Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Hamîd

HAMİD (el- Hamîd)      (57)

Her bakımdan övgüye layık

Kur’an-ı Kerim’de: 17 defa geçer:

 

1)    Sadece Hacc 24. Âyette, tek başına “Hamîd” olarak geçer.

 

2)    Pek çok Âyette (hiçbir şeye muhtaç olmayan) anlamındaki “Ganî” ismine bitişmiş olarak geçer: Bakara 267  / İbrahim 8/ Hacc 64 / Lokman 12,26 / Fâtır 15 / Hadîd 24 / Mümtehine 6 / Tegâbün 6.

 

3)    “azîzü’l-hamîd” olarak: İbrahim 1 / Sebe’ 6 / Burûc 8

 

4)    “hamîd mecîd” olarak : Hûd 73

 

5)    “velî  hamîd” olarak:  Şûrâ 28

 

6)   “ hakîm hamîd” olarak: Fussilet 42

 

Kelime olarak övülen demektir. Allah senâ edilmeye, övülmeye tek lâyık olandır. Tek lâyık olan demekle,övülenin mutlak ve tek kusursuz oluşunu söylemek istedik. İnsanlardan da övülmeye lâyık olanlar vardır. Ama mutlak kusursuz diye övemeyiz, zira insanda kusur olabilir.

Allah, hamdin Zâtına yönelik olması gerektiğini bildirir. (İsrâ 111 / İbrahim 39) Ve insanlar anlamasalar bile bütün varlıkların istisnasız olarak O’na hamd ettiklerini beyan buyurur.(İsrâ 44)

 

Bu ismin insana yansıması oldukça mümkündür. Ahlâkca, dince, amelce, hayırca övülecek insanlar vardır. Bunların hepsini kendisinde toplayan en çok övülmesi gerekendir. Bu vasıflara ilâveten; yerli yerince söz söyleme,tavır ve hareketleri de kendisinde toplama ile övülenin Hamîd isminden aldığı pay çoğalır. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bütün özellikleri şahsında toplamıştı. Diğer peygamberler, ashab-ı kiram, veliler ve alimler de bu vasıfları taşırlar. Bu kıymetli kişilerin hepsi de sayılan güzellikleri kendilerinde topladıkları kadar bu isim ile isimlenmişlerdir.

 

Kur’an-ı Kerim hamd ile başlar. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadislerinde: “Din, güzel ahlâktır.” buyurmuşlardır. Yani her bakımdan övülen bir ahlâk sahibi olmaktır.

 

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Şüphe yok ki Allah, O ganidir, her hamde layıktır.”  Lokman  26

Muhsî

MUHSİ (el-Muhsî)     (58)

Herşeyi bütün ayrıntılarıyla bilen

 

Kur’an-ı Kerim’de :  “Muhsî” ismi, muhsî olarak geçmiyor;

1)    “Allah her şeyi teker teker saydı”: Cin 28/ Meryem 94 / Yâsîn 12 / Nebe’ 29. Âyetleriyle Allah, her şeyi tek tek ayrıntılı bildiğini buyuruyor.

 

2)    İnsanların dünyada yapıp, unuttuğu işlerin, ahirette kendilerine tek tek sayılıp hatırlatılacağını Kehf 49 / Mücadele 6. Âyetlerde bildirir.

 

“Vay halimize! Bu nasıl kitap? Büyük, küçük yaptığımız her şeyi sayıp dökmüş” Kehf 49

 

Kelime ihsa (sayma) kökenlidir. Allah; ilminde her bilinen şeyin hududu, sayısı ve kapladığı yer olarak her bilginin, mevcut olanlar kadar var olduğu Zât’tır. Yani Allah ilmi ile,  malûmatın bütün teferruatlı bilgisine sahiptir. Kul böyle değildir. Ne kadar saysa da eksiği kalır. Sonra bilemediği pek  çok malûmat da vardır.

 

Bu isimden insana yansıma zayıftır.

Mu’îd

MÜBDİ(el-Mübdî)/MUİD(el-Mu’îd)  (59,60)

Varlıkları ilk yaratan  Ölümden sonra tekrar yaratan

Kur’an-ı Kerim’de: “Mübdî” ismi mübdî olarak geçmez. Yarattı ve yaratır manâsında fiil olarak 11 defa geçer.

 

1)         Yaratma kavramı ile alâkalı:Yunus 4 / Enbiyâ 104 / Ankebût 19-20 / Secde7

 

2)         “De ki : Allah’a ortak koştuklarınız arasında birini yok iken ilk defa yaratacak , onu ölümünden sonra hayata yeniden döndürecek var mı?” Sorusu Yunus 34 / Neml 64. Âyetlerinde sorulurken, esasen böyle bir sorunun cevabı Allah’dır.

 

3)         “Bilin ki O, kâinatı yok iken ilk olarak yaratan; ölümden sonra da hayatı geri getirendir.”yukarıdaki sorunun cevabıdır. Bürûc 13 / Yunus 34 / Rûm 11,27 / Enbiyâ 104.

