Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Hâdî

HÂDİ (el- Hâdî)  (93)

Yol gösteren, hidâyete erdiren

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Yaratıp, düzene koyan, takdir edip, yol gösteren, hidâyet kavramı: A’lâ 2,3/ Tâhâ 50

 

2)    Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanları hidâyete çağırdığı:  Enbiyâ73

 

3)    Peygamberlerin gösterdiği doğru yolu kabul edenlere nasip olan “tevfik hidâyeti”: Bakara 213/Muhammed 17

 

4)    Ahirette Cennet’tekilerin: “hidâyeti ile bizi nimetlerine kavuşturan Allah’a hamd olsun” diye dile getirdikleri :A’râf 43

 

5)    “Hâdî” ismi ile: Ra’d 33/ Hacc 54/ Furkan 31/ Zümer 23,36

 

6)    Peygamberler için: Ra’d 7

 

7)    Bâtıl tanrıların hidâyet edemeyişleri: Yûnus 35

 

8)    Her canlının fıtratına uygun şartlarını ilham eden olarak: Tâhâ 49,50/A’lâ 2,3

 

9)    Kur’an’ın yol gösterici, yani, hidâyet sebebi olduğuna dair: Bakara 185/ Tekvir 27,28.Âyetler.

Allah-ü Teâlâ, yaratmış olduğu bütün varlıklara, istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve içgüdü dediğimiz bilgileri lûtfetmiştir. Varlıklarını devam ettirmeleri için bütün sebepleri de ihsan etmiştir. Kullara da kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla doğru yaşama yollarını bildirmiştir. Ayrıca, kendisini tanıma yollarını gösterip, onlara Uluhiyyet ve Rububiyyetini tasdik ettirmiştir.

 

Hidâyet, Kur’an ve Sünnet ile insana sunulur. Hidâyette zorlama yoktur. Allah-ü Teâlâ lûtfu ile kendini hem insanların nefislerinde, hem de dış dünyada misaller ile bildirmiştir.

 

İnsana açık olan bu yolda Allah , kulun kendi iradesi ile seçimini yapmasını ister. Kur’anda işte doğru yol, işte eğri yol denerek, kulun iradi kudretini kullanarak seçim hakkını özgürce kullanması istenir. İnsanda fıtrat olarak Allah’ı tanıma mevcuttur. İnsan doğduktan sonra, dünya hayatının yanlış öğretileri olmasa ve safiyetini koruyarak kalabilse, Allah’ı bilmesi mümkün olacak kabiliyette yaratılmıştır. Fakat sonradan sevmemesi gerekenler sevdirilerek ( para, mal,makam,.., gibi), sevmesi gerekenler öğretilmeyerek( Allah sevgisi, insan sevgisi, doğa sevgisi gibi) ; ya da önemsenmeyecek olanlar önemsetilerek( dış eleştiriler, dünya hayatı, nüfuz sahibi olma,   , gibi), önemli olanlar öğretilmeyerek( iç hesap, ahiret hayatı, Allah’ın yanında değerli olma….gibi) en yakınları tarafından, yaşam sunulur. Tabii ki bu yakınları o kişinin saadeti için ve kendileri de bu hakikatten uzak olmaları sebebiyle böyle davranırlar.

 

İnsan bir gün kendini, kendine yabancı ve uzak, Allah’a yabancı ve uzak bulur. Nefsin hakimiyeti hakikati örter. Kuvvet bâtıla olduğu için, Hak örtülü kalmıştır. Eğer Lûtuf yetişir de hakikat arayışı mümkün olursa;  öğrendikleri ters yüz olacak, kendi içinde yol almaya başlayacaktır. Hidâyet arayan için, mümkündür. Küfür içinde olan için ıslâh mümkündür, bu da lûtuf olup, ağır musibet ve belâlar ile olur.

 

İnsanın yolu önce kendi içinde açılır. Ahlâkını değiştirmek, kul haklarını sorgulamak, üzerinde mevcut olan hakları yerlerine iade etmek gibi ilk adımdan sonra, nefsi ile muhasebeye girişir. Nefis böyle durumlara göre kendi müdafaasını hazırlamış olduğundan, bu yolda bu safhada yol alış, iniş ve çıkışlar ile olur. Hidâyete ulaşmayı ısrar ile istemek, bu konuda kesin kararlı olmak yardımcı olur. Kendinden kendine gidişte, kalbine vâkıf olur. Onun safiyetinin bozulduğunu, tasfiye edilmesi gerektiğini bilir. Hidâyet böylece yerini bulurken dış âlemden Kur’an ve Sünnet tavsiyelerini alır. Aslolan niyettir. Peygamberler ve Allah dostları hidâyet yollarını açmak üzere gelmişlerdir. Allah’ın “Hâdi” ismi onlarda tam yansımıştır.

