizmetine bakılmaz. İşte serveti olan için, buna ihtiyaç olmaz ve parası ile hizmet görür. Yine parası ile yardım yaparak saygı da görür. Mal bu bakımdan, kişinin cah gibi kötü bir hale düşmesini önlediğinden, ilâç kabul edilir. Mevki de böyledir. Kişinin parası olmasa bile, mevkii sayesinde işlerini gördürebilir, itibar görebilir.

Cah; ya menfaat temin etmek için veya bir zararı def etmek için ya da bir zulümden korunmak için vardır. İşte mal ve mevki de bunu sağladığından dolayı, cah hastalığına karşı önleyici bir ilâç olarak kabul edilir. Zira cah, kişiyi Hâviye Cehennemine kadar sürükleyebilir.

Zahit bir yandan dünyadan ve belki de ahiretten sıyrılmaya gayret ederken, diğer yandan zühdü ile öyle memnun ve hatta mağrur olur ki, zühdünü etrafına bildirerek, kendisine zühdü sebebiyle hürmet gösterilmesini, övmelerini bekler. Halbuki nefsi ile belli bir noktaya gelmiş iken, tekrar başlangıca dönmüş, gayretleri boşa çıkmış olabilir. Bu bakımdan, zühdü de kendisinedir. Etrafının takdirinin ne önemi vardır, Allah’ın takdiri önemlidir, şeklinde düşünmesi gerekir.

Zahitliğe niyet eden kişi, aile efradını zahidliğe sürükleme hakkına sahip değildir. Kendisi uygular.

Zühdün Dereceleri

Zühdün Dereceleri:

Zühd, kuvveti itibariyle üç derecedir:

1)En düşük derecede zühd: Nefsi dünyaya meyleder, kalbi de ona uyar ve kendi de dünyalığı arzu ederken; mücahede ile uzaklaşmaya çalışır. Bu zühdün başlangıcı sayılır. Bu kişiye Mütezehhid denir. Mütezehhid nefsini arıttıktan sonra, kalbinden dünyayı çıkarmaya çalışır. Bu sebeple tekrar  dünyaya dönmesi mümkündür. Fakat zahit önce heves ettiklerini gönlünden çıkarır, sonra nefsini arıtmaya devam eder. Bu bakımdan ikisi arasında fark vardır. Zahit terk ettiği şeylere sabretmek üzerinde durmaz. Çünkü gönlünden çıkarmıştır. Mütezehhid ise, henüz kalbinden çıkarmadığı için, tekrar terk ettiklerine dönebilir.

2)Orta derecede zühd: Cennet’e istek duyarak, dünyayı hakir görür ve gönül hoşluğu ile dünyayı terk eder. Burada sanki bir alış-veriş var gibidir. Bu halin tehlikesi ise; zahitin zühdünü ve dolayısıyla kendini beğenme temayülüne düşmesidir. Ama zühdünden dönme ve terk ettiği dünyaya meyletme ihtimali yoktur. Bu hale ilim ile girmiştir ve zahitliğin kemal derecesi de budur.

Marifet erbabına gelince: Bu yüksek zümre nazarında, ahiret için dünyanın terki bir şey değildir. Elbette dünyaya heves ile dolu olmaktan iyidir. Ama marifet erbabı, esasen dünyanın fani olduğunu ve itibar edilmemesi gerektiğini bilmişlerdir. Zahitin zühdünün farkında olması demek, dönüp tekrar terk ettiği şeye bakması demektir. Bu da terk ettiği şeyin kıymet taşıması manasına gelir. Terk ettiğine dönüp bakması ise, marifetteki noksanlığı sebebiyledir. Yani Allah-ü Tealâ hakkındaki ilmi eksiktir.

Zahitler ya korku sebebiyle, ya da ümit sebebiyle zahittirler. Korkuları; Cehennem azâbı, kabir azâbı, hesap zorluğu ve sırat tehlikesi gibi şeylerdendir. Ümitleri ise Cennet ve sonu gelmeyen nimetleridir. Korku ile zühd daha aşağı seviyededir. Ümit ile zühd, daha yüksek seviyededir.

