Onuncu Bölüm:
KIŞ IHLAMUR’DA BİR BAŞKA…
Ihlamur yokuşu buz tuttu. Ocak Ayının ortalarındayız. Ayakkabılarımın üstüne eski bir çorap giyerek, buzda düşmemeye çalışıyorum. Sokaklar tenha. Anlaşılan soğuk insanları etkilemiş. Mecburiyeti olmayan, dışarı çıkmıyor. Ben memnunum. Rüzgâr ve arada kar atıştırması beni kendime getiriyor. Yanaklarım buz gibi, başımda bir külâh. Yokuşu dikkatle tırmanıyorum. Elimde mısır paketi. Bu gün mısır patlatacağım ve herkese ikram… Dükkânı açmakta zorlanıyorum. Nihayet içerideyim. Sobayı tutuşturdum. Çaydanlık üzerinde, kaynamaya başladı bile. Su hazır olsun da biri gelirse, hemen demleyivereceğim. Dışarıda görünen dünya çok hoş. Beyaz örtü her yeri kaplamış. Bazı ağaç dalları kar yığılmasından eğilmiş. Arada rüzgâr ile ağaçlardaki karlar uçuşuyor. Çok hoş, çok…
Kapıda bir genç duruyor. Benim sıcak olan mutluluğuma özenmiş gibi. İçeri alıyorum. Çok üşümüş. Biraz soba başında duruyor. Bir tabure çekiyorum sobanın yanına. Hiç konuşmuyor. Anlaşılan epeyi üşümüş, içi titriyor. Ben yavaşça çayı demliyorum. Sobada tıkırtı çaydanlıktan, bir tabure de kendime çekiyorum. Dükkânda bulundurduğumuz galetaları, peyniri de çayın yanına koyuyorum. Arkadaş acıkmış anlaşılan, gözü yiyeceklerde. Acele servis yapıyorum. O çayından birkaç yudum alıyor ve sonra “teşekkür ederim” diyor. Sesi zor çıkıyor. Böylece çaylarımızı içerken, onun yoksulluğunu ve kibarlığını sezmeye başlıyorum. Adı Necip. Biraz sonra dili çözülüyor, anlatmaya başlıyor. Anadolu’dan İstanbul’a dört yıl evvel gelmiş. Bir tek anneciği varmış, memleketinde. Niyeti çalışmak, sonra da annesini yanına almak imiş. Fakat bunu başaramadan annesini geçen sene kaybetmiş. Artık bu şehirde yoluna devam ediyorken, işten çıkarılmış. Ufak tefek biriktirdikleri ile beş on gündür idare etmiş. Bu arada iş aramış ama bulamamış. “İki gündür ağzıma bir şey girmemişti. Bu sebepten size teşekkür ederim. Burada yolun üst kısmında bir kapalı oto park varmış. Oraya bekçi aranıyormuş. Son mecalimle bu gün oraya gelip, müracaat edecektim. Fakat benden az önce birisini bulup, işe almışlar. Bütün ümitlerimi kaybetmiş olarak oradan çıktım. Aşağı doğru yürüyorken, sizi gördüm. Dükkânı açıyordunuz. İçimden bir ses, belki de sizin bana bir iş verebileceğinizi söyledi. Aksilik, kiramı da veremeyince, şu anda evsiz de kaldım. Birkaç arkadaş bir odayı bölüşüyorduk. Ama onların da memlekette çoluk çocukları var. Benim yerime kirasını verebilecek birisini bulmuşlar”.
“Bu akşam nerede kalmayı düşünüyorsun?” diyemedim. Kalbim Necip’e inanmıştı. Zaten çok yalın konuşmuş ve halini özetlemişti. Bu çocukta farklı bir hal vardı. Vakur bir duruşla sanki yüksek makamlarda bir asilzade gibi görünüyordu. Bakışları keskin, hayatın kendisinden götürdüklerini sorgulamayan, sadece şu anın gereğini yapmaya çalışan, biri gibiydi. Mızmızlıktan ve şikâyetten uzak bir dille halini anlatıvermişti. “Allah büyüktür, bir çaresi bulunacaktır” dedim. Kendime de şaşarak. “Ben de inanıyorum ki her işte bir hayır vardır” dedi. Ayağıma çıkartmış olduğum eski çorapları geçirerek “Ben bir yere kadar gidiyorum. Hemen gelirim. Sen otur, geleni de oturt. Çabuk geleceğimi söylersin” diyerek fırladım. Gözlerimin yaşla dolduğunu göstermeden, hızla yakındaki bir bakkala girdim. Ekmek ve sucuk alarak, döndüğümde dostlar gelmişler ve orada olağan üstü bir olayın geçtiğini anlamışlardı. Ben kısa yoldan özetleme yapıp, Necip’e ekmek içi sucuk hazırlayıp verdim. Biliyordum ki iki günlük açlık, galeta ile susmayacaktı…
O gün akşama kadar nasıl çalıştım, ne yaptım bilmiyorum. Aklım hep Necip’te. Sonradan fark ettim ki Necip benden daha rahat. Elinden gelirse bir şeylere yardım ediyor, dostlarla da arası ılımış. Onda tevekkülü görüyordum. Kendi kendime “acaba bizim iş vereceğimizden yahut ev bulacağımızdan mı emin oldu da, bu kadar rahat?” diye düşünüyorum. Hayır bu değildi. Belki sonra kendisine soracaktım. Ama şimdi değil.