 

Bu ismin insana yansıması:   İki türlü olur. Birincisi hidâyet edilen yukarıda anlatıldığı gibi safhalardan geçerek kendi nefsinde ve dışında hakikate ulaşır, sonra bu halini korumaya çalışarak hayatını geçirir. Diğeri halka açılıp, hidâyet yollarını, bu yolda gidişin inceliklerini insanlara gösterip, hidâyetlerine sebep olanlardır. Bu kişiler, Allah’ın öncelikle hidâyete erdirip, kendi Zât’ına yakîn ettikleridir. Bu kişiler kendi nefislerinde nefislerini temiz bulan, kalpleri Allah’ı tanıyan, azaları, kalpleri ve ruhları ile sadece Allah’a ve rızasına yönelmiş, bildiklerini ahali ile takatleri kadar bölüşen, son nefeslerine müdrik, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış, dünyanın esaretinden kurtulmuş, iman-ı kâmil ile vasıflı, hikmet sahibi, basîretli, merhametli, şefkatli, şükrü bol, hamdi sonsuz, dost olunacak kişiler olup, Peygamberimiz(s.a.v.)’in varisleridir. Aldanıştan kurtulmak ve hakikati yakalamak bu yüksek zevat ile mümkün olur.

 

İşte hidâyet böylece başta niyet olmak üzere, sadakat, samimiyet, ve çalışma ile lûtfedilir. İnsanın isteği ne ise o verilir.

Dâr-Nâfi

DÂR  (ed-Dâr)   /  NÂFİ  (en-Nâfi) (94/95)

Zarar veren her şeyi yaradan/ fayda veren

Kur’an-ı Kerim’de bu isimler, yukarıdaki gibi isim olarak geçmez.  Fayda veren ve zarar veren fiiller olarak vardır. (Nef’an ve la darran olarak). Kur’anda beraber kullanılır:

 

1)    Allah’dan başka  ilâh olarak kabul edilenlerin, ne kendilerine ne de başkalarına fayda veya zarar sağlayamayacakları ile ilgili olarak, meselâ: Mâide 76/ Yunus 18,49/ Enbiyâ 66/ Hacc 12/ Furkân55

 

2)     İnsanın başına gelen zararın ancak Allah-ü Teâlâ tarafından giderileceği ile ilgili olarak, meselâ: En’âm 17/ Yunus 12,107/ Yusuf 53/ İsrâ 56,67/ Enbiyâ 84

 

3)    Fayda veya zarar vermekten aciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını, meselâ: Şuarâ 70,73

 

Dâr isminin kendi başına kullanılması caiz olmayıp, Nâfi ismi kendi başına kullanılabilir. Allah zarar veren şeyleri de fayda veren şeyleri de yaratandır. Yani hayırı da şerri de yaratan  O’dur. İnsanlar fiil tecelliyatı ile Allah’ı tanımakta zorlanırlar. Aslında Allah’ın muradı ne ise o olur. Hiçbir olan da O’nun bilgisinin dışında cereyan etmez. İnsandan hasıl olan işlerin sahibi de yine Allah-ü Teâlâ’dır. Bunun böylece bilinmesi ve bu konuya iman edilmesi, kişide fiil tecelliyatının olduğunun delilidir.

 

Dâr ismi, zarar veren manâsında değil, zarar verenler de olmak üzere her şeyi yaratan manâsındadır. Allah’dan başka bir kudret daha yoktur ki, zarar veren şeyleri yaratsın. Zarar veya şer diye düşünülen şeyler, uzağı göremediğimiz için şu anı nitelediğinden dolayı veya sonunu beklemeye sabrımız olmadığı için  şer olarak değerlendirilir. Belki de daha sonra aslında şer olmayıp,hayır olduğunu göreceğiz. Bir kısmı da ahirette sonucunu göreceğimiz şeylerdir. Bazı mutasavvıfların söylediği “ hayrihi ve hayrihi min Allah-ü Teâlâ” inancına katılmamak mümkün değil gibi görünüyor. Biliyoruz ki taşıyamadığımız yüklenmez. Bu durumda bize gereken verilecektir, ne olursa olsun can feda, baş üstüne; kahrı ve lûtfuna hayran.

