Yazar arşivleri: emre

Tevhidin Mertebeleri

Tevhidin mertebeleri:

Muamele ilmi ile anlatılabilen tevhid, dört mertebededir:

Tevhidin birinci mertebesi: Taze olarak koparılmış olan cevizin dış, yeşil kabuğu gibidir. Eğer yenmek istenirse, ağzı burar ve ağızda acı bir tat bırakır. Asla yutulamaz. Bu da; Allah’dan gaflette olan bir kalp ile veya inkâr eden bir kalple, dil ile “Lâ İlâhe illallah” demektir. Münafıklıktır. Bu kişiler,dünya hayatını esas almış gibidirler. Asla dünyadan vaz geçmezler. Ahiret imanları ya yoktur veya “ya varsa” kabilinden olmak üzere çok zayıftır. Bu sebepten dilleri ile tevhid sözünü söylerler, fakat bu söz kalbe inmez. Eğer şeriat ile idare edilen ülkede ise, sahibini ancak kılıçtan korur. Cevizin dış kabuğu nasıl cevizin aslı olan içini, meyvesini bir müddet için dış şartlardan korur ise; bu mertebedeki tevhid de, ölene kadar bedeni korur. Ölümden sonra ruhun tekâmülü için bir fayda sağlamaz. Kârı yoktur, zararı çoktur.

Tevhidin ikinci mertebesi: Cevizin tahta kabuğu gibidir. Dilinin söylediğini kalbi yalanlamıyor, demektir. Kalbi de, Allah’tan başka İlâh olmadığını tasdik eder. Yani Allah(c.c.)’a iman etmiştir. Umum Müslümanların ve avamın itikadı böyledir. Bu kalpte böylece kalır. Keşif olmayan kalbin tasdiki, ancak bu kadardır. Açılıp, genişlemesi mümkün değildir. Açılıp genişlemesi ve kalbi kaplaması için, keşif ve müşahedenin olması lâzımdır. Böylece orada parlamaya başlayan NUR ile genişleme olur.

“Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü İslâm için açar”          En’âm/125

“Allah’ın göğsünde İslâm için inşirah verdiği bir kimse – ki Rabbinden bir nur üzerinedir-(kalbini mühürlediği kişi ile) bir midir?”                                          Zümer/22

Tevhidin ikinci mertebesinde olan kişiler, şayet isyan sonucu imanda zayıflama olmaz ve bu iman ile ölürlerse, sahibini ahiret âzabından korur. Bu mertebede iken imanın zayıflamasından korkulur. Zayıflama sebebi ise iki türlü olur. Biri isyan ile, diğeri bid’atler iledir. Dünya işleri iyi giderken, çoğu kez isyan olmaz. Ama ağır bir imtihan ile karşılaşılınca, isyana girilebilir. Bid’atler ise bu noktada çok etkili olurlar. Bid’at ve bid’at sahiplerini yenmek ve imanı aynı kuvvette korumak zordur. Ayaklar çoğu kez burada kayar. Bunu yenmek için “kelâm” ilmine ihtiyaç vardır. Cevizin tahta kabuğu, dış kabuğa nâzaran daha faydalıdır. Özü korur ve kendisi de odun olarak yanar. Özetle; keşif olmayan kalbin tasdiki, ancak bu kadar fayda sağlar. Yoksa tevhid sözünün hakikatine kalbi zorlayarak, daha üst derecede bir tevhid elde etmek mümkün değildir. Avamın ve kelâmcıların tevhidi ve imanı  böyledir. Kelâm alimleri de tevhidlerinde avam ile aynı durumdadırlar. Fakat bunların yapabildikleri, bid’atçıların bid’atlerini alt edecek ilme sahip olmalarıdır.

Tevhidin üçüncü mertebesi: Keşif yolu ve Hak nuru ile gerçeği müşahede edenlerin mertebesidir. Bu kişiler mukarreblerdir (yakın olanlardır). Bu kişiler,  varlıkları gördüklerinde, hepsinin Vahid-i Kahhar’dan yaratıldığını bilirler. Bu mertebe tevhid-i ef’al de denen fiillerin tevhidi mertebesidir. Yani bütün işleri yapanın Allah-ü Tealâ olduğunu bilmektir. Varlıkları görür, onları çokluk olarak müşahede eder. Yani kesrettedir (çokluktadır). Fakat her neyi görse, her gördüğü ile Hakk’ın varlığının bilincindedir.  Yahut ta her gördüğünün  öncesinde Hakk’ın olduğu bilinci ile görür. Bu makamda fiil tecelliyatı olmuştur. İşlerin sahibi bilinir. İşte tevekkül de bu makamda hal olarak başlar. Burası cevizin içindeki özün etrafını saran ince zar gibidir. Her ne kadar ceviz bu ince kabukla yenilirse de, yendikten sonra ağızda burukluk bırakır. Ama soyulup, çıkarılırsa, özün tadına varılmış olunur.

Tevhidin dördüncü mertebesi: Cevizin özünün özü gibidir. Cevizin en faydalı kısmı bu özün özüdür. Cevize ait bütün yararlı kısım ve cevher burada gizlenmiştir. Özün özüne ulaşmış olan kişi, âlemdeki mevcudu tek olarak görür. Sıddıkların görüşüdür. Tasavvuf ehli buna, “fena fi’t-tevhid” yani tevhidde yok olma makamı derler. Kişi sadece bir olanı gördüğü için kendini de göremez olur. Tevhidde son nokta ve en yüksek makamdır. Kişi, Zât tecelliyatı ile her şeyi bir görür. Bunun açıklanması mükâşefe ilmine girer ki, yasaklanmıştır. Bu konuyu, kalpleri keşfe kapalı olanlar inkâr ederlerse de, bir şeyi görmemek o şeyin olmadığının delili değildir. Reddedip inanmamaktansa, tasdik edip iman ederek, kişi mükâşefe muvahhidi (keşfederek birleyen) olmasa bile, nasiptar olur. Kişi nasıl ki Peygamber olmadığı halde, Peygamberlere iman etmek suretiyle, imanın Peygamberlere iman kısmından nasibini alıyorsa, bundan da alır.

Tevhidin dördüncü mertebesi, her şeyde tek olan Mevcud-u Hakikiyi müşahede hali olarak, nadiren devam eder. Çoğu zaman şimşek gibi gelir, geçer.

Tevhidde ilim olarak bilinmesi gereken; her şeyde, her işte hakikat, bütün işleri yapanın Allah (c.c.) olduğunu bilmektir. Her mevcudu yaratan Allah (c.c.)’tır. Fakirlik, zenginlik, hastalık, ölüm gibi her hali icad eden de O’dur. Korku O’ndan, ümit O’na. Sadece O’ndan kuvvet alınır, sadece O’na dayanılır. Tek başına gerçek yapan O’dur. O’ndan başka her şey O’nun emri altındadır. O’nun iradesi olmadan kimsenin kımıldama imkânı yoktur. Mükâşefe kapısı açıldığında açık ve net olarak bu gerçek görülür.

“Attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı”

Enfal/17

Tevhid

TEVHİD:

Tevhid, tevekkülün aslıdır. Bu sebeple tevekkülden önce, tevhidi anlatmayı uygun bulduk. Tevhidin içinde de dereceleri vardır. Bu derecelerden üçüncü derecede tevekkül başlar. Yani bir kişinin tevekkülün aslını hal olarak yaşayabilmesi için, tevhidin üçüncü basamağına ulaşmış olması lâzımdır.

“Lâ İlâhe illallahü vahdehu lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir”

“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter”

İşte bu söze tam olarak inanıp, kalbi ile de tasdik edip, her işinde bu sözün yansıması ile yaşayıp, bağlandığı zaman; kişinin imanından söz edilmiş olunur. Bu iman tevekkülün aslı olan imandır.

Burada bahsedilen iman şöyle olmalıdır:

“Allah’dan başka ibadete lâyık kimse yoktur” cümlesine iman ile; Allah(c.c.)’dan başka hiçbir şeyi putlaştırmamayı, ne malı, ne parayı, ne evlâtlarımızı, ne itibarımızı O’nun önüne geçirmemeyi, gece gündüz aklımızda, fikrimizde bu sayılanlar ile değil, Allah ile yatıp, kalkmayı gerçekten böyle anlamayı, hissetmeyi ve yaşamayı anlamalıyız. Böyle bir imana ulaşmış olan, hakiki imana kavuşmuş olur. Ve kalbinde gayri kalmaz.

“O tektir, ortağı yoktur” cümlesi ile; O bütün yarattıklarına karşılıksız vermede Tektir, sevgide Tek sevilecek mercidir, nimetlerini ayırım olmaksızın bütün kullarına sonsuz lûtfetmede de Tek’tir. Sığınılacak, yardım istenecek, güvenilecek olan Tek’tir. Almadan veren, karşılık beklemeyen, minnet duyulması gerekmeyen, ezmeden veren Tek’tir. Bütün bu bakımlardan ve Zât’ına ait, sıfatlarına ait, isimlerine ve fiillerine ait özellikler bakımından da Tek’tir, asla böyle başka bir şey olmadığı için de ortağı yoktur.

“Mülk O’nundur, Hamd O’na mahsustur” cümlesi ile; Yaratılmış olan   her şeyi, O yarattığı için vardır. Dolayısıyla hepsi O’nundur. O olmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Hem yaratılmış olan âlemler ve içlerindeki her şey, hem de bizler O’na aitiz. Bu sebepten mülk O’nundur. Burada (mülk O’nundur) demek ile, Allah’ın Kudretine iman etmiş oluyoruz. Ve, bu kudreti hissedip, kendi acizliğimizi biliyoruz. (Hamd O’na mahsustur) derken ise; ululuk ve hikmetleri bakımından, aynı zamanda iradesinin gereğini yapmada kimsenin engelleme veya öne alma gücünün olmaması bakımından hamd edilecek makamın sadece O’na ait olduğuna iman etmiş oluyoruz. Böyle bir hakiki iman sahibi olmak, sebeplere teşekkür etmeye mani değildir. Zira iman sahibi bilir ki, Allah(c.c.) hiç sebepsiz verdiği gibi, sebeplerle de verir. Sebebe, sebep olduğu için, yani Allah tarafından kullanıldığı için teşekkür edilir. Sebep, sebep olmayla hem sebep olduğundan dua alır, hem de sebep olduğu için imtihan vesilesi olmuş olur.

“O’nun gücü her şeye yeter” cümlesi ile de; kayıtsız ve şartsız olmak üzere kendi dilediğini yapmakta, dilediğini seçmekte, dilediğini affetmekte, dilediğini yakmakta kimseye hesap vermeye mecbur olmadan kudretini kullanır, iradesiyle hükmeder, diye iman etmiş oluyoruz. O zaman madem ki buna iman ediyoruz, o zaman yaptığımız iyi şeylere ve iyiliklere, ibadetlere rağmen dilediğini kabul eder ve dilediğini reddeder, diye iman etmiş oluyoruz. Böylece, O’nun merhametinden başka sığınılacak hiçbir şeyimizin olmadığını da idrak etmiş oluyoruz.

Tevhid, dinin aslıdır. Her ne kadar kademeler ile olsa da tevhid, en alt kademeden en üst kademeye kadar kıymetlidir. Bu bakımdan Âyet-i Kerime’de “Lâ İlâhe İllallah diyen Cennet’e girer” denmiştir. Yani tevhidin hakikatine erişilmiş olmasa bile, dil ile tevhid kelimesini söylemenin dahi bir kıymeti vardır. Kelime-i Tevhidi; kişinin bilemedikleri yüzünden, hakikatini örten cehalet perdeleri Cehennem ateşi ile yandıktan sonra, o kişi Cennet’e girecektir, şeklinde anlamaktayız.

Tevhidin son kademesi, hakiki mevcudu müşahede etmektir. Bu sebepten tevhid, mükâşefe (keşif) ilmine aittir. Hakiki mevcut demekten kastım, başkasına ihtiyaç duymadan var olan, yani bizatihi kaim olan demektir. Bu bizatihi kaim olandan başka bir şeyin mevcudiyeti, gölge gibidir. Çünkü böylece var olan, yine hakiki varlığın mevcudiyeti ile vardır. Bu varlık, hakiki mevcudun varlığı ile var olduğundan, O’nun varlığı ile kayıtlıdır. Yani var olan kendiliğinden var olmuş değildir ve varlığının devamlılığını da kendi kendine sürdürmesi mümkün değildir. Ölmeyi hiç istemediği halde, ölüm zamanını kendi tayin edemez. Aynen doğumunu da kendi tayin edemediği gibi. Tayin etmek bir yana, ömrünün süresini bile bilmez. O zaman bu var oluş, hakiki var oluş olmayıp, gölge gibi, hayal gibi olur. Veya yok mesabesinde gibidir. Tevhid görüşü, mevcut âlemde O’ndan başkasını görememektir. Göz nasıl bir fotoğrafı hakiki görüntüden ayırt ediyorsa; kalp de hayal olanı hakikatten ayırır. Fotoğraf nasıl hareketsiz ve cansız duruyorsa, bir bakıma ölü gibiyse, hayal olan da cansız gibidir. Sanki hayat yok gibidir. Hakikat ise her an yenilenen, doğan, yaşayan, ölen ve sonsuza kadar böylece devam edendir. O zaman hakiki mevcudun gayri, fotoğraf hükmünde değil midir? Yaratılmış olanların hepsi, hiçbir şeye muhtaç olmasa bile, kendi varlıklarından söz edilebilmesi için, hiç olmazsa Yaradan’a ihtiyaçlıdır. Yaradan ise kimseye muhtaç değildir. Herkes ve her şey Zât’ına muhtaçtır. Herkes ve her şey Zât’ının yarattıklarıdır. Ve Âyet’te belirtildiği gibi: “O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”…

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever”   Maide/54

Ebû Said el-Miyhenî, bu âyeti okuduğunda; “Gerçekten onları sever, çünkü sevdiği kendi Zât’ıdır. Yani seven de sevilen de kendisidir” demiştir.