3)En üstün derecedeki zühd: Ne azap korkusu ile ne de sonu olmayan zevk ve nimetlere kavuşmak için değil; ancak Allah(c.c.) için ve Allah’a kavuşmak için yapılan zühttür. Bu kişilerin bütün arzusu Allah(c.c.) ve O’nun rızasıdır. Bu hal içinde olan kişi, Allah’dan başkasına meyletmeyen gerçek muvahhiddir. Bu kişiler muhibdir. Yani sadece Allah(c.c.)’ı severler. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Gerçek arifler bunlardır. Sadece Allah’ı sevmek, O’nu bilmek ile mümkündür. Bu en üstün derecedeki zühd, zor ele geçendir. Dinin diğer makamlarında sebat ederken, zühd konusunda da meşrû olanlardan da sakınmak sonucunda, diğer makamlarda yol alınırken, zühd konusunda da ilerleyerek yol alınabilir. Lâkin bu üstün olan zühd, çoğu zaman çalışma ile, gayretle değil; Allah tarafından ihsan ile verilmiş olur. Şöyle ki: Kulun kalbine İlâhi nazar ulaştığında, orayı boş bulur da tamamen kendi ile doldurur. O zaman o kalpte bir muhabbet ateşi yanmaya başlar. Ve bu ateş kendi varlığından başka her şeyi, her alâkayı yakar, yok eder. O kalpte artık sadece Allah sevgisi kalmış olur. İşte böyle bir kalbin sahibi neye dönüp, bakabilir? Kalbinde terk etmesi gereken neyi bulabilir? Gönlünde mevcut olan her şey yok olmuştur. Kalbi boşalmış, sadece Allah sevgisinden başka bir şey kalmamıştır.

Vaktiyle sevdiği, meylettiği her şeyin vefasızlığını, değersizliğini görmüş olur. Böylece, kalbinde değerli ve vefalı olarak sadece Allah’ı bulur. Bu değerli olana tam meyleder. Terk ettikleri ise, kendi terk ettikleri değil; kendindeki kıymetinden kendi kendine düşenlerdir. İşte bu yüce bir hal olup, Allah’ın dilediklerine verdikleridir. Esas zühd budur.

Zühd için terk edilen şeyleri şöyle sınıflandırabiliriz:

1. derecede zühd: Allah(c.c.)’dan başka her şeyi, hatta kendi nefsini de terk etmektir.

2. derecede zühd: Nefse kuvvet veren kötü sıfatlardan zühddür. Gadap, kin, kibir, riyaset sevgisi, mevki ve mal sevgisinden uzaklaşmaktır.

3. derecede zühd: Mal, dünya mevkii ve bunları husule getiren bütün sebeplerden zühd etmektir. Nefsin bütün arzuları bunları kapsar.

4. derecede zühd: İlim, kudret, altın, gümüş ve mevkiden zühd etmektir. Bunları temin için ilim ve kudret kullanılır. Buradaki sahip olunan ilim, gönüllere hakim olmak için elde edilen ilimdir. Mevki ile gönüllere sahip olunur. Mal ile de maddeye hakim olunur.

Özetle zühd; nefsin bütün arzularından uzaklaşmaktır. Böyle kişilerin, uzak emelleri, hayalleri de kalmaz. Şehvetlere meyl eden, dünyada kalmayı ister. Dünyada kalmayı isteyen ölümü sevmez ve kendisi için uzak görür. Uzun ömrü olduğunu hayal eden ise, uzun emeller içinde olur.    Emeli azalan ise, şehvetlerden yüz çevirmiştir. Dünya tam olarak terk edildiği zaman, yaşamaya bile takati kalmaz. İnsanı ayakta tutan, ihtirasla kazanç elde etmeye sevk eden güç, nefsin arzularıdır. Nefsin arzuları kalmayınca, hal ve makamlar da sonlanır. İşte bundan sonra, makamsızlık makamında yol alınır.

Hal ve makamlar; dinin her bölümünde (yani sabır, şükür, rıza, v.s. gibi), bir önceki hoş olmayan halden, bir sonraki daha hoş olan hale geçme ile ve bu geçişlerin her birinden sonra elde edilenlerdir. Birine, hal ehli dendiğinde, bir kademenin kendine ait vasıflarını ihtiva ettiği anlaşılır. Makam da böyledir. Haller topluluğu makamları oluşturur. İki makam arasında pek çok haller vardır. Her hal ve makam; bir öncekine göre kâmil, bir sonrakine göre ise noksandır. Kişiye gereken ise, nefsin terbiyesi ile bu makamları aşarak yakınlık makamına ulaşmasıdır. Makamlar ve haller tasavvuf erbabının, yani marifetini tamamlamak isteyenin yol azığıdır. Kişiye gereken hiçbir makamda oyalanmadan, hemen bir sonrakine geçmesidir. Kitaplarımızda arifleri sözlerinden örnek verdiğimizde; onların da o sözü söyledikleri andaki hallerinden konuştuklarını bilmemiz lâzımdır. Zira kişi, ancak içinde bulunduğu halden konuşur. Bir sonrakine gelince de, ondan konuşur.

