Kategori arşivi: Adımlar 3.Cilt

Nefisle Bağlantı Kurma Yolları

Nefisle Bağlantı Kurma Yolları:

İman sahibi, iman ettikten sonra her şeyin henüz başlayacağını bilir. Yani inanan için, iman etmekle, Allah(c.c.) yolunda ilerleme başlamış olur. Kul için imtihanlar, iman ile başlar. Kulun Allah-ü Tealâ’ya varmasına, tanımasına, bilmesine en büyük engeller de nefisten gelir. İşte nefsin taşkınlıklarına ve kötülüğü emretmesine karşı koyabilmek için; insanın nefsi ile alâkasını koparmaması lâzımdır. Daima nefsinin olduğunun farkında olması ve onun oyunlarından ve hilelerinden haberdar ve bilgi sahibi olması gerekir. Ve de nefsi ile baş edebilmek için, kuvvetli olma ve baş etme yollarını öğrenmesi lâzımdır.

İman sahibi, nefisleri ile ilgili olan bu bağlantıyı (murabatayı) ve kontrolü altı türlü yapar:

1)Müşarate:  Nefis ile anlaşma yapmaktır.

2)Murakabe: Nefsi denetleme, bakma, gözetmedir.

3)Muhasebe: Nefsini hesaba çekmedir.

4)Muakabe:   Nefsi kınamadır.

5)Mücahede: Nefsi ile cihad etmek, terbiyesiyle uğraşmaktır.

6)Muatebe:   Nefsi uyararak, kınamadır.

 

1)Müşarate:(Nefisle anlaşma yapmak)

Nefis ile anlaşma yapmaktır. Tegabün, 9.Âyet olan: “Sizi toplanma gününde topladığı gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” bu âyet ile kişi, nefsine hatırlatma yapmalı ve bir anlaşmaya varmalıdır. Nefsin kurtuluşu salih amellere bağlıdır. Salih amellerin başında da haksızlık etmemek gelir. Kişi hem kendinin dışında olanlara, hem de kendine haksızlık etmemelidir. Dışımızdaki olan kişilere haksızlık; onların haklarını gasbetmek, yetim malı yemek, can almak, emanete hıyanet etmek, yalan söyleyerek aldatmak, yanıltmak, kötü işlere sebep olmak, dövmek, sövmek, hakaret etmek, iftira atmak ve daha pek çok sayılabilecek günahlardır. Bu konuya dışımızda olan diğer canlılara, yani hayvanlara, bitkilere ve çevremize olan haksızlıklar da dahildir.

Kendimize yapacağımız haksızlık ise; nefsimizin bizi götüreceği sona gidiştir. Bu gidiş aldanma ile olur. Kendimizi, nefsimizin bize tanıttığı şekilde değil, hakikat gözü ve insaf nâzarı ile görmek, aldanış içinde gitmemize engel olacaktır. Burada bazı ip uçları vermek gerekirse; meselâ bir konuda kendimizi doğrudan haklı görmek, hakikati görmemize perdedir. Böylece karşımızdaki kişi ile helâlleşilse bile, içimizden kendimize hak veriyorsak, bu nefsimizin örtüşüdür. Asla helâlleşme olmamış demektir. Ağız konuşmuştur. Usulen bir iş yapılmıştır. Bu bakımdan, büyükler kendini haklı gördüğü sürece kişinin haksızlık yaptığı kul ile helâlleşmesini ve Allah-ü Tealâ’dan af dileyip, tevbe etmesini samimi bulmazlar. Bunun tekrar bir aldanışa düşme olduğunu söylerler. Bu bakımdan yukarıdaki âyette “..işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” cümlesi, aklı ile hareket edenlere önemli bir uyarıdır. Zira aklı olan hiç kimse, aldanarak gitmeyi istemez. Ahirete iman eden için de, dünya hayatını aldanışla geçirmek, ahiretteki kayıplar demek olacağından, hem ahiret imanı olan ve hem de akıllı olan, dünyada üç günlük menfaat için bu aldanışı istemez.

Kendimizi aldatmaya diğer bir örnek, kendimize acımaktır. Kişi dünyevi kayıpları için kendine acımakla, esas hayattaki kayıplarını örtmüş olur. Bu da nefsin tuzaklarındandır. Acınacak olan, ahiret saadetine ulaşamayacak olandır. Kişi ahiretteki halinden emin midir ki, o halini düşünmeyi bırakarak, bu günkü kıvır zıvır şeyler için kendine acımaktadır.

Kendimize yaptığımız haksızlıklar da pek çoktur. Bunları belki yeri geldikçe anlatmak mümkün olacaktır. Bir tane daha misal verelim ki, bu misal zincirleme olarak giden aldanışlardandır. Meselâ; bir kişi olumsuz bir iş yaparken, nefsinde bu olumsuz işi yapmak için bin bir türlü sebebi hazır bulur. Meselâ; çocuklarına parayı esirgeyip, vermediği halde, ileride çocukları rahat etsin diye elinde tuttuğunu söyler. Bu, o kişinin cimriliğine perdedir. Söylediğine öylesine inanır ki, kendi bile cimri olduğunu asla düşünmez. Hatta kendi parasını kendi yemediği ve çocuklarına sakladığı için, kendini iyi bir baba gibi  görür. Başka bir örnek; biri eşi için giyindiğini, süslendiğini, masraf yaptığını söylerse de, kendi içinde çevresinin iltifatı için yaptığını kendi bile, eşi bahanesiyle örtmüş olur. Meselâ biri arabası varken, daha iyisini almak istediğinde; eşi için, çocukları için, işi için gibi bahaneler ileri sürer. Asıl gayesi ise revaçta olan o arabaya, kendi de sahip olma arzusudur.

Meselâ; birinin oğlu, durumum olsa anneme babama ben bakmak isterim, der. Ama durumu olsa da bakmayacaktır, lâkin nefsi böyle inandırır. Meselâ; bütün çocuklar benim çocuklarımdan farksız, der. Ama kendi çocuğuna reva gördüğünü, diğerlerine görmez. Ya da kendi çocuklarında görmediği, örttüğü kusurları, diğer çocuklarda görür. İnsanoğlu  bahanelere açıktır. Aldanmaya hazırdır. Çünkü çoğu ahirete iman etmeyi bilmez. Hayatı, sadece dünya hayatı olarak değerlendirir. Söz ile iman ettiğini söylerse de, çoğu, bunu ciddi olarak bir kere bile düşünmemiştir.

Bu misaller anlatılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan nefsi tanımak, asıldır. Bu bakımdan “nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurulmuştur. Bu bakımdan “Cihad-ül Ekber, nefis ile cihaddır” buyurulmuştur.

Böylece nefis bin bir hile ile, sahibini esir alıp, yönetirken; nefsin sahibi olan, nefsinin kurtuluşunun ve  nefsin oyunlarından kurtulmasının  tek çaresinin, nefsi ile mücadele etmek yolu olduğunu   bilir. Bu yol salih amellerini çoğaltmak ve nefsinin oyununa gelmemektir. İşte böylece; her yeni güne başlarken, kişi o günün belki de ömrünün son günü olduğunu düşünerek başlamalıdır. İçinde bulunduğu anı, son an gibi değerlendirerek, eline geçen bu fırsatı ganimet bilip, nefsi ile bazı şartlar üzerinde anlaşma yapmalıdır. Kişi nefsini tanımaya çalışırken, nefsinin emri altında hareket eden yedi âzasına dikkat etmelidir. Bu yedi âza, Cehennem’in yedi kapısına girişi sağlayan âzalardır. Veya Cehennem’den kurtaracak âzalardır. Bunlar; göz, kulak, dil, mide, edep yeri, el ve ayaklardır. Bu âzalar ile, isyan da mümkündür, itaatte mümkündür. İşte nefis ile anlaşma yaparken bu yedi âzayı isyandan koruması için, nefse tavsiyede bulunmalıdır.

Göz ve kulağı korumak üzere; nefse bu âzaların yaradılış hikmetleri anlatılmalı, bu âzalar ile günah işlendiği zaman ahiretteki karşılıkları âyet ve hadisler ışığında gösterilmeli. Gözlerin hakaret nâzarıyla bakmak için değil, sevgi ile bakmak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Kulakların da aynı şekilde, çirkinlikleri duymak için değil, Allah’ın uyarılarını duymak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Her konuyu ibret olarak görmek ve duymak gerektiği anlatılmalıdır. Hatta boş şeylere bakmanın ve boş şeyleri duymanın da yanlış olduğu anlatılmalıdır.

Dili korumak üzere; dil ile girilen günahlar ve karşılıkları anlatılmalıdır. Dil ile, taatin en mükemmeli olan tevhid başlar. Yani tevhide giden yol dil ile başlar, buradan kalbe yerleşir. Böyle bir yüce görev için yaratılmış olan âzanın, isyan için kullanılmaması gerektiği ve eğer kullanılırsa, ahirette karşılığının görüleceği konusunda, nefse uyarı yapılır. Yalan, gıybet, söz gezdirme, hakaret, küfür, yerme, beddua, yaltaklanma gibi günahlar dil ile işlenir. Yaratılma hikmeti ise; zikir, okuyarak öğrenme, ara bulma gibi iyi işlerdir. Ayrıca, her ağızdan çıkanı zapt eden bir murakıb olduğu hatırlatılmalı; söylenen hiçbir şeyin kaybolmayacağı konusunda da nefse ihtarda bulunmalıdır.

Mideyi korumak üzere; helâl-haram ayırımı yapmalı, mideye haram lokma koymamalıdır. Hatta şüphelilerden de uzak tutmalıdır. Eğer nefis dinlemek istemezse, ona meşru olanlardan da mahrum edileceği hatırlatılmalıdır.

Diğer bütün âzaları korumak üzere, hepsi ile ilgili uyarılar yapılıp, âzaların iyiliğe yönelme konusunda meleke kâzanması temin edilmeye çalışılır. Eğer asl olan bu konulara karşı nefis ile anlaşılır ve iyilik konusunda meleke kâzanılırsa, o zaman nafileler konusunda anlaşmaya çalışmalıdır.

Kişinin bazı işleri, haklar bakımından çok önem taşıyabilir. Buralarda nefsi daha da zapt altında tutmak gerekir. Meselâ; öğretmenlik, bir işin yönetiminde başkan konumunda olmak ve ticaret ile meşguliyette, nefis menfaatine uygun olmak üzere daima yanlışı emreder. Başka kişilerin hakları bakımından vebali büyük olan bu işlerde nefsi, daha sıkı kontrol etmek lâzımdır.

Nefis yaradılıştan kulluğa isyan eder, taate direnir. Ama korkutmaktan da anlar. Bu sebeple amele sevk etmeden önce, korkutmak gerekir. Nefis, korku ile amele razı olabilir. Kişi, her yaptığı işi düşünüp, değerlendirmelidir. Hayatının her safhasının idrakinde olmalıdır. Yaptıkları veya yapmadıkları hakkında derinlemesine düşünüp, değerlendirmelidir. Kendini anlamalıdır, hayata geliş gayesini anlamalıdır, nasıl yaşamış olduğunun ve nasıl yaşayacak olduğunun idrakinde olmalıdır.

“Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın”                                                   Nisa/94

“And olsun ki, insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz”                                               Kaf/16

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’e öğüt istemek üzere gelen kişiye: “Yapacağın işin sonunu düşün. Salâh ve iyilik ise yap, azgınlık ise vazgeç” buyurmuşlardır.

 

2)Murakabe: (Denetleme, gözetme)

İlk önce, nefse gerekli tavsiyelerde bulunup, şart koşulduktan (müşarateden) sonra, ikinci adım murakabe olur. Murakabe, nefsin denetlenmesi demektir. Başı boş bırakıldığı takdirde, nefis yavaş yavaş başlangıçtaki yerine döner veya itaat etmekten yorulup, bahaneler bulabilir. Bu yüzden, uyarılar, anlaşmalar yapılırken, bir yandan da nefsin bu anlaşmaları kabul edip, etmediği kontrol edilir.

