Yazar arşivleri: emre

Berr

BERRU  (el-Berr) (77)

Çok iyilik eden

 

Ber,birr,bâr,ebrar,berere aynı köktendir.

Kur’an-ı kerim’de:

 

1)  Ber olarak:  “Bundan önce (dünyada iken) biz Allah’a dua ederdik. Şüphesiz O,   çok   iyilik edendir, çok merhamet sahibidir”   Tûr 28

 

2)“ birrü’l-valideyn” yani ana-babaya saygı ve itaat olarak, birr ve ebrar(çoğul) diye:   Meryem  14,32/ Âl-i İmrân 193,198/ İnsan 5/ İnfitâr 13/ Mutaffifîn 18,22

 

3) İnsanda “birr” faziletinin oluşması ile, “ ber” olarak nitelik kazanacağını bildiren: Bakara 177

 

4)“ber” olarak, “yeryüzü, kıta” manâlarında da : Mâide 96/En’âm 59,63,97/Yûnus 22

 

“Namazda yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah’a, Ahiret Gününe, Meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden, malını sevgisine rağmen akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabrü metanet gösterenler (in birridir). Onlar( yok mu? İmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de ta kendileridir.”      Bakara 177

 

Berr ismi her türlü ihsan, lûtuf, mağfiret, rahmet kısaca iyilik ve sözünde sadık olma  manâlarını taşır. Allah kullarının az bir iyiliğine karşı, çok verendir. Lûtuf ve ihsan budur. İlâhi İhsan dini ve dünyevi olur. Her ikisi de, Allah’ın Fazl-ı Kerem’indendir.

 

Bu isim kula yansıdığında : O kişi iyilik sahibi olur, kimseye hased etmez. Etrafının sahip oldukları ile mutluluk duyar. İnsanlara iyilik ve ihsanda bulunması, Allah’ın Ahlâkından bir örnektir. İnsan ne kadar Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış ise, o kadar iyilik ve ihsanda bulunûr.

 

Aslında her iyilik ve ihsan, Allah’tandır. Kulun gücü buna yetmez. İnsan egosu daima kendini düşünmeye sevk eder. İşte kulda Allah’a ait vasıflar zuhur edince , o zaman iyilik ve ihsanda bulunabilir.

 

Özetle Berr ismi, kulun Allah’ın isim ve sıfatları ile vasıflandığı miktar kadar yansır.

Zâhir-Bâtın

ZÂHİR(ez-Zâhir) / BÂTIN (el-Bâtın)        (75,76)

Apaçık   Gizli

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “…aleni kötülüklere de, gizli kötülüklere de yaklaşmayın”: En’âm 151

 

2)    “…onların açığını, gizlisini…”: A’râf  33

 

3)    “Günağın açığını da gizlisini de bırakın”: En’âm 120

 

4)    “Görmediniz mi? Açık ve gizli nimetlerini üzerinizde bol bol tamamladığını” Lokman 20

 

5)    “ O hem Evvel, hem Âhir, hem Zâhir, hem Bâtın’dır. O her şeyi kemaliyle bilendir!” Hadîd 3,13

 

Zâhir ve Bâtın isimlerinin manâlarını özetlersek:

 

1.  O, varlığını ispat eden pek çok delile rağmen, gözle görülmeyen, duyulardan gizli olan, akılların tasavvurunu aşan, ne olduğu idrak edilemeyen, iman edenlere zâhir (açık) olan, inkar edenlere bâtın olan (gizlenen)dır.

 

2. O, kâinattaki her şeyin ve olayların hem zahir (açık) olanlarını bilen, hem de bâtın (gizli) olanlarını bilendir.

3.  O, hem görünen, hem de görünmeyen âlemlerin yaratıcısı ve yöneticisidir.

4. O, açık ve gizli nimetleri verendir. “Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nice varlık ve imkanları sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size ihsan ettiğini görmüyor musunuz?”   Lokman 20

5. “O, her şeyin içine nüfuz eden, her şeyden daha yakın olandır: “Biz insana şah damarından daha yakınız.”    Kaf  16.

 

Allah’ın Zâhir veya Bâtın oluşu insanların idraklerinin seviyesi nisbetindedir.

