Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Muktedir

MUKTEDİR  (el-Muktedir)           (70)

Tek iktidar sahibi, tam ve kâmil kudret sahibi

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    “ Azîz” ismi ile beraber : Kamer 42

 

2)    “ Melîk” ismi ile beraber : Kamer 55

 

3)    Tek başına : Kehf 45

 

4)    “ Muktedirûn” olarak sonsuz azamet ifadesi ile : Zuhruf 42.Âyetlerde geçer.

 

Muktedir ismi, öyle bir kudret ifade eder ki, hiçbir şey kendisine kuvvet ve şiddet yolu ile karşı çıkamaz. Kâdir ismine nazaran daha mübalâğalı bir kudret ifade eder.

 

Bu isim insana yansıdığında: Kâdir isminde anlatılanlar, kulun kudretini anlatmaya kâfidir. Yalnız unutulmaması gereken, kul ne kadar muktedir olursa olsun, yine işleri yapan Allah-ü Teâlâ’dır. Yani Allah dilemeden kul dileyemez. Eğer kulun muradı, Allah’ın muradına uygun ise, işler kul tarafından yapılmış olsa bile, esas fail Allah-ü Teâlâ’dır.

Mukaddim-Muahhir

MUKADDİM(el-Mukaddim)/MUAHHİR(el-Muahhir)   (71,72)

Öne alan       

Sona bırakan

Kur’an-ı Kerim’de: Bu isimler, isim olarak geçmez. Fiil olarak geçer.

 

1)İbrahim 42. Âyette, Mukaddim ve Muahhir’in ancak Allah’u Tealâ olduğu bildirilir.

 

2) Kaf 28. Âyette : “kaddemtü” fiili olarak geçer.

 

Allah, hem yaklaştıran, hem de uzaklaştırandır. Peygamberleri ile velilerini, yaklaştırmış ve doğru yola sevk etmiş; düşmanlarını da kendisi ile aralarına perde çekerek uzaklaştırmıştır. O, dilediğini yaklaştırmakta, dilediğini de uzaklaştırmakta hürdür. Burada kula düşen görev, gerekenleri yaptıktan sonra, Allah’ın kendi hakkındaki takdirine razı olmaktır. Allah, dilediğine yüce mertebeler verendir. Bu da kulu öne geçirir. Bu yüce mertebeler verişi Mukaddim isminden dolayıdır. Meselâ:

 

“Tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte onlar Cehennemden uzak tutulur.” Enbiyâ 101

 

“Biz dileseydik elbette herkese hidâyetini verirdik. Fakat Cehennemi hem cinlerden, hem de insanlardan bir kısmı ile dolduracağıma dair benden kesin söz çıkmıştır.” Secde 13

 

            Bu isimlerden kula yansımalar, kulun Marifetullah ile Allah’ı bildiği kadardır.  Ne kadar bildiyse o kadar yakındır ve öne alınmıştır. Bu  öne alış, her makam için tekrar değişebilir. Yani tekrar tekrar öne alınabilir. Arkaya bırakılışı ise, zâten arkada oluşudur. Ama bir kulun Allah’a doğru yaklaşması, yani öne alınması olduktan sonra uzaklaşması olabilir. Bu da “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” Âyeti gereği , Allah’ı bilenin hata yaparak, uzaklaştırılmasıdır, sabır gerektirir.

 

Mukaddim ismi ile isimlenen kişi, Allah tarafından yaklaştırılmış olmakla, insanlara da yakîn ilmini vermeye çalışır. Yakînin yollarını ve bu yolu kesen sebepleri bildiği için, bildiğini insanlarla bölüşür.

Evvel-Âhir

EVVEL(el-Evvel)/ ÂHİR (el-Âhir)  (73,74)

Başlangıcı olmıyan    Nihâyeti olmayan

Evvel ve Âhir birlikte (Zâhir ve Bâtın da beraber) Hadid üçüncü Âyette Allah’a nispet edilerek kullanılmıştır.

 

Allah’ın yaratmış olduğu bütün mevcudattan önce varoluşu, Evvel olduğunu gösterir. Allah yoluna girenlerin derecelerine nispetle de en yüksek derecede oluşu ile de Ahir’dir. O, Ariflerin derecelerinin son basamağıdır. Arifler için son basamak, Marifetullah’dır. Yani Allah’ı tanımaktır.