Bu deyiş, yüksek bir makamın ifadesidir. Ancak “fena” makamına ulaşanların yani, kendi varlığını esas mevcut olanın varlığında kaybetmiş, yok etmiş olanların deyişidir. İşte bu, tevhid nâzarıyla bakıştır. Anlayamayanlar reddederler. Reddedenler de; ya her hangi bir şey ile var olanlardır, ya da cahillikleri sebebiyle kısa görüşlü olanlardır. Ariflerin görüşü, cahiller için anlaşılmaz.

Cüneyt-i Bağdadi: “Tevhid ilmi, tevhidin aslına zıddır, kendisi (aslı) da, tevhid ilminden başkadır” demiştir. Bağdat tasavvuf okulunun en önemli ismi olan Hz.Cüneyt, tevhid ve fena konularında, ilk defa derinlemesine konuşan ve yâzan muvahhiddir (tevhid ehlidir). Bu bakımdan bu söz tasavvuf edebiyatında yerini bulmuş ve diğer kişilere ışık olmuştur. Bu sözden anladığımız şudur: Kişi Allah(c.c.) hakkında Zât’ında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde tek olduğunu şeksiz ve şüphesiz kabul ederek, kesin bir ilme sahip olur. Bu tevhid ilmidir. İlim ayrı bir şeydir, hal ayrı bir şeydir. Bu tevhid ilmi, tevhid halini yaşamaya dönünceye kadar, şartlar ve sebeplerin değişmesi ile, kalpteki imanı sallar. Ne zaman ki şartlar ve sebepler ne kadar değişirse değişsin; kişinin kalbinde Rabbine karşı güveninde asla bir endişe, yahut eksiklik duygusu olmaz; o zaman tevhid hali yaşanmış ve tevhid makamına ulaşılmış olur.

En önemli konu ise; tevhid ilmi muamele ilmi ile anlatılır, tevhid hali ise mükâşefe ilmi ile yaşanır, bilinir.

Önsöz-Adımlar 3.Cilt

Önsöz

 Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla;

Esirgeyen ve bağışlayan; kâinatın ve hesap gününün tek sahibi ve hâkimi, varlığımızın da tek sahibi olan; sayısız maddi ve manevi nimetleri ile lûtuflandıran, kullarını nuruna kavuşturmak için daimi vesileler yaratan, darda olana yetişen, belâ ve imtihanlarını kazanç vesilesi kılan, kalpleri mesken kılan, apaçık kitap ile zoru kolaylaştıran Allah-ü Tealâ’ya sayısız hamd olsun.

Peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin rahmeti, dinin doğru uygulayıcısı, insanlığın kâmili, vesilelerin en keremlisi, Allah’ın sevgilisi, ümmetine merhameti bol, şânı yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed Sallallah-ü aleyhi ve Sellem’e, Ehl-i Beyt’ine, şerefli ashabına, temiz ve pak soyuna, yolundan gelen hayırlı insanlara selâm olsun.

Elinizde bulunan bu üçüncü kitap ile, yani üç adımda adımlar serisi tamamlanmış oldu. Birinci adım tevbe ile başlamıştı. İkinci adım niyet ile başlamıştı. Bu üçüncü adım ise, tevhid ile başlamaktadır. Bu kitapları elimizden geldiği kadar, sizlere özet olarak aktarmaya çalıştık.

Fakat bazen mecburen konuların uzadığı oldu. Yine de şu anda emsallerine kıyasla, özet sayılırlar. Allah-ü Tealâ’dan, cümlemize, okuduğumuzu hayatımıza geçirmemiz için, tevfik vermesini niyaz ederim. Hayatımıza geçiremesek bile, kul olmanın ne kadar zor olduğunu bilme irfanına ermeyi niyaz ederim.

Yolumda, hayatımda ve görmemde ışık olan üstadım Muhammed Osman Sıraceddin’i , bu kitapların tamamlanması  ile, rahmetle anıyorum. Ve biliyorum ki, yüce himmetlerinin zaruri olan sonucu ile yazılanlar yazılmıştır. Ve bu üç seriyi okuyan herkese,  mübarek ve yüce himmetlerinin ulaşmasını, bilhassa niyaz ediyorum. On dört yıl evvel, kendi eserlerinin tercüme edildikten sonraki düzenlenmesi konusunda, bizi yetkili kılmalarındaki hikmeti de henüz anlıyorum. Demek ki bize yazma yolunu açmışlar. Etraflarında her zaman yer alan kıymetli alimlere rağmen, ısrar ile bu görevi bize verişlerindeki hikmet, apaçık olmuştur.

Ve bu yola girmeme vesile olan ve yürümem sırasında köprü olan Ali Merdan Sever’e özellikle teşekkür etmeyi, kendime borç biliyorum. Allah’dan kendisine ve kalabalık ailesinin her ferdine, İlâhi Rahmet’in iki cihanda ulaşmasını dua ediyorum.

 

                                                         Ayşegül Erdoğ

                                                27.Nisan.2005/KONYA

Amentü Billahi

AMENTÜ BİLLÂHİ

Rabbim korkarım, son nefesimden

Ümidim galip gelse de, titrerim her dem.

Niceleri göçtü bilmem, kötü son ile,

Cehennem’i yarattın, uzak mı benden?

Korkarım “amentü billâh” düşmez dilimden.

 

Duydum ki son anda, zormuş söylemek,

Bu sebepten yaptım dilime, pesek

Acep dünyaya diyorum, hiç mi gelmesek

Dolaşırken daim, “amentü” desek

Amentü’yü hemen kalbe indirsek.

 

Sonundan emin olan var mı, bilemem

Ben bu aldanışla, Sana gelemem

Pek çok günahım var, başka şey bilmem

Dilimde daima, amentü billâh

Dilimden kalbime işledi, Allah!

 

Tesbih olsun, zikir olsun, vird olsun

İster taklid, isterse gerçek olsun.

Maksat o ki, dil gayriyi unutsun

Yarın huzuruna çıkarsam, elbet

Amentü diye diye, budur saadet

 

Sana geliş, bilmem nasıl olacak?

Ruhum, nasıl bu tenden ayrılacak?

Acep kimler, umduğunu bulacak?

Kudret Sende,hüküm Sende, güç Sende

Dilerim ki, amentü hep dilimde.

 

Sen dilersen, bildirirsin ilimden,

Sen dilersen, söyletirsin dilimden

Başka bir şey gelmiyor ki, elimden.

Gayretimle kurtulamam nefsimden

Amentü çıkmıyor asla, kalbimden

 

Sen dilersen uçurursun aşk ile,

Sen dilersen göçürürsün, şevk ile

Emaneti alıversen, hüsn ile

Dilime vird oldu “amentü billah”

Dosta yüzüm kara çıkmaz, inşallah.