 

Bu ismin insana yansıması: Herkes için mümkündür. Çünkü insan hem zahiri olan hem de bâtını olan varlıktır. Zahiri ile dışa açık, bâtını ile ise gizlidir. İnsanların iç alemleri ayrı bir alem olup, ancak kendisinin ve Allah’ın vâkıf olduğu bir alemdir. Şüphesiz ki Allah kalplerde olanları bilir. Bazen insanın kendi bile, kendi iç aleminden bu kadar haberdar olamaz.

 

Bu isimlerin insana tam yansıması ile, o kişi zahiri ile Allah’ın kurallarına uyan ve zahir ehline zahiri ile tam ve kâmil görünen biri olur. Kendi bâtınına tam olarak vâkıf olduğu gibi, başkalarının da bâtınını bilir. Kalplerde cereyan eden hallerden, haberdardır. Genel olarak hem nefisleri, hem de kalpleri bildiği için, Allah’a varış yollarını gösterir.

 

İnsanın bâtını, duyuların  idraki ile  alâkalıdır. İşte insan meselâ; görmek istediğini görürse, bu his onda hakikat olandan başka bir şey olacaktır. Yani insanın kendi bâtınını bile algılaması bu sebepten engellidir. Zanların oluşması da böylece kolaylaşacaktır. Aldanışlar artacaktır. Bâtın isminin yansıması ile insan önce kendi bâtınının hakikatine zansız vâkıf olur. Kalpte zan, şek, şüphe kalmayınca da başka hakikatlere vâkıf olur. Aslında   bütün hakikatler bir olan aynı hakikatlerdir.

Evvel-Âhir

EVVEL(el-Evvel)/ ÂHİR (el-Âhir)  (73,74)

Başlangıcı olmıyan    Nihâyeti olmayan

Evvel ve Âhir birlikte (Zâhir ve Bâtın da beraber) Hadid üçüncü Âyette Allah’a nispet edilerek kullanılmıştır.

 

Allah’ın yaratmış olduğu bütün mevcudattan önce varoluşu, Evvel olduğunu gösterir. Allah yoluna girenlerin derecelerine nispetle de en yüksek derecede oluşu ile de Ahir’dir. O, Ariflerin derecelerinin son basamağıdır. Arifler için son basamak, Marifetullah’dır. Yani Allah’ı tanımaktır.

 

Bir başka deyişle, varlığının başlangıcı olmaması açısından Evvel,  sonu olmadığı için Ahir’dir. Yine yaratmayı başlatıp, sürdürmesi bakımından Evvel; yol göstermesi, güzel sona erdirmesi ile Ahir’dir. Ve yine kalplerden geçeni başından itibaren bilişi ile Evvel, kulunun kusurlarını sonuna kadar örtmesi ile Ahir’dir.

 

Evvel ve Ahir isimlerinin zamanla ilgisi yoktur.

 

Evvel isminin kula yansıması: Ezeldeki haline vâkıf olur. Evvel ismi, velâyet  nûru ile Allah yolunda ilerleyen için tecelli etmez. Ancak, nübüvvet nûrundan yaratılmış olanlarda bu ismin tecellisi olur. Çünkü bu kişiler, ahlâkları Kuran ahlâkına uygun olarak yaratılmış kişilerdir. Diğer insanların alacakları pek çok kademenin evvelinde varolmuş kişilerdir. Yani bu kişilerin evvelleri, diğer makam alan kişilerin ahirleri gibidir.

 

Âhir isminin insana yansıması: Aldıkları kademelerdir. Ahir olan her kademeden bir sonraki kademeye geçiş ile, yine  o kademe Âhir olmuş olur. Bu da insan için kemalâtın sonunun olmadığının delilidir.

 

“O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”

Mukaddim-Muahhir

MUKADDİM(el-Mukaddim)/MUAHHİR(el-Muahhir)   (71,72)

Öne alan       

Sona bırakan

Kur’an-ı Kerim’de: Bu isimler, isim olarak geçmez. Fiil olarak geçer.

 

1)İbrahim 42. Âyette, Mukaddim ve Muahhir’in ancak Allah’u Tealâ olduğu bildirilir.