 

Bir başka deyişle, varlığının başlangıcı olmaması açısından Evvel,  sonu olmadığı için Ahir’dir. Yine yaratmayı başlatıp, sürdürmesi bakımından Evvel; yol göstermesi, güzel sona erdirmesi ile Ahir’dir. Ve yine kalplerden geçeni başından itibaren bilişi ile Evvel, kulunun kusurlarını sonuna kadar örtmesi ile Ahir’dir.

 

Evvel ve Ahir isimlerinin zamanla ilgisi yoktur.

 

Evvel isminin kula yansıması: Ezeldeki haline vâkıf olur. Evvel ismi, velâyet  nûru ile Allah yolunda ilerleyen için tecelli etmez. Ancak, nübüvvet nûrundan yaratılmış olanlarda bu ismin tecellisi olur. Çünkü bu kişiler, ahlâkları Kuran ahlâkına uygun olarak yaratılmış kişilerdir. Diğer insanların alacakları pek çok kademenin evvelinde varolmuş kişilerdir. Yani bu kişilerin evvelleri, diğer makam alan kişilerin ahirleri gibidir.

 

Âhir isminin insana yansıması: Aldıkları kademelerdir. Ahir olan her kademeden bir sonraki kademeye geçiş ile, yine  o kademe Âhir olmuş olur. Bu da insan için kemalâtın sonunun olmadığının delilidir.

 

“O’ndan geldik, yine O’na döneceğiz”

Zâhir-Bâtın

ZÂHİR(ez-Zâhir) / BÂTIN (el-Bâtın)        (75,76)

Apaçık   Gizli

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “…aleni kötülüklere de, gizli kötülüklere de yaklaşmayın”: En’âm 151

 

2)    “…onların açığını, gizlisini…”: A’râf  33

 

3)    “Günağın açığını da gizlisini de bırakın”: En’âm 120

 

4)    “Görmediniz mi? Açık ve gizli nimetlerini üzerinizde bol bol tamamladığını” Lokman 20

 

5)    “ O hem Evvel, hem Âhir, hem Zâhir, hem Bâtın’dır. O her şeyi kemaliyle bilendir!” Hadîd 3,13

 

Zâhir ve Bâtın isimlerinin manâlarını özetlersek:

 

1.  O, varlığını ispat eden pek çok delile rağmen, gözle görülmeyen, duyulardan gizli olan, akılların tasavvurunu aşan, ne olduğu idrak edilemeyen, iman edenlere zâhir (açık) olan, inkar edenlere bâtın olan (gizlenen)dır.

 

2. O, kâinattaki her şeyin ve olayların hem zahir (açık) olanlarını bilen, hem de bâtın (gizli) olanlarını bilendir.

3.  O, hem görünen, hem de görünmeyen âlemlerin yaratıcısı ve yöneticisidir.

4. O, açık ve gizli nimetleri verendir. “Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nice varlık ve imkanları sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size ihsan ettiğini görmüyor musunuz?”   Lokman 20

5. “O, her şeyin içine nüfuz eden, her şeyden daha yakın olandır: “Biz insana şah damarından daha yakınız.”    Kaf  16.

 

Allah’ın Zâhir veya Bâtın oluşu insanların idraklerinin seviyesi nisbetindedir.

 

Bu ismin insana yansıması: Herkes için mümkündür. Çünkü insan hem zahiri olan hem de bâtını olan varlıktır. Zahiri ile dışa açık, bâtını ile ise gizlidir. İnsanların iç alemleri ayrı bir alem olup, ancak kendisinin ve Allah’ın vâkıf olduğu bir alemdir. Şüphesiz ki Allah kalplerde olanları bilir. Bazen insanın kendi bile, kendi iç aleminden bu kadar haberdar olamaz.

 

Bu isimlerin insana tam yansıması ile, o kişi zahiri ile Allah’ın kurallarına uyan ve zahir ehline zahiri ile tam ve kâmil görünen biri olur. Kendi bâtınına tam olarak vâkıf olduğu gibi, başkalarının da bâtınını bilir. Kalplerde cereyan eden hallerden, haberdardır. Genel olarak hem nefisleri, hem de kalpleri bildiği için, Allah’a varış yollarını gösterir.