 

Nâfi ismi ise fayda veren manâsını taşır. Aslında kul için önce Dâr ve Nâfi isimleri vardır. Ama daha sonra sadece Nâfi kalır. Zira kul bilir ki, Allah’ın Zât’ı esasen faydadır. Bu kişiler için bu iki isim faydada yani Nâfi’de toplanır, bir olur. Kul  var ise zarar da vardır. Yoklukta sadece fayda vardır. Allah-ü Teâlâ bu iki ismini bildirirken, hem var olan hem de yok olan kullarına lûtfetmiştir.

 

Bu isimlerin insana yansıması: Nâfi isminin yansıması daha kolay gibi görünse de, aslında esas fayda Dâr ismi ile olur. Kul bu isimler ile isimlendiğinde, tevhid şuuru başlar. Böylece kahrı ve lûtfu aynı manâda hissediş ile bütün isimleri Allah İsm-i Şerif’inde bulur. Burada rıza makamının hoşnutluğu aşikârdır. Allah’ı kendi arzu ettiği şekilde değil (vehm ettiği şekilde değil), asli hüviyyetinde tanıma başlar. Bu başlangıç, seyr-i sülûkta sonun başıdır. Halk için açılım başladığında ise bildiği, tanıdığı, yakîn kesbettiği Allah’a varış yollarını gösterir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı  sever.

Bâkî

BÂKİ  (el-Bâkî)        96

Varlığının sonu olmayan

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Beka vasfı sadece Allah’a izafe edilmektedir. Tâhâ 73/ Rahmân 27

 

2)    “lâ-yemût”  olarak nitelenen : Furkân 58

 

3)    “ebka” olarak ahiret hayatının baki oluşu ile ilgili olarak: A’lâ 14

 

Allah, varlığı zaruri olan mevcuttur. Tasavvurlarda geleceğe izafe edildiğinde Bâki, geçmişe izafe edildiği zaman ise Kadîm ismini alır. Mutlak Bâki, gelecekteki varlığı düşünüldüğünde, bir sona dayanmayan yani ebedi olandır. Mutlak Kadîm ise geçmişteki varlığının devamı bir evvele dayanmayandır. Geçmiş ve gelecek arasındaki zaman kısmına değişim ve hareket girer. Değişim ve hareketten münezzeh olan Allah ise zaman içinde değildir. O’nda ne mazi ne de istikbal kavramı vardır. O, bütün zamanları kaplar fakat bütün zamanların dışındadır. Çünkü Allah zamanı yaratmadan önce vardı. Zamanı yarattıktan sonra Zât’ında bir değişiklik olmamıştır. Zamanı yarattıktan sonra da önceki hali üzere kalmıştır.

 

Allah için Bâki isminin yanısıra aynı manâları ifade etmek üzere, “Ahir”, “Samed”isimleri de kullanılmıştır. Furkân 58.Âyette “Hayy” ismi ile anıldıktan sonra, “lâ-yemut” yani ölümden münezzeh olarak anılmıştır. Burada da “Bâki” isminin manâsı vardır.

 

Bu ismin insana yansıması: Derece derece mümkündür. İnsanların bir kısmı yaşamlarında yaptıkları iyi işler ile unutulmaz ve ölümlerinden sonra da sanki yaşıyormuş gibi olurlar. İnsanlığa eser veren, böylece eserleri ile faydalı olan kişiler de ölümsüz gibi olurlar. Tarihi yazarak nesillere bırakan kişiler, din ve dünya ilminde insanlara ışık tutan kişiler bu şekilde iz bırakıp, anılırlar. Bu bekâ, dünya hayatı süresince bâki oluştur. Ve belki de bir zaman sonra, unutulabilirler.

 

Esas Bâki oluş, Allah’ı tanıma yolunda kazanılandır. Bu yolda kişi ilerlerken, bazı safhalardan geçer. Bu safhaları yaşarken kendi varlığından sıyrılıp, hakiki varlığı tanıma ve O’nda yok olma,O’nunla beraber olma ve O’nda O’nunla birlikte Bâki olma mümkündür. Yüksek makamlara ulaşabilen kişilere has olan bu durum, nadirin nadiri olsa da mümkündür. Söyledikleri sözler asırlar boyu unutulmaz, yazdıkları nesillere intikal eder. Sözleri ve halleri insanlara ışık tutar. Etki alanları hem yaşadıkları devirde, hem de daha sonra kitlelere ulaşır. Onların bekaları, yine Bâki olanın ihsanı iledir. Bu çalışmakla olmayıp, Allah’ın lûtuf ve kereminden ihsan edilendir. Allah-ü Teâlâ’nın hiçbir şeyde insanda olduğu kadar zahir olmadığı delillerinden bir delildir.