Murakabe; Allah’ın kulunu murakabesi, kulun Rabbini ve nefsini murakabesi şeklinde olur. Bir de yüksek makamlarda, kulun Allah’a danışmasına da murakabe denir.

Murakabe edene “murakıp” denir. Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sından bir isim olan Er-Rakib (denetleyici), Allah’ın murakıp oluşunu ifade eder. Bir insanın murakıp olabilmesi için, gafletsiz olarak nefsini ve Rabbini murakabe eden, olması lâzımdır.

Murakabenin fazileti:

“Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?”

                                                                     Alâk/14

“Allah şüphesiz hepinizi görüp, gözetmektedir”

Nisa/1

“İhsan Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, O’nun seni gördüğünde şüphe yoktur”                                                                   Hadis-i Şerif

“Taatlerin efdali, devamlı olarak Hakk’ı murakabe ve araştırmaktır”                                                         İbn-i Atâ

İbn-i Mübarek birine Allah’ı murakabe etmesini söyledi.  Adam nasıl yapacağını sorduğunda, “Daima Allah’ı görür gibi ol” demiştir.

“Tarikat yolunda insanın dikkat edeceği en makbul şey; nefsini muhasebe ve murakabe ederek, amelini ilmi ile idare etmektir”                            Ebû Osman el-Mağribi

“Murakabeyi ancak, Allah’dan aldığı hazzın kaybolmasından korkan, sağlayabilir”              Cüneyd-i Bağdadi

“Allah’ın sana bakıp, seni görmesi; senin mahremin olmayana bakmandan önce olduğunu bilmelisin. Böylece gözün korunur”                                       Cüneyd-i Bağdadi

“Murakabenin başlangıcı, Allah’ın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir”                                   Muhasibi

“Murakabe her an ve her sözde gaybı düşünmekle, sırra riayet etmektir”                                              Murte’aş

Allah-ü Tealâ meleklerine; siz zahiri murakabe edersiniz, Ben ise bâtını murakabe ederim” buyurmuştur.

“Kalbin en üstün, efdal ve şerefli zineti; nerde olursa olsun, Allah-ü Tealâ’nın kendisini gördüğünü bilmesidir”

Sehl b. Tusteri

Murakabenin hakikati:

Murakabe; hakiki murakıbı düşünerek, tamamen O’nunla meşgul olmaktır. Marifetin, yani Allah(c.c.)’ı bilme ilminin kalpte uyandırdığı bir haldir. Bu hal kalpte ve âzalarda ameli doğurur. Hal ise, kalbin devamlı olarak O’na yönelip, O’nu düşünmesidir. İşte kesin olarak bu marifete sahip olanlar mukarreblerdir. (Yakın olanlar). Bu mukarreplerin murakabesi, iki türlü olur:

Birinci derece; sıddık olan mukarreplerin murakabesidir. Kalpleri Allah(c.c.)’ın Celâlini düşünmeye dalmıştır. O’nun heybeti karşısında başka bir şeye yönelemeyecek kadar, eğilmiştir. Kalp bu haldedir. Buna uyan âzalar da doğru yol ve istikamette olur. Sadece şüphelilerden değil, mübahlardan bile uzak kalırlar. Bu derecede olan kişiler; gözleri açık olsa dahi, dikkatleri çekilip, uyarılmadığı zaman yanındakileri bile görmezler. Sağır olmadıkları halde, sözlerini duymazlar.

İkinci derece; Ashab-ı Yemin (defteri sağ taraftan verilenler)’den vera’ sahiplerinin  (Allah’dan çok sakınan)  murakabesidir. Bu kişilerde haya (utanma) galiptir. Bunlar dünyada yaşarken, Allah’ın kendilerini gördüğünü bilenlerdir. Hem zahirleri, hem bâtınları ile Allah’ın yakınlığına vâkıf olmuşlardır. Fakat Celâl’i düşünmezler. Kalpleri orta yoldadır. Amellere devam etme alışkanlıkları, murakabeden geri koymaz. Kıyamette rezil olmamak üzere her şeyden kaçınırlar. Durup,ilerlemelerini kendileri ayarlarlar.

Murakabe edenin bütün hatıra, hareket ve sükûnunu murakabe etmesi lâzımdır. Bu murakabede kul iki açıdan konuya bakar: Biri amelden önce, diğeri ise amele başlarkendir.

Amelden önce murakabede; kul amelini Allah için mi, yoksa nefsi için mi yaptığına bakar. Eğer Allah(c.c.) için yaptığını tespit ediyorsa devam etmelidir. Değilse, utanıp, vazgeçmelidir ve nefsini yermelidir. Allah’tan başkası için yapılmışsa, azâba uğranır.

“Allah’tan başka taptığınız putlar da sizin gibi yaratıklardır”                                                               A’raf/194

“Doğrusu, Allah’tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin”                                              Ankebut/17

“Dikkat edin, halis din Allah’ındır”                  Zümer/3

Kişi, sorguya çekilmeden önce, kendi sorgulamasını yapmalıdır. Bütün hareketlerini ve gidişini düşünerek yapmalı, gözünü açıp kapamasına bile dikkat etmelidir.

“Kişi; gözünün sürmesinden, çamurlanan parmağını yıkamasından ve başkasının elbisesine el sürmesinden dahi sorumludur” Hadis-i Şerif’i malûmdur.

Eğer amel, dünyalık elde etmek için yapılmışsa, kişi, karşılığını dünyadan almış olur ve ahiret için karşılık bekleme durumu kalmaz.

İşte böylece murakabenin hakikate uygun yapılması için; amellerin hakikatine karşı ilim sahibi olmak, nefsin ve şeytanın hilelerini bilmek lâzımdır. Hasan-ı Basri: “Allah o kula rahmet etsin ki; bir şeyi yapacağı zaman niyetine bakar, niyeti Allah için olursa yapar, değilse tehir eder” demiştir. Keza: “Onlardan biri sadaka vereceği zaman, kalbine bakardı. Eğer halis niyet varsa verir, yoksa vermezdi” demiştir.

Çoğu insan cahilliği sebebiyle, iyilik yaptıklarını sanırken, Allah-ü Tealâ’nın hoşlanmadığı şeyleri yapar. Cahillik mazeret olamaz. Çünkü kişi muhtaç olduğu bilgileri öğrenmek durumundadır. Bu sebepten alim olanın iki rekât namazı, cahilin bin rekâtından hayırlıdır, denmiştir. Kişi bir işe yönelirken, sahip olduğu ilim nuru ile, yapacağı işin Allah rızası için olduğunu keşfederse, yapmalıdır. Nefsinden olduğunu fark ederse, hemen bu işten uzaklaşmalı ve kalbinden de çıkarmalıdır. Eğer kalbe, bâtıl bir şey gelir de uzaklaştırılmazsa, zaman içinde yavaş yavaş ona yöneliş başlar. Buna hatıra denir. Bu, anı manasındaki hatıra değildir.  Hatırat zamanla o işi yapmaya kadar götürür. Kalpler, ancak Allah’ın nuru ile bu afetlerden korunur. Allah(c.c.)’ın nuruna sahip olabilmek için ise, kalpten dünya sevgisini çıkarmak lâzımdır. Bir de esas akıl önemlidir. Kişinin aklı, kişiyi şehvetlerden korur. Şehvet ile kast olunan aşırı olan bütün isteklerin hepsidir. Eğer kişinin şehvetlerden koruyacak aklı yoksa, şüphelileri ayıklayacak görüşü de olmaz. Bu sebepten, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); “Bir günah işleyenin, ebediyen dönmemek üzere aklının bir parçası gider” buyurmuşlardır.

Özetlersek; insanın kendini murakabe ederken, ilk düşüncesi, yapacağı şeyin kim için olduğudur. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “ Üç şey kimde bulunursa, imanını kemale erdirmiştir. Yerenin yermesine aldırış etmemek, hiçbir surette amelinde riyakâr olmamak, dünyalık ve ahiretten kendisine arz edilenden, ahiret için olanı tercih etmek” buyurmuşlardır. Ve: “Lüzumsuz şeyleri terk etmek, kişinin İslâmiyet’inin güzelliğindendir” buyurmuşlardır.

Amele başlarken murakabe: Kişi Allah(c.c.)’ın hakkını ödemek üzere, nasıl amel edeceğini düşünmelidir. Niyet halis olmalı, ameli de Allah-ü Tealâ’nın emrettiği gibi, en mükemmel ve doğru şekilde olmalıdır. Bütün işlerinde ve hallerinde Allah’ın kendisini murakabe ettiğini düşünmelidir. Oturup, kalkışında; hareket ve sükûnunda hep Allah-ü Tealâ’nın huzurunda imiş gibi olmalıdır. Esasen de böyledir. Abdest bozma sırasında bile, edebine riayet etmelidir. Bu da murakabe olur.

İnsanların bütün işleri; sevaplar (itaat), günahlar (isyan) ve mübahlar (yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayanlar)dan ibarettir.

İtaatindeki murakabesi: İhlâs ve tamamlama, adabına riayet ve afetlerden korumaktır.

İsyanındaki murakabesi: Tevbe, pişmanlık, günahı terk etmek, o güne kadar yaptığı işleri tefekkür etmektir.

Mübahlardaki murakabesi: Nimetlerde, nimeti vereni düşünmek ve şükretmek, diğer mübah işlerde adabı korumaktır.

Farzların, haramların, mübahların ve mendupların (yapılması iyi olan şeylerin) bir hududu vardır. İşte kul, bu hudutlara riayet etmelidir.

“Allah’ın hududunu tecavüz eden kimse, kendi nefsine zulmetmiştir”                                                       Talâk/1

 

3) Muhasebe: (Nefsi hesaba çekme)

Muhasebenin fazileti:

“Ey! Mü’minler, Allah’tan korkun; her kes yarına ne hazırladığına baksın”  Haşr/17. âyetini duyduğunda, Hz. Ömer(r.a.): “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce, amellerinizi tartın” demiştir.

“Ey! Mü’minler! Toptan Allah’a tevbe ediniz ki, felâh bulasınız”                                                                  Nur/31

“Ben günde yüz  defa Allah’a tevbe ederim”      Hadis

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler”                                                              A’raf/ 201

Hz. Ömer(r.a.), akşam olunca, kamçısı ile ayaklarına vurur ve kendi kendine “Bu gün ne yaptın?” derdi.

Hasan-ı Basri: “Mü’min devamlı olarak nefsini Allah için hesaba çeker. Dünyada kendini hesaba çekenlerin, ahiretteki hesabı kolay geçer. Ahirette hesabı ağır olanlar ise, dünyada iken kendilerini hesaba çekmeyenler olacaktır” demiştir. “Bu hesaba çekme şöyle yapılmalıdır: Hoşuna giden  bir şeyi, almadan önce düşünür. Gereksiz görür, almaz. Bu, amelden önceki muhasebesidir. Sonra kendine dönüp, neden istediğini, istekte bulunduğunu sorgular. Bir daha almamaya azmeder. Bu da amelden sonraki muhasebesidir.

“Mü’min her söz ve hareketinde, yiyip, içmesinde kendisini kınar”                                              Hasan-ı Basri

“Allah o kimseye rahmet etsin ki, kusurlarından dolayı kendini yerer ve Allah’ın kitabına davet eder”

Malik b. Dinar

“Müttaki olan bir insan; zalim bir padişah ve cimri bir ortaktan daha sıkı bir şekilde, inceden inceye kendini hesaba çekendir”                                       Meymun b. Mihran

“Allah o kimseye rahmet etsin ki, hesabı başkasının eline geçmeden, kendi muhasebesini yapmıştır. Ölçü ve tartısına bakana Allah rahmet etsin”                          Hallac

Muhasebenin hakikati:

Kişi, her yeni güne başlarken, kendi kendine adaletli olmaya, hak olanı tavsiye etmeye ve nefsini gözetim altında tutmaya azmetmelidir. Günün sonunda da, o günün muhasebesini yapmalıdır. Bu muhasebeyi muhakkak yapmalıdır.