 

2) Kaf 28. Âyette : “kaddemtü” fiili olarak geçer.

 

Allah, hem yaklaştıran, hem de uzaklaştırandır. Peygamberleri ile velilerini, yaklaştırmış ve doğru yola sevk etmiş; düşmanlarını da kendisi ile aralarına perde çekerek uzaklaştırmıştır. O, dilediğini yaklaştırmakta, dilediğini de uzaklaştırmakta hürdür. Burada kula düşen görev, gerekenleri yaptıktan sonra, Allah’ın kendi hakkındaki takdirine razı olmaktır. Allah, dilediğine yüce mertebeler verendir. Bu da kulu öne geçirir. Bu yüce mertebeler verişi Mukaddim isminden dolayıdır. Meselâ:

 

“Tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte onlar Cehennemden uzak tutulur.” Enbiyâ 101

 

“Biz dileseydik elbette herkese hidâyetini verirdik. Fakat Cehennemi hem cinlerden, hem de insanlardan bir kısmı ile dolduracağıma dair benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

 

            Bu isimlerden kula yansımalar, kulun Marifetullah ile Allah’ı bildiği kadardır.  Ne kadar bildiyse o kadar yakındır ve öne alınmıştır. Bu  öne alış, her makam için tekrar değişebilir. Yani tekrar tekrar öne alınabilir. Arkaya bırakılışı ise, zâten arkada oluşudur. Ama bir kulun Allah’a doğru yaklaşması, yani öne alınması olduktan sonra uzaklaşması olabilir. Bu da “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” Âyeti gereği , Allah’ı bilenin hata yaparak, uzaklaştırılmasıdır, sabır gerektirir.

 

Mukaddim ismi ile isimlenen kişi, Allah tarafından yaklaştırılmış olmakla, insanlara da yakîn ilmini vermeye çalışır. Yakînin yollarını ve bu yolu kesen sebepleri bildiği için, bildiğini insanlarla bölüşür.

Muktedir

MUKTEDİR  (el-Muktedir)           (70)

Tek iktidar sahibi, tam ve kâmil kudret sahibi

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    “ Azîz” ismi ile beraber : Kamer 42

 

2)    “ Melîk” ismi ile beraber : Kamer 55

 

3)    Tek başına : Kehf 45

 

4)    “ Muktedirûn” olarak sonsuz azamet ifadesi ile : Zuhruf 42.Âyetlerde geçer.

 

Muktedir ismi, öyle bir kudret ifade eder ki, hiçbir şey kendisine kuvvet ve şiddet yolu ile karşı çıkamaz. Kâdir ismine nazaran daha mübalâğalı bir kudret ifade eder.

 

Bu isim insana yansıdığında: Kâdir isminde anlatılanlar, kulun kudretini anlatmaya kâfidir. Yalnız unutulmaması gereken, kul ne kadar muktedir olursa olsun, yine işleri yapan Allah-ü Teâlâ’dır. Yani Allah dilemeden kul dileyemez. Eğer kulun muradı, Allah’ın muradına uygun ise, işler kul tarafından yapılmış olsa bile, esas fail Allah-ü Teâlâ’dır.

Kâdir

KADİR (el-Kâdir) (69)

Her şeye gücü yeten, tam ve mutlak kudret sahibi

Kur’an-ı Kerim’de Kâdir ismi; kâdir, kadîr, muktedir olarak, Allah’ı nitelemek üzere üç vasıfta kullanılmıştır.

 

1)    “şeref ve azamet” anlamında: Kadr 1,5.Âyette

 

2)    “ geçim darlığı”    anlamında: Nafaka âyeti olan Talâk 7.Âyette;

 

3)    “ tezyin etmek, güzelleştirmek” anlamında: İnsanın yaradılışından bahseden Mürselât 23

 

4)    “  tayin ve takdim” manâsında: Yûnus 5/ Furkân2/ Yâsîn 39/ Fussilet 10/Vâkıa 60/ Müzzemmil 20/ Müddessir 19-20

 

5)    “ sağlam yapmak” manâsında Dâvut (a.s.)’a: “ Geniş zırhlar imal et! Dokumasını da sağlam tut!” Sebe’ 11.Âyette;