 

Bâki  oluş, her türlü esaretten kurtulmadır. Ancak bütün arzu, ihtiras, tutkulardan kurtulabilmek çok kolay değildir. Çevrenin baskısı, şan ve şöhret baskıları, varlığını yüksek kıymette sürdürme isteğinin baskısı, ailenin, âdetlerin baskısı, bütün bunlar kişiyi öyle yakalar ki, nefes alacak kadar bile fırsat vermez. Birinden kurtulunsa diğerinin tuzağına düşülür. Kısaca bu baskılar ile hayal olarak meydana getirdiği kendini ,yani vehimden ibaret  olan varlığını devam ettirebilmek için yeni esaretler  peydah eder. İşte bu hayal olan varlığından kurtulup, kendi hakikati ile yüzyüze gelmeden, esaret bitmez. Esaret ise bâki olmaya en büyük engeldir. Esaretten kurtulmaya vesile olan muhabbet ise, kişiyi diğer esaretlerden kurtarıp, yalnızca sevdiğine esir ettiğinden, esaret sayısını bire indirdiği için kıymetlidir. Yunus Emre’nin “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” beyiti bunu açıklar. Yani hayvani nefis sahibi olanlar ölünce ölmüş olur, lâkin aşık olanlar ölse de ölmemiş gibi olur demektedir. Bunun da sebebi aşk ile kalbin yumuşaması, teke yönelme ile diğer fahiş isteklerden kurtulması, iyi şeyler yapıp, iyi anılmasıdır. Yunus Emre’nin bâki oluşu gibi…

Vâris

VÂRİS  (el- Vâris)      (97)

Mahlukatı yok olduğunda,her şeyin vârisi olan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın yücelik ve üstünlüğünü bildirip, azamet çoğulu ile Allah’ı niteler: Hicr 23/  Kasas 58

 

2)    “hayrü’l vârisin” olarak,Zekeriyya (a.s.)ın bir duasının nakledildiği: Enbiyâ 89

 

3)    Bütün mahlukatında önce de sonra da mülk ve gerçek tasarruf hakkının Allah’a ait olduğunun bildirildiği, meselâ: Âl-i İmrân 180/ Meryem 40,80/ Hadid 10

 

Vâris ismi, aynı zamanda “Bâki” yani ölümsüz anlamını da taşır. Mahlûkatın hepsi fânidir. Yalnız Allah Bâki’dir. Mahlûkatını yaratmadan önce de, hepsi öldükten sonra da mülkün sahibi daima Allah-ü Teâlâ’dır. O yarattıklarına geçici bir süre için mülkiyet ve üzerinde tasarruf hakkı tanımıştır. İsminin insanlara yansımasının delili olarak, kendi mülkünden, dilediğine mülk verir. İnsan da bunu gerçekmiş gibi sahiplenir. Mü’min suresi 16. Âyette: Kıyamet kopuşundan sonra mahşerde toplanan ahaliye  Allah-ü Teâlâ “ Bu gün mülk kimindir?” diye soracak, onlar da “Bir ve Kahhar olan Allah’ındır”diye cevap vereceklerdir. Bu hakikatı bilerek cevap vereceklerdir. Dünyada iken bilmedikleri bütün hakikatler kabirde öğrenilecektir. Lâkin Allah, kullarını dünya mülkü ile lûtuflandırırken, bunun emanet olduğunu bilmelerini, gerçek mülk sahibinin Allah olduğu hakikatini bilerek, geçici sahip olduğu mülkü, Allah rızasına uygun kullanmalarını dilemiştir. İnsanlar ise lûtfedilen her şeyi kendi hak ettikleri olarak görmüşler ve çok ciddi sahiplenmişlerdir.

 

Bu ismin insana yansıması: Ancak fiilde tevhidin hakikatini kavrayan için mümkündür. Ef’al-i hakikat ise kişinin Rabbi ile kendisi arasında hiçbir şeyi görmemesi, bulmaması ile mümkündür. Meselâ kendine kötülük yapanları görmemek, esas Dâr olanı görmektir. Bütün işlerin O’nun tarafından yaratılıp, yapıldığını sadece ilmen bilmek yetmez. Her an yaşantısının içinde bunun böyle olduğunu hatırlamadan, yani kesin olarak bilmesi lâzımdır. “Bu gün mülk kimindir?” İlâhi hitabını daima duyar ve olaylarda da müşahede eder.