Dünya işlerimizde, her iş için ince ince araştırdığımız gibi, ahiret işlerimiz için de ince ince araştırma yapılmalı, nefsin örtmelerine mani olmak için ona Cehennem’den ve azabdan haber vermelidir. Nefis hilekârdır, aldatıcıdır. Onun bu ahlâkından haberdar olmalı, istekleri sorgulanmalıdır. Meselâ; “ne için istediği, ne maksatla kullanacağı, çok mu elzem olduğu” gibi.

Sonra aldığı cevaba göre davranmalıdır. Her günün ve her saatin hesabı yapılmalıdır. Geçmiş günlerdeki günahların hesabı  da yapılmalıdır. Kişi kendisini hiçbir zaman, temize çıkarmayı prensip edinmemelidir. Daima nefsi borçlu kabul ederek, nefsinin günahlarını unutturmaya çalıştığını hiç unutmamalıdır. Nefis daima unutturmaktan ve aldatmaktan yana çalışır.

 

4) Muakabe: ( Nefsi kınama)    

İnsan nefsini hesaba çektiği halde, onun Allah’a karşı günah işlemesinde önleyici tedbirler alamayabilir. Veya önleyici tedbirler alma konusunda her zaman başarılı olamayabilir. Bu konuda başarılı olamadığı için, nefsi tamamen başı boş bırakmamalıdır. Çünkü, eğer başı boş bırakılırsa, nefis daha çok isyana sürükleyerek, sonunda kişinin helâke gitmesine sebep olabilir. Böyle zor duruma girmiş olan nefsi, isyandan uzaklaştırmak daha da zor olabilir. Bu yüzden, küçük isyanlar olurken, nefsi kontrolden uzak bırakmamalı ve hemen anında hesabı sorulup, cezası verilmelidir ki, iş daha da büyümesin. Meselâ; şüpheli bir lokmayı, şüphesini araştırmadan, şehvetle yediğinde, bir kınama cezası verilmelidir. Kişiye hangi ceza zor geliyorsa, o ceza verilmelidir. Midenin bu hareketine karşılık, oruçla veya açlıkla cezalandırmak uygun olur.

Böyle cezalandırma ile ilgili olarak, anlatılan çok haberler vardır. Meselâ; Hassan b. Ebû Sinan, bir defa bir köşkün yanından geçerken, “bu ne zaman yapıldı?” diye kendi kendine sorunca, hatasını fark etmiş ve: “Senin üzerine vazife mi? Lâzım olmayan şeyle ilgileniyorsun” diyerek, kendisine ceza vermiş ve bir yıl oruç tutmuştur. Rebah el-Kaysi, birine “bu ne uykusu, bu saatte uyku olur mu?” dediği için, bir yıl uyumamaya, başını yastığa koymamaya niyet etmiş ve uygulamıştır. Nefsini kınamak, serkeşliğinde ceza vermek, riyazetten ve nafile ibadetten daha hayırlıdır. Zira riyazette ve nafile ibadetlerde, nefse pay düşer. Nefis, efendisini büyüklendirir. Riyazete girmemiş olanları misal göstererek, kendisinin ne kadar önemli iş yaptığı düşüncesini verir. Nafile ibadetlerle ise, nafileleri az olanları göstererek, yaptıklarını önemli ve büyük gösterir. Kınama ile, büyüklenme sebepleri ortadan kalkar.

 

5)Mücahede: (Nefis ile cihad, terbiyesi ile uğraşmak)

İnsan nefsinin muhasebesini yaptığında, isyan bulursa terbiye etmelidir. İtaatinde kusur ve tembellik görürse, nefsini zorlamalıdır. Hz. Ömer(r.a.) bir ikindi namazında cemaate yetişemediği için, yüz bin dirhem kıymetindeki arsasını tasadduk etmiştir (sadaka olarak vermiştir). Abdullah İbn Ömer(r.a.) bir defasında iki yıldız görününceye kadar akşam namazını özürsüz geciktirdiği için, iki köle azad etmiştir.

Şayet taatler konusunda nefis itaat etmiyorsa, ibadet konusunda cehd ve gayret gösteren salih biri ile arkadaşlık etmek, sözünü dinleyip, ona uymak tavsiye edilir. Böyle güzel halde olanların, ahiretteki iyi hallerini duymak okumak da faydalı olur. Zira bu kişiler, sonu olan dünya hayatını ahirete tercih etmezler, nefislerine uymazlar ve ebedi hüsrana düşmezler. Bu kişiler hakkında:

“Onlar ki, kalpleri ürpererek, vermeleri gerekeni verirler”                                                              Mü’minun/60

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.): “Allah o kimselere rahmet etsin ki, onlar hasta olmadıkları halde, insanlar onları hasta sanırlar” buyurmuşlardır.

Bir gün Davud-ı Tâi’ye damında kırık bir boynuz olduğu söylendiğinde, “ Yirmi yıldır bu evde oturuyorum, bir kere damıma bakmış değilim” demiştir. Yani nefisleriyle meşgul olan bu yüce kişiler, lüzumsuz sözden kaçındıkları gibi, lüzumsuz bakışlardan bile kaçınırlardı.

Ahmed b. Zerî, sohbet ederken ve sair zamanda daima bakışlarını bir noktaya diker ve sağa sola iltifat etmezdi. Kendisine sorulunca da: “Allah-ü Tealâ, bu gözleri sağa sola iltifat etmek için değil, azametine bakmak için yarattı” derdi.

İşte bu örnekler tarih içinde pek çoktur. Ve eğer hisse almayı murad eden varsa, alır. Bu sözler nefis ile cihadı gösterir. Bunları okumak, bu hali yaşayanı görmek kadar etkili olamaz. Bu sebepten, mümkün olsa da, nefsi ile mücadele edenlerle veya bu mücadeleden başarı ile çıkmış olanlarla beraber olunabilinse. Hiç olmazsa, bu kişilerin sohbetine devam etmeli ve örnek almalıdır. Kişi, nefsine basiretli kişilerle mi, yoksa cahillerle mi oturmayı tercih ettiğini sormalıdır. Kişi kiminle beraberse, onunla haşrolur hadisi meşhurdur. Bu sebepten, nefsin hevasına uyup, gitmemelidir. Her günü Allah’a yakîn olmak için son gün olarak kabul etmeli, her nefesi de Allah’ı anmak için son nefes olarak addetmelidir. Nefsin isteklerine gelince; kişi eğer kuvvetlenmiş ise, hepsini reddetmelidir. Eğer kendinde zaaf hissediyorsa, daha az zararlı olanları yapmalı, daha çok zararlı olanları reddetmelidir.

Hakimlerden birisi şöyle der: “Allah-ü Tealâ’nın öyle kulları var ki, Allah onlara in’am etti (nimet verdi) ve bu in’am ile O’nu bildiler. Gönüllerini genişletti ve O’na itaat ettiler. O’na tevekkül edip, her şeyi O’na havale ettiler. Gönülleri yakîn safasının merkezi, hikmetin evi, azametin tecelli yeri ve kudretin hazinesi oldu. Onlar halk arasında dolaşıp, dururken, gönülleri Melekût âleminde cevelân eder. Kapalı olan gayb, onlara müşahede ile açılır. Oralarda dolaştıktan sonra bir çok İlâhi lûtuflar ile dönerler. Bu lûtuflar anlatılamaz. Onların batınları dibac (kıymetli kumaş) gibi kıymetli, zahirleri ise, çaput gibi değersizdir. Onlar herkese karşı alçak gönüllüdürler. Bu yola, meşakkatle erişilir. Allah’ın bir lûtfu olup, dilediğine ihsan eder”

İşte böylelerini bulup, yanında kalmalı, istifade etmelidir.

 

6) Muatebe: (Uyarıp, kınamak)

İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Yaradılış itibariyle, kötülüğü emretmek üzeredir.

“Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir”      Yusuf/53

Kişi, nefsini daima tezkiye etmelidir. Şayet ihmal edilirse, iyice azgınlaşıp, kötülüklerinin önüne geçilemez. Uyarıp kınama daimi olursa, uslanmaya başlayıp, iyi hale geçebilir.

“Hatırlat, çünkü hatırlamak daima mü’minlere fayda sağlar”                                                                  Zariyat/55

Devamlı olarak uyarıp, kınama ile, emmareden levvameye dönebilir. İnsan önce kendini islâh edip, yola getirmelidir. Sonra başkalarına vaaz ve nasihat edebilir. Nitekim İsa (a.s.)’a, Allah-ü Tealâ: “ Önce nefsine, sonra da başkalarına vaaz et. Yoksa benden utan” buyurmuştur.

“Nefsini tezkiye eden(pak eden), muhakkak umduğuna ermiştir”                                                             Şems/ 9

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar halâ habersiz, Haktan yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı, muhakkak gönülleri gaflet içinde, eğlenerek dinlerler”                             Enbiya/1,2,3

İsyana rahat dalış, gafletin en büyüğü olup, Allah’ın görmediğini sanmakla olur. Küfrün en büyüğüdür. Eğer Allah’ın gördüğünü bilerek isyan ediliyorsa, edepsizliktir. Şayet Allah’ın Fazl-ı Kerem’ine güvenerek, affeder, diye aldanıyorsa doğrudan cahilliktir ve kendini aldatmaktır. Zira, rızık için dünyaya dört elle sarıldığında, aynı Fazl’a güvenmemiştir. Halbuki:

“Yer yüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah-ü Tealâ’ya mahsustur” Hud/6. âyeti vardır.

Rabbimiz, dünyayı ve dünyalığı kefil olup, üzerine almış olduğu halde; ve de ahireti de insanın say ve gayretine bırakmış olduğu halde; insan dünyaya dört elle sarılıp, ahireti bırakmaktadır. Bu da imana ters düşmektedir. Eğer dil ile iman kâfi gelseydi, münafıkların Cehennemin alt katında ne işleri vardı? Zira onlar dilleri ile, hep inandıklarını söylemişlerdi.

Böyle bir iman ile davranan kişi, ahiret gününe iman etmeyenler gibi davranmış olur. Bunlar dünya hayatını yaşarken, bir doktorun kendileri için uygun gördüğü diyet ve reçeteye daha çok itibar etmekle; ahiretlerini kurtaracak olan Allah’ın kelâmına, Peygamberlerin tavsiyelerine ve salihlerin sözlerine daha az itibar etmekle bu yüce sözleri daha eksik ilimli mi bulurlar, yoksa ahiretin varlığına mı inanmazlar? Yoksa kendileri için ölüm daha çok uzakta mı sanırlar?

İşte böylece kişi kendini sorgulamalıdır. Burada dünya sevgisi sebebiyle dünyanın ahirete tercihi söz konusu olabilir. Veya ahiret azabından haberleri olmadığından, bu azabı hafif sanabilirler. Ya da bir gün tevbe edebileceklerini düşünerek, günahlardan kurtulmayı geri bırakabilirler. Ama iyi düşünmek lâzımdır ki, geri bıraktıkları gün hiç gelmeyebilir. Bir diğer önemli konu ise, nefse bir defa uyduktan sonra, o tevbe günü hiç gelmeyebilir. Nefis sahibini bir defa kendi mecrasına sürükledikten sonra, ikinciye, sonra da üçüncüye yol hazırlar.

Her geçen gün, güç, kudret, iktidar, sağlık, gençlik elinden uçup, gitmekte olan, neyine güvenebilir?

Şehvetler(aşırı istekler) güçlü bir ağaç gibidir. Giderek kuvvetlenip, kök salar. Kök salmadan kurtulmak daha kolaydır. Kök saldıktan sonra ise daha da zorlaşır. Beden ise giderek acizleşir. Bir an önce, daha da kuvvetlenmeden, bu kökler sökülüp, atılmalıdır. Zira “gün, vakit, saat, nasip” düşünceleri oyalanma ve cahilliktir. Beklenilen vakit, içinde bulunulan andır. Kişi genç ve sağlıklı iken başaramadığını; yaşlanıp, acze düştüğünde hiç başaramayacağını düşünmelidir. Bunu düşünmemek, ahmaklıktır.