 

Kudret Senin, dilediğin yaparsın

Hem yaparsın, hem de hesap sorarsın

İradeni irademe sararsın

Son nefesin korkusuna salarsın

Amentü’yü kalplere Sen koyarsın.

Mektup-Havf

Mektup

Ya! Rabb-i Rahîm!

Ya! İlâhi bizleri bağışla. Sonsuz merhametinle esirge ve bağışla. Son nefesimizi iman ile vermemizi nasib et. Duyduk ki; bazı âyetlerini duyunca can verenler olmuş. Bizler ahir zamanın acizleri olarak ve hiç de aczini ve hududlarını bilmeyenler olarak, yine affına ve merhametine sığınıyoruz. Sen büyüklenenleri sevmezsin. Biz de bundan dolayı acziyetimizi bilmeye çalışıyoruz. Her ne kadar bilemediysek de, bilenlere dahil eyle. İşte, korkumuzun sebebi, bu kusurumuzdan dolayı, gaflet içinde can vermek.

Dünya sevgisinin ne demek olduğunu az çok bilmekteyiz. Bizi bu sevginin ağır sonucundan koru. Kalbimizde dava ile, eskilere ait sıkıntılar ile, karışıklık ile Huzuruna gelmekten koru. Son nefesimizi imanî karışıklıklardan temizle. Seni anarak, Sana inanarak, Peygamberimiz(s.a.v.)’e inanarak gelmemizi nasib et. Sen âyetinle, Peygamberler arasında bir fark gözetmeksizin, O’nlara iman etmemizi istemektesin. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) de Ashabı için, aralarında hiç birine dil uzatmayan bir halde olmamızı istiyor. Bizi bu türlü tefrikalar sonucu, bize fayda getirmeyen, hattâ zarar veren bu türlü kalp karışıklığı ve husumet göstermekten  son nefesimizde koru.

Duyduk ki, böyle karmaşa ile karşılaşsak da, yaşarken kendi kendimize imanımızı yeniden hatırlamak üzere söylediklerimizi, o zor olan son anda hatırlayabilirmişiz. Şu andan itibaren, son nefesimizdeki tehlikeden kurtulmak üzere, niyet ediyor ve daha sık “amentü billâh” demeye ahd ediyoruz. Ben Allah’a inanıyorum, ben Resulullah(s.a.v.)’a inanıyorum. Benimle birlikte olan dostlarım da inanıyorlar. Ben şahidim. Şimdi bu yazıları okuyanlar da inandıklarını tekrarlayacaklar.

Dilimizle söylediğimiz, halimize geçmezse, yalancılardan oluruz. Hem inandığımızı söyler, hem de Sana itaat etmezsek yalancılardan oluruz. Bize yardım et. Niyetlerimizin halis olduğunu fakat nefislerimize güç getiremediğimizi biliyorsun. Her şey Senden olduğuna göre, kalplerimizin sahibi olarak, lûtfen kalplerimize sundur.

Sana daima mektup yazdım. Yine yazacağım. Bu mektuplar, huzuruna getireceğim delillerimdir. Ben kulum, talebim olur. Sen Rab’sın, verişin olur. Çok kalabalık olan ailemle hiç engelsiz Sana vasıl olma sebeplerimizi halk et. Hamd Sana, senâ Sana, taat ve ibadet Sana, kulluk da ancak Sanadır.

Ya! Zül Celâl-i ve’l İkrâm!

Ya! Erhame’r Rahimin!

Ya! Rabb-i Rahim!

 

“Amentü billâh” , “Amentü billâh” , “Amentü billâh”

Korkunun Şiddetinde Sahabe Halleri

Korkunun Şiddetinde; Selef-i Salihin, Sahabe ve Tabiin’in Halleri:

“Keşke insan olmasaydım da senin gibi bir kuş olsaydım”
Ebû Bekir(r.a)
“Keşke ağaç olsaydık ta insan olmasaydık”
Ebû Zer ve Talha(r.a)
“Öldükten sonra tamamen yok olup, gitmeyi arzu ederdim”                                                                      Hz.Osman(r.a.)

“ Öldükten sonra tamamen unutulmuş olmayı, candan arzu ederdim”                                                           Hz. Aişe(r.a.)

Hz. Ömer(r.a.)’in Kuran’dan bir âyet duyduğu vakit bayılıp, düştüğü ve günlerce ziyaret edildiği söylenir. “Amel defterleri açılıp yayıldığı zaman” Tekvir/10. âyette düşüp, bayılmıştır.

Musa b. Mes’ud: “Biz Sevri’nin sohbetinde bulunduğumuzda, O’nun Cehennemden çekindiği durumunu görür ve sanki Cehennemin etrafımızı kuşattığını sanırdık” demiştir.

Mâlik b. Dinar: “Kâbe’yi tavaf ederken, bir seferinde küçük bir kızın, Kâbe’nin astarına yapışarak (Ya Rab, nice şehvetler var ki, zevkleri gitti, eserleri kaldı. Senin Cehennem azabından başka bir terbiye sistemin yok mu?) diyerek sabaha kadar ağladığını görünce, başımı ellerimin arasına alarak (Mâlik, helâk oldun) dedim” diyor.

Ebû Hafs: “Kırk yıldır yaptığım işlerime bakarak, Allah-ü Tealâ’nın bana dargın olduğuna kanaat getiriyorum” demiştir.

Korkunun Şiddetinde Selef-i Salihin,Sahabe Halleri

Korkunun Şiddetinde; Selef-i Salihin, Sahabe ve Tabiin’in Halleri:

“Keşke insan olmasaydım da senin gibi bir kuş olsaydım”
Ebû Bekir(r.a)
“Keşke ağaç olsaydık ta insan olmasaydık”
Ebû Zer ve Talha(r.a)
“Öldükten sonra tamamen yok olup, gitmeyi arzu ederdim”                                                                      Hz.Osman(r.a.)

“ Öldükten sonra tamamen unutulmuş olmayı, candan arzu ederdim”                                                           Hz. Aişe(r.a.)

Hz. Ömer(r.a.)’in Kuran’dan bir âyet duyduğu vakit bayılıp, düştüğü ve günlerce ziyaret edildiği söylenir. “Amel defterleri açılıp yayıldığı zaman” Tekvir/10. âyette düşüp, bayılmıştır.

Musa b. Mes’ud: “Biz Sevri’nin sohbetinde bulunduğumuzda, O’nun Cehennemden çekindiği durumunu görür ve sanki Cehennemin etrafımızı kuşattığını sanırdık” demiştir.

Mâlik b. Dinar: “Kâbe’yi tavaf ederken, bir seferinde küçük bir kızın, Kâbe’nin astarına yapışarak (Ya Rab, nice şehvetler var ki, zevkleri gitti, eserleri kaldı. Senin Cehennem azabından başka bir terbiye sistemin yok mu?) diyerek sabaha kadar ağladığını görünce, başımı ellerimin arasına alarak (Mâlik, helâk oldun) dedim” diyor.

Ebû Hafs: “Kırk yıldır yaptığım işlerime bakarak, Allah-ü Tealâ’nın bana dargın olduğuna kanaat getiriyorum” demiştir.