 

Güzel sözler:

“Dünyada zühd, insanlardan zühddür”    Bişr-i Hafî

Meselâ burada, Bişr, insanlarla bulunmanın kalbine zevk verdiğini, belki bir büyüklenme getirdiğini görünce, onlardan uzaklaşmayı ilke edinmiş, belki de zorlanmış ve bu sebepten, zühdün insanlardan uzaklaşma ile mümkün olduğunu kabul etmiş ve söylemiştir. Belki birkaç yıl daha önce sorulsaydı, “asıl zühd, beş çeşit yemeği terk etmektir” diyecekti. Bu sebepten güzel sözleri değerlendirirken, bu bakış açısı göz önünde bulundurulmalıdır, derim. Belki dört beş yıl sonra sorulsa, “insanlar ile ünsiyetin gönlünde yer etmedikten sonra, onlarla beraber iken onlarsız olup, Hakk ile olmaktır” diyecekti.

“Dünyada zühd, midede zühddür. Midene malik olduğun sürece zahitsin”                                                   Kasım el Cû’i

“Zühd kanaattir”                                                       Fudayl

“Zühd emeli kısaltmaktır”                              Süfyan-Sevrî

“Zühd, tekeffül edilen şeyin peşinden gitmemek demektir. Zahit bir şeyi aramak için çıktığında, zühdü kaybolur”.Burada Üveys, zühd için tevekkülü şart koşmuştur.

“Zühd herkesi kendinden üstün görmektir” Hasan-ı Basri burada zühdün tevazu olduğuna işaret etmiştir.

“Bize göre zühd, seni Allah’dan meşgul edecek her şeyi terk etmektir” diyen Süleyman Dârâni ise, en üstün zühdü tarif etmiştir.

“Farz olan zühd haramdan kaçınmaktır. Nafile olan zühd helâlden kaçınmaktır. Selâmet olan zühd ise, şüphelilerden sakınmaktır”                                         İbrahim b. Ethem

Halbuki öğrendik ki zühd, helâllerden ve şüphelilerden sakınmaktır. İbrahim Ethem, farz olan zühd haramlardan kaçınmaktır derken, haramlardan kaçınmak bütün Müslümanlara farzdır. Bütün Müslümanlar, haramdan kaçınmakla zühd etmiş olurlar ve Kur’an ile müjdelenen zahitliğin karşılığını da almış olurlar. Allah-ü Tealâ’ya varış yolları, insanların kudretlerine ve meşreplerine göre çeşitlidir. İlim yolu, ibadet yolu, zühd ve takva yolu, aşk ve muhabbet yolu, irfan yolu olmak gibi çeşitlidir. İşte dinin şubelerinden olan zühd yolundan da mahrum olmamak üzere, diğer yol ile gidenler de zahitliği tatmış olurlar. Her bir şubenin içinde, her bir yola ışık vardır.

Bu bakımdan bir yol kendisine açıldı diye, diğer yola küçümseyerek bakmak doğru olmaz. Her yol, asli görevini yaparak, Sevilen ile seveni kavuşturur.

Zühdün en alt derecesi, sakıncalı olanlardan hatta şüphelilerden kaçınmaktır. Bazıları daha da ileri giderek, zühd şüphelilerde değil, helâllerde olur demiştir.

Dünya hayatı, Allah’a ulaşmak için şarttır. Burada iken, aradaki engelleri kaldırabileceğiz. Bu bakımdan, bedenin sağlıklı kalması için zaruri ihtiyaçlara yönelip, temin etmek; zühde aykırı olmayıp, aslında zühdün şartıdır.

Zühdün Fazileti

Zühdün Fazileti:

Allah-ü Tealâ, Kur’an-ı Kerîm’de zühdü, ulemaya tahsis etmiştir.

“İlim kendisine verilenler dedi: Yazıklar olsun size, iman edenler için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır”            Kasas/79,80

Buradan  anlaşıldığı gibi, zahitler ilim erbabıdır ve övülmüşlerdir.