 

İnsanın bâtını, duyuların  idraki ile  alâkalıdır. İşte insan meselâ; görmek istediğini görürse, bu his onda hakikat olandan başka bir şey olacaktır. Yani insanın kendi bâtınını bile algılaması bu sebepten engellidir. Zanların oluşması da böylece kolaylaşacaktır. Aldanışlar artacaktır. Bâtın isminin yansıması ile insan önce kendi bâtınının hakikatine zansız vâkıf olur. Kalpte zan, şek, şüphe kalmayınca da başka hakikatlere vâkıf olur. Aslında   bütün hakikatler bir olan aynı hakikatlerdir.

Berr

BERRU  (el-Berr) (77)

Çok iyilik eden

 

Ber,birr,bâr,ebrar,berere aynı köktendir.

Kur’an-ı kerim’de:

 

1)  Ber olarak:  “Bundan önce (dünyada iken) biz Allah’a dua ederdik. Şüphesiz O,   çok   iyilik edendir, çok merhamet sahibidir”   Tûr 28

 

2)“ birrü’l-valideyn” yani ana-babaya saygı ve itaat olarak, birr ve ebrar(çoğul) diye:   Meryem  14,32/ Âl-i İmrân 193,198/ İnsan 5/ İnfitâr 13/ Mutaffifîn 18,22

 

3) İnsanda “birr” faziletinin oluşması ile, “ ber” olarak nitelik kazanacağını bildiren: Bakara 177

 

4)“ber” olarak, “yeryüzü, kıta” manâlarında da : Mâide 96/En’âm 59,63,97/Yûnus 22

 

“Namazda yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah’a, Ahiret Gününe, Meleklere, Kitaba ve Peygamberlere iman eden, malını sevgisine rağmen akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntıda, hastalıkta ve muharebenin kızıştığı zamanlarda sabrü metanet gösterenler (in birridir). Onlar( yok mu? İmanlarında ve birr-ü taat iddiasında) sadık olanlar onlardır ve onlar takvaya erenlerin de ta kendileridir.”      Bakara 177

 

Berr ismi her türlü ihsan, lûtuf, mağfiret, rahmet kısaca iyilik ve sözünde sadık olma  manâlarını taşır. Allah kullarının az bir iyiliğine karşı, çok verendir. Lûtuf ve ihsan budur. İlâhi İhsan dini ve dünyevi olur. Her ikisi de, Allah’ın Fazl-ı Kerem’indendir.

 

Bu isim kula yansıdığında : O kişi iyilik sahibi olur, kimseye hased etmez. Etrafının sahip oldukları ile mutluluk duyar. İnsanlara iyilik ve ihsanda bulunması, Allah’ın Ahlâkından bir örnektir. İnsan ne kadar Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış ise, o kadar iyilik ve ihsanda bulunûr.

 

Aslında her iyilik ve ihsan, Allah’tandır. Kulun gücü buna yetmez. İnsan egosu daima kendini düşünmeye sevk eder. İşte kulda Allah’a ait vasıflar zuhur edince , o zaman iyilik ve ihsanda bulunabilir.

 

Özetle Berr ismi, kulun Allah’ın isim ve sıfatları ile vasıflandığı miktar kadar yansır.

Tevvâb

TEVVAB  (et- Tevvâb) (78)

Tevbeye teşvik eden ve tevbeleri kabul eden

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    “ rücû” anlamında : Tevbe 118

 

2)    “ tevvab” olarak : Nasr 3

 

3)    “Rahîm” ismi ile birlikte: Bakara 37,54,128,160/ Nisâ 16,64/ Tevbe104,118/ Hucûrat 12

 

4)    “Hakîm” ismi ile birlikte : Nûr 10

 

5)    “yakbilü’t-tevbe” yani Allah’ın tevbeleri kabul edeceğine dair: Tevbe 104/ Şûrâ 25

 

6)    “kâbilü’t-tevb” ifadesiyle, tevbelerin kabul edileceğinin doğrulanması:Mü’min 3

 