 

6)    Kudret, güç, kapasite ve kuvvet anlamında     pek çok âyette;

“ ve hüve’ alâ külli şey’in kadir” yani (O her şeye kadirdir). Buradaki “alâ” edat olup, güç ve kudrette asla acz olmadığını gösterir. En’âm 37,65/ İsrâ 99/ Yâsîn 81/ AhKaf 33/ Kıyâmet 40/ Târık 8.Âyetlerde;

 

7)    “kadirin” olarak azametin tüm kuvvetini ifade etmek üzere; Mü’minûn 18,95/Meâric 40/ Kıyâmet 4/ Mürselât 23.âyetlerde;

 

8)    “ kadîr” sıfat olarak nitelenip, 45 âyette Allah’ı niteler:

n  “ Alîm” ismi ile beraber: Nahl 70/ Rûm 54/ Fâtır 44/ Şûrâ 50.âyetlerde;

n  “ Afüvv” ismi ile beraber :sadece Nisâ 149

n  “ Gafûr rahim” isimleri ile beraber: Mümtehine 7.Âyette geçer.

 

Kâdir ismindeki kudret, ilim ve iradenin ışığında ve bunlara uygun olarak, bir şeyi icat etme kabiliyetidir. Kâdir ismi, dilerse yapan, dilemezse yapmayan manâsındadır. Meselâ; bir şey olmuyorsa, Allah dilemediği içindir. Yoksa kudreti noksan olduğu için değildir. Allah-ü Teâlâ mutlak Kâdir olup, her şeyi yaratırken, hiçbir yardıma ihtiyacı olmadan yaratır. Daha sonra da kadere uygun sebepleri her an yaratmaktadır. Bu ise kâdir oluşu sebebiyledir. O, neye “ol” derse, o olur.

 

Bu ismin kula yansıması vardır. İnsanda kudret iki türlü olur. Birisi zemmedilen yani kötü olarak değerlendirilen kudrettir ki, bu nefsin zulmüdür. Kâdir ismi ile ilgisi yoktur. Zalimlerde vardır. Diğeri ise Allah’ın Kâdir isminin yansıması yani tecellisi ile olan kudrettir. Bu kudret, Allah’ın kudret sıfatının tecellisi ile birlikte olur. İlim ve irade sıfatlarının yansımasından sonra, kişinin kudretinden söz edilir. Kudretin zıddı kudretsizlik yani zayıflıktır. Bu da korkular sebebi ile olur. İnsan Allah’tan başka şeylerden korkunca, sakınınca, zayıflar. Meselâ; gelecek endişeleri, aç kalma korkusu, “el alem ne der?” korkusu, gençliğini, güzelliğini, sağlığını kaybetme korkusu gibi daha pek çok korkular, hep iman eksikliği ile olan ve nefsin ve şeytanın vesvesesi ile oluşan korkulardır. Kudret ise bütün korkulardan sıyrılıp, sadece Allah korkusu, Allah’ın rızasına ulaşamama, sevgisini kazanamama korkularıdır. Bu korkular bile insanı kudretli kılar. Kudretin olması, ilim ile Marifetullah’a erişten sonra olduğu için burada, Allah’ı tanıma, müşahede etme vardır. Bu sebeple diğer korkular gitmiş, kul sırtını Allah’a dayamıştır.

Samed

SAMED (es-Samed)         (68)

Her varlık kendisine muhtaç, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan

Kur’an-ı Kerim’de sadece İhlâs ikinci  Âyette geçer.

 

Samed ; ihtiyaç ve istekleri sebebiyle her varlığın kendisine yöneldiği ve kendisi hiç bir şeye muhtaç bulunmayan Zât’tır. Hakiki samediyyet ancak Allah’a aittir.

 

Bu ismin insana yansıması: Bir kimse gerek eliyle, gerekse diliyle mahlûkata ne derece faydalı oluyorsa, bu isimden o derece hisse almış demektir. Allah-ü Teâlâ, dini ve dünyevi hususlarda, insanları kime muhtaç etmiş ve onların ihtiyaçlarını kimin eli veya dili vasıtası ile bitirmişse,  bu kişiye bu isimden bir hisse ile ikram etmiş demektir.