 

Vâris ismi ile isimlenen kişiler, aynı zamanda peygamberlerin de varisi olurlar. Allah’a gidiş yollarını, bu yolda yapılması gereken şeyleri, sahip oldukları ve peygamberlerden gelen mirası  insanlara intikal ettirirler. Bu kişiler, hem beden mülklerinin, hem güya  sahip oldukları her şeyin ve hem de kendilerine intikal etmiş olan irfanî bilginin sahibini bilirler. Bu sebeple mülkü sahibine bırakarak, aradan çekilirler. Yani iradeleri Allah’ın iradesine ait olmuş olur. Bilirler ki bir şeylerin veya herşeyin sahibi değildirler, ancak geçici olarak bekçilik yapmaktadırlar. Bu sebepten de onlarda yüklenmiş olan emanetten başka şeye sahiplenme durumu olmaz, bu ise sahiplenmeden daha ziyade, emaneti korumaktır. Mal, mülk, evlât, ayal, makam, ilim gibi şeylere sahip olmadıkları gibi; geleneklere, âdetlere, örflere, kendilerinde mevcut güzel ahlâka, basîretlerine, hitabetlerine, faziletlerine, amellerine, zühd ve takvalarına, imanlarına da sahip olamazlar.  Bilirler ki eğer Allah dilerse hepsi ellerinden alınır. Alan ile vereni bir görüp, rezillikle vezirliği bir ederler.

Reşîd

REŞİD  (er-Reşîd)    (98)

Bütün işleri yerinde olan ve hedefine ulaşan,kullarını irşad eden

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Doğruluk anlamına gelen bu kelime, zıddı olan eğrilik ile birlikte: Bakara 256.Âyette ,

 

2)    Şuayb (a.s.) için, akıllı ve dirâyetli anlamında: Hûd 87.Âyette,

 

3)    “reşedâ” yani kurtuluş yolu manâsında: Kehf 10.Âyette,

 

4)    “doğruya yöneltecek bir dost, bir mürşid” anlamında : Kehf 17.Âyette geçer.

 

Reşid ismi, istikamet, doğruluk manâlarına gelen “rüşd” kökünden türemiştir. Bu ismin iki türlü manâsı vardır. Birincisi doğru olan ve selâmete ulaştıran yolu gösteren demektir ki bu manâda “Hâdi” ismi ile yakın ilgisi vardır. İkincisi ise hiçbir işi boş, abes ve faydasız olmayandır (râşid) ki bu manâda da “ Hakîm” ismi ile yakın alâkası vardır.

 

“Ey Rabbimiz! Bize şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu (reşedâ) hazırla!”  Kehf 10

 

“ Allah kime hidâyet ederse, işte o hakka ulaşmıştır, kimi de bundan mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir mürşid ve bir dost bulamazsın.”  Kehf 17

 

Allah; kullarını yaratmış,onlara doğru yolu göstermiş, hayatını yaşarken, olayların içinde, terbiye etmiş, kişiye aydınlatacak bir kalp vermiş, doğruya gitmesi için sebepler halketmiştir. Bütün bunların yanısıra, kulun seçiminde özgürlük ve seçme hakkı tanımış; böylece özgür iradesiyle, Allah yolunu seçmesini murad etmiştir. Kul ise, Allah’ın denetiminin varlığını bilmeden, yaşamını devam ettirmiştir. İşte böyle Allah’a uzaklık içinde olsa bile, kişinin yaşamını dürüst olarak sürdürmesi, insan haklarına riâyet etmesi, yine Allah’ın fazlından olup; zaman içinde doğru yolu görmesine vesile olup, uzaklığı yakınlığa çevirebilir. Bu bakımdan, doğruluk sebeplerini yaratan, yine merhametiyle, kuluna kendini bildirmiş, buldurmuş olacaktır.

 

Bu ismin insana yansıması: İnsanın doğruluğu oranındadır. İnsan yaşamında ne derece doğrulukla yaşıyorsa, Reşid ismi ile isimlenmiş demektir. Reşid olma  hidâyet ile başlar, yani “Hâdi” ismi ile isimlenmeyle başlar; “Hakîm” ismi ile tamamlanır. Bu isimler birbirine bağlı olarak tecelli eder. Doğru olan kişi elverir ki bir gün hikmet sahibi olsun.