Şayet şehvet ve zevklere düşkünlük sebebiyle ve ibadetler hususunda, zahmet ve meşakkatlere dayanamamak sebebiyle isyana devam ediliyorsa; bu kişilere şunları söyleyebiliriz: Eğer zevklere düşkün isen, ebedi olan Cennet zevklerini kazanmaya çalış. Eğer meşakkat zor geliyorsa, Cehennem’in meşakkatini düşün ve ondan kaç.

“Akıllı adam; nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak adam da nefsinin heva ve boş isteklerine uyup, Allah’dan umandır”  hadisi hatırlanmalıdır.

Ayrıca bir mesele daha vardır ki; nefsin dünyaya olan düşkünlüğü, ölüm sırası geldiği vakit, kişiyi meylettiklerinden ayrılmanın hasretine dayandırmaz. Kişi ölse bile, dünyada neye ilgi duymuşsa, aklı orada kalmış olur. Mezarında bir yandan sorgu melekleri ile uğraşırken, diğer yandan aklı sahiplendiklerinde kalır. İşte, dünyadan vazgeçmemiz istenirken, bu konu da çok önemlidir. Ve kabirde suali cevaplasak bile, huzuru elde edemeden, kıyamete kadar aklımız dünyadan sevdiğimiz her şeyde kalarak bekleyeceğiz. Bu bakımdan da düşünülmelidir.

İnsan yiyemeyeceğini toplar, oturamayacağı kadar mesken edinir ve ulaşamayacağını umar. Ve bütün bunları boş yere topladığı söylendiğinde veya kendi bizzat idrak ettiğinde; çocukları için, onların geleceği için topladığına, kendi için toplamadığına kendini iyice inandırır. Bu defa da eğer vakti olur da yaşarsa, çocuklarının da yiyemeyeceği kadar toplar. İşte bütün bunlar nefse anlatılmalıdır. Anlatamayanlar için, biz anlatıp, hatırlatıyoruz. Fakat nefis cehalet ve azgınlık sebebiyle anlamayabilir. Nefse arzu ettiği ve en az zararlı olan bir şey verip, oyalayarak, esas olan anlatılabilir.

Mevki sevgisine gelince; ölüm hatırlanmalıdır. İtibar edilen kendisi ölecektir. İtibar edenler de ölecektir. Dolayısıyla, sınırlı bir süre itibarın ne kıymeti olacaktır? Halbuki ahiret hayatı daimidir. Orda itibar daimi olacaktır. Hem Allah’ın itibarı ile, kulların itibarı bir olabilir mi?

Hayatı, dünya hayatı olarak görenler için; dünya ferahlığı çok önemli ise; onlara da şöyle derim:

Aynı devir içinde yaşadığımız Museviler, Hristiyanlar dünya tadını, Müslümanlar’dan daha fazla, kat kat çıkarıyorlarsa; bu dünyaya kahrolsun demeli. Ondan yüz çevirmeli, aldattıkları ile oyalanmamalı, dünya varlığı ile ferahlanmamalıdır.

Nefis kendini öyle akıllı sanır ki; her gün malının artmasına sevinirken, ömrünün tükenmekte olduğuna aldırış etmez ve böylece ahmaklık etmiş olur.

Ahiret yaklaşmakta, ama insan ondan yüz çevirmektedir. Dünyaya yönelmeye de devam etmektedir. Halbuki dünya, kendini talep edeni bırakmış, kendinden vazgeçenin peşine düşmüştür. Kişi nefsine: “Ey nefis, dünyaya ve dünyadakilere ibretle bak. Dünyalık elde etmek için, zaruret kadar çalış, iradenle onu terk et. Önce verilene şükretmeyi yerine getir. Bu şükrü yaptın mı ki, fazlasını istiyorsun. Ahirete yönel. Eğer nasihat dinlemek istemiyorsan, bu kalbinin açılmamış olduğundandır. Kalbin açılması oruç ve namazla olur. Bunlarla da düzelme olmazsa, insanların arasında çok dolaşıp, konuşma; yetime yönel, akrabalarınla ilgilen, onların ihtiyaçlarını karşıla. Bütün bunlardan sonra, halâ eski halinde isen, bil ki Allah-ü Tealâ kalbini mühürlemiştir. Zulmet kalbinin içini ve dışını kaplamıştır. Artık bu durumda kendinden ümit kesmen gerekir. Fakat ümit kesmek de küfre götüren büyük günahlardandır. İşte böylece ümit yok, ümitsizlik yok. Burada, kendi felâketin için ağlayıp, yardım dilemekten başka bir çare kalmıyor. Artık tek kapı olan, Mevlâ’nın rahmet kapısı önünde yalvarıp, yakarıp ağlamak kalmaktadır.

İşte bu, bir nefse uyarı örneğidir. Bunun gibi örneklerle nefsi uyarmalıdır. Etrafımızdaki yanlış yaşayanları, mal biriktirenleri, cimri olanları, dünyaya tutkun olanları, yeme-içmenin ve giyim-kuşamın alâsına vurgun olanları nefsimize göstermeliyiz. Dünya ehlinin nasıl dünyaya hizmetçi olduğunu; malı mülkü çok olanların nasıl o mala hizmet, tamir, bakım, gözlerden koruma telâşında olduğunu göstermeliyiz. Peşinden koşulan kadın veya erkeğin, nasıl başkasının peşinden koştuğunu göstermeliyiz. Yetiştirdiğin ve onca emek ile geceni gündüzüne katarak, özveri ile büyüttüğün evlâdının, her şeyi unutarak, başkası ile ömür geçirdiğini, seni ise bayramda bile zor hatırladığını nefse göstermelidir. Yaşlılıkta rahat bir ömür geçirmek için, istikbal endişesi ile biriktirdiğin paraları; yaşlanınca hastalık ve perhizler dolayısıyla yiyemediğini nefse göstermelidir. Ve yine mal toplamak ve para biriktirmek için terk edilen ibadetleri düşünmelidir. Toplanılan malı mülkü uzak akrabaların keyifle yiyecekleri, nefse gösterilmelidir.

Böylece nefisten daha akıllı olmuş, olunur. O aklı ile biriktirme ve dünyanın ardı sıra koşturma işini yaparken, sen aklınla koşturduklarının boşa olduğunu ona göstermelisin. Böylece belki biraz susar da rahat verir. Yoksa uykular hesap yapmak ile kaçar. Hayat da plân yapma ile kaçar. Elimizde olanı o an için değerlendirerek, yaşama fırsatımızı kaçırmamalıyız.

Hangi evlât vefalı çıkmıştır? Hangi mal sana hizmet eder? Hangi para zamanında işe yarar? Hangi sevgi ebedi olur? Bütün bunlar düşünülmelidir.

Evlâda bakarken bir şey beklemeksizin ve sadece Allah rızası gözetilerek, aynı zamanda Allah’ın bizden beklediklerini ihmale uğratmayarak bakarsak, o evlât hayırlı çıkar. Malı biriktirmez, ihtiyaçlı olan ile karşılaştığımızda, ihtiyacı karşılarsak; Allah-ü Tealâ da bizi kimseye muhtaç etmez. Sevdiklerimizi Allah için sever, beklentisiz olursak, biz de sevilen oluruz. Kısaca eğer sevginin en yüce ve baki olanını istiyorsak, Allah için sevmeyi nefsimize öğretmeliyiz. Mal ve mülkün hayırlısı da, hayra yarayandır. Yoksa senelerce aç kalınıp biriktirilse, evlât denilen yakınımız, birkaç günde tüketir de kendisine bırakılanın azlığından şikâyet eder, bizi de bir Fatiha ile anmaz olur.

Bütün bu gerçekler nefse anlatılmalı, etrafımızda bolca olan örnekler gösterilmeli, böylece nefse uyarı, gerekirse kınama yapılmalıdır. Belki tek kurtuluş yolumuz da , bu olacaktır…

Mektup-Murakabe ve Muhasebe

Mektup:

Ya Rab! Bu gün yine Sana yazıyorum. Yardımına en çok ihtiyacım olduğu şu anda. Öğrendim ki benim içimden geldi, dediklerimin çoğu nefsimden gelenlermiş. Ben bunların ayırımını nasıl yapacağım? Nefsim beni oynatmaktaymış. Ben de sanıyordum ki, içimden gelen iyi bir kaynaktan, ne bileyim meselâ ruhumdan veya kalbimden geliyor. Halbuki böyle değilmiş. Ben sapla samanı ayıramaz halde olduğumu görüyorum. Mutlaka yardımın gerekli. Lûtfederek, yardım et!

Eğer nefsim iyi bir haldeyse, içimden gelene uymakta bir sakınca olmadığını anladım. Yavaş yavaş nefsimi düzeltebilirsem, o zaman içime uymamda bir sakınca olmayacak. Ama önce içimdeki su-i zanların, başkaları hakkındaki yorumların, kötü düşüncelerin tamamen kaybolması lâzım. Ben de şöyle düşünüyorum: Eğer içim dış âleme karşı hiç olmazsa lâkayd ise, içimden gelene uyabilirim. Yok eğer, içimde dolaşan bir sürü kötü fikir ve zan varsa, uymamalıyım; zira beni yanıltır. Ben böyle düşünüyorum.

Bu nefsimizle halimiz ne olacak? Ne zaman onun boynuna tasmayı geçirip, emrime ve kontrolüme alacağım? Uyarıyorum, sorguluyorum, kınıyorum, daimi gözetmeye çalışıyorum. Ama zayıfım, başarılı olamıyorum. O benim boynuma taktığı tasması ile, nerelere sürüklüyor. Dostlarımı düşman gösteriyor. Düşmanlarımı da dost. Bütün bu bilgileri öğrendiğim halde, yetmiyor. Bilgiyi öğrenmenin kıymeti, onu yaşamakla oluyormuş. Şimdi ben yaşayamayınca, bu bilgi, ancak bana acı veriyor. Zira eğer bu bilgi ile donanımlı olarak, ama hayatıma geçiremeden ölürsem, ne olacak? Bunca senedir imanlı olmaya çalıştığım halde, beni imansız ölüme götürecek… İşte bunun için nefsimin derdine düştüm. İçimdeki canavar veya sürüngen veya yaratıktan kurtulmak istiyorum. Ya ölsün veya bir kenara mecali kalmadan sinsin. Kendi vücuduma ve aklıma ben hakim olayım. Bunun için bütün yolları öğrendim. Yerine koymakta beni de diğer arkadaşlarım gibi başarılı kıl, ya Rab!

Sanıyorum ki, her kesin bulunduğu bir toplulukta en beteri, benim. Sanıyorum ki, onlarınki kolay, benim ki zor. Eğer Sen yardım etmezsen, gerçekten başaramam. Kolaylaştırıcı sebepleri yarat ve önüme çıkar, ya Rab!

Kendi nefsim, kendi ahlâkımı göstermiyor, başkalarının ahlâklarını gösteriyor. Böylece hep etrafımda kusur, eksiklik görmedeyim. Benim kusurlarım ne olacak? Bana zikrinle ve taatlerinle, kendi kusurlarımı göster, öyle fark edeyim ki, başka hiçbir şeyle uğraşacak takatim ve zamanım kalmasın. Ahirette, kendimizle baş başa kaldığımız o günde, nasıl olacak isek, burada da öyleymiş gibi yaşamayı nasip et. Sanki ahiretteyiz ve geri dönersek bir sürü şeyi düzelteceğiz ama o geri dönüş asla verilmeyecek. Ama şimdi o geri verilmeyecek olan ellerimizde. Bu düşünce ve aklî gidiş ile, şimdi ne yapacak isek, yapalım. Ya Ehram er-Rahimin! Ya Rauf ür-Rahim!

Ya! Malik, Ya Malik, Ya Malik!…

Şiir-Murakabe ve Muhasebe

Nefsim

Nefsim görüşümü yok ettiğinde,

Hakikat perdelendi, göremez oldum.

Kulağım önüne perde çekince,

Hakikat sözlerini, duyamaz oldum

 

Mülk âlemi, koyunca kuralını

Geldiğim yerin bilgisi yok oldu.