Tevbe kelimesinin anlamı “rücû” yani dönme demektir. Rücû hem Allah için, hem de kul içindir. Kul hakkında rücû, masiyeti terk edip, itaate dönüştür. Allah hakkında ise, kulun dönüşünü kabul edip, onu cezalandırmadan vazgeçmesi (rücû edişi)dir.(Tevbe 118)

 

Allah-ü Teâlâ kullarının tevbeleri için sebepler yaratır. Tevbelerini bozduklarında bile tekrar af sebepleri halk eder. Kul bir günahtan vazgeçmek istediğinde, bunu samimiyetle içinde hissetmeli, pişmanlık duymalı, bir daha aynı günaha asla dönmemeye niyet etmelidir. Eğer günahları Allah ile arasında olan günahlar ise bu kadarı yeterlidir. Fakat günahları kamuya ait veya birilerinin haklarına tecavüz şeklinde ise, önce hakları iade etmeli, helâlleşmeli, sonra da bir daha dönmemeye azmederek, pişmanlıkla Allah’ın affını niyaz etmelidir. Sonra da “lâ teknatu min rahmetillâh” Âyeti ile bildirildiği gibi, Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmemelidir.

 

Bu ismin kula yansıması: Kişinin etrafına karşı affedici olduğu kadardır. Tevvâb ismi ile isimlenen kişi kin tutmaz, affedici ve hoşgörülüdür. Çevresinin hatalarını görmemeye çalışır. Kendi yaptığı hataları hiç unutmaz. İnsanın doğruluğu yakalayabilmesi ve orta yolda sabitliği kazanabilmesi için, bu hataların, iniş ve çıkışların olabileceğini bilir. Hatta bu hataları görmezlikten gelebilir. Daha da kemalli olanlar için hatalar fark edilmeyebilir. Yalnız burada söz edilen hatalar, o kişinin, kendisine ait yaptıklarıdır. Burada eğer başkalarının hakları söz konusu ise, hiç biri gözden kaçırılmadan tesbit edilir. Başkalarının da dahil olduğu konularda af,yoktur.

Müntakım

MÜNTAKIM  (el-Müntakım)      (79)

Suçluları lâyık oldukları şekilde cezalandıran

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)“müntakım” kavramının fiil ve sıfat olarak Allah’a nispet edilişi: Mâide 95/ A’râf 136/ Hicr 79/ Rûm 47/ Zuhruf 25,55

 

2)“müntakımûn”şeklinde azamet de içinde toplayarak: Secde 22/ Zuhrûf 41/ Duhân 16

 

3)“azizün zü’ntikam” olarak, aziz ismi ile birlikte: Âl-i İmrân 4/ Mâide 95/ İbrahim 47/  Zümer 37

 

Müntakım, ukubetle karşı koymak anlamına gelir. Bu cezalandırmada ferahlama, öç alma duyguları Allah’a izafe edilemez. Eskiden ilkel toplulukların ve günümüzde de maalesef Allah’ı tanımakta aciz kalan bazı cahillerin yanlış inançlara sahip oldukları gibi, Allah kullarından intikam alarak ferahlamaz, hınç alıp cezalandırmaz. Buradaki söz edilen cezalandırma,Allah-ü Teâlâ’nın belki de kullarına bir ihsanıdır. Ahiret inancına sahip olan bir kişi, ebedi hayat olarak ahireti esas aldığından dünyadaki cezalandırılmanın, ebedi hayatı kazanmak için belâ ve imtihanlar olduğunu bilir. Ya da ahiretteki intikamın aziz oluşu, orada inanan kimsenin bir miktar Cehennem’e uğrayarak, sonunda Cennet’e gelmesiyle, ebedi huzura kavuşmuş olması ve böylece yine Allah’ın azîz olan intikamında rahmetini bulmasıdır. Yoksa Allah’ın kulları ile arasında, Zât’ına ait bir meselesi sebebiyle cezalandırması düşünülemez. Allah-ü Teâlâ kullarının kendisine yaklaşmasını murad ederek; cezalarla belki aklı başına gelir de tevbesini yapar; ya da pişmanlık duygusunu cezalardan korkarak yaşar diye Müntakım ismini kullanmakla lûtfeder.