Dostum yavaşça yanıma gelerek “ne yapmayı düşünüyorsun?” dediğinde, ben de bilmeden “Bakî Efendi’ye götüreceğim. O’nun çevresi geniş, belki bir çare bulur” diyorum. Sonradan kendi aklıma bile gelmemiş olan bu kararı nasıl emin olarak söylediğime ben de şaşarak…
Akşam dükkândan ayrılıyoruz. Necip belki de doymuşluğu ile bana daha boylu görünüyor. Birlikte kâh kayarak, kâh yürüyerek yokuştan iniyoruz. Hiçbir şey sormuyor. Beşiktaş vapuru, Üsküdar ve nihayet Erenköy…
Bakî Efendi, bizi yemeğe buyur ediyor. Annem ile (Uludağ’dan beri anne diyorum) sofrayı hazırlıyorum. Nefis mercimek çorbası ve erişte yiyoruz. Necip çorbadan bir daha alıyor. Ne kadar rahat, ne kadar saf… Bakî Efendi de memnun misafirinden, anlıyorum. Gece daha soğuk ve kar bastırıyor. Her yer daha beyaz aydınlıkta. Benim içimde beyazlığın Necip’si saflığı oluşuyor. Kendimi bir yuva bulmuş gibi hissederken şaşırıyorum. Yuvası olmayan Necip iken, ben nasıl böyle hissediyorum diye düşünüyorum. Acaba kendimi O’nun yerine mi koymuştum? Galiba böyle olmuştu. İlk defa kendimi tam olarak kaybedip, Necip’te bulmuştum. Bu ilk defa oluyordu…
“Bir yatak açıverelim, bu gece misafirimiz olsun. Yarın düşünürüz gerisini” diyen sesle seviniyorum. Galiba içimden böyle olmasını istemiştim. Gece soğuğa gebe, Necip Bakî Efendi’nin ellerini öpüyor. “Bana güvenerek, evinizde bir yer verdiğiniz için teşekkür ederim. Göreceksiniz ki sizi üzmeyeceğim” diyor. Sonra bana öyle derin bakıyor ki içim titriyor. En büyük teşekkürünü yapmış oluyor. Hayatımın başındaki köşesinde yatan ihtiyarın bakışlarını yakalıyorum, Necip’te…
Sabah olunca artık konuşma vakti. Bakî Efendi soruyor. Necip cevaplıyor. Orta okuldan sonra okuyamamış. “Hevesin var mıydı, iyi okur muydun?” diyor, Bakî Efendi. “Evet iyi okuyordum. Öğretmenlerim de mutlaka okumamı istemiştiler. Annem ırgatlık yapıyordu. Ben de onun daha çok yorulmasını istemediğim için, okumaktan vazgeçtim. Annemi köşeye oturtup, ben çalışmaya başladım. Zaten hiç kimsemiz yoktu. Annem beni kırkında doğurmuş, tek çocuk. Ancak bir tane vermiş Allah. Ben doğruyu yaptığıma inanıyorum. Eğer annem ben okuyacağım diye çalışmaya devam etse ve bu sırada ölseydi, kendimi asla affetmezdim”.