Dünya cazip gösterince kendini,

Nefsimi sevişim, kalbi doldurdu.

 

Neler yesem, neler giysem doymadım,

Nerde gezsem, neyi sevsem, kanmadım.

Bir hevanın peşinde dolanınca,

Bin hevayı, kendime bulaştırdım.

 

Anladım ki bunun sonu hüsranmış,

Binlercesi bununla oyalanmış.

Nefsimi tenhada bulmuştum amma

Nefsim tasmasını boynuma sarmış.

Nereden başlamalı bu yola,

Nefsim engel olur, alışmamış hiç zora

Kalbime kasveti veren de odur,

Canavarım uykudayken, yelkenler fora.

Nefsimle konuştum, “Burak” olacak,

Böylece ilerlerse, hep nam alacak.

Başlangıcı biraz zor olsa bile,

Sonunda iki cihana sultan olacak.

 

Anlaştık, o beni zorlamayacak

Ben derviş olurken, o yok olacak.

Ne zaman sultan olursam iki cihana

Kenarından çıkıp, hep var olacak.

 

Böyle anlaşınca nefsimizle,

O otururken kendi köşesinde

Ben gerekenleri yaparken

Alışacak yeni yöntemlerime.

 

Yıllar geçti, anlaşmayı bozmadı.

Hani akıllıydı, bir şey anlamadı

Kendinden emindi, serkeşlik için

Sandı ki, vakit gelince bozulur yemin.

 

Ben dikkatle yolumda yürüyordum

Nefsimi ise hep gözetiyordum.

Önüne koyduğum oyuncak ile

Oynamasını fırsat biliyordum.

Sırtımı dayamıştım, Ulu Yezdan’a

Yardım almaktaydım, Peygamber’imden

Zikir, taat, amel, her ne var ise,

Duyurmadan nefse, yapıyordum ben.

 

Bir gün geldi, Rabbim  tacı giydirdi.

Nefsime vakit  gelecek, diye bildirdi

İki cihana sultan olduktan sonra

Cansız nefse, haydi bakalım, denildi.

 

Nefis sinmekten yorulmuş, hamlamış.

Aklımın oyununu henüz kavramış.

Kıpırdamaya mecali kalmayınca,

Sürüklenmek için tasmayı boynuna takmış.

 

Artık ben hükümranım, vücut iklimimde

Kalp de, nefis de ellerimde

İyi amel yaptırırsam eğer,

İyi sonla, döneceğim Rabbime.

 

Nefse oyun oynamak lâzım, derim

Daha o harekete geçmeden önce

Dünya kalbimizden çıkarsa eğer,

Nefis ile baş ederiz, elbette.

Ölüm

ÖLÜM:

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar halâ habersiz, Hak’tan yüz çeviriyorlar”      Enbiya/1

Ölüm; yaşadığımız dünyanın önemli bir hakikatidir. “Her canlı ölümü tadacaktır” âyeti ile, ölümden kimsenin kurtulmayacağını, biliyoruz. Yalnız ölümü düşünürken, ölümün bir son oluş değil, başka bir hayata doğuş olduğunu bilmekteyiz. Eğer son olsaydı, yaşadığımız hayata başka bir göz ile bakacaktık. İman sahibi bilir ki, dünyaya geliş sebebimiz; dönüşümüzde, ruhumuzun aslımıza kavuşması için bazı devrelerden, imtihanlardan geçmek suretiyle, aslımıza lâyık hale gelmesi ve yeni bir hayata başlamaktır. Böylece dünya hayatı asıl hayat olmayıp, asıl hayata geçişimiz için bir  köprü kıymetindedir.

Dünya gözü ile baktığımızda ise; ölümle karşılaşacak olan her insanın varacağı yer toprak, arkadaşları böcekler, konuşacakları sorgu melekleri, yatağı mezar, devamlı ikamet edeceği yer toprak, uğrak yeri kıyamet, son yeri de ya Cennet, ya da Cehennem olacaktır. Bütün bu sayılanlar, dünyaya önem verenleri daha çok olmak üzere korkutur. Bu korku, kişiyi ölüm için hazırlanmaya, tedbir almaya götürür. Ölümü uzak değil, yakın görmek de akıllıca bir hazırlanıştır.

“Akıllı adam, kendini hesaba çekip, ölüm için hazırlanandır” Hadis-i Şerif’i bu konuda, aklı kullanmayı bildirir.

Ölüm için hazırlanmak, onu sıkça hatırlamak ile ve kendisini de bu konunun içinde kabul etmekle olur. Fakat ne yazık ki, insanlar kendilerini hiç ölmeyecekmiş gibi düşünmektedirler. Halbuki Hak Tealâ; insanların bu konuyu hatırlamaları için çok sebepler yaratmıştır. İnsanların yaşlandıkça hastalanmaları, yaşlanmaları, takatten düşmeleri, güç ve kuvvetlerinin çekilmesi, saçların beyazlanması gibi pek çok sebepler, kendi üzerlerinde bizzat görebilecekleri sebeplerdir. Çevremizde ise; ağaçların yaşlanması, yaprakların dökülmesi, hayvanların ölümü, çevremizde ola gelen kaza ve belâlar, felâketler, çocuk ölümleri, aza kayıpları gibi sebepler, aklı olanın hemen kendi ölümünü düşünmesine götüren sebeplerdir.

Öte yandan insan, kendi kaderinden habersizdir, öbür âlemde nasıl karşılanacağını ve ne gibi muamele göreceğini bilmez. Buna rağmen, dünya hayatını yaşarken, cesurca dünyaya kök salar, kendini hiç ölmeyecek gibi hisseder de uzak emeller peşinde, gaflet ile ömrünü tüketir.

Ölümü Hatırlamak ve Çok Anmanın Fazileti

Ölümü Hatırlamak ve Çok Anmanın Fazileti:

Âyet-i Kerimeler:

“Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler”                                                            Zümer/ 30

“Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat”                                                                      Yusuf/101

“De ki: Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız; sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size işlediklerinizi haber verecektir”                                                               Cuma/8

 

Hadis-i Şerif’ler:

“Zevkleri yok eden ölümü çok anın”

“Mü’minlerin hediyesi ölümdür”

“Eğer insanların ölüm hakkındaki bildiklerini, hayvanlar bilseydi, vücutlarında et bulup, yiyemezdiniz”

“Günde yirmi defa ölümü hatırlayan, şehidlerle haşrolur”

“Ölüm her Mü’min için keffarettir”

“Ölümü çok hatırlayın, zira o günahlardan korur ve dünyadan yüz çevirttirir”

“Vaiz olmak bakımından ölüm yeter”

“Ölümü daha çok anan, onun için daha çok hazırlanandır. İşte dünyanın şerefini ve ahiretin keremini ihraz eden akıllar bunlardır”

 

Arif sözleri:

“Ölümü bilene dünyanın elem ve sıkıntıları kolay gelir”                                                                        Kaab(r.a.)

“Aklı başında olan her kes ölümden korkar ve onun için üzüntü duyar”                                          Hasan-ı Basri

“Kişinin beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur”                                                              Rebî b. Haysem

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”

N.F.Kısakürek

Dünya zevklerine dalmış olan kişiler, ölümden nefret ederler, sözünü bile ettirmezler. Sanki kendileri hiç ölmeyeceklermiş gibi veya ölseler bile sonundan eminmiş gibi davranırlar. Bu gaflettir. Bunlar hakkında yukarıda yazdığımız, Cuma suresinin 8. âyeti nazil olmuştur.

Ölümü hatırlamak, dünyadan sıyrıldığımız kadar mümkün olur. Kalbin devamlı ölümü düşünerek, bu düşüncenin kalbe yerleşmesi için, kalpten diğer her türlü düşüncenin uzaklaştırılması lâzımdır. Bu insana hüzün verir. İnsanlar kalplerinin neşelenmesini isterler. Ölümü düşünmek ise hüzün verdiğinden, bu düşünceyi kalplerine koymayı istemezler. Sonunda ölüm olmasa belki haklıdırlar. Ama her can ölümü tadacağı için, yine en büyük kötülüğü kendilerine yapmaktadırlar. Ölüm düşüncesi, insanın dünya ile ilgili bağlarının gevşemesine ve kalpten masivanın (Allah’dan gayri her şeyin) azalmasına sebep olur. Böylece kalbe mahzunluk verir. Kalpte mahzunluk veren ölüm düşüncesi, gerçek ölüm düşüncesidir. Yani kalpte mahzunluk olunca, gerçek manada ölüm düşüncesi yapılmış olur.

Ölüm ile ilgileri bakımından insanlar üç kısımdır; bir de beşeri özelliklerinden kurtulmuş olanlar vardır:

Birinci kısım: Dünyaya dalmış olanlardır. Ölümü hiç hatırlamazlar. Hatırlasalar da, dünya zevk ve lezzetlerinden ayrılmanın ızdırabını duyarlar. Kendilerine veya bir yakınlarına ölüm gelecek diye korkarlar. Ölümü kötü görürler.

“Allah’a mülâkatı(ölümü) kerih göreni(ondan hoşlanmayanı), Allah da kerih görür” Hadisini duymamış gibidirler. Ölüm ile bu türlü alâkaları ise, bu insanları ancak, Allah’dan uzaklaştırır.

İkinci kısım: Henüz tevbe etmiş ve Hakk’a yönelmiş olan insanların ölümü anmalarıdır. Bu kişiler ölümü istemezler. Çünkü henüz kulluk görevlerini yapamamış ve eksiklerini tamamlayamamışlardır. Bunları telâfi etmeden ölmeyi istemez, geciktirmek isterler. Bunların ölümü istemeyişleri, birinci kısımdaki kerih görenler gibi değildir.

Üçüncü kısım: Ariflerdir. Bunlar ölümü devamlı anarlar. Çünkü ölüm, sevgilisi ile buluşma zamanıdır. Seven nasıl sevdiği ile buluşacağı anı aklından çıkarmazsa, bu kişiler de, sevdiğine kavuşacağı ölüm anını hiç akıllarından çıkarmazlar. Hatta geri kalmasına sıkılırlar. Bir an önce bu isyanlarla dolu dünyadan kurtulup, kavuşmak isterler.

Dördüncü kısım: Bu kişiler; beşeri özelliklerinden kurtulmuş, rıza makamına yükselmiş, sâfi olmuşlardır. Bu kişiler ölümü sık düşündükleri halde, ölmek için talepte bile bulunamazlar. Bütün talep ve isteklerini, sevdiğinin arzusuna terk etmişlerdir. Böylece, O’nun takdir ettiği zamanda ölmek veya kalmak üzere tam bir teslimiyet ile bekleyen ve haline razı olanlardır.

Uzun ve Kısa Emeller

Uzun ve kısa emeller:

Uzun emel, tasavvufta tûl-i emel olarak ad alır. Ve çok önemlidir. Çünkü, ölümün kendilerine de yakın olduğunu hiç düşünmeyenlere ait emellerdir. İnsanlardan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar, hiç ölmeyecekmiş gibi biriktirenler böyleleridir.

Kısa emeller ise, makbul olup; hemen ölecekmiş gibi yaşayanlar ve ölümden sonrası için hazırlıklı olanlara aittir. İnsan eğer hemen ölecekmiş gibi yaşarsa, ileriye dönük uzun vadede gerçekleştireceği arzuları olmaz. Kader ise gizlidir. İnsan ölümünün ne zaman olacağını bilmez. İşte hemen ölecekmiş gibi yaşayan, ahiret için azığını toplamayla meşgul olur. Ölümü geç olacakmış gibi düşünen ise, yaşamak için azık toplar.

Kısa emelin fazileti:

“Sabaha çıktığın vakit, akşama çıkacağını düşünme; akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hatırına getirme. Hayatından ölümün için, sıhhatinden de hastalığın için ayrıl. Ey Abdullah, yarın adının ne olacağını bilemezsin”

Buhari ve İbn-i Hibban

“Sizin için en çok korktuğum, iki kötü huydur. Bunlardan biri nefsinizin hevasına uymanız, diğeri uzun emel sahibi olmanızdır. Nefsin hevasına uymak insanı Hak’tan alıkoyar, uzun emel ise dünya sevgisinden ileri gelir”

Hz.Ali ve Cabir(r.a.)