Korkuda Peygamber ve Meleklerin Halleri

Korkuda Peygamber ve Meleklerin Halleri:

Hz.Resûl(s.a.v), bir defa “Vakıa” suresinden bir âyet okuyunca bayılmışlardır. Başka bir sefer, Ebtah’da Cebrail (a.s.)’ı görünce bayılmışlardır. Namaz kılarlarken de göğüslerinde kazan kaynaması gibi bir ses duyulduğu bildirilmiştir. Ve: “Cebrail bana her ne zaman geldi ise, Allah korkusundan vücudu titrerdi” buyurmuşlardır.

A’raf/143.âyette; “Musa baygın yere düştü” buyurul-muştur.

Muhammed b. Münkedir diyor ki: “Allah-ü Tealâ Cehennemi yaratınca meleklerin ödü koptu. İnsanları yaratınca, melekler rahatladı”.

“İbrahim(a.s) namaza durduğu vakit, kalbinin cızırtısı bir mil mesafeden duyulurdu”                                                Ebû’d-Derdâ

“Davud (a.s) başını secdeden kaldırmamak üzere kırk gün ağladı”                                                                         Mücahid

“Davud (a.s)’ın gür olan sesi, hatasından sonra kısıldı”

                                                         Ömer b. Abdülaziz

Davud (a.s.)’ın ağlaması, af dilemesi ve Cehennemi anlatarak, korkutması bilinir. Cemaatinden vaazlarında can verenler olurdu.

Abdullah b. Ömer’in naklettiğine göre; Zekeriyya (a.s.)’a geç yaşında, özel lûtuf ile verilen Yahya (a.s.), çok ağlardı. Bir gün babası artık ağlamaktan vaz geçmesini ima edince: “Baba, Cebrail bana haber verdi ki, Cennet ile Cehennem arasında bir boşluk varmış. Burasını ancak göz yaşı akıtanlar geçebilirmiş. Ben de onun için ağlıyorum” demiştir. Bunun üzerine Zekeriyya (a.s.) da “oğlum, ağla” demiştir.

İsa (a.s.), havarilerine: “Ey havarilerim, Allah korkusu ve Firdevs sevgisi, zorluklara sabretmeyi gerektirir ve dünyadan uzaklaştırır. Size gerçeği söylüyorum. Firdevs Cennet’ini elde etmek için yalnız arpa ekmeği ile yetinip, çöplüklerde köpeklerle bulunmak yine de azdır” demiştir.

Su’-i Hatime (Kötü Son)

Su’-i Hâtime  (Kötü Son)

İnsanın, ezeldeki ilk  yaratıldığı ruhlar âleminden,  yaşadığımız Mülk âlemine indirilme sebebi; burada kendisine verilmiş olan nefsi ile Rabbini bilmesi, aslını tanıması ve bunlar uğruna pek çok imtihan geçirmesi ve bu imtihanları kendi lehine başarı ile vermesi ve bunun sonunda da, ahiret saadetini kazanması içindir.

Kötü son ise; bu imtihanları başaramamak sonucunda, ahirete yani sonsuz hayata hüsran ile gitmesidir. Kötü son iki türlü gelişebilir:

1)En kötü ve korkunç olanı; şüphe ve inkâr üzere ölmektir. Can çekişme anında kalpte şüphe veya inkâr ağır gelerek, bu hal üzere ölmek ile, ebedi olarak Allah ile arasında perde oluşması ve bu perdenin ebedi olarak kalmasıdır. Ki, bu da ebedi azâbı gerektiren küfür ve inkâr halidir. Şüphe ve inkâr üzere ölmenin de iki sebebi vardır:

Birinci sebep: Kişi zühd, amel ve verada tam manası ile ehil olduğu halde, küfür ile ölebilir. Meselâ; zahittir fakat bid’at sahibidir. Bu bid’at mezhepler bakımından olmayıp; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında hakiki olmayan bir inanç sahibi olması ile oluşmuştur. Bu inancı kendi görüş ve kanaatine bağlıdır. Bu kanaatine tam olarak bağlanmasıyla veya böyle bir bid’at sahibine inanıp, onu taklid etmesi ile olur.

Bid’at; Kur’an, Hadis ve Sünnet ile gelen bilginin dışında bir şeyi veya bir şeyleri eklemek, değiştirmek suretiyle, yahut ta dinde olmayan bir şeyi yeni olarak dine sokmak ile olur.

Abdullah b.Avf(r.a.)’dan bildirilen bir hadiste: “İslâm garip olarak başlayıp, yayıldığı gibi; yakın zamanda da garip olarak döner. O zaman müjde ve saadet garip olanlar içindir” buyurulmuştur. Eshab bu gariplerin kimler olduğunu sorması üzerine; “Benden sonra benim sünnetimden insanların bozduğu şeyleri, düzeltenlerdir” buyurulmuştur.

Süfyan bin Uyeyne: “Bir kimse, Resullullah(s.a.v.)’ın eshabına dil uzatsa, o kimse nefsine uymuştur ve bid’at sahibidir” der. Abdullah b. Mes’ud (r.a.): “ Sünnet-i seniyyeye uyun, bid’at sahibi olmayın, bu size yeter” demiştir.

“Allah-ü Tealâ bid’at sahibinin bid’ati terk edinceye kadar amelini kabul etmez”                                                        İbn-i Abbas

Ebû Eyyüb Sahtiyani der ki; “Bir kimseye sünnetten bir şey söylendiğinde, o kimse (bana sünnetten anlatma, Kuran’dan haber ver) dese, biliniz ki o, sapmıştır”.

“Benden sonra yaşayanlar çok bid’atler ve uygunsuzluklar görür. O zaman siz, benim sünnetime ve benden sonra gelen Hulefa-i Raşidin’in sünnetlerine yapışınız ve devam ediniz. Sonradan çıkma şeylerden sakınınız, uzak durunuz. Zira çıkan her şey bid’attır ve her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Dalâlette olanlar ise, Cehennemdedir”                             Urban b. Sariye

“Benim ümmetim üzerindeki en büyük fitne şu fitnedir ki; onlar işleri kendi rey ve arzularına kıyas ve tevfik ederek, helâli haram, haramı helâl kılarlar”                    Avf b. Mâlik-i Eşca’i

Böylece bid’atlerin üç türlü olduğunu biliyoruz:

Masum bid’atler:

Meselâ aşure, dinden olmadığı halde, fakire ve insanlara dağıtmak  niyetiyle yapmak ve dağıtmakta mahzur yoktur. Bunlar kişiye sorumluluk getirmediği gibi, sevap da kazandırır. Bid’at-ı Hasene denir.