 

Bir insanın böyle bir duruma gelebilmesi için, gerek zahiren , gerekse manen istek, arzu ve ihtiyacının kalmamış olması lâzımdır. Halbuki insan daima bir ihtiyaç belirler. Yani bundan uzak olması zordur. Zahiren birisinden bir şey istemese bile, kalben dileklerini Allah’a havale eder. Kendisi için hayırlı olup olmadığını bilmeksizin, arzu ettiğini Allah’tan ister. Allah’a hakkıyla teslim olan ise, bir ölünün teneşirdeki hali gibi, bir istekte bulunmayıp, verdiklerine ve vermediklerine gönülden razı olarak,durur. İnsanlar için hayrı murad ederek ister. Kendi için ise ne verirse veya vermezse razı olur. İnsanlar henüz dünyevi isteklerinden vazgeçemiyorlarken, ahiret isteklerinden nasıl vazgeçebilirler? Bu isteklerin mahiyeti şudur: Kendi varlığını korumak, en iyi şekilde yaşatmak, ebedi hayatı kazanmak, kısaca kendi için bir şeyler almak. İşte Samed isminin kula yansıması için yukarıda sayılan gizli ve açık bütün isteklerin bitmiş olması lâzımdır. Ancak o zaman insan gözlerini kendinden dışarıya çevirir de etrafını görmeye başlar.

 

Dinimizde yardımlaşma ve hayırlı işler övülmüştür. Burada esas mesele etrafımızı fark etmemizdir.  Belki de esas hayır kendimizedir. İnsanlar etrafları ile başka türlü ilgilidirler. Meselâ; dedikodu, aleyhte bulunmak, kötülemek, kıskanmak, merak etmek, v.s.,…gibi. Halbuki bu ilgi yasaklanmıştır. Esas ilgi hayır işleridir. İhtiyaç sahiplerini bulmak, onlara yardımcı olmak gibi işlerdir. Bu şekilde insan zaman içinde belki kendi varlığına verdiği önemi kaybeder de, kendini ilâh etmekten kurtulabilir.

İstek, arzu ve ihtiyaçlar kendi için bitince, Allah o kuluna ihtiyaç sahiplerini gönderir. Hem gönderir, hem de çare olmasını ikram eder. Bu kişi hem zahiri dertlere derman, hem gönüllere huzur, hem de dinin hakikatini kalplere yerleştirmeye vesile olur.

Vâhid

VAHİD (el-Vâhid)         (67)

Parçalanmayan ve eşi,benzeri bulunmayan tek

 

Kur’an-ı Kerim’de :

1)  “İlâh” kelimesi ile birlikte, “ilâhün vâhidün” olarak 16 yerde geçer: Bakara  133,163/ Nisâ 171/ Mâide 73/ En’âm 19/ Tevbe 31/ İbrahim 52/ Nahl 22,51/ Kehf 110/ Enbiyâ 108/ Hacc 34/ Ankebût 46/   Sâffât 4/ Sâd 5/ Fussilet 6

 

2) “ve lillâhi’l vâhidü’l-kahhar” yani Allah lâfzının sıfatı olarak: beş yerde geçer:Yusuf 39/ İbrahim 48/ Sâd 65/ Zümer 4/ Mü’min 16

 

3) “vahidü’l-kahhar” olarak   Râd 16

 

4) “ehad” olarak İhlâs suresi 1. Âyette geçer. Allah’a nisbet edilmiştir.Tek oluşu, ortağı ve benzeri olmayışı söz konusudur.

 

5)  “ehad” olarak Beled 5 ve 7. Âyetlerde kullanılırken dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir.

 

Allah, eşi, benzeri olmadığı gibi bütünlüğü parçalanmaya müsaade etmeyen tektir. Sıfatlarının, isimlerinin ve işlerinin çokluğu, ancak O’nun birliğinin tanınması içindir. Yani insan için, ne kadar bilgilenirse de yine  bu parçalanamayan Bir’i idrak zordur. Bu sebepten Allah’ı bilmede beşerî idrak kesretten (çokluktan), vahdete (birliğe) gidiş ile mümkündür. Doğrudan Zât’i tecelliyata uğrayan pek az bir kısım için ise, vahdetten kesrete gidiş, yani Allah’ı bildikten sonra, O’nun sıfatlarını, isimlerini, fiillerini idrak mümkün olur.