“İşte bunlara sabrettiklerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir”                                                                Kasas/54

Burada dünyayı terk ederek sabretmelerinden dolayı verilen müjde ile, dünyayı terk etmenin faziletini görüyoruz. Kehf suresi,7.âyette “ahsenü amelâ” diye geçen kelimeyi, müfessirler “güzel amel yani zühd” diye tefsir etmişlerdir.

“Kendisine susmak ve zühd verilen kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zira o, hikmet telkin eder”

                                                               İbn-i Mâce

“Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir”

Bakara/269

     Bu sebeple denildi ki, kırk gün dünyadan yüz çeviren zahidin kalbine, Allah-ü Tealâ hikmet kaynaklarını akıtır ve dilinde hikmetli sözler söyler.

“Allah-ü Tealâ’nın seni sevmesini istersen, dünyadan yüz çevir”                                                                       İbn-i Mâce

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), “Allah’dan hakkıyla hayâ edin” buyurduğunda, Ashab-ı Kiram “hayâ ediyoruz” dediklerinde; “ Öyle değil. Oturmayacağınız evleri yapar, yiyemeyeceğiniz serveti toplarsınız” buyurmuştur.                Taberani

“Cömertlik iman sağlamlığından gelir. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Cömert Allah’a yakın, insanlara yakın ve Cennet’e yakındır. Cimri ise Allah’dan uzak, insanlardan uzak ve Cehenneme yakındır”                                                         Tirmizi

“Dünyayı ahireti üzerine tercih eden kimseyi, Allah-ü Tealâ üç şey ile ibtilâ eder: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs” Taberani

“Kişi imanını kemale erdiremez, ta ki bildiğinden daha sevimli bir şeyin varlığını bilmedikçe ve o şeyin azı, kendisi için çoğundan daha sevimli olmadıkça”                Hz.Ali(k.v.)

“Allah-ü Tealâ, bir kuluna hayır murad ettiği vakit, onu dünyadan uzaklaştırıp, ahirete teşvik eder ve kusurlarını kendisine gösterir”                                                          Ebû Mansur

“Öğrenmeden ilim sahibi olmak,rehbersiz hidayete ulaşmak isteyen, dünyayı terk etsin”                              İbn-i Hibban

“Dört şey zorlukla elde edilir: Susmak ibadetin başlangıcıdır, tevazu, çok zikir, az varlık”                                   Taberani

“İnsanlar dünyalıklardan eksik kalanı istemediği müddetçe kelime-i tevhid, insanlardan Allah(c.c.)’ın gadabını uzaklaştırır. İnsanlar hem dünyalığı tercih edip, hem de kelime-i tevhidi söylediklerinde, Allah-ü Tealâ ( bu iddianız doğru değil, yalancısınız) buyurur”

“Bütün amelleri araştırdık, ahiret hususunda dünyadan yüz çevirmekten iyisini bulamadık”                      Eshab-ı Kiram

“Dünyada zühd, kalb ve cismin selâmetidir”          Hz.Ömer

“Allah-ü Tealâ bizi dünyadan yüz çevirmeye davet ettiği halde, bizim dünyaya rağbet etmemiz, günah olarak bize yeter”                                                                          Bilâl b. Sa’d

“Kalplerimiz üç perde ile kapanmıştır. Bu perdeler kalkmadıkça kişi yakîn kuvvetine erişemez. Bunlar mevcut ile sevinmek, rağbet olana üzülmek, övülmeye sevinmektir. Mevcut ile sevindiğin vakit haris, rağbet edildiğin şeye üzüldüğün vakit azap duyan, övülmeye sevindiğin vakit de kendini beğenmiş olursun ki buna ucub derler. Bu da ameli mahveder”

İbrahim b. Ethem

“Zahitin iki rekât namazı, zahit olmayanların ömür boyu zahmet ve meşakkatle yaptıkları ibadetlerden makbuldür”

İbn-i Mes’ud

“Dünya doğruluk değil, eğrilik yeridir. Ferahlık değil, sıkıntı yeridir. Onu bilen bolluğu ile sevinmez, yokluğu ile de üzülmez”                                                                   Süfyan-ı Sevrî

“Dört şeye bürünmedikçe, abidin ameli halis olmaz. Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillettir”                           Sehl b. Tusteri

Zühdün Hakikati

Zühdün hakikati:

Zühd; kişinin rağbet ettiği bir şeyden yüz çevirerek, onun yerine daha iyi ve güzeline dönmesidir. Yüz çevirdiği şeyin kendisinde heves edilecek bir şey bulunması lâzımdır. Meselâ taş, toprak, çakılda heves edilecek bir şey olmadığı için, bunlardan yüz çevirene zahit denmez. Ama altın, gümüş ve her türlü beğenilen şeyden yüz çevirmeye zühd denir. Bunu yapana da zahit denir. Zühdün bir diğer şartı da; yüz çevrilen şeye nazaran, rağbet ettiği şeyin, zahidin kendi anlayışı ile, daha hayırlı olmasıdır.