 

Bu cezalandırma hemen olmaz. Kulların tevbe etmelerine fırsat ve mühlet verdikten  ve bu mühleti tehir ettikten sonradır. Bu mühlet içinde tekrar başka günahlara yönelip, günahları artmakta ise, ceza vermeyi öne alır. Böylece cezası ile meşgul iken, daha başka günahlara bulaşmaktan da korunmuş olur.

 

Bu ismin kula yansıması; kişi Müntakım ismi ile isimlendiğinde, Allah’ın baş düşmanı olan nefsini cezalandırarak, intikamını alır.

 

İnsanlar, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmadıklarında, yani, kötü ahlâk sahibi iken de intikamcıdırlar. Kişilerle aralarında geçen meseleler yüzünden intikam aldıklarında sevinirler, rahatlama ve ferahlama duyarlar. Bu, nefsin azgınlığı sebebiyle olan, ilkel bir duygudur. Müntakım ismi ile hiçbir alâkası yoktur.

 

Bu tip kişiler ne yazık ki Müslümanlar’ın arasında da bulunûr. Bunlar, aslında dünyayı sevdikleri için, dünyadan vazgeçmekle ve vakitlerini dünya nimetleri ile eğlenecekleri yerde, Allah’a taat ve ibadette bulunmakla geçirdikleri için; âdeta kendileri gibi olmayanlardan intikam almak istercesine, onları kolayca Cehennemlik kabul ederler. Böylece kendileri de, dünya nimetlerinden boş yere uzak kalmamış olurlar.

 

Müntakım ismi ile isimlenenlerde, intikam alınacak tek şey nefisleridir. Burada nefsin cezalandırılmasından sonra bir ferahlık vardır. Bu ferahlanma, nefsi bir illetten daha temizlemenin getirdiği ve kişiyi Allah’a bir adım daha yaklaştıran bir ferahlamadır.

 

İntikam almak, kin, haset vs., gibi ahlâklar, kötü ahlâk olup, nefse aittirler. Nefsi ile uğraşan, onu ıslâh için çalışan kişi, kâh nefsinin isteklerinin aksini yaparak, kâh onun serkeşliği halinde cezalandırarak, nefsini terbiyeye sokmuş olur. Sonunda nefsin bir arzu ve ihtirası kalmayıp, mecalsiz bir köşeye sindiğinde, bu nefsin sahibi olan kişide, intikam alacak bir merci de kalmaz. Dolayısıyla, Müntakım ismi, kişiye eminlik makamına kadar, lazımdır.

 

Müntakım ismi ile beraber, diğer isimlerle kemalinde isimlenmiş olan ve sıfatlarıyla kemalinde sıfatlanmış olan kişilerde, Müntakım isminin icrası devam eder. Diğer nefislerin sahiplerine yardım için ve onları Allah’a yaklaştırmak için, devam eder.

Afüvv

AFÜV   ( el-Afüvv)         (80)

Günahları mahveden

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Gafûr” ismi ile birlikte, İlâhi Affı pekiştiren bir muhteva içinde: Nisâ 43/ Hacc  60/ Mücâdele 2

 

2)    “Kâdir” ismi ile beraber:  Nisa 149

 

3)    “Onlar affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz.?” Nûr 22. Âyette buyurulduğu gibi, Müslümanlar da bu fazilete davet edilmişlerdir. Ayrıca Âl-i İmrân 134. Âyette de insanları affedenler övülüyor. Bakara 178. Âyette, yakınlarımızın katilini affetmemiz tavsiye ediliyor.(Kısas âyeti)

 

4)    Şirk ve küfür dışındaki bütün günahların bağışlanacağını gösteren : Nisâ 48/ Zümer 53

 

5)    Nisâ 14,31,93/ Yunus 27/ Zuhruf 74. Âyetlerdeki, tevbe etmeden ölen günahkârın affı konusu (şirk ve küfür hariç) ortada kalmıştır. Ehl-i sünnet bu gibilerin de  İlahi Af’dan yararlanabileceğini düşünmektedir.

 

6)    Bakara 52. Âyette, Allah-ü Teâlâ, buzağıya tapan Ben-i İsrâil’i affettiğini; Âl-i İmrân 152. Âyette de Uhud savaşından kaçan Müslümanları affettiğini haber verir.