Bakî Efendi “Eyüp’teki ev boş. Biz orada muhitin çocuklarına kültür evi gibi faaliyetler yapıyoruz. En çok da müzik. O evin üst katta bir odası var, hiç kullanılmıyor. Orayı düzenleyelim, şimdilik eğer istersen orada kalabilirsin. Eyüp’lü Hilmi Efendiye de rica ederiz, bir geçimlik iş temin eder. Lâkin eğer halâ düşünürsen, ben eğitimini dışardan da olsa tamamlamanı isterim. Böylece şimdilik geçici bir iş sana yetecektir. Sonrasını zamanı gelince düşünürüz” diyor. Necip mahcup, başı önünde. “Ben ne yaptım da yolum bu kadar açıldı?” deyince, “Sen annene iyi evlât olmuşsun. Allah yapılan hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz” cevabı ile, biraz rahatlıyor. Bakî Efendi bana dönerek; “Necip size emanet olsun. Biz de gerekenleri yaparız” diyor. Kalbim hafif. Demek dünya işleri de Allah’a tevekkül ile kolaylaşıyormuş. İçinden çıkılmaz bir durum olarak nitelediğim bu hal düze çıkmıştı bile…
NECİP’İN EYÜP’Ü
Necip’i Eyüp’e yerleştirdik. Doğrusu Hilmi Efendi ve eşi çok yardımcı oldular. Nazmiye Hanım komşularının yardımı ile Necip’in odasına perdeler dikti. Küçük bir odun sobası alındı. Hilmi Efendi’nin tavan arasında kullanılmayan pek çok eşyadan bir kısmı getirildi. Necip kan ter içinde, karın altında çalışıyor. Mutluluğu yüzünden belli oluyordu. Yere eski ama az kullanılmış bir Isparta halısı serildi. Bir çalışma masası, iki sandalye. Pencere kenarına alçak minderler. Üst üste iki yatak Necip’in yatağı oldu. Hem yerden yüksek olduğu için soğuktan koruyacak, hem de bir misafiri olursa kullanılacaktı. Garibim “Benim kimsem yok ki kim gelecek?” dediyse de, yataklar böyle hazırlandı. Yorgan, yastıklar ve iki adet battaniye. Nazmiye Hanım “belki üşürsün, ikisini de alırsın” diyor. Necip tam bir Allah garibi. Üstü yok, başı yok. Ama hepsi oldu. Nereden, nasıl olduğunu bilmiyorum. Her şey temin edildi. Nazmiye Hanım “Sen daha buralara alışamazsın. Muhit farklı. Bir müddet bize yemeğe gel akşamları, zaten iki başımıza tenhayız. Bizim de kimsemiz yok. Yemeğini yer ve evine gelirsin. Hem bana da yardım edersin” diyor. Necip hem mutlu hem mahcup. Benim dilimde Erzurum’lu İbrahim Hakkı:
“Deme niçin şu şöyle? Yerincedir o öyle
Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler”
özetlenmiş hikmet sözler…
Necip memnun ve şaşkın “birden her şeyim oldu” diyor. “Evim, eşyam, işim, en önemlisi de beni gerçekten düşünen, seven ailem” “ben nasıl şükredeceğim?” diyor. Hüseyin Hilmi Bey ona bir tanıdığının yanında az bir ücrete, muhasebe yardımcılığı işi buldu. Onlar ondan memnun, o da onlardan…
Bende karınca kararınca Necip ile ilgileniyorum. Çalıştığı iş yeri Rami’de. Açık öğretim lisesine de yazıldı. Bir gün “hadi bakalım kitaplarını almaya sahaflara gidiyoruz. Sahaflara hiç gittin mi?”diyorum. O “hayır, bilmiyorum, zaten İstanbul’u pek tanımıyorum.”deyince, doğru sahaflara.
Şubat Ayının başlarındayız. Kar halâ ara ara devam ediyor. Bu gün ikindi üzeri gibi Çınaraltı’ndayız. Üniversite kapısının önündeki büyük meydandan geçerken gösteriyorum: “Burası İstanbul Üniversitesinin kapısı. Şu yan taraftaki bina da kütüphane. Seninle müsait bir zamanda kütüphaneye de geliriz. Hiç kütüphaneye gittin mi?” başını iki yana sallıyor “hayır, niçin kütüphane vardır bilmiyorum”. “İnsanların hepsinin evinde gerektiği zaman başvuracakları kitapların hepsi her zaman olmaz. O zaman böyle kütüphanelerden faydalanılır”. Anladım der gibi başını öne doğru sallıyor. Sahafların bulunduğu avluya giriyoruz. “Önce Hafız Mennan amcaya uğrayıp, elini öpüp, hayır duasını alalım” diyorum. Dükkanının kapısına bir tabure koymuş. Komşusu “namazda, şimdi gelir” diyor. Etraftaki kitapçıları dolaşıyoruz. Bu arada Necip’in heyecanlandığını fark ediyorum. Yüzüne bakınca “epeydir kitaplardan uzak kalmışım, nerdeyse hepsini okumak istiyorum. Bilmediğim ne çok şey varmış” diyor. İçimden “sen bir de deryanın kenarına gelip baksan, o zaman bilmediklerinin çokluğunu öğrenmek için yaratılmış olduğunu sanırsın” diyorum. Mennan amca geldi, tabureyi kaldırdı, bizde yanına gidip elini öptük. İçerisi sıcaktı. Elektrik sobasının başında biraz ısındık. Necip’i bir yakınım diye tanıttım. Bize çay ikram etti. Okul kitabı almaya geldiğimizi öğrenince bizi hemen yanındaki dükkana götürdü. Kitaplar kollarımızda, akşam karanlığı çökmek üzere Eyüp’e dönüyoruz. Bu akşam Hüseyin Hilmi Beylerde paçaya davetliyiz.