Meselâ; dünyayı satıp ahireti alan kişi dünyaya nispetle zahittir. Ahireti satıp dünyayı alan kişi de ahirete nispetle zahittir. Fakat adet olarak, dünyadan yüz çevirene zahit denir. Mutlak zahitlik ise, hem dünyayı ve hem de ahireti terk ederek, Allah-ü Tealâ’ya yönelerek, tercih etmektir.  Zühdün en yüksek derecesi de budur.

Tasavvufta zahitlik deyince, sadece yasakları değil, mübah olanları da terk etmek anlaşılır. Zahitlikte esas olan, kişinin terk edeceği şeye karşı terk edecek gücünün olmasıdır. Meselâ, bir şeyi terk etmesi gerekiyorken, terk edemiyorsa, kendisi için zahit olduğunu düşünmesi, hayaldir.  Bir de terk edeceği şey elinde olmalıdır. Meselâ, malı olmayan birisi “malı terk ettim” diyemez.

Zühd; her konuda olduğu gibi, ilim, hal ve amelden meydana gelir. Bir insanın dünyayı terki zordur. Zira bütün insanlar dünyayı ellerine geçirmek için uğraşırlar. Ayrıca kuvvet ve nüfuzları da ellerinde bulundurdukları ile ölçülür. Bu bakımdan dünya, her şeyi ile tatlı gelir. Dünya sevgisi deyince, mal, mülk, para, zinet, kadın, evlât, dünyevi makamlar, manevi makamlar, baş olma hevesi gibi şeyler akla gelir. İşte bunların her biri insanı var eden şeylerdir. Bu bakımdan tatlı gelir. Kimse de bunlardan sıyrılmayı istemez. Ancak ilimlenme sonucu; Allah(c.c.)’ın dünyayı kerih gördüğüne dair deliller öğrenilince, dünya hayatının kısa ve geçici olduğu öğrenilince, dünyayı terk etmekle ahiret saadetine ulaşılacağı bilinirse, o zaman kişi dünyayı terk etmeyi isteyebilir. Yakîn ile, ahiretin de terk edilerek, Allah’ın Cemaline ulaşılabileceği öğrenilince ve bu arzu kişide kuvvetlenince zühd de üst seviyeye çıkmış olur.

İlimlendikten sonra, kalbinden dünya sevgisini çıkarmaya çalışır. Dünyadan uzaklaşırken, elbette kendisine gelmiş olan dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Eğer kişi, dünyadan mahrum ise, terk edecek bir şeyi yok demektir. Ama insan nefsi, neye sahipse o şeyi büyütür. Meselâ; birinin sahip olduğu ibriği öylesine gönlüne girmiştir ki, belki senelerce uğraşsa bu alâkayı kalbinden çıkaramayacaktır. Zengin birinin büyük olan servetini kalbine soktuğu kadar büyük bir sevgidir. İşte nefis böyle hilelerde bulunur. Kalbine sokar, çıkarır ve böylece yıllar geçer. Bu uğraşmaya da hal denir.

Hallerin gereği olarak, âzalarına yansıyan işler yapar ki buna da zühde uygun ameller denir. Aklı olan ve ilim ile öğrenen kişi, bilir ki hayırlı olan için, hayırlı olmayan terk edilmelidir. Her terk ediş ile, kalbe taat sevgisi yerleşir. Önce kalpten çıkmalıdır. Kalp taate kavuşunca, diğer azalar da itaate yönelir.

Dünyadan meselâ malı vardır ama malı gönlüne girmemiştir. Lâkin gönüllerde taht kurmak, gönlüne girmiştir. Malını harcayıp, gönülleri kendine bağlar. Sonra da “zühd adına malımı dağıttım” diyemez. Malı gönlünde değildir. Bu sebepten elinden çıkarması önemli değildir. Ama gönüllere sahip olmak, gönlündedir. Malını dağıtıp, gönüllere sahip olmuştur, sevgi kazanmıştır. Zaten istediği de budur. Dünyadan uzaklaşmamış, aksine dünyayı avucuna almıştır.