 

Allah , günahları imha eder, yok eder. Afüv ismi manâca Gafûr ismine yakın olduğu halde, Afüv isminde daha bir derinlik vardır. Gufran isminde günahları görmeyivermek vardır. Afüv isminde ise günahları mahvetmek, yok etmek vardır. Allah-ü Teâlâ asilere de kâfirlere de iyilik eder, nimetlendirir. Cezayı hemen vermez. Tevbelerine mukabil günahlarını siler. Biliyoruz ki tevbe edip, bir daha aynı günaha dönmemeye azmeden, hiç günah işlememiş gibidir. Afüv isminin mahiyeti ise, günahı silinen kişinin, aynen hiç günah işlememiş kişi gibi olmasıdır.

 

Afüv isminin kemali, cezalandırmaya kadir olan Allah’ın, lûtuf ile bağışlamasıdır. Burada bağışlayan, adaletinin gereği olan cezalandırmaktan gönüllü olarak vazgeçerek ve affetmek suretiyle suçluya bir ihsanda bulunmuş olur.

 

İlâhi Af, Allah’ın kullarının günahını tamamen silmesi, hatta Kiramen Kâtibin’e günahların kayıtlarını sildirmesi, kıyamet gününde bu günahlar ile ilgili kullarına hesap sormaması, hatta günahı işleyen kullara da    mahcup olmamaları için bunları unutturmasıdır. Özet olarak Allah’ın Aff’ını sınırlandırmamak gerekir. Şirk ve küfür hariç bütün günahlar, şartları yerine getirilmek üzere affa uğrar. Esas mesele, kişinin imanındadır. Eğer iman ediyorsa, yukarıda sayılan şartları da yerine getiriyorsa , ameli eksik bile olsa, İlâhi Af’dan  yararlanır. Çünkü imanı sebebiyle Mü’min  olarak kabul edilir.

 

Bu ismin insana yansıması: Allah’ın Ahlâkına uygun bir şekilde olur. Kendisine kötülük yapanları affeder, hatta iyilikle mukabele eder. Affın bu şekilde olması demek, kalbde kinin kalmamış olması, hatta hatanın unutulmuş olması demektir. Bunun için de işlerin sahibinin Allah olduğunun bilinmesi lâzımdır. Yoksa hiçbir insan kendisine yapılanı unutmaz. Bu kadar affediciliğin oluşu , o kişide fiil tecelliyatının tamamlanmış olduğunu gösterir. Yani insanda fiil tecelliyatı olmadan, ne affedebilir, ne de kötülüğe iyilikle mukabele edebilir. Fiil yansıması ise her şeyin Allah’tan olduğunu bilmektir. Yani kahrı ve lûtfu aynı kaynaktan görüp, sebep olanı aradan çıkarmadıkça, affetmek,unutmak ve iyilikle mukabele etmek mümkün değildir. Kahrı da hoş, lûtfu da…

Raûf

RAUF  (er-Raûf)    (81)

Şefkatli, çok merhametli, müşfik olan

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Rahîm”ismi ile birlikte: Tevbe 117/ Hacc 65/ Nûr 20/ Hadîd 9/ Haşr 10.Âyetlerde, Allah’ın özellikle Mü’minlere karşı en ileri derecedeki rahmeti vurgulanmıştır.

 

2)    Yine “Rahîm” ismi ile birlikte : Bakara 143/ Nahl 7,47.Âyetlerde ise bu ileri derecedeki rahmet, bütün insanları kapsayacak şekilde kullanılmıştır.

 

3)    “Raûfün bi’l-ibâd” (kullarına karşı pek müşfik ve merhametli) olarak: Bakara 207/Âl-i İmrân 30.Âyetlerde yine bütün insanları kapsayacak şekilde ve münferid olarak kullanılmıştır.

 

4)    “Raûfün rahîm” şeklinde: Tevbe128.Âyette, istisnai bir durum olarak, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında kullanılmıştır.

 

Raûf, rahmetin en ileri ve en üstün derecesini ifade eder. Bu rahmette, kullarının görevlerini düzenlerken, onların kabiliyetlerine uygun sebepler yaratmak, bu konularda kendilerine çeşitli ruhsatlar, kolaylıklar sağlamak suretiyle, onlara karşı pek müşfik davranmak vardır. Raûf, re’fet sahibi demektir. Re’fet ise şiddetli rahmet demektir. Raûf, bir başka deyişle Rahîm manâsındadır. Burada fazla bir mübalâğa vardır.