 

Allah’ın vahid oluşu, bütün zamanlar için geçerlidir. Vâhid ismi Kur’anî kullanımlarda daima Allah ve İlâh kelimelerine sıfat olmuştur. Burada ulûhiyyet özelliğine işaret vardır.

 

Bu ismin kula yansıması:  Tam olarak değil, kısmi olarak mümkündür. Bir insan gayret etse, bütün şartlar da uygun olsa, kâmil bir ahlâka sahip olsa ve bulunduğu devirde asla bir benzeri olmasa, emsali olmama bakımından tek olsa bile; sadece kendi devrinin teki olabilir. Kendinden önce kendisi gibi bir şahıs yaşamış olabilir veya gelecek devirde böyle bir şahsın var olma ihtimali vardır. Bu bakımdan yine de tek olmamış olur. Bu teklik Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının tam yansıması ve Zât’ının da tecellisi ile olur.

 

Vahid ismi ile isimlenen kişiler, şartlar ne olursa olsun kendi birliklerini, bütünlüklerini bozmazlar. Fikirleri emsalsiz, düşünce tarzları kimsede bulunmayan, fiilleri benzeri olmayan, dünya düzenini sağlarken tam dünya ehli gibi, ahiret işlerinde tam ahiret ehli gibi davranan, hallerinin belirli bir çizgisi olmayıp, her an her şeyi farklı uygulayabilen, Allah’ın kurallarında sabit, geçmiş, gelecek ve içinde bulundukları anda sükunetli , insanların ihtiyaçlarına yönelmiş, her şeyi kendilerinin önünde gören yüksek şahsiyetlerdir. Onlar kalplerin sükûneti, gönüllerin karargâhı, toplumların yüz akı, ümit kaynağı, sırların hazinesi, bilinmeyen beldenin sultanlarıdır. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. İnsanları zulmetten nûra çıkaran Allah dostlarıdır.

Vâcid-Mâcid

VACİD  (el-Vâcid)/ MACİD (el-Mâcid) (65,66)

Vacid:Yaradılmışların sahibi,yarattıklarını dilediği zaman bulan, bilen
Macid: Azametli,şanlı,şerefli

Kur’an-ı Kerim’de “Vacîd ” ismi ile geçmiyor. “ vecede” yani “buldu” olarak:

1)    Dûha 7,8: Allah-ü Teâlâ, Hz Peygamberimiz (s.a.v.)’i Mekke çöllerinde bulup, doğru yola ilettiğini ve fakir bulup, zengin ettiğini bildirir.

 

2)    Sâd 44.Âyette geçer.

 

Macîd ismi ise kur’an-ı Kerim’de geçmez.

 

Vacîd kendisine fakirlik, darlık ve acizlik arız olmayan demektir. Allah mutlak vacîddir. Zira O’na bu sayılanların hiç biri arız olmaz. Allah yaradılmış olan her şeye nisbetle vacîd olup, insanlardan bu ismin yansımasına uğrayanlar da kendilerinden bir aşağıda olana nazaran vacîd olurlar. Bu isim âdeta “Ganî” ismi ile eş anlamlı gibidir. Zira Muhammed Suresi 38.âyette: “ …Zira Allah gani, siz ise fukarasınız.” buyurulmaktadır. Bu zenginlik kullarının taleplerini yerine getirmekten yüksünmemeyi sağlar. (Vücd ve cide kökleri zenginlik manâsındadır).

 

Macîd ise Allah’ın Zât’ını nitelendiren isimlerden olup, azamet, şeref, ululuk, kerem manâlarını da taşır. Mecîd ismi gibi mütâlaa edilir.