Mezhep bid’atleri:

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat demek, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnet ve hadisinden bir şey eksiltmeden ya da bir ilâve, yenilik yapmadan aynısını benimseyip, reddetmeme yanı sıra, “cemaat” kavramı ile de; kendilerinden sonra gelen dört halife’yi aynen benimseyerek, onların uydukları sünnetleri ve kendilerini reddetmeden kabul etmektir. Aralarında biri diğerinden üstündür demeden, yahut bazısını noksan veya kabahatli görmeden, “Ashabım hakkında konuşmayınız” ve “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız yolunuzu bulursunuz” hadislerini unutmadan, tarafsız fakat imanî nazarla bakmalıdır.  Bunların dışında kalan topluluklar, bid’at çıkardıkları için, mezhepte bid’atçılar olmuş olur. (Kaderiye, Cebriye, Hululiye,.., v.s.)

Allah-ü Tealâ’nın Zât, sıfat ve fiillerinde olan bid’atler: İşte şuraya kadar genişleterek anlatmak zorunda kaldığımız, esas bu konu idi. Kişinin taatlerde, verada, takvada, hattâ zühdde önde olduğu halde, yanlış bir itikada kapılarak veya böyle birine uyarak, bid’at sahibi olması söz konusuydu. Fiillerde, sıfatlarda ve Zât ile ilgili olan bid’atlerden misaller ile anlatacak olursak;

Fiiller ile ilgili Bid’atler: Meselâ; sebepleri İlâh mesabesine çıkarmak, dolayısıyla o sebebe kızmak, kinlenmek, beddua etmek. İşleri yapanı,  bazen Allah-ü Tealâ, bazen kulmuş gibi görmek. Veya kendi başına gelenleri, büyüklerin başına gelen ve Allah’a yaklaştırıcı sebeplerden olan müsibet ve belâlardan sayıp; bir başkasınınkileri o kulun yaptıklarına karşılık olarak Allah tarafından verilen cezalar olarak görmek. Halbuki: “Bir kulumu seversem, onu belâ ve müsibetler ile iptilâ ederim, sonra da süratle kendime yaklaştırırım” Hadis-i şerif’i unutulmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, fiil tecelliyatından habersiz olmak böyle bid’ate sebep olur. Allah-ü Tealâ’nın Cennet’i ve Cehennem’i  yarattığını ve içini dolduracağını haber verdiği halde ve bu bilgi Kur’an ile sabit iken; “Cennet te Cehennem de dünyadadır” inancını yaymak da fiillerde bid’at sahibi olmaya delildir. Ve bütün işlerin sahibi Allah(c.c.)’dır diye söylediği halde, her hangi bir şeyi kuldan beklemektir. Yine fiil tecelliyatına eremediği için, kendi söylerse “Allah söyletti” olur, başkası söylerse, o başkası söyledi, olur. Böylece tevhidden ayrılır ve İlâhları çoğalır.

Sıfatlar ile ilgili bid’atler: Yine sıfat tecellilerine uğranmadığından ve bu konuda ilimlenme de olmadığı için, sıfatların hakikati tanınmamış olur. Meselâ; kudret sıfatını künhü ile kavrayamamış biri, hemen kendinde o kudreti görür de, kendinde gördüğünü, Allah-ü Tealâ’nın kudreti  sanır. Hattâ kendinde “ol” emri var, sanır. Veya O’nun kudreti yetmez, sanır. En çok iradede yanılma olur. İrade sıfatını tam olarak bilemediğinden, kader sırrını da anlayamaz. Ezelinden haberi olmaz. Ahirinden emin olur. Halbuki Yüce İrade nasıl murad etti ise o olacaktır. Kişinin elinde, kendisine bırakılmış olan kadar bir irade ile, taat vardır. İlâhi İradenin ezeldeki hükmünün ne kadar geniş kapsamlı olduğunu bilemez. Böylece şu iki günlük dünya hayatında kısa vadedeki başarılarını, kendisine verilen merhamet sebepli mühlet olduğundan habersiz, kendi kaderinde kendini muzaffer görür. Kendisinin dışındakiler hakkında da “Cehennemlik veya günahkâr” damgasını vurur. Sıfat tecelliyatına uğramadan sıfatları böylesine kolay benimsemek, İlâhlığa gidiş olur. İlim sıfatı konusunda da aldanma büyük olur. Allah-ü Tealâ’nın kullarını yakan bir Rab olduğunu sanmak, merhametinin sınırlı olduğunu düşünmek, adaletini anlamamak, hep sıfat hakkında bid’atlerdir. Yanlış bilgilenmeler, bid’at doğurur.

Zât hakkında bid’at sahibi oluş: Zât’ı tanımadan, O’nun hakkında fikir yürütmekle olur. Meselâ; Allah gök yüzünde kürsüsü olan, orada oturmuş bir Rab olarak düşünülür. Bunun gibi şeklî olarak ve vasfî olarak asla, hakikate yakın bir Allah kavramına ulaşamaz. Bu bakımdan, insan havsalasının düşünme ve akıl yolu ile kavrayamayacağı bilindiğinden, Zât hakkında düşünme engellenmiştir. Ancak isimleri, fiilleri, sıfatları öğrenilebilir, düşünülebilir. Zât hakkında ise, ne düşünülürse, o düşünülen değildir, denir. Ancak keşif yolu ile ve deliller ile bilinen hariç.

Böyleleri bu sebeplerden, acınacak kişilerdir. Bu kişiler; esasen dünya ehli olup, dinlerini öğrenmede gayret göstermemiş ve o güne kadar böyle bir şeye ihtiyaç ta duymamış hazırdan hoşlanan insanlara  kendi yanlış itikatlarını aşılarlar. Bunlar; çarpıcı lâflar ile etrafında alâka meydana getiren, dinin aslını sadece kendileri biliyormuş gibi gösteren, kurtuluşun da ancak kendi yolundan gelenlere açık olduğunu ihsas ettiren, kendine tabî oluşu da zor ve lûtfen kabul ediyormuş gibi davrananlardır. Bunların ellerine geçen sadece dünyevi itibardır. Nefislerine uymuş ve arkalarından birilerini de sürüklemişlerdir. Bu kişiler, meselâ; Allah hakkında, kula girmesini, çıkmasını kabul ederler (hulul). Veya kulun her gördüğünü Rab olarak görmesini, kemalâtın en üst derecesi, derler. Yahut, bizim namazımız kılınmıştır, diyerek etraflarına üstünlük taslarlar. Ya da, şeriatla ne olur ki, aslolan kalptir, derler. Böylece namazı, abdesti, hattâ guslü avama aittir diyerek, kendiyle birlikte kurtuluşa erenler için amel ile uğraşmayı, noksanlık addederler. Halbuki dinin emirleri avam ya da başkaları için ayrı değildir. Allah’ın kuralları bütün insanlık içindir.  İç aleme önem vererek, zahiri emirleri yok kabul ederler. Örtünmeyi, şeriatın emirlerine uymayı, noksanlık olarak kabul ederler. Çünkü, kendileri ve çevresindekiler bunları aşmıştır! Kendilerinde “ol” emri varmış gibi, söylenti çıkarttırırlar. Bu kişiler sapla samanı karıştırmış, zavallılardır. On söz etseler dokuzu doğru, biri yanlış olarak; yavaş yavaş bozukluğu doğruların yanı sıra yerleştirirler.  Kendileri de kendi itikatlarına samimi olarak inanmış olabilirler. Etraflarındaki insanlar üzerindeki etkilerini, kendi marifetleri için delil zannederler. Halbuki, insanlar zaten böyle bir din aramaktadırlar. Amel kısmı önemsenmeyen, kalp temizliği ile yükselecek bir inanç ve din insanların tercih ettiğidir. Hem eski halini değiştirmeyecek, amele sarılmayacak, çağa uygun görünüşte ve çağdaş olacak, hem de toplumun en üst tabakasında mâna sahibi olacak, böylece hiç say ve itaat gerekmeden, dinin incelikleri sadece kendi ve kendi gibi olanlara açılmış, özel insan olacak. Akıl sahipleri için bu mümkün olmamakla birlikte, böyleleri dünyalarına dört elle sarılacak, Allah’ın kerih gördüğü dünyayı sevecek, her türlü nimetinden istifade edecek, fakir-fukaraya sıra gelince de “onların sahibi ben miyim?” diyerek, tam yardım anında, mülkü sahibine bırakacak. Böyle kişiler, kendilerini ateşe atmakla kalmayıp, kendilerine uyan, bazen de saf gönüllü insanları ateşe atmaya sebep olacak. Ve sonunda, bunu dünya malı veya itibarı elde etmek için yapacak. Nefsin tatmininden başka bir şey elde etmeyen böylelerinden, Rabbim bizleri korusun ve  böyle olmaktansa, dağ başında, cahil fakat Allah’a inanan  avam kullar olmayı nasip etsin, amin.