 

“Mu’îd” ismi de, mu’îd olarak geçmez. “iade eder, iade ederiz” anlamına gelen fiil halinde 11 defa geçer.

 

Mübdî, mucid manâsınadır. Fakat icad,kendisinden önce benzeri bir icad bulunmadığı zaman ibdâ adını alır. Bu manâda mübdî ve mucid yaratan manâsınadır. Mübdî daha önce benzer bir yaratma olmadan yaratıştır. Mucid ise daha evvelden bir benzeri olarak yaratıştır. Eğer daha önceden icadın benzeri varsa, bu ikinci yaratışa iade denir. İadeyi yapana da Muid denir.

 

Allah’ın insanları hiç yoktan yaratması Mübdî ismindendir. Sonra da onları iade etmesi, yani ölümden sonra tekrar diriltmesi ise Muîd ismi iledir.

 

“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse; içinden çıkamaz halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kâfirlerin yapmakta olduğu şeyler kendilerine öyle süslü göründü.”                                                         En’âm 122

 

“Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek……”                                                              Nahl 70

 

“ Dediler ki: (Biz bir sürü kemik, kırıntı ve döküntü halinde bir toprak olduğumuz vakit mi, hakikat biz mi yeni bir yaradılışla diriltileceğiz?.” İsrâ  49

 

“Söyle: ( Gerek bir taş gibi çetin, gerek bir demir gibi kuvvetli olun; yahut göğüslerinizde büyüyen her hangi bir halk olun, mutlaka diriltileceksiniz). (O halde bizi kim dirilterek geri çevirecek?) diyecekler. Sen de, de ki: (Sizi ilk defa yaratmış olan kudret sahibi diriltecektir). O vakit sana başlarını sallayacaklar da, (ne vakit o?) diyecekler. Söyle ki (yakın olması me’muldür)” İsrâ 50,51

 

“ Sizi ondan yarattık. Sizi yine ona döndüreceğiz. Ba’s zamanında da sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.”  Tâ-hâ  55

 

“  O günü ki, biz göğü, kitapların sahifesini dürüp, büker gibi düreceğiz. İlk yaradılışta nasıl başladıksa, üzerimizde hak bir vaad olarak, yine onu iade edeceğiz. Hakikatte failler biziz.”                                  Enbiyâ  104

Muhyî-Mümît

MUHYİ(el-Muhyî)/MÜMİT (el-Mümît) (61,62)

Can Veren Ecel vakti canlıları öldüren

Kur’an-ı Kerim’de:

 

MUHYİ:  Can vermek, yaşatmak, diriltmek manâsına gelen “ihya” fiili 49 yerde geçer:

1)    “ muhyi’l-mevta” yani ölüleri dirilten şeklinde: Rûm50 / Fussilet 39

 

2)    Ölü topraktan canlı bitkilerin çıkarılması mahiyetinde: Yâsîn33 / En’âm95

 

3)    Öldükten sonra dirileceğimize dair ibret almamızda, ölü toprağın, yağmur ile canlanışı ve hayat bulması bakımından örnek oluşu : Nahl 65

 

4)    Bir âyette diriltme işi Hz.İsa (a.s.)’a izafe edilmiştir. Burada da gerçek fail elbette Allah-ü Teâlâ’dır. Bu Âyet Âl-i İmrân 49.Âyettir.

 

MÜMİT: Kur’anda Allah’ın ismi olarak, Allah hakkında Mümît ismi geçmez. Lâkin:

1)    Her canlının öleceği hakkında :  Âl-i İmrân 185

 

2)    Her şeyin helâk olacağı hakkında : Kasas 88

 

3)    Ölümü yaratıp, gerçekleştirenin Allah olduğunun ifade edilişi, meselâ: Bakara 258/Âl-i İmrân 156/ A’râf 158/Hicr 23/ Mü’minûn 80/Rûm 40/Kaf 43

 

4)    Ölümün zıddı olan “bekâ”nın yalnız Allah’a mahsus olduğunun bildirilişi, meselâ: Tâhâ 73/ Rahmân 27.âyetlerde geçer.

 

Muhyi ve Mümit olarak:

1)    Hayatı da, ölümü de yaratanın Allah olduğu : Mülk 2

 

2)    “Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz” âyeti ile hayat buluş ve ölümün Allah’ta olduğu  Bakara  156

 

3)    Muhyi ve Mümit isminin, Allah’tan başkalarına ait geçtiğini ise:

 

Hz.İbrahim (a.s.)’a karşı Nemrud  “ ..ben de diriltir,öldürürüm” demişti. Bakara258

 

“ Kim bir can öldürürse  (kasas olarak veya fesadı sebebiyle olmayarak) bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de kurtarırsa bütün insanları   diriltmiş gibi olur.” Mâide 32.Âyette görüyoruz.

 

Muhyî de icat manâsındadır. Fakat icat edilen şey hayat (ihya) ise, o zaman icat işini yapana, ihya eden (yani dirilten) manâsında Muhyî denir.