“Ey insanlar, Allah’tan utanmıyor musunuz? Zira yiyemeyeceğiniz kadarını toplar, ulaşamayacağınız uzun emeller peşinde koşar ve oturmayacağınız inşaatler yaparsınız”                                      İbn Ebi’d-Dünya ve Beyhaki

“…Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, gözüm açıldığı zaman kapanmadan öleceğimi, lokmayı yuttuğum vakit, hazmetmeden öleceğimi düşünürüm. Ey ademoğulları, aklınız varsa kendinizi ölülerden sayın. Allah’a kasem ederim ki, size vaad edilen ölüm gelecek, ona engel olamayacaksınız”

İbn-i Ebi’d-Dünya ve Beyhaki

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) abdest bozduğunda, hemen teyemmüm ederlerdi. Yakında su olduğu söylendiğinde ise: “Belki suya ulaşamam” derdi.

“Ademoğlu doksan dokuz ümit peşindedir. Umduklarını kaçırırsa, ihtiyarlığa düşer”                               Tirmizi

“Ademoğlu ihtiyarladığı halde iki haslet kendisi ile kalır. Onlar da hırs ve uzun emeldir”

“Bu ümmetin evveli yakin ve zühd sayesinde kurtuldu. Sonu da cimrilik ve uzun emel ile helâk olacaktır”

Hz.Peygamber(s.a.v.),“Hepiniz Cennet’e girmeyi sever misiniz?” diye sorduklarında, eshabı “evet” deyince: “Emellerinizi kısaltın, ölümünüzü gözünüzün önüne getirin ve Allah’dan hakkıyla haya edin” buyurdular.

Dualarında: “Allah’ım, ahirete engel olan dünyadan, ölümün hayrına mani olan hayattan ve amelin hayrını men eden emelden Sana sığınırım” derdi.

 

Ariflerin sözlerine gelince:

“Ecelimin zamanını bilseydim, aklımın başımdan gideceğinden korkardım. Fakat Allah-ü Tealâ lutfu ile bunu gizledi ve bize gafletini verdi. Eğer gaflet olmasaydı, kimse bir işe bakamazdı”                                                   Mitraf

“Gaflet ve emel insanlar için iki büyük nimettir. Eğer bunlar olmasaydı, Müslüman’lar sokakta yürüyemez hale gelirlerdi”                                                                              Hasan

“Öğrendiğime göre insan ahmak olarak yaratılmıştır(hükmedemez). Eğer ahmak olmayıp, her şeyi inceden inceye düşünebilseydi, kimse geçimi için çalışmazdı”

Süfyan-ı Sevri

“Dünya mamur oluşunu, adamlarının ahmaklığına borçludur. (yani ahmak olanlar  değer verdiği için, kıymetli olmuş, olur)”                     Ebû Said b. Abdurrahman

“Üç şey beni hayrete düşürdü ve hatta güldürdü. Bunlar: Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyalık peşinde koşan; Allah kendisini unutmadığı halde, kendisi Allah’ı unutup, gaflette olan; Rabbinin kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde, kahkaha ile gülendir. Üç şey de beni üzdü ve ağlattı. Bunlar: Hz. Muhammed (s.a.v.) ve O’na mensub olanların ayrılığı; kıyametin dehşeti; Cennet’e mi, yoksa Cehennem’e mi gideceğim, düşüncesidir”                                               Selmân-ı Farisi

“Zahidlik, kaba kumaş giymek değil, uzun emelleri atmaktır”                                                    Süfyan-ı Sevri

“Eğer bir ay sonrasına kadar yaşayacağımı umsam, epeyi büyük bir iş yapmış olurum. Bunu nasıl umayım ki, her gün insanların başına gelen felâketleri görmekteyim”

Davud-i Tâi

“Belki de sarılacağın kefen dokunmuştur. Sen ise halâ gülüp, duruyorsun”                               Abdullah b. Sa’lebe

 

Uzun emelin sebebi ve ilâcı:

Uzun emelin, (Tûl-i emelin) iki sebebi vardır. Birisi cehalet, diğeri dünya sevgisidir.

Cehalet: İnsanlar çoğu kez, gençliğine güvenerek, ihtiyarlayınca öleceklerini sanırlar. Bu düpedüz cehalettir. Çünkü bulunduğu yerde araştırsa, ihtiyar nüfusun az olduğunu fark edecektir. Yani insanların önemli bir kısmı yaşlanmadan ölmektedirler. Bazıları da sağlıklı oldukları için, ölümü kendilerine uzak görürler. Halbuki nice sağlam kimseler de kazalarla veya ani hastalıklarla ölebilirler.

Düşünülse, bilinir ki, ölümün ne mevsimi, ne yaşı, ne de insanın çağı ile bir ilgisi yoktur. Böyle gaflette olan, daima cenaze uğurlayacağını; kendi sırasının ise, çok sonra, ancak ihtiyarlayınca geleceğini sanır.

Dünya sevgisi:İnsan dünyanın zevkleri ve şehvetleri ile bir arada olduktan sonra, bir daha dünyadan ayrılmak istemez. Dünyadan ayrılmak ise ölümle olacaktır. Dünyadan ayrılma düşüncesine kapılmamak için, ölümü düşünmeyi bile istemez. İnsan yaradılış özelliğinden dolayı, hoşuna gitmeyen bir şeyi, derhal zihninden uzaklaştırmak ister. Böylece ölümü hiç düşünmez. Öte yandan dünya ile ilgisinin devam etmesi için, arzuları, istekleri emelleri olacaktır. Bu yüzden, dünyaya bağlayıcı sebepleri temin etmeye çalışır. Ev, mal, binit, eşya, kadın, dost gibi. Bunlar, o kişinin dünyaya sarılma bahaneleri olur. Ahirete ve Allah’a yönelmesini tehir etmek için, sebepleri hazır olmuş olur. “Dünyanın tadını çıkarayım, insan dünyaya bir kere gelir. Evin üstüne bir kat daha çıkayım, ileride çalışamadığım zaman olur. Çocukların evliliği için hazırlanayım, onlara güzel bir gelecek hazırlayayım. Eh, bu kadar yorulduktan sonra da, her şeyi hak ettiğime göre, kendim için de keyifli bir hayat yaşayayım. Hem biliyorum, bütün bunları yapabilmem için, Allah bana uzun ömür verecektir!” gibi, kendini haklı çıkaracak pek çok sebebi olur. Böylece günleri yorgunluk ve bir işten diğerine koşturmaca ile geçerken, hiç bitmeyen arzularına, yenileri eklenir. Bu hayata olan aşırı tutkudur ve ölüme kadar böyle devam eder. Sanır ki, bir gün bütün bu meşgalelerden kurtulup, hayatın keyfini çıkaracaktır. Halbuki hakikatte dünyanın meşgalesinden kurtulanlar ancak dünyadan sıyrılanlardır.

Cehaleti yenmek; eğer samimi düşünce ile düşünürse, daha kolaydır. Fakat dünya sevgisini atmak, cidden çok zordur.

Bu hastalığın tek tedavisi vardır: O da ahiret gününe, hesaba çekilmeye ve hakiki dünyada Cennet ve Cehennem’in olduğuna tam iman etmektir. Bu imanı yakîn derecede hissetmekle, dünya sevgisi yavaş yavaş kalbi terk etmeye başlar. Çünkü artık her şeyden önemli olana ve ebedi olana alâka başlamıştır. Böylece önemsiz ve geçici olana alâka gönülden çıkmaya başlar. İnsan dünyanın hakir olduğunu ve ahiretin şerefli olduğunu hissedince, dünya gözünde küçülür, kötü görünür. Bu vazgeçme, bazen İlâhi Rahmetin yetişmesi ile olur. Şöyle ki; başına şer sanılan bazı işlerin gelmesi ile olabilir. Meselâ; her ne kadar kendi varlığının devamı için olsa da, evlâdına verdiği değer ve onun için çırpınmasına karşılık, ondan vefa görmeyerek, hattâ cefa görerek, aklı başına gelebilir. Yedirdiği, giydirdiği, gezdirdiği eşinin ihanetine uğrayarak, senelerdir verdiği emeğin karşılığını alamayınca aklı başına gelebilir. Malını mülkünü evlâtlarına devredip, günün birinde ömrünü vererek sahip olduğu ve hepsini varlığının devamı olacak olan çocuklarına verdiği bağdan bir salkım üzüm yiyememenin acısıyla, akıllanabilir. Senelerce maiyetinde çalışan insanların, kendi çaptan düşünce, nasıl hasım olduğunu, kuyusunu kazdıklarını görür de akıllanır.

İşte örnekleri çoğaltabileceğimiz böyle şerler, İlâhi bir lutuf olarak yetişir de hayra vesile olur. Kişi o zamana kadar göremediğini, görmüş olur. Gözü artık görmeye başlamıştır. Bu, dönüşüne ve dünyadan soğumasına sebep olur. Artık bütün dünya ve hükümranlık verilse, dönüp bakmaz. Artık bütün alâkası, ahirete dönmüştür. Tek fikri vardır: İmanını kurtarabilmek ve bunu temin edecek şekilde, ölüme hazırlanabilmek.

Kabrini düşünür. Bedeni başka canlılara gıda olacaktır. Ölüm ile sevdiklerinin kendisini kabre koyup, yalnız bırakarak çekilip gitmesiyle, zaten yalnız olduğu hakikatini hissedecekti. Şimdi, ölmeden önce sevdiği her şeyin aslında kendisini bazı menfaatler ile sevdiklerini bilerek, kabre sıra gelmeden, kalben onlardan sıyrılmakla, isabetli  davrandığını bilmektedir. Artık kabirde yalnız kaldığı zaman üzülmeyecektir, çünkü daha şimdiden, buna hazırdır.             Dünyanın zaten vefasız olduğunu anlamıştır. İnsan sadece Allah’ına bağlanmalıdır. Geri kalanın hepsi boştur. Dünyada yaşarken, ölmeden önce ölmüş gibi yaşamakla, öldükten sonrası için hazır olacaktır. Ömrünü bağladığı her şeyin ölüm ile kendisini terk edeceğini ve gerçek hayatta bunların hiç birinden fayda olmayacağını, hatta zararı olacağını bilmektedir. Dünya ile bu derece sevgili olduktan sonra, dünyası rezil ve zelil olacaktır. Kârı da sadece yorgunluk olacaktır. Böyle devam etmiş olsaydı, Allah ehli yanında değeri de olmayacak, ahiretini de kaybetmiş olacaktı.

İşte bu fikirler ile, dünyadan sıyrılmaya başlamıştır. Ölmeden önce, kendisine bu sıyrılma imkânını veren Rabbine şükreder. Allah’ın kimseye zulmetmeyeceği bilinci içinde, ancak insanın kendine zulmedeceğini bilir.

Uzun emelde insanların dereceleri:

Uzun emeli olanın, ameli az olur. Ameli çok olanın ise, uzun emeli olmaz.

“Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister”     Bakara/96

İnsanlar, dünyada kalma hususunda birbirinden farklıdırlar. Bir kısmı hiç ölmeden dünyada kalmayı arzu eder. Bir kısmı bin yıl, bir kısmı yüz yıl, bir kısmı yirmi-otuz yıllık nafaka toplama telâşındadır. Bir kısmı bir yıllık topladıktan sonra, amele yönelir. Bir kısmı da bir aylık toplar. Bir kısmı önünde bir gün kalmış gibi davranır. Bir kısmı ise içinde bulunduğu saatten ilerisini düşünmez. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “Ey Abdullah, sabahladığın vakit akşama çıkacağını; akşamladığın vakit de sabaha çıkacağını düşünme” buyurmuştur.

Ömür bir fırsat ve ganimettir. Bunu bilen acele amele yönelir. Dünyaya rağbeti arttıran azdırıcı zenginlikten, unutturucu yoksulluktan, ifsad edici hastalıktan Allah’a sığınırız.