Bu kişileri, Allah-ü Tealâ bazı kalplere bildirir. Fakat bilemeyenler için, şöyle ölçüler vardır: Kibirlidirler. Sadece kendilerinin büyük olduğuna inananlardan ve kendileri hakkında sağda, solda iltifatta bulunanlardan hoşlanırlar. Meclislerine, kayıtsız şartsız kendisini tasdik edenleri alırlar. Karşılarına kendilerinden bilgili veya kalbi açık biri gelse, onu hemen etraflarına, soğutup, uzaklaştırırlar. Halbuki eğer yol gösterici ise, herkesi kabul edip, şefkatli davranmalıdırlar. Ayırım yaparlar. Bu ayırımları; zenginler, makam sahibi olanlar ve kendisini tasdik edip, iltifat aldıklarıdır. Fakiri hakir görür ve “Allah, kusuru olmasa fakir etmezdi” veya “kusuru olmasa sakat etmezdi” derler. Muhabbet başlıca silâhları olup, eşler arasını, ana-baba-evlât arasını bozmaya sebep olurlar. İşte bu kişiler, itikadi bakımdan bid’at sahipleridir.

Allah-ü Tealâ, cümlemizi böyle kişilerden muhafaza etsin, deriz.

Ölüm anında, tam o anda aradan kalkan perde ve  ölüm meleği yaklaşınca, kişi, o güne kadar peşinden gittiği inancının bâtıl olduğunu anlar. Kesin olarak inandıklarının bâtıl olduğunu anlayınca, inandığı her şeyin aslı olmadığını sanır. Doğru olarak inandıklarının da bâtıl olduğunu sanır. Meselâ; Allah-ü Tealâ ve Resûl’üne olan inancını da bâtıl veya şüpheli kabul eder. İmanın aslına dönemeden bu karmaşa içinde ölürse, su-i hatime ile ölmüş olur. Ruhu, bedeninden şirk üzere ayrılmış olur.

Gerek kendi itikadı ve gerekse taklid yolu ile olsun; Allah(c.c.)’ın Zât, sıfat ve ef’ali hakkında yanlış bir itikada sahip olan, bu tehlike ile karşı karşıyadır. Zühd ve salâh tek başına bu tehlikeyi önlemek için yeterli değildir. Bu tehlikeden insanı yalnız hakikate dayalı sağlam bir itikad kurtarabilir.

Kocakarı itikadı denilen az bir bilgi ile, ama bildiğine tam bir iman ile inanmış olanlar, bu tehlikeden korunmuşlardır. Bu kişiler, Zât, sıfat ve fiiller hakkında, esasen bilgileri olmadığından iddialara girmezler. Kelâmcıları taklid etmezler. Bu sebepten selef, mü’minleri kelâm ilmine dalmaktan ve bunları araştırmaktan, men ederlerdi. Allah(c.c.)’ın indirdiklerine ve

Peygamberimiz(s.a.v.)’den getirilen her şeye inanmamızı isterlerdi. İşte yalnız akıl yolu ile anlamaya çalışanlar, aldanırlar. Nübüvvet ve velâyet’in mükâşefe nuru ile görenler ise, gerçeği bulur.

İkinci sebep: İmanın zayıf oluşu ve dünya sevgisinin kalbi kaplaması ile olur. Dünya sevgisi, şehvetleri ve nefsin arzularını körüklerken, Allah(c.c.) sevgisini azaltır. Nefsin zulmeti, kalpteki iman nurunu tamamen söndürür. Ölüm anında ise, sıkı bağlı olduğu dünyadan ayrılmayı istemediğinden, bunu yapanın da Allah olduğunu bildiğinden, Allah-ü Tealâ’ya karşı sevgisi gider, hattâ kinlenir. Bu hal içinde ölürse, su’i hatime ile ölür. Bu tehlikeden kurtulabilenler, ancak kalplerinde dünya sevgisinin yanı sıra, ondan biraz daha fazla olan Allah sevgisi bulunanlardır.

İnsanlar yaşadıkları hal üzere ölürler ve öldükleri hal üzere de dirilirler. Bu sebeple ölüm anında, yaşarken ne ile ünsiyet etti ve uzun ülfette olmuş ise, onu hatırlar, böylece Allah-ü Tealâ’dan perdeli olarak ölmüş olur.

2) Birinciden daha ehven olan kötü son ile ölüm: Tam ölüm anında, dünyalıktan ve dünya zevklerinden bir şeyin kalbinde ağır olarak yerleşmesi ile, Hakk ile arasına perde girer. Eğer kalpte hakiki iman ve Allah sevgisi uzun süre kalmış, Salih amel ile kuvvetlenmiş ise; ölüm anında çıkan bu hali üzerinden atabilir. Bu hal ebedi olarak, Cehennemde kalmasını gerektirmez. Fakat can ayrılırken, çoğu kez dünyevi günahlarından veya şehvetlerinden biriyle meşguliyet olur. İşte, kişi ne kadar isyanda ise o kadar, günahtadır ve ahirette karşılığını bulacaktır.

Kişi, ezelden said ise, öldüğünde ruhu arşın altında saklanır. Ölüm anında da arşta muhafaza edilen ruhu güzel hal olarak kendisine gösterilir. Ölürken her kese bu keşif açılacaktır. Herkes gideceği yeri görecektir. Eğer şaki ise, arşta isyan sureti üzerine bekletilir. Ölüm anında da kendisine çirkin suret olarak gösterilir.