Eğer vücuda getirilen şey ölüm (imate) ise, bu ölüm işini yapana imate eden (yani öldüren) manâsında Mümît denir. Şüphesiz ki ölümü de,hayatı da yaradan Allah-ü Teâlâ’dır.

 

Muhyî ismi ile insanın hayat buluşu ile birlikte, toplumun hayat buluşu da söz konusudur. İnsanın hayat buluşu hem zahiri olarak hayata doğuştur, hem de manen Allah’ın kurallarına uygun yaşayış ile hayat buluştur. Her insan bu kurallara uyduğu kadar diridir. Her toplum da bu kurallar ile yaşayanlarının çokluğu kadar diridir. Allah kurallarını koyarken, insanların en iyi şartlarda yaşamalarını sağlamak üzere koyar. Bu kuralların yaşanmasında elbette Allah’a ait bir fayda yoktur. Bu kurallar Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’ler ile desteklenmişlerdir. Kendine faydalı, çevresine, doğaya faydalı bir insan yavaş yavaş hem kendini, hem toplumu, hem de doğayı ihya etmekte, yani hayat  bulmakta ve hayat vermektedir.

 

Mümît ismi ile insanın ölüşü ile birlikte, toplumun ölüşü , yok oluşu da söz konusu olur. Bu ölüş hem zahiren ölüştür, hem de manen Allah’ın kurallarına uyulmadığı için ölüştür. Ve yine her insan bu kurallara uymadığı sürece hem bedenine zarar vererek,  yavaş yavaş ölüme gidecektir, hem de etrafına, doğaya zarar vererek, toplumun giderek yok oluşuna sebep olacaktır. Çevrenin  diğer insanlara yararına engel olacak, doğanın da ölmesine sebep olacaktır.

 

            Bu isimlerden insana yansıma: Elbette vardır. İnsan dünya hayatını idrak  ederek yaşamalıdır. Ve en önemli şey ahiret hayatının varlığına iman etmektir. Eğer Kur’an inandığımız  sağlam ve temel bir kaynak ise, oradan bize gelen bilgiler ışığında, ahiret kavramına inanıyoruz. Ve yine dünya hayatının geçici bir süre olduğunu, ahiret hayatının da ebedi olduğunu Kur’an kaynağından öğreniyoruz. Bu inanç doğrultusunda ölümün yok oluş olmadığını biliyoruz. İnsanların yaşarken, Allah’ın kurallarını dikkate almayışlarının önemli bir sebebi, ölümden sonraki hayat hakkında sağlam bir inançlarının olmayışıdır.

İşte bu isimlerden yansımaya uğrayış; Allah inancı ile birlikte ahiret inancının da sağlam mevcudiyeti kadardır. İmanda azlık-çokluk olmamasına rağmen; kuvvetlilik ve zayıflık vardır. Bu isimlerle isimlenen kişi, insanlara kendinde mevcut olan inancı aşılayabilir. Kendinde ne kadar ise o kadar verebilir. Kendinde  yok ise, ciltler ile kitaplar yazsa, bunu yaşamadığından, karşısındakine vermesi mümkün olmaz.

 

Muhyi ismi kendisine yansımış olan kişi; ölü kalbleri diriltir ve bu kalbin sahibi ihya olur, hayat bulur. Böylece hayat bulan kişinin bu hali çevresine de yansıyacağından, hem çevresine, hem de doğaya faydalı olur, hayat bulmasına da sebep olmuş olur.

 

Mümit ismi yansımış olan kişi, bu ismin gereği olarak nefislerin kötü arzularının ölmesine sebep olarak, nefisleri kahreder, ruhun ise ihyasını temin etmiş olur.

Hayy

HAYY   (el-Hayy)  (63)

Ebedi hayatla daima diri olan 

Kur’an-ı Kerim’de: Beş âyette geçer.

1)    “  ölümsüz” sıfatıyla nitelenerek : Furkân 58

 

2)    “  hasr” ifadesiyle : Mü’min 65

 

3)    “ kayyum” ismi ile beraber kullanılarak: Bakara 255/ Âl-i İmrân2 / Tâ-hâ 111

 

Allah-ü Teâlâ mutlak Hayy’dır. Daima diri oluşu, mutlak ve tam idraki sebebiyle ve mutlak ve tam fail oluşu sebebiyledir. İdrakin en alt seviyesi, idrak edenin kendi zâtını bilmesidir.  Kendi varlığının hakikatini bilmeyen, cansız ve ölü demektir. Allah, öyle bir idrak edicidir ki, idrak edilen her şey, O’nun idraki içindedir. İlâve olarak, bütün işler, O’nun işlerinin (fiilinin) altındadır. Yani hiçbir iş, O’nun bilgisinin dışında olamaz. Allah’ın dışındaki bütün hayyların, hayy oluşları; idrakleri ve fiilleri kadardır. Bunlar ise sınırlı idrakler ve sınırlı işlerdir.