 

Vacid isminin insana yansıması : Kul bu isim ile ne kadar şereflenmiş ise o kadar Allah ile zengin olmuştur. İnsanın fakir oluşu kanaatsizliği ve ihtirası sebebiyledir. İhtiras ve tamah azaldıkça insanın ihtiyacı da azalır. Gerçek manâda fakir oluş ise Allahsız kalmaktır. İnsan Allah ile dolmamış ise hakikatte fakirdir. Gerçek zenginlik ise Allah ile dolmak, Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. İnsanın kazanma hırsı ise ahirete olan imanının eksikliği sebebiyledir. Eğer ahiret imanı tam olsa, biriktirme ve mal edinme işini meraklısına bırakır ve bu boş işler ile vaktini zayi etmezdi. Dünya hayatını yaşarken, insan kendisi için ölümü hiç düşünmez ve dünya hayatını kendisi için ebedi zanneder. Bütün bilgisine rağmen, nefsi bunu böyle düşündürür. Yoksa bu kadar geçici olan hayatın muhasebesini yapardı. Kul bu manâda Allah ile zenginliğe ulaştığında, yani her türlü ihtiyaçtan kurtulduğunda, eşyaya olan esareti de biter, yaşamın gayesine ulaşmış olur. Zengin olarak kabul edilen zenginlerin ise asla fakirlikten kurtulamadıkları, devamlı kazanma çabası içinde bir türlü zenginliğe ulaşamadıkları görülür. Bu bakış açısından bakıldığında, zengin olup halâ çabalayanlar, hakikatte fakir; fakir olup ihtiyaçsız olanlar ise hakikatte zengindir.

 

Vacid isminin insana yansıması ile; bu kişiler Allah ile zenginliklerini, diğer insanlarla paylaşırlar. Bildiklerini bildirir, böylece insanların hüsrana uğramamasını temin etmiş olurlar. Bu kişiler fakr’ı ile iftihar edenlerdir. Asla utanmazlar. Bildikleri hakikati , aldanışlara mani olmak üzere paylaşırlar. Ayrıca inanan kimseler arasında bu aldanışı destekleyecek tarzda, meselâ: “Müslüman zengin olmalı ki, etrafına yardım etsin” diye yaygın bir inanç vardır. Halbuki bilmezler ki zenginleştikçe verme azalır. Malının zekâtını zor verir hale gelir. Burnunun dibindeki yetimi görmez. Zenginlik ile iman bir arada duramaz. Pek azı müstesna olmak üzere giderek zekât ile başlayan veremeyiş, namaza, oruca yansır. Artık “Müslüman zengin” değil, zengin olmuştur. Böylece insana nefsinden daha çok zulmedenin olmadığı manâsı da anlaşılmış olur.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerif’inde “ Zenginler Cennet’e 500 yıl daha geç girecekler” buyururken bu manâya dikkat çekmişlerdir. Yine sahabilerden biri koyun meselesi yüzünden namazdan, zekâttan geri kalmış, nihâyet isyana kadar gitmiştir. Bütün bunlar ibret olmalıdır.

 

İnsanlar bu ahlâkın gideceği sonu tayin edemedikleri için, her şartta bozulmayacaklarını sanırlar. Vacîd ismini alanlar da bu yolların sıkıntısını anlatırken, ileriyi görüp, insanın düşeceği seviyeleri göstermiş olur; nefisleri iyi tanıdıklarından, kaygan zemin hakkında insanları bilgilendirmiş olurlar.

 

Macid ismi ile yansımaya uğrayanlar: Şerefli ile şereflenmiş olduklarından, insanları da şerefli kılma yolunu tutarlar. Bunu yaparken kendileri öncelikle örnek olurlar. Fakirin, yetimin, garibin dostu, tek düşünenidirler. Hastanın, ihtiyaçlının yanında; mazlumu koruyan, zalime karşı olan ve bütün bu hallerin içinde menfaatini asla kollamayandırlar. Başları bu sebeple dik durur. Vakar sahibi olup, herkesin de vakur olmasını isterler. Şanları yayılır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’dan razı olurlar.

Kayyûm

KAYYUM (el-Kayyûm)   (64)

Kâinatı yöneten  en yüce varlık 

Kur’an-ı Kerim’de: Üç âyette ve her âyette de “Hayy” ile beraber geçer: Bakara255/ Âl-i İmrân 2/ Tâhâ   111 (hayyu’l-kayyum)

 

Kayyum ismi, Arapça’da ( kendi kendine kaim olmak, devam, hıfz, sebat, himaye, riâyet, idare etmek, düzeltmek) manâlarında bir kelimedir.