 

Bu ismin insana yansıması: Raûf ismi tecelli ettiği kişilerde, şiddetli merhamet hasıl olur. Bu öyle bir şefkattir ki, kendi hali kaybolup, kendi dışındakileri düşünmekten başka bir hal bırakmaz. Büyüklerden bazılarının dualarında:  “Ya Rab! Vücudumu öyle büyüt ki Cehennem’i kaplasın ve oraya başka kimse giremesin…” veya: “ Beni Cehennem üzerine köprü yap ki, üzerimden geçenler, Cehennem’e uğramamış olsun…” ya da benzerlerini biliyoruz. İşte bu ismin yansıması, kulda böyle olur. Hatta merhamet öyle büyür ki, yaratılmış bütün insanları kapsar.

 

Raûf isminin tam kemal ile tecellisi, kişinin beşeri özelliklerini yani kendisini var eden değerlerini kaybetmesi ve hiçlikte yani yoklukta sefer etmesi ile mümkün olur. Yoksa bu gibi sözler, ne lâf olsun diye söylenebilir, ne de bu hal yaşanmadan yani varlık ile söylenebilir.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) pek çok kereler ümmeti için ağlamıştı. Ve duaları da hep ümmeti için olmuştu. Bu sebeple Tevbe 128.Âyeti ile “raûf” ismi, Allah’ın bir ikramı olarak, O’nun bu ileri derecedeki merhameti sebebiyle verilmiştir.

 

İnsanlarda  bu isim tecellisi olmadan da merhamet hasıl olabilir. Bu merhamet , merhamet edenin kendi işlerine yönelmesi ile derhal biten bir merhamettir. Yani devamlı canlılığını koruyan bir merhamet değildir. Kişi hem eğlenir, hem merhamet edebilir. Bir de lüzumsuz bir merhamet olabilir ki ifrad halidir. Halbuki Raûf ismi tecelli edince hem lüzumlu olan ebedi hayat ile ilgili bir merhamet hasıl olur, hem de bu merhamet sürekliliğini korur. O kişi kendine dönüp unutamaz. Zira kendini bulamaz.

Malik-ül Mülk

MALİKÜL MÜLK  (Malik-ül Mülk)         (82)

Mülkün sahibi olan

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de geri alırsın.Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik, senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.”Âl-i İmrân 26.

 

Her türlü hükümranlık Allah-ü Teâlâ’ya aittir. Mülkün sahibi olmakla, yaratmış olduğu dünya ve ahiretin mülkünün kendisine ait olduğunu bildirir. Fatiha suresinde geçen, “Mâliki yevmi’d-in” yani “din gününün sahibi”nin manâsı: Herkese yaptıklarının karşılığının verileceği günde, her şey ve herkes üzerinde tam bir hakimiyet sahibi demektir. Allah-ü Teâlâ yukarıda yazılmış olan Âl-i İmrân Suresinde Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben Zât’ının mülkün sahibi olduğunu söylemesini isterken, insanların sahip oldukları ile övünmelerinin yersiz olduğunu bildirmiş oluyor. Gerçekten en büyük ihtirasa sahip olan bir insanın bile sahip olabilecekleri, Allah’ın hükümranlığının yanında hiçbir şey ifade etmemektedir. İnsan için gerçek mülk, kendine malik olmasıdır. Gerçek mülkün sahibi hem yaratmış olduğu yerlere, hem de bu yerler üzerinde yaşayan mahlûkatına hükümran olan Allah’tır.

 

Bu ismin insana yansıması: Nefsini Kahhar ismi ile kahreden, Rakib ismi ile murâkabe eden,  Alîm ismi ile bilen kişi, kendi vücudunda hükümran olur. Böylece nefsinin kontrolü kendi elinde olur. Kendi âleminin mâliki olmuş olur.

 

Bu ismin yansıması ile, yeniden hayat bulan kişi, insanlar arasında yönetim vazifesi ile vazifelendirildiğinde, Allah’ın Kurallarına uygun olarak ve üstünlük taslamadan idaresini, görevini yapar.