 

Amele koşmak ve ameli geriye bırakmak:

“Beş şeyden önce beş şeyi fırsat ve ganimet bil: İhtiyarlık gelmeden gençliğini, hastalık gelmeden sağlığını, yoksulluk gelmeden zenginliğini, meşguliyet gelmeden rahatlığını ve ölüm gelmeden hayatını ganimet bil”

İbn Ebi’d-Dünya

“Gerçek surette ölüm size gelecek; ya saadetle veya şekavetle sizi yakalayacaktır”                   İbn Ebi’d-Dünya

 

“Ben bir korkutucuyum. Ölüm sizi yakalayacak, varacağınız yer de kıyamettir”                         İbn Ebi’d-Dünya

“Bu günkü güne nispetle akşama ne kadar vakit kaldı ise, dünya gününe nispetle kıyamete de o kadar vakit kalmıştır”                                                       İbn Ebi’d-Dünya

Hz. Peygamber(s.a.v.): “Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâm’a açar” En-âm/125. âyetini okuduktan sonra; “İman  göğse girdiği vakit, göğüs genişler” buyurmuştur. Bunun belirtisinin olup olmadığını soranlara da: “Evet, vardır. Aldatıcı dünyadan uzaklaşmak, ebedi olan ahirete yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlanmaktır” buyurmuştur.

“Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan, O’dur” Mülk/2.âyetinin tefsirinde, müfessirler, “hanginiz daha çok ölümü anar, hanginiz daha çok ona hazırlanır, hanginiz daha çok ondan korkar?” demektir, demişlerdir.

“İçinizden öne geçmek veya geri kalmak isteyen kimseye, insanoğlunu uyarıcı olarak anlatılan Cehennem, büyük olaylardan biridir”                                Müddessir/35-37

“Biz onların günlerini saydıkça sayıyoruz”

Meryem/84

“Kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz. Allah’ın buyruğu gelene kadar dinde şüpheye düştünüz. Sizi kuruntular( uzak emeller) aldattı; sizi şeytanlar Allah’a karşı da ayarttı”                                                                  Hadid/14

Bütün bu âyet ve hadislerden anlıyoruz ki, ecel gelmeden, geleceğini düşünelim. Dünya azıklanma yeri olduğuna göre, azığı temin etmede acele edelim. Tevbelerimizi bir an önce yapalım. Ömrümüz vardır sanarak, ilerideki bir tarihe geciktirmeyelim. Umulmadık bir anda ve günahın tam içinde iken ölümle karşılaşabiliriz. Hep o anın var olduğunu düşünerek yaşayalım. Bize yapılan tavsiyeler böyledir. Bazılarının söylediği gibi, şimdiden ahireti yaşamak, dünya neşesini kalbimizden alıyorsa da alsın. Burada da kuvvetli olalım. Zira her can ölümü tadacaktır. Ve O’ndan geldik, yine O’na gideceğiz, âyetleri vardır.

Can Çekişme ve Şiddeti

Can Çekişme ve Şiddeti, Ölüm Anı:

Ölüm acısının şiddeti, ancak çekenler tarafından bilinir. Ölüm acısını tatmayanlar ancak başkalarının ölüm anında çektiklerini görerek, bu acıyı anlamaya çalışırlar. Acıyı duyan ruhtur. Ruh bedenin her tarafına yayılmıştır ve beden ile sıkı münasebet halindedir. Dolayısıyla bedendeki her acı, ruha sirayet eder.

Ölüm acısında birinci zorluk, canın çekilmesi, çıkmasıdır.Can çıkması, doğrudan ruhu ilgilendiren bir acıdır. Zira bedende bulunan her damar, sinir, adale ve mafsalın, hatta her kılın ucundan çekilip, çıkarılan ruhtur. Bu sebeple acının miktarından sorulmaz. Kılıç yarasından, testere ile biçilmekten, makasla doğranmaktan da ağırdır, denmiştir. Ruh çekilirken, acı ve sancı her tarafı kaplayınca, kişinin imdat dileyecek durumu kalmaz. Akıl karışır, dil tutulur. İnlemek ve yardım dilemek için mecali kalmaz. Eğer kişinin biraz dermanı varsa, can çekilirken boğazda hışırtı, göğsünde hırıltı duyulur. Rengi, yaratıldığı toprak rengine döner, gözleri tavana dikilir, dudakları sarkar, dil ağız boşluğuna çekilir, parmaklar morarır. Yavaş yavaş bütün azalar yaşam kabiliyetini kaybetmeye başlar. Önce ayaklardan can çekilir. Sonra yavaş yavaş yükselerek, en sonunda boğaza çıkar. İşte bu anda kişi, bağlı olduğu dünyadan, evlâdından, eşinden gözünü çeker, yani manen kopar. Fakat bu anda tevbe kapısı kapanmıştır.

“Gargara etmedikçe, kulun tevbesi kabul olunur”

Tirmizi ve İbn Mâce

Bu hadiste, gargaradan murad edilen, canın çekilmesinin boğaza dayanıp, hırıltılı solunumun başlamasıdır. Bu hırıltılı solunum başlayıncaya kadar tevbe kapısı açıktır.

“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiğinde (şimdi tevbe ettim) diyenin tevbesi makbul değildir”

Nisa/ 18

     Bu âyetin tefsirinde Mücahit: (ölüm kendisine geldiğinde) kısmını, ölüm meleği kendisine göründüğünde, diye açıklamıştır.

Ölümleri sırasında, Hz.Peygamberimiz(s.a.v): “Allah’ım, Muhammed’e ölüm acısını ehvenleştir” diye dua etmişlerdir.

İnsanlar ölüm acısını cahillikleri sebebiyle bilmezler. Bu sebepten bu acı için Allah’a sığınmazlar. Çünkü henüz başlarına gelmemiştir. Halbuki nübüvvet nuru ile ve velâyet nuru ile, başlarına gelmese de, bu acıyı bilmek mümkündür. İşte bu yüzden nübüvvet nuru ile bilen Peygamberler ve velâyet nuru ile bilen veliler, ölümden çok korkmuşlardır. İsa(a.s.), ölümden öyle korkmuştur ki; ölüm korkusunun kendisini ölümden ölüme sürüklediğini ifade etmiştir.

Hz. Ali(k.v.), Resul-i Ekrem(s.a.v.)’in can çekişmesini gördükten sonra: “Artık başka birinin canının kolay çıkacağını ummam” demiştir.

Hz. Peygamber(s.a.v.): “Allah’ım, Sen ruhu sinir, damar ve parmak uçlarından alırsın. Allah’ım ölümümde bana yardımcı ol ve ölümümü kolaylaştır” diye dua ederlerdi.                                                  İbn Ebi’d-Dünya

Yine bir rivayette ölümün elem ve acısını anlatırken: “O üç yüz kılıç yarası kadardır” buyurmuşlardır.

İbn Ebi’d-Dünya

“Ölümün en ehveni, yün arasındaki pıtrak gibidir. Hiç pıtrak yünsüz çıkar mı? O çıkarıldığı vakit, onunla bir sürü yünler de çıkar”                                 İbn Ebi’d-Dünya

Bir hastanın ziyaretine gittiklerinde: “Onun çektiğini, ben bilirim. Onun her damarı ayrı ayrı ölüm acısını çekmektedir” buyurmuşlardır.                        İbn Ebi’d-Dünya

Hz.Ali(k.v.), savaşa teşvik ederken: “Şayet savaşta öldürülmezseniz, başınız yastıkta öleceksiniz. Vallahi bin kılıç yarası, benim için yatakta ölmekten daha ehvendir” derdi.

Zeyd b. Eslem’in babasından rivayetine göre: “Mü’minin ulaşamadığı bir derecesi kalırsa, ölürken can çekişmede çektiği eziyetlerle bu dereceyi alır ve böylece Cennet’teki mevkiine ulaşır. Kâfir de yaptığı iyiliğin mükâfatını henüz görmemişse, ölüm anında kolaylıkla can vererek mükâfatını görür, lâkin yine Cehennem’deki yerini alır” demiştir.

“Ani ölüm, mü’min için rahmettir, çünkü o hazırdır. Facir için üzüntüdür, çünkü o hazır değildir”

Ahmed(Hz.Aişe’den)

Hz.Ömer(r.a.), Ka’bü’l-Ahbar’a ölümden sorduğunda; “Dikenli, dallı, budaklı bir çalıyı insanın ağzından karnına soktuktan sonra; şiddetle çekip çıkarmak gibidir” demiştir.

“İnsan ölüm acı ve sancıları arasında kıvranıp, dururken, bütün azaları birbirine veda eder ve (sana selâm, bir daha kıyamete kadar buluşamayacağız) derler”

Ebû Hüdebe

Ölüm acısında ikinci zorluk; Azrail (a.s.) ile karşılaşmaktır. Günahkârın canını alırken, Azrail (a.s.)’ın girdiği surete en kuvvetli insan bile tahammül edemez. Mü’minlere ise güzel bir  surette görünür. Ayrıca kiramen kâtibin denilen iki koruyucu melek de görülür. Bu melekler de günah sahibine ve sevap sahibine hallerine uygun görünürler. Ölüm anında gözlerin sabitleştiği vakittir. Bir daha gözler hareket edemez.

Ölüm acısında üçüncü zorluk; kişinin gideceği yer hakkında bir nida duyması ve gideceği yerin gösterilmesidir.

“Sizden biriniz nereye gideceğini bilmeden ve hatta Cennet veya Cehennem’deki yerini görmeden dünyadan çıkmaz”                                                       İbn Ebi’d-Dünya

Bu hadis ile bildirildiği üzere, ölüm meleği ya: “Ey Allah’ın dostu, sana Cennet ile müjdeler olsun” diye veya: “Ey Allah’ın düşmanı, sana Cehennem ile müjde olsun” diye nida eder.

Hasan-ı Basrî: “Mü’minin rahatlığı ancak Allah-ü Tealâ’ya mülâki olacağı (ölerek, kavuşacağı) zamandır” demiştir.

Ölüm Anındaki Kişinin Halleri

Ölüm Anındaki Kişinin Halleri:

1)Sûret güzelliği(dış güzellik):

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); ölüm yatağına düşen kişi  için: “Ölmek üzere olanın, alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve dudakları kuruduğu vakit, bu hal Allah-ü Tealâ’nın rahmetindendir. Boğazı sıkılmış gibi hırıldar, yüzü kızarır, dudakları yağlanırsa, bu da Allah-ü Tealâ’dan kendisine inen bir azabtır” buyurmuşlardır.            Tirmizi ve Hakim

2)Lisan güzelliği:

Dili ile Kelime-i Şehadet getirmek hayır alâmetidir. Bu konudaki Hadis’ler şunlardır:

“Ölmek üzere olanlarınıza, şehadet kelimesini telkin edin”                                                        Ebû Said el-Hudrî

“Zira o şehadet, geçmiş hataları yok eder”      Huzeyfe

“Allah’dan başka kimsenin ibadete lâyık bulunmadığını bilerek ölen, Cennet’e gider”                      Hz.Osman

“Ölüm meleği birinin canını almaya gitti. Kalbini yokladı, kalbinde bir şey bulamadı. Çenesini ayırdı, baktı ki, dili bir kenarda kelime-i tevhidi söylüyor. Bu kelime-i ihlâs sayesinde günahları mağfiret edildi”      Ebû Hureyre

Telkin edilmesi tavsiye edilmişse de, telkinde ısrar olmamalıdır. Çünkü dili tevhide dönmeyen kişi, olur ki, kötü sona girebilir. O zor anda dil, dönmeyebilir ve kişi dili dönmediği için, zorlanmaktan dolayı, su-i hatimeye girebilir.