 

Allah, kendi Zât’ı, kendi Zât’ına kâfi gelen ve varlığı hiçbir şeye muhtaç olmayan tek şeydir. O’ndan başka hiçbir şey kendi kendine kaim değildir. Mevcudiyetinin devamı, başka bir vücudun var oluşuna bağlı değildir. Bu mevcudiyet ezelden ebede devam eden ve hiçbir şey yok iken de var olan bir mevcudiyettir.

 

Yaratılmış olan her şey ise; varlığı için hiçbir şeye muhtaç olmasa bile, Allah’a muhtaç olan, kendi kendine asla kaim olmayandır. 

 

Bu ismin insana yansıması: Kulun Allah’tan başka şeylerden müstagni olduğu kadardır. İnsanlar paraya, mala, soylarına, kendilerinden gelecek olan nesillerine, şan ve şöhrete, insanlar arasında sevilip, sayılmaya, çocuklarının varlığına, eşyaya, kısaca her şeye ihtiyaç duyarlar. Hiçbir şeye ihtiyaç duymasalar bile, yalnız yaşayamayıp, insana ihtiyaç duyarlar. Var oluşlarının devamı için mallarına güvenmek, toplum içinde saygın olmak, lâfları geçerli olsun, kendileri değerli olsun isterler. Öldüklerinde bile arkalarında anılacak bir şey bırakmak isteyerek, böylece ölmemiş gibi olmak, yani yaşamak, yaşıyormuş gibi olmak isterler. İşte bütün bunun gibi ve daha ne çok olan istekleri, onları muhtaç etmiş olur. Yani müstagni olamamış olurlar.

 

Kayyum isminin yansıması ile, insan, yukarıda bir kısmını saydığımız istekler ile, hayal olan bir alem yaratmış olduğunu anlar. İdrak edilen şeyler çoğaldıkça, boş yere uğraşmış olduğunu görür. Bu boşluğun fark edilmesi, bazen tutunduğu hayallerin elinden kaybolması ile, bazen de güvendiklerinin asla güvenilmeyecek şeyler olduğunu bizzât yaşayarak müşahede etmesi ile olur. Bunlar imtihanlar, musibetler, kaza ve kaderin değişmez bütünlüğü içinde cereyan eder. Bir gün İlâhi Lûtuf sebebiyle anlar ki, sahip olduğu veya sahiplenmeye çalıştığı her şey geçici (fâni) imiş; sadece daimi ebedi olan Allah ise bâki imiş.

 

Bu anlayış bazıları için tamamen kapalı, bazıları için, eğer dünya hayatını yaşarken idrakte açılma başlamış ise kabirde devam eden bir açılım içinde, bazıları için ise daha dünyada yaşarken açılıp tamamlanmış olur. Kur’an-ı Kerim’de akıl sahiplerine bir değer ile hitab ediş, bu sebepledir. Yine Kur’an-ı Kerim’de idrak etme konusu, ekseri iki defa art arda tekrar  edilir. İnsana idrak etmenin önemi hatırlatılarak, bu idrake davet edilir.

 

Avam için bu idrak kapalı kalır. Asr Suresi’nde insanların hüsranda oldukları bildirilmiştir. Hüsranın manâsı umulana erişememek ve bu sebeple yıkıma uğramaktır. Yani umulanı ummak ile sonunda aldanmış olduğunu idrak etmektir. İşte bu aldanışa uğramamaları için Allah kullarına önemli bilgileri bildirmiş, dünya hayatını yaşarken doğru yaşamak ve kurallara uymak suretiyle, aldanmamaları için gerekeni yapmıştır. Meselâ: “Allah’ı bırakıp da başka ilâhlar mı ediniyorsunuz?” diyerek, tek güvenilecek olanın Allah olduğunu bildirmiştir. Lâkin nefis insanı daima kötü olana meylettirdiğinden, bu uyarılar ve bilgiler dikkate alınmamış, sonuçta da aldanma hasıl olmuştur. İşte insan yukarıda sayılan isteklerinden kurtulduğu kadar, Kayyum isminin tecellisine uğramış olur.