Hay ismi, Allah’ın Ahlâkı olunca hayat sıfatını nitelemiş olur. Hayat sıfatı ise, yaratılmış olanlarda olduğu gibi geçici bir hayat olmayıp, ebedi bir hayattır. Bu hayat bütün hayatların kaynağı olan bir hayattır. Allah’ın sübuti sıfatlarından olan hayat sıfatı, ilim, kudret, irade gibi sıfatlarla sıfatlanabilmekten daha evvel, Hayy olmayı şart olarak koşar. Yani insan idrakinde kemalâtı temsil eden, ilim, irade, kudret sıfatlarından önce, mutlaka hayat sıfatı ile vasıflanmak gerekir. Bunun için de kişide “Hayy” ismi tecelli ettiğinde, o kişi önce kendini idrak etmiş olur. Bundan sonra diğer sıfatlar ile vasıflanmaya kapı açılır.

Bu ismin insana yansıması:  İnsan Hayy ismi ile isimlendiğinde, kendini idrak etmiş demektir. Kendi nefsini bilme ile, kendi yaratılış sebebini de bilmiş olur. Kalbini Allah’ın hoşlanmadığı ve rızası olmadığı her şeyden temizler. Azalarını, lisanını da aynı şekilde temizlemiş olur. Böylece hem kalbi, hem de bedeni Allah ile, yani hakikat ile dolmuş, diğer her türlü illetten kurtulmuş olur. Her işte Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu aramak, adalet üzere olmak gibi düşüncelerden  başka bir derdi kalmaz. İşte bu kişiler, yaşarken de öldükten sonra da diri olarak müjdelenenlerdir. Bu isimden insanın kendine ait fayda budur.

 

Daha da ötesi diğer insanlara fayda vermektir ki, ölü kalpleri diriltmektir. İnsanın fıtratına uygun olan yaşamaya geçiş, Hayy ismi ile olur. Bu yaşam tarzı, kendi Yaradanını bilip, sadece O’na kul olmaktır. Halbuki, insanlar dünya hayatını ebedi imiş gibi kabul ederek, asırlarca yaşayacaklarmış gibi kazanıp, biriktirerek; bu uğurda tehlikelere, risklere girmekte, hırs ve tamah sahibi olmakta, bu yüzden de yiyemeyecekleri servetlerinin bekçisi, hatta kulu, kölesi olmakta ve yaradılış sebebini unutmaktadırlar. Hayy ismi kalbi doldurunca, orada eski bulunanları tarumar eder, böylece kalp dirilince , yani boşalınca yeniden mamur edilir. Bu ismin sahipleri, hiçbir şeyin sahibi olmayıp, Allah onların sahibi olur. Dünya ehli onlara uzak, onlar da dünya ehline uzaktırlar.

 

Hayy isminin insana yansımasında bir diğer özellik de; fiillerinin yani işlerinin, Allah’ın  muradına uygun olarak ortaya çıkmasıdır. İşlerin meydana gelişinde, nefsin payı olmadığından, fiiller hak ve adalete uygun olarak ortaya çıkar

Kayyûm

KAYYUM (el-Kayyûm)   (64)

Kâinatı yöneten  en yüce varlık 

Kur’an-ı Kerim’de: Üç âyette ve her âyette de “Hayy” ile beraber geçer: Bakara255/ Âl-i İmrân 2/ Tâhâ   111 (hayyu’l-kayyum)

 

Kayyum ismi, Arapça’da ( kendi kendine kaim olmak, devam, hıfz, sebat, himaye, riâyet, idare etmek, düzeltmek) manâlarında bir kelimedir.

 

Allah, kendi Zât’ı, kendi Zât’ına kâfi gelen ve varlığı hiçbir şeye muhtaç olmayan tek şeydir. O’ndan başka hiçbir şey kendi kendine kaim değildir. Mevcudiyetinin devamı, başka bir vücudun var oluşuna bağlı değildir. Bu mevcudiyet ezelden ebede devam eden ve hiçbir şey yok iken de var olan bir mevcudiyettir.

 

Yaratılmış olan her şey ise; varlığı için hiçbir şeye muhtaç olmasa bile, Allah’a muhtaç olan, kendi kendine asla kaim olmayandır. 

 

Bu ismin insana yansıması: Kulun Allah’tan başka şeylerden müstagni olduğu kadardır. İnsanlar paraya, mala, soylarına, kendilerinden gelecek olan nesillerine, şan ve şöhrete, insanlar arasında sevilip, sayılmaya, çocuklarının varlığına, eşyaya, kısaca her şeye ihtiyaç duyarlar. Hiçbir şeye ihtiyaç duymasalar bile, yalnız yaşayamayıp, insana ihtiyaç duyarlar. Var oluşlarının devamı için mallarına güvenmek, toplum içinde saygın olmak, lâfları geçerli olsun, kendileri değerli olsun isterler. Öldüklerinde bile arkalarında anılacak bir şey bırakmak isteyerek, böylece ölmemiş gibi olmak, yani yaşamak, yaşıyormuş gibi olmak isterler. İşte bütün bunun gibi ve daha ne çok olan istekleri, onları muhtaç etmiş olur. Yani müstagni olamamış olurlar.