3)Ölmek üzere olanın hüsn-ü zan içinde bulunması:

Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyip, Allah hakkında iyi zanda bulunma halidir. Bir yanda günahları ve eksikleri olduğu halde, Allah’a ait hüsn-ü zan içinde bulunmak, övülen bir haldir. Zira:

“Allah-ü Tealâ buyurur ki: Ben kulumun zannı üzereyim, Beni dilediği gibi düşünsün”

                                     İbn-i Hibban/ Ahmed/Beyhaki

“Bu korku ile ümit, şu ölüm anında kimde toplanırsa, Allah-ü Tealâ umduğunu ona verir ve korktuğundan onu emin kılar”

Resûl-i Ekrem(s.a.v.)’in İrtihalleri

Resûl-i Ekrem(s.a.v.)’in İrtihalleri:

(ölüm hali)

Hazret-i Peygamberimiz(s.a.v.), yaratılmışların en şereflisidir. Allah katında, O’ndan keremlisi yoktur. İnsanlığın uyması gereken en güzel örnektir. Makam-ı Mahmud’un sahibi, kıyamet gününün şefaatçisi, topraktan ilk dirilecek olan, Allah’ın kıymetlisi, nebisi, sevgilisi olduğu halde; bütün bu şereflerine rağmen, can çekişmeleri zor olmuştur. Hatta huzurunda bulunanlar, O’nun ızdırabına dayanamamıştır. Bizler, burada ders almalı ve ölümün ne kadar çetin olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Ölüm anında, mübarek alınları terlemiş, renkleri solmuş, iniltisi duyulmuştur. Nefeslerini alıp vermede zorlanmışlardır. Nübüvvet makamı, ölümlerini engelleyememiş; halkı müjdeleyici ve korkutucu olması bakımından, ömürlerini Allah yolunda hizmet ile geçirmiş oldukları halde, bir ayrıcalık ile müsamaha görmemişlerdir.

İbn Mes’ud (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Resûl-i Ekrem’in ayrılma vakti yaklaştığında, Hz.Aişe’nin evinde yatmakta idi. O, bize bakarak, gözleri yaşarmış olduğu halde: ( Hoş geldiniz. Allah size mübarek etsin, korusun ve nusret versin. Takvayı ve Allah’dan korkmanızı size tavsiye ederim ve sizi Allah’a emanet ederim. Ben sizi O’ndan açıkça korkuturum. O’nun memleketinde ve kulları arasında, O’na karşı gelmeyin. Ölüm yaklaştı. Cennet-i Me’va’ya, Sidre-i Münteha’ya ve Cenab-ı Allah’a rücû vakti geldi. Size ve benden sonra dinimize girenlere Allah’ın selâm ve rahmetini benden okuyun) buyurdu”.

(Bezzar)

Rivayet edilir ki; irtihalleri sırasında, Cebrail a.s’a: “Benden sonra ümmetim için kim var?” diye sordular. Allah-ü Tealâ, Cebrail a.s.’a vahyetti ki:    “Habibimi müjdele. Ümmeti hakkında Ben O’nu perişan etmem. Yine müjdele ki, kıyamet günü mezarından ilk kalkacak olan O’dur. Mahşer halkının efendisi de O’dur. O ve O’nun ümmeti Cennet’e girmeden başkaları giremez” buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “İşte şimdi gönlüm rahat etti” buyurdu.                                (Taberâni)

Hz. Aişe(r.a.) anlatıyor: “ Resûl-i Ekrem, yedi kuyudan alacağımız bir kırba su ile kendisini yıkamamızı emretti. Dediği gibi yaptık, biraz rahatladı. Kalktı, mescide gitti, cemaatle namaz kıldı. Uhud şehitleri için dua ve istiğfar etti. Şu tavsiyede bulundu: (Ey muhacirler! Bundan sonra siz çoğalırsınız, fakat ensar bu günkü durumlarından fazla çoğalmazlar. Ensar, benim has vekillerim ve sırdaşlarımdır. Ben onlara iltica ettim. Onların ihsan sahibi olanlarına ikram edin, kusurlarını da bağışlayın. Bir kul, dünya ve Allah katında olanlar arasında serbest bırakıldı. O da Allah katında olanı tercih etti). Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu sözler ile, kendisini kast ettiğini ve aralarından ayrılacağını anlayan, babam Ebû Bekir ağlamaya başladı. Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem: (Dur. Şu mescide açılan bütün kapıları kapayın. Yalnız Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın. Zira ben, bana göre Ebû Bekir’den daha üstün sohbete değer bir kimse bilmiyorum) buyurdu”                 (Dârimi)

Said’in babası Abdullah’dan rivayetinde; “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in ağırlaştığını duyan ensar, mescidin etrafında toplandı ve üzüntülerini belirtmeye başladılar. Hz. Abbas, Hz. Fazl ve Hz.Ali huzura girerek, ensarın halini anlattılar. Hz. Peygamberimiz’in ölümünden korktuklarını, kadınların da toplanarak ağladıklarını anlattılar. Bunun üzerine, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali ve Fazl’ın omuzlarına dayanarak, mescide girdiler. Minberin ilk basamağına oturup, Allah’a hamd ettikten sonra:

(( Ey insanlar! Adeta benim hakkımda ölümü inkâr edercesine, benim ölümümden korkmakta olduğunuzu duydum. Size öleceğinizi bildirmedim mi? Benden evvel bir peygamber ebedi kaldı mı ki, ben de ebedi kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime gidiyorum. Siz de Rabbinize ulaşacaksınız. Ben size ilk muhacirlere iyilik etmeyi tavsiye ederim. Zira Asr suresinde hak olanı tavsiye etmemiz buyuruluyor. Her şey Allah’ın izniyle cereyan eder. Bir şeyin gecikmesi, sizi aceleye sevk etmesin. Çünkü Allah-ü Tealâ, insanların arzusuna göre hareket etmez. Allah ile üstünlüğe kalkışana, Allah galebe çalar. Allah’ı aldatmaya kalkışana, Allah hilesinin cezasını verir. Tekrar eski halinize dönüp, yer yüzünde bozgunculuk çıkarmayı ve akraba ile münasebeti kesmeyi mi istiyorsunuz? Aynı zamanda ensara iyilik etmeyi, ben size tavsiye ederim. Zira onlar sizden önce burada yerleşmiş ve imana sahip olmuşlardır. Onlara iyilikte bulununuz. Onlar meyvelerini sizinle bölüşmediler mi? Onlar size bütün servetleri ile kapılarını açmadılar mı? Kendileri muhtaç iken, sizi tercih etmediler mi? Kim ki iki kişi arasında başkan seçilir ve hükmetmekle vazifelenirse, bunların iyilerinin iyiliklerini kabul etsin, kusurluların kusurlarından vazgeçsin. Sakın onlara karşı üstünlük taslamasın. Ben şimdi önden gidiyorum. Siz de ardımdan geleceksiniz. Uğrak yeriniz havuzdur. Havuzum ise geniştir. Kevser oluğundan oraya su dökülür. Onun suyu sütten beyaz, kaymaktan yumuşak ve baldan daha tatlıdır. Bundan içen, bir daha susamaz. Bu ırmağın çakılları inci, yatağı ise misktendir. Yarın bana gelmeyi arzu edenler, bu gün elini ve dilini lüzumsuz şeylerden çeksin)). Bu vasiyet üzerine Abbas (r.a.) , Kureyş’e de bir vasıyette bulun deyince; (( Kureyş’e de aynı şeyi tavsiye ederim. İnsanlar Kureyş’e bağlıdır. İyileri, iyilerine; kötüleri de kötülerine karşılıktır. Kureyşlilerin insanlara iyilik yapmasını tavsiye edin. Ey insanlar, günah nimetleri bozar ve taksimatı değiştirir. İnsanlar iyi olursa, imam ve hükümdarları da onlara iyilik yaparlar. Kötülük yaparlarsa, onlar da kötülük ederler. Nitekim En’am/129. âyette: <Zalimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına böylece musallat ederiz> buyurulmuştur”

İbn Mes’ud(r.a.)’un rivayetinde: Resûl-i Ekrem(s.a.v), Hz.Ebû Bekir(r.a.)’e şöyle buyurmuştur: “Beni yıkayıp kefenlediğiniz vakit, evimdeki bu yatağımda, yani mezarımda beni bırakın. Bir saat kadar yanımdan uzaklaşın. İlk namazımı kılacak olan, Allah-ü Tealâ’dır. Nitekim Ahzab/56. âyette (Allah ve melekleri peygamberini överler, selâmlarlar) buyuruluyor. Sonra meleklere izin verilecek, yaratılmış olanlardan ilk namazımı kılacak olanlar sırasıyla; Cebrail, Mikâil, İsrafil, ve sonra da ölüm meleği Azrail’dir. Askerleri ile gelirler. Sonra da diğer bütün melekler gelir. Daha sonra da siz namazımı posta posta kılar, selât ve selâm edersiniz. Tezkiye ederek, bağırıp, çağırarak ve ses çıkararak bana eziyet etmeyin. Önce sizden imam ve  en yakın  ehl-i beytim gelsin. Sonra sizler ve sonra kadınlar daha sonra da çocuklar gelsin”.

Abdullah b. Zem’a anlatıyor: “ Rebiu’l evvelin ilk gününde, Bilâl sabah ezanını okuyunca, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), (Ebû Bekir’e söyleyin, namazı kıldırsın) buyurdular.

Azrail a.s. gelerek, ruhlarını alıp almamayı ilk defa olmak üzere, Allah tarafından kendi reylerine bırakıldığını bildirmiştir. Resûl-i Ekrem, kızları Fatıma’ya ölümünün yaklaştığını ve kendisine ilk kavuşacak olanın Fatıma olacağı müjdesini verdiler. Sonra ölüm meleği yanına gelerek, (Ya Muhammed ne emrediyorsun?) diye sorduğunda: (Şu anda beni Rabbime ulaştır) buyurduklarında; (Olur, Rabbin sana müştaktır. Senden başka kimseden izin almamı emretmedi. Saatin yakındır) diyerek yanından ayrılmıştır. Bu son anlarda Hz.Aişe validemizin kucağında, “Refik-i A’lâya” sözünü sıkça tekrarlamış ve baygınlık arasında kendilerine gelip, gözleri biraz açıldığında: “Namaz, namaz. Zira siz namaza devam ettiğiniz müddetçe dine bağlı kalırsınız. Onun için hepiniz namaza devam edin” buyurmuşlardır.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), hicretin on birinci yılında Rebiu’l evvel ayının başında hastalanmışlardır. Ateş ve şiddetli baş ağrıları ve terleme olmuştur. Zaman zaman kendilerinden geçme, baygınlık gibi hal olmuş; sonra açıldıklarında etraflarına vasıyette bulunmuşlardır. Rebiu’l evvel ayının Pazartesiye rast gelen onikinci günü, sabah erkenden ateşleri düşmüş, ezanı duyunca mescide gitmişlerdir. İnsanların namaz kılışını sevinerek seyretmişler, namazı kıldırması için, Ebû Bekir’e işaret buyurmuşlar, kendileri de, sağına oturarak  namaza katılmışlardır. Sonra zorlukla odalarına dönmüşler ve Hz. Aişe’ni kucaklarında, kuşluk ile öğlen arası, hakikate yürümüşlerdir.

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri:

Hepsi de son anlarında, dünyaya kapılıp gitmenin boşuna olduğunu anlatmışlardır. Allah-ü Tealâ’dan başka hiçbir şeye güvenilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Harun Reşid, ölümü sırasında: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp, mahvoldu” Hakka suresi 28-29. âyetlerini okumuştur.

Halife Mu’tasım da 44 yaşında ölürken; “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim, hiçbir şey yapmazdım” demiştir.

Selman-ı Farisi: “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem’in (Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın) dediğini hatırlıyorum ve bunun için ağlıyorum” demiştir. Halbuki, vefatından sonra Hz.Selman’ın bıraktığı serveti 10 dirhem kadardı.

Bilâl-i Habeşi: “ Ne mutlu bize ki, dostlarımız Hz. Muhammed(s.a.v.) ve dostlarına kavuşacağız” demiştir.

Amir b. Abdülkays: “Ağlamamın sebebi boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir” demiştir.

Fudayl da ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca da: “ Ah uzun yolculuk ve ah az azık” demiştir.