O gece nefis paçayla, cevizli tel kadayıf, dışarının soğuğu rehavet getirmiş olacak ki Hüseyin Hilmi bey “Allah razı olsun geldiğiniz için, paça anlı şanlı bir yemektir. Kalabalıkla güzel yeniyor. İsterseniz hiç çıkmayın şu soba kenarına kıvrılıp, uyuyun.” Hoşuma gitmişti. Necip’le arka odaya koştuk. İki ince yatak vardı alıp, getirdik. Çarşaf, yorgan, battaniye ve tabi yastık. Asla yastıksız yatamam. Yataklarımızı neşe ile hazırladık. Hilmi bey o arada yatsıyı kılıyordu. Ben de hemen abdest alıp, arkasına durdum. Secdeye vardığımda yanıma birinin katıldığını hissettim. Necip namaza başlamıştı. Sonra namaz bitince, Hilmi bey Necip’in ellerini tuttu, hayırlı olsun, dedi. “İlk defa benim evimde biri namaza başladı. Bu benim için büyük bir şeref”, ağlıyordu. Nazmiye hanım teyze sandığından misk gibi kokular içinde iki seccade getirdi. “Beytullah’tan, çeyizimden kalma. İkinize de namaz hediyem olsun. Mübarek olsun, daim olsun, son nefesinize kadar bırakmadan kılmak nasip olsun”. İçimden nasıl bırakılabilir diyorum.
Yattığım yerde sobadan yayılan müziği dinliyorum. Dolu dolu bir gün daha yaşadık. Yuşa gününü hatırlıyorum. Yuşa hazretlerinde namaza başladığım günü. Secdeye varış bende çok farklı duygular meydana getirmişti. Sadece Allah’a eğilineceğini anlamıştım. Doğrusu Necip’i merak ediyordum. Acaba O neler hissetmişti? Usulca “Necip uyuyor musun?” diyorum. “Hayır”. “duygularını merak ediyorum, neler hissettin?”. “Aranıza karışalı kaç gün oldu ki? Beni kucakladınız, sahiplendiniz, bana en sıkışık zamanımda el uzattınız. Başta sen olmak üzere hepinize karşı minnettar oldum. Ve bunların karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimi bilerek, mahcup oldum. Ama secdeye vardığımda bu duygularım kalbimde devam ederken, teşekkürümü yapmış gibi oldum. Bu da bana rahatlık verdi. Ben namazdan şükrü anladım. Açlıktan, dizimin tutmadığı anda karşıma çıkan sizlerle hayatım değişmiş oldu. İşte önüme gelen bu hayatın şükrünü daima yapmalıyım. Bir önemli konu daha var ki esas bunun üzerinde çok duruyorum. Bu devirde siz bana nasıl hemen güvendiniz? Siz beni tanımadığınız halde nasıl emin oldunuz? Beni dükkanınızda yalnız bıraktınız, evlerinize aldınız. Bunu düşünürken de kendimi emin kişi olmaya mecbur hissediyorum. Ve namaz süresince kalbimden emin olunan kişi olmaya söz verdim. Dilerim benimle hepiniz onur duyarsınız”. Necip artık hıçkırıklarla ağlıyordu. Bu ağlamanın kesilmesi için; “Necip! Biliyor musun? Kuran’da senin söylediğin emin olunan kişilere özel bir hitap var. Mübarek olsun.”, diyorum. Necip’te sükunet, odada sobanın çıtırtısı, yatağımda mutlu ben, sabaha uzanan saadet…