Kişi eğer kabir azâbına da inanmıyorsa, bid’at sahibidir. Şekavet sahibi olanlar kötü son ile ölmüşse, kabir azâbı hemen başlar. Ve hiç durmadan kıyamete kadar devam eder. Kıyamette de hesap, kötülüklerinin ve günahlarının ortaya dökülmesi ile mahcubiyet ve Sırat, Cehennem azâpları ile devam eder.

Korku Halini Temin Etmek

Korku Halini Temin Etmek:

Daha önceden anlattığımız gibi, Allah(c.c.)’dan  korkmanın iki türlüsü vardır. Bu iki türlü korku, insanların bulunduğu hale göre olur.

Allah-ü Tealâ’nın Azâbından korkmak: Umuma ait olan korkudur. Cennet’e girememe veya Cehennem’e girmek düşüncesi ile olan korkudur. Bu korku; şehvetlerden ve nefsin hevasından sakınarak Cehennem’den uzaklaşmak için ve haram ve şüphelilerden sakınarak Cennet’i umabilmek için şarttır. Eğer bu korku az ise ve maksat hasıl olmuyorsa, iman zafiyeti ve gaflet sorumlu tutulur. Gaflet göz önünde bulundurularak; sohbetlere devam edilmeli, kıyametin dehşetini düşünmeli, hesap günü, sorgu, sual hatırlanmalıdır. Bu konular ile ilgili Âyet ve Hadisler okunmalıdır. Böylece korku yeterince sağlanabilir.

Allah-ü Tealâ’nın Zât’ından korkmak: Özel kimselere ait korkudur. Ancak Peygamberler, Peygamber Varisleri ve basiret sahibi ariflere ait korkudur. Korkunun en üstün derecesidir. Allah(c.c.)’ın haşyet ve azametinden korkmaktır. Yahut O’ndan uzak kalmak ve araya bir perde girmesi ile mahrum olma korkusudur.

Allah’a ait marifete sahip olan kişiler ister istemez korkarlar. Marifet, O’nun kudretini bildirdiği için, hüküm ve iradenin sahibini gördüklerinden, ellerinde yapacak bir şeyleri olmadığını bildiklerinden, korkarlar. Ezelde tayin edilmiş olan kader sırrını bildikleri için korkarlar.

“Allah’a yemin ederim ki, ben Peygamber olduğum halde, Allah’ın hakkımda ne muamele yapacağını bilmem. Cennet’i yarattı ve adamlarını da yarattı. Bunlar ne artar, ne eksilir” Buhari Hadisi düşündürücüdür.

Eğer, Allah-ü Tealâ lûtfederek, ariflerin gönlünü ümit huzuru ile rahatlatmasaydı, onların gönlü korku ateşinden yanardı.Nasıl korkmasın ki: Tâ-hâ/82. âyette:

“Şüphesiz ki ben, tevbe ve iman edenleri, Salih amelde bulunanları, sonra da doğru yolda sebat edenleri elbette çok yarlığarım” buyurulmuştur. Burada mağfiretin dört şarta bağlandığı görülür. Halbuki insan bunların birini bile yerine getirmekten aciz olabilir.

A’raf/99. âyette ise: “Onlar artık Allah’ın ihmalinden mi emin oldular?” buyurmakta; her kesin hesabının hiç ihmal edilmeden ince ince görüleceğini bildirmektedir.

İbrahim a.s. mancınık ile ateşe atılırken; “ve kefa billah” yani “Allah bana kâfidir” demiştir. Cebrail a.s. yanına gelerek, bir isteği olup olmadığını sorunca da aynı sözü tekrarlamış, “senden bir şey istemem” demiştir. Böylece vefasında sadık olmuştur. Hakkında Necm/37. âyet nazil olmuştur: “İbrahim vazifesini tastamam ifa etti”.

Musa a.s. da, sihirbazların sihir aletleri karşısında, Allah-ü Tealâ’nın mekrinden emin olmadığından dolayı korkar gibi olduğunda, Allah-ü Tealâ, Musa’nın emniyetini yenilemek üzere: “Korkma, muhakkak sen alâsın” Tâ-hâ/68buyurmuştur.

İşte ezelde tahakkuk eden hükümden korkmamak mümkün değil gibidir. Teslim olmaktan ve hakkında yazılana razı olmaktan başka çare yoktur. Önüne koyulan hayatı mümkün olduğunca, emredilen şekilde yaşadıktan sonra, kendi hakkında ne ümitli ne de ümitsiz olmadan; esas takdir edene tevekkül etmek ve O’nun hükmüne razı olmak elzemdir. Kader hükmünden haberleri olmadığı için, bir yandan korkup diğer yandan boyun eğenler hakkında: “Onlar, Rablerinin azabından garantili değildirler” Mearic/28. âyeti ile, halleri anlatılmaktadır.

Ümit sebepleri has kullarına, gaflet sebebleri de avama rahmettir.

Kuvvetli imanları ve kuvvetli iradeleri ile arifler, son nefeste imanlı gitmek hususunda korkarlar. Son nefeste imansız gitme sebepleri olarak; nifak, bid’at ve kibri görürlerdi. Nifak olarak korktukları imansızlık münafıklığı değil, iman ile birlikte olan münafıklık idi. Bunlar yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete ihanet etmek, hakka değil haksızlığa yönelmek, içi dışına uymamak, sözü kalbine uymamak, kendinde bulunmayan bir vasıfla övüldüğünde sevinmek, kendi yaptığını başkalarına reva görmemek, zulümden bir kısmı sevip, hak olanın az bir miktarını da olsa kerih görmek. Bütün bunlar nifak alâmetleridir. Bu sebeple nifaktan emin olan münafıktır, denmiştir.

Ebû’d-Derdâ: “Kim son nefesinde iman ile öleceğinden emin olsa, imansız gider” demiştir.

Sehl’e göre sıddıkların korkuları, her adım ve hareketlerinde, son nefeste imansız gitme tehlikesidir.

Sehl; mürid isyan ile, arif ise küfür ile ibtilâ edileceğinden korkar, demiştir.

Biri İbn Ömer’e: “Biz amirlerin huzuruna girdiğimiz vakit, konuştuklarının bazısını onların huzurunda tasdik ederken, yanlarından ayrıldığımız vakit aleyhlerinde konuşuruz, bu nasıl olur?” diye sorunca; İbn Ömer: “Biz Resûl-i Ekrem(s.a.v.) zamanında bunu münafıklık sayardık” demiştir.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), nifak sebeplerini ve münafıklıkları yalnız Huzeyfe(r.a.)’ye anlatmıştı. Birkaç kişi Huzeyfe’nin(r.a.) kapısında oturmuş, gelmesini bekliyorlar ve hakkında konuşuyorlardı. Huzeyfe gelince susmaları üzerine, Huzeyfe “konuşmanıza devam edin” dedi ise de, onlar sustular. Bunun üzerine Hz.Huzeyfe: “Biz bunu Resûl-i Ekrem(s.a.v.) zamanında nifak alâmeti sayardık” demiştir.