 

Kayyum isminin yansıması ile, insan, yukarıda bir kısmını saydığımız istekler ile, hayal olan bir alem yaratmış olduğunu anlar. İdrak edilen şeyler çoğaldıkça, boş yere uğraşmış olduğunu görür. Bu boşluğun fark edilmesi, bazen tutunduğu hayallerin elinden kaybolması ile, bazen de güvendiklerinin asla güvenilmeyecek şeyler olduğunu bizzât yaşayarak müşahede etmesi ile olur. Bunlar imtihanlar, musibetler, kaza ve kaderin değişmez bütünlüğü içinde cereyan eder. Bir gün İlâhi Lûtuf sebebiyle anlar ki, sahip olduğu veya sahiplenmeye çalıştığı her şey geçici (fâni) imiş; sadece daimi ebedi olan Allah ise bâki imiş.

 

Bu anlayış bazıları için tamamen kapalı, bazıları için, eğer dünya hayatını yaşarken idrakte açılma başlamış ise kabirde devam eden bir açılım içinde, bazıları için ise daha dünyada yaşarken açılıp tamamlanmış olur. Kur’an-ı Kerim’de akıl sahiplerine bir değer ile hitab ediş, bu sebepledir. Yine Kur’an-ı Kerim’de idrak etme konusu, ekseri iki defa art arda tekrar  edilir. İnsana idrak etmenin önemi hatırlatılarak, bu idrake davet edilir.

 

Avam için bu idrak kapalı kalır. Asr Suresi’nde insanların hüsranda oldukları bildirilmiştir. Hüsranın manâsı umulana erişememek ve bu sebeple yıkıma uğramaktır. Yani umulanı ummak ile sonunda aldanmış olduğunu idrak etmektir. İşte bu aldanışa uğramamaları için Allah kullarına önemli bilgileri bildirmiş, dünya hayatını yaşarken doğru yaşamak ve kurallara uymak suretiyle, aldanmamaları için gerekeni yapmıştır. Meselâ: “Allah’ı bırakıp da başka ilâhlar mı ediniyorsunuz?” diyerek, tek güvenilecek olanın Allah olduğunu bildirmiştir. Lâkin nefis insanı daima kötü olana meylettirdiğinden, bu uyarılar ve bilgiler dikkate alınmamış, sonuçta da aldanma hasıl olmuştur. İşte insan yukarıda sayılan isteklerinden kurtulduğu kadar, Kayyum isminin tecellisine uğramış olur.

Vâcid-Mâcid

VACİD  (el-Vâcid)/ MACİD (el-Mâcid) (65,66)

Vacid:Yaradılmışların sahibi,yarattıklarını dilediği zaman bulan, bilen
Macid: Azametli,şanlı,şerefli

Kur’an-ı Kerim’de “Vacîd ” ismi ile geçmiyor. “ vecede” yani “buldu” olarak:

1)    Dûha 7,8: Allah-ü Teâlâ, Hz Peygamberimiz (s.a.v.)’i Mekke çöllerinde bulup, doğru yola ilettiğini ve fakir bulup, zengin ettiğini bildirir.

 

2)    Sâd 44.Âyette geçer.

 

Macîd ismi ise kur’an-ı Kerim’de geçmez.

 

Vacîd kendisine fakirlik, darlık ve acizlik arız olmayan demektir. Allah mutlak vacîddir. Zira O’na bu sayılanların hiç biri arız olmaz. Allah yaradılmış olan her şeye nisbetle vacîd olup, insanlardan bu ismin yansımasına uğrayanlar da kendilerinden bir aşağıda olana nazaran vacîd olurlar. Bu isim âdeta “Ganî” ismi ile eş anlamlı gibidir. Zira Muhammed Suresi 38.âyette: “ …Zira Allah gani, siz ise fukarasınız.” buyurulmaktadır. Bu zenginlik kullarının taleplerini yerine getirmekten yüksünmemeyi sağlar. (Vücd ve cide kökleri zenginlik manâsındadır).

 

Macîd ise Allah’ın Zât’ını nitelendiren isimlerden olup, azamet, şeref, ululuk, kerem manâlarını da taşır. Mecîd ismi gibi mütâlaa edilir.