 

Reşid olan kişinin kendi tecellinin nimetlerine ulaştığı gibi, etrafına da yol gösteren olur. İnsanlara doğru yolu gösterir,onların haklar konusunda titiz olmalarını sağlar, böylece insanlara hem dost, hem yol gösterici olur. Haklar konusunda da hem Allah’ın haklarını, hem de kul haklarını yerine getirmelerine vesile olur. Bu ahlâk Allah’ın Ahlâkı gibidir. Kul böylece bu ahlâklanmadan nasibini almış olur.

 

Peygamberlerin hepsi bu isim ile isimlenmişlerdir. İnsanlara hak tavsiyesi yapabilmek ve etkili olmak için doğru örnek olmaları gerekir. Onların varisleri de bu tecelliye uğrayanlardır. Onlar da doğru ve sağlam örneklerdir.

Sabûr

SABUR   (es-Sabûr)     (99)

Çok sabırlı

Kur’an-ı Kerim’de, Bu isim Allah’a izafe edilerek geçmez. Kullara nispet edilerek geçer (sabirûn). Allah’ın sabrı, kulların sabrı gibi değildir. Allah’ın sabrı, “hilm” sıfatına yakın bir anlam ifade etmektedir. Bu sıfat, cezalandırma güç ve imkânına sahip olduğu halde, gereken cezayı ertelemek manâsını taşır.

“ Şâyet Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak O, onları belirlenen bir müddete kadar erteliyor”

Nahl 61

 

Allah zamanı gelmeden hiçbir fiiliyata geçmez. Bütün işler için belli bir zaman tayin ve takdir ederek, zamanı gelince icra eder. Her şeyi zaruri olduğu üzere ve münasip olduğu şekilde yapar. O’nun iradesini hiçbir şey zorlayamaz. Sabır ismi sebebiyle, Allah için bir meşakkat ve sıkıntı söz konusu değildir. Yani Allah sabır isminin sebebiyle, bir sıkıntıya veya meşakkate katlanmaz.

 

Kulun sabrı ise farklıdır. Kul meşakkatlere katlanırsa sabırlı olmuş olur. Kul için meşakkat vardır. Zira kendisinde iyiliğe ve kötülüğe olmak üzere iki zıt yere çeken kuvvetler vardır. Nefis daima ifrad ve tefride götürüp, kötülüğü emreder. Ruh ise dini, doğruyu ve güzeli tercih eder. İşte bu iki zıt kuvvet, insanı ya kötü olana sabır ile iyi yola götürecektir. Veya kötülüğü tercih ile kötü yola götürecektir. Kur’an-ı Kerim, insana sabır desteğini vermektedir. Böylece zayıf olan insan, Allah için sabrederek iyi bir şey yapma yolunda olacaktır.

 

Kur’an, tavsiye ederken hakkı ve sabrı önerir (Asr suresi 3.Âyet). Hakkın tavsiyesi zor olup, kuvvetlilerin işidir. Sabretmek ise, daha kolay olup, daha zayıfların işidir. Yine sabır ve merhamet tavsiye edilir (Beled suresi 17.Âyet). Buralarda belâya sabır yanısıra, taate sabır, amele sabır, isyan etmemeye sabır gibi çeşitlilik vardır.

 

“Allah sabredenleri sever” Âyeti ile, Allah sabır ismi ile isimlenenleri sever buyurulmaktadır. Sabır ile insanın fıtratında olan acelecilik giderek kaybolur. Sabır sayesinde, sırat-ı müstakime ulaşmak için ümit, gayret, cehd oluşur. Acelecilikde ise ümit kaybolabilir. Acele etme sebebiyle, nasılsa yapamıyorum diye, ümidi sönebilir. Haksızlığa sabır, kötülüğe sabır, zalimin zulmüne sabır, övülen sabırlardan değildir. Buradaki sabır, haram işle uğraşırken besmele çekmek gibidir……

 

Kur’anda  sabredenlerden “sabirin” diye söz edilmiş ve hemen daima “sadıkin” yani sadık olanlarla birlikte söz edilmiştir.

 

Sabır çok yönlü bir isimdir. Meselâ oruca sabır, namaza sabır olduğu gibi, yoksulluğa sabır kadar zenginliğe sabır da vardır. Allah sabredenlerle beraberdir… Sabredenler güçlerini Allah’dan almaktadırlar.