Yani zahitlik sadece mal ile olmaz. Bir de malın azlığı çokluğu ile olmaz. Kalbe dünyadan ne girmiş ve yer etmişse, ondan uzaklaşmak zahitliktir.

Öyle kişiler vardır ki, dünyanın her türlü varlığı ile iç içedir. Lâkin, sahip olduğu her şeyin asıl sahibi olduğunu bilir ve unutmaz. Sahip olduğu hiçbir şeye kıymet vermez. Elinde varlığı ile yokluğu birdir.

Ele geçmemiş olan şeyler için zühdden bahsedilmez. Çoğu insan meselâ malı olanı görüp, “bu mal benim elimde olsa terk ederdim, hayır yapardım” derse de; böyle söyleyerek, kendini aldatmamalıdır. Zira mal elinde olsa ne yapacağı belli değildir. Çoğu insan eline fırsat geçmediği için kötülük yapmaz. Fırsat geçince de her kötülüğe bulaşabilir.

Mala önem vermeyerek elden çıkarış, malı koruyamadığı için vazgeçiş, övülmek adına, anılmak adına elden çıkarış zahitlik değildir. Asıl zühd, kalbinde Allah(c.c.) sevgisine ortak bir sevgi barındırmamak üzere, ahiret mükâfatı umarak, dünya kendisine tam olarak yönelmiş olduğu halde ve dünyadan istifade edecek her imkâna da sahip olduğu halde, onu terk etmektir.

İnsanlar, dünyanın fani, ahiretin ise daimi olduğunu bildikleri halde; bazıları dünyayı terk edemezler. Bunun sebepleri şunlardır:

1)İlim ve yakînleri zayıftır.

2)Şehvetlerinin kendilerini istilâ etmiş olması söz konusudur.

3)Şeytana uyarlar. Şeytan: “İlerde tevbe edersin. Şimdi dünya senin için ve sana verilmiştir” diye iğva verir.

Zühd

ZÜHD

“Onu değersiz bahaya, birkaç dirheme sattılar. Onlar bunun hakkında rağbetsizdirler”                                       Yusuf/ 20

“Şüphesiz Allah, mü’minlerin canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı”. “Yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin”                                                                    Tevbe/111

“De ki; dünyanın faydası pek azdır”                       Nisa/ 77

“Kendilerine ilim verilenler de, dedi; yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı daha hayırlıdır”                                    Kasas/80

“İçinizden kimi dünyayı istiyor, kimi de ahireti diliyordu”

Âl-i İmran/ 152

“Siz bütün zevkleri dünya hayatı içinde bitirdiniz”

                                                                             Ahkâf/20

“Hakikat biz onlara, kendinizi öldürün, yahut yurtlarınızdan çıkın diye yazsaydık, içlerinden birazı müstesna olmak üzere, bunu yapmazlardı”                                              Nisâ/ 66

“İşte bunlara sabrettiklerinden dolayı, mükâfatları iki kat verilecektir”                                                                  Kasas/54

“Kim ahiret ekimi dilerse, onun ekimini arttırırız. Kim de dünya ekimini isterse, ona da bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur”                                                                   Şûra/20

“Onlardan bir sınıfa; kendilerini fitneye düşürmemiz için, faydalandırdığımız dünya hayatına ait zînetlere ve debdebelere sakın iki gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir”                                            Tâ-hâ/131

“Ki onlar dünya hayatını, ahiretten üstün(tutarak) severler”                                                                               İbrahim/3

“Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse,onun göğsünü İslâm için açar”                       En’âm/125

“Bilin ki; dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve evlâtlarda bir çoğalıştır”                                                                  Hadid/ 20

“Kim Rabbinin makamından korktu, nefsini hevâ ve hevesinden alıkoyduysa, işte muhakkak ki Cennet onun varacağı yerin ta kendisidir”                                                   Nazi’at/40, 41

“Dünya hayatına razı olan ve onunla sükûna dalan kimselerle, bunca ayetlerimizden gafil olanlar yok mu?”

                                                  Yunus/7

“Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, hevâ ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme”

Kehf/28

“Bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir. Onların ilimden erebildikleri işte budur”                                            Necm/29,30