 

Vacid isminin insana yansıması : Kul bu isim ile ne kadar şereflenmiş ise o kadar Allah ile zengin olmuştur. İnsanın fakir oluşu kanaatsizliği ve ihtirası sebebiyledir. İhtiras ve tamah azaldıkça insanın ihtiyacı da azalır. Gerçek manâda fakir oluş ise Allahsız kalmaktır. İnsan Allah ile dolmamış ise hakikatte fakirdir. Gerçek zenginlik ise Allah ile dolmak, Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamaktır. İnsanın kazanma hırsı ise ahirete olan imanının eksikliği sebebiyledir. Eğer ahiret imanı tam olsa, biriktirme ve mal edinme işini meraklısına bırakır ve bu boş işler ile vaktini zayi etmezdi. Dünya hayatını yaşarken, insan kendisi için ölümü hiç düşünmez ve dünya hayatını kendisi için ebedi zanneder. Bütün bilgisine rağmen, nefsi bunu böyle düşündürür. Yoksa bu kadar geçici olan hayatın muhasebesini yapardı. Kul bu manâda Allah ile zenginliğe ulaştığında, yani her türlü ihtiyaçtan kurtulduğunda, eşyaya olan esareti de biter, yaşamın gayesine ulaşmış olur. Zengin olarak kabul edilen zenginlerin ise asla fakirlikten kurtulamadıkları, devamlı kazanma çabası içinde bir türlü zenginliğe ulaşamadıkları görülür. Bu bakış açısından bakıldığında, zengin olup halâ çabalayanlar, hakikatte fakir; fakir olup ihtiyaçsız olanlar ise hakikatte zengindir.

 

Vacid isminin insana yansıması ile; bu kişiler Allah ile zenginliklerini, diğer insanlarla paylaşırlar. Bildiklerini bildirir, böylece insanların hüsrana uğramamasını temin etmiş olurlar. Bu kişiler fakr’ı ile iftihar edenlerdir. Asla utanmazlar. Bildikleri hakikati , aldanışlara mani olmak üzere paylaşırlar. Ayrıca inanan kimseler arasında bu aldanışı destekleyecek tarzda, meselâ: “Müslüman zengin olmalı ki, etrafına yardım etsin” diye yaygın bir inanç vardır. Halbuki bilmezler ki zenginleştikçe verme azalır. Malının zekâtını zor verir hale gelir. Burnunun dibindeki yetimi görmez. Zenginlik ile iman bir arada duramaz. Pek azı müstesna olmak üzere giderek zekât ile başlayan veremeyiş, namaza, oruca yansır. Artık “Müslüman zengin” değil, zengin olmuştur. Böylece insana nefsinden daha çok zulmedenin olmadığı manâsı da anlaşılmış olur.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerif’inde “ Zenginler Cennet’e 500 yıl daha geç girecekler” buyururken bu manâya dikkat çekmişlerdir. Yine sahabilerden biri koyun meselesi yüzünden namazdan, zekâttan geri kalmış, nihâyet isyana kadar gitmiştir. Bütün bunlar ibret olmalıdır.

 

İnsanlar bu ahlâkın gideceği sonu tayin edemedikleri için, her şartta bozulmayacaklarını sanırlar. Vacîd ismini alanlar da bu yolların sıkıntısını anlatırken, ileriyi görüp, insanın düşeceği seviyeleri göstermiş olur; nefisleri iyi tanıdıklarından, kaygan zemin hakkında insanları bilgilendirmiş olurlar.

 

Macid ismi ile yansımaya uğrayanlar: Şerefli ile şereflenmiş olduklarından, insanları da şerefli kılma yolunu tutarlar. Bunu yaparken kendileri öncelikle örnek olurlar. Fakirin, yetimin, garibin dostu, tek düşünenidirler. Hastanın, ihtiyaçlının yanında; mazlumu koruyan, zalime karşı olan ve bütün bu hallerin içinde menfaatini asla kollamayandırlar. Başları bu sebeple dik durur. Vakar sahibi olup, herkesin de vakur olmasını isterler. Şanları yayılır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’dan razı olurlar.

Vâhid

VAHİD (el-Vâhid)         (67)

Parçalanmayan ve eşi,benzeri bulunmayan tek

 

Kur’an-ı Kerim’de :

1)  “İlâh” kelimesi ile birlikte, “ilâhün vâhidün” olarak 16 yerde geçer: Bakara  133,163/ Nisâ 171/ Mâide 73/ En’âm 19/ Tevbe 31/ İbrahim 52/ Nahl 22,51/ Kehf 110/ Enbiyâ 108/ Hacc 34/ Ankebût 46/   Sâffât 4/ Sâd 5/ Fussilet 6

 

2) “ve lillâhi’l vâhidü’l-kahhar” yani Allah lâfzının sıfatı olarak: beş yerde geçer:Yusuf 39/ İbrahim 48/ Sâd 65/ Zümer 4/ Mü’min 16

 

3) “vahidü’l-kahhar” olarak   Râd 16

 

4) “ehad” olarak İhlâs suresi 1. Âyette geçer. Allah’a nisbet edilmiştir.Tek oluşu, ortağı ve benzeri olmayışı söz konusudur.

 

5)  “ehad” olarak Beled 5 ve 7. Âyetlerde kullanılırken dolaylı olarak Allah’a izafe edilmiştir.

 

Allah, eşi, benzeri olmadığı gibi bütünlüğü parçalanmaya müsaade etmeyen tektir. Sıfatlarının, isimlerinin ve işlerinin çokluğu, ancak O’nun birliğinin tanınması içindir. Yani insan için, ne kadar bilgilenirse de yine  bu parçalanamayan Bir’i idrak zordur. Bu sebepten Allah’ı bilmede beşerî idrak kesretten (çokluktan), vahdete (birliğe) gidiş ile mümkündür. Doğrudan Zât’i tecelliyata uğrayan pek az bir kısım için ise, vahdetten kesrete gidiş, yani Allah’ı bildikten sonra, O’nun sıfatlarını, isimlerini, fiillerini idrak mümkün olur.

 

Allah’ın vahid oluşu, bütün zamanlar için geçerlidir. Vâhid ismi Kur’anî kullanımlarda daima Allah ve İlâh kelimelerine sıfat olmuştur. Burada ulûhiyyet özelliğine işaret vardır.

 

Bu ismin kula yansıması:  Tam olarak değil, kısmi olarak mümkündür. Bir insan gayret etse, bütün şartlar da uygun olsa, kâmil bir ahlâka sahip olsa ve bulunduğu devirde asla bir benzeri olmasa, emsali olmama bakımından tek olsa bile; sadece kendi devrinin teki olabilir. Kendinden önce kendisi gibi bir şahıs yaşamış olabilir veya gelecek devirde böyle bir şahsın var olma ihtimali vardır. Bu bakımdan yine de tek olmamış olur. Bu teklik Allah’ın isimlerinin, sıfatlarının tam yansıması ve Zât’ının da tecellisi ile olur.

 

Vahid ismi ile isimlenen kişiler, şartlar ne olursa olsun kendi birliklerini, bütünlüklerini bozmazlar. Fikirleri emsalsiz, düşünce tarzları kimsede bulunmayan, fiilleri benzeri olmayan, dünya düzenini sağlarken tam dünya ehli gibi, ahiret işlerinde tam ahiret ehli gibi davranan, hallerinin belirli bir çizgisi olmayıp, her an her şeyi farklı uygulayabilen, Allah’ın kurallarında sabit, geçmiş, gelecek ve içinde bulundukları anda sükunetli , insanların ihtiyaçlarına yönelmiş, her şeyi kendilerinin önünde gören yüksek şahsiyetlerdir. Onlar kalplerin sükûneti, gönüllerin karargâhı, toplumların yüz akı, ümit kaynağı, sırların hazinesi, bilinmeyen beldenin sultanlarıdır. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. İnsanları zulmetten nûra çıkaran Allah dostlarıdır.

Samed

SAMED (es-Samed)         (68)

Her varlık kendisine muhtaç, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan

Kur’an-ı Kerim’de sadece İhlâs ikinci  Âyette geçer.

 

Samed ; ihtiyaç ve istekleri sebebiyle her varlığın kendisine yöneldiği ve kendisi hiç bir şeye muhtaç bulunmayan Zât’tır. Hakiki samediyyet ancak Allah’a aittir.

 

Bu ismin insana yansıması: Bir kimse gerek eliyle, gerekse diliyle mahlûkata ne derece faydalı oluyorsa, bu isimden o derece hisse almış demektir. Allah-ü Teâlâ, dini ve dünyevi hususlarda, insanları kime muhtaç etmiş ve onların ihtiyaçlarını kimin eli veya dili vasıtası ile bitirmişse,  bu kişiye bu isimden bir hisse ile ikram etmiş demektir.

 

Bir insanın böyle bir duruma gelebilmesi için, gerek zahiren , gerekse manen istek, arzu ve ihtiyacının kalmamış olması lâzımdır. Halbuki insan daima bir ihtiyaç belirler. Yani bundan uzak olması zordur. Zahiren birisinden bir şey istemese bile, kalben dileklerini Allah’a havale eder. Kendisi için hayırlı olup olmadığını bilmeksizin, arzu ettiğini Allah’tan ister. Allah’a hakkıyla teslim olan ise, bir ölünün teneşirdeki hali gibi, bir istekte bulunmayıp, verdiklerine ve vermediklerine gönülden razı olarak,durur. İnsanlar için hayrı murad ederek ister. Kendi için ise ne verirse veya vermezse razı olur. İnsanlar henüz dünyevi isteklerinden vazgeçemiyorlarken, ahiret isteklerinden nasıl vazgeçebilirler? Bu isteklerin mahiyeti şudur: Kendi varlığını korumak, en iyi şekilde yaşatmak, ebedi hayatı kazanmak, kısaca kendi için bir şeyler almak. İşte Samed isminin kula yansıması için yukarıda sayılan gizli ve açık bütün isteklerin bitmiş olması lâzımdır. Ancak o zaman insan gözlerini kendinden dışarıya çevirir de etrafını görmeye başlar.

 

Dinimizde yardımlaşma ve hayırlı işler övülmüştür. Burada esas mesele etrafımızı fark etmemizdir.  Belki de esas hayır kendimizedir. İnsanlar etrafları ile başka türlü ilgilidirler. Meselâ; dedikodu, aleyhte bulunmak, kötülemek, kıskanmak, merak etmek, v.s.,…gibi. Halbuki bu ilgi yasaklanmıştır. Esas ilgi hayır işleridir. İhtiyaç sahiplerini bulmak, onlara yardımcı olmak gibi işlerdir. Bu şekilde insan zaman içinde belki kendi varlığına verdiği önemi kaybeder de, kendini ilâh etmekten kurtulabilir.

İstek, arzu ve ihtiyaçlar kendi için bitince, Allah o kuluna ihtiyaç sahiplerini gönderir. Hem gönderir, hem de çare olmasını ikram eder. Bu kişi hem zahiri dertlere derman, hem gönüllere huzur, hem de dinin hakikatini kalplere yerleştirmeye vesile olur.

Kâdir

KADİR (el-Kâdir) (69)

Her şeye gücü yeten, tam ve mutlak kudret sahibi

Kur’an-ı Kerim’de Kâdir ismi; kâdir, kadîr, muktedir olarak, Allah’ı nitelemek üzere üç vasıfta kullanılmıştır.

 

1)    “şeref ve azamet” anlamında: Kadr 1,5.Âyette

 

2)    “ geçim darlığı”    anlamında: Nafaka âyeti olan Talâk 7.Âyette;

 

3)    “ tezyin etmek, güzelleştirmek” anlamında: İnsanın yaradılışından bahseden Mürselât 23

 

4)    “  tayin ve takdim” manâsında: Yûnus 5/ Furkân2/ Yâsîn 39/ Fussilet 10/Vâkıa 60/ Müzzemmil 20/ Müddessir 19-20

 

5)    “ sağlam yapmak” manâsında Dâvut (a.s.)’a: “ Geniş zırhlar imal et! Dokumasını da sağlam tut!” Sebe’ 11.Âyette;

 

6)    Kudret, güç, kapasite ve kuvvet anlamında     pek çok âyette;

“ ve hüve’ alâ külli şey’in kadir” yani (O her şeye kadirdir). Buradaki “alâ” edat olup, güç ve kudrette asla acz olmadığını gösterir. En’âm 37,65/ İsrâ 99/ Yâsîn 81/ AhKaf 33/ Kıyâmet 40/ Târık 8.Âyetlerde;

 

7)    “kadirin” olarak azametin tüm kuvvetini ifade etmek üzere; Mü’minûn 18,95/Meâric 40/ Kıyâmet 4/ Mürselât 23.âyetlerde;

 

8)    “ kadîr” sıfat olarak nitelenip, 45 âyette Allah’ı niteler:

n  “ Alîm” ismi ile beraber: Nahl 70/ Rûm 54/ Fâtır 44/ Şûrâ 50.âyetlerde;

n  “ Afüvv” ismi ile beraber :sadece Nisâ 149

n  “ Gafûr rahim” isimleri ile beraber: Mümtehine 7.Âyette geçer.

 

Kâdir ismindeki kudret, ilim ve iradenin ışığında ve bunlara uygun olarak, bir şeyi icat etme kabiliyetidir. Kâdir ismi, dilerse yapan, dilemezse yapmayan manâsındadır. Meselâ; bir şey olmuyorsa, Allah dilemediği içindir. Yoksa kudreti noksan olduğu için değildir. Allah-ü Teâlâ mutlak Kâdir olup, her şeyi yaratırken, hiçbir yardıma ihtiyacı olmadan yaratır. Daha sonra da kadere uygun sebepleri her an yaratmaktadır. Bu ise kâdir oluşu sebebiyledir. O, neye “ol” derse, o olur.

 

Bu ismin kula yansıması vardır. İnsanda kudret iki türlü olur. Birisi zemmedilen yani kötü olarak değerlendirilen kudrettir ki, bu nefsin zulmüdür. Kâdir ismi ile ilgisi yoktur. Zalimlerde vardır. Diğeri ise Allah’ın Kâdir isminin yansıması yani tecellisi ile olan kudrettir. Bu kudret, Allah’ın kudret sıfatının tecellisi ile birlikte olur. İlim ve irade sıfatlarının yansımasından sonra, kişinin kudretinden söz edilir. Kudretin zıddı kudretsizlik yani zayıflıktır. Bu da korkular sebebi ile olur. İnsan Allah’tan başka şeylerden korkunca, sakınınca, zayıflar. Meselâ; gelecek endişeleri, aç kalma korkusu, “el alem ne der?” korkusu, gençliğini, güzelliğini, sağlığını kaybetme korkusu gibi daha pek çok korkular, hep iman eksikliği ile olan ve nefsin ve şeytanın vesvesesi ile oluşan korkulardır. Kudret ise bütün korkulardan sıyrılıp, sadece Allah korkusu, Allah’ın rızasına ulaşamama, sevgisini kazanamama korkularıdır. Bu korkular bile insanı kudretli kılar. Kudretin olması, ilim ile Marifetullah’a erişten sonra olduğu için burada, Allah’ı tanıma, müşahede etme vardır. Bu sebeple diğer korkular gitmiş, kul sırtını Allah’a dayamıştır.