Yazar arşivleri: emre

Reşîd

REŞİD  (er-Reşîd)    (98)

Bütün işleri yerinde olan ve hedefine ulaşan,kullarını irşad eden

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Doğruluk anlamına gelen bu kelime, zıddı olan eğrilik ile birlikte: Bakara 256.Âyette ,

 

2)    Şuayb (a.s.) için, akıllı ve dirâyetli anlamında: Hûd 87.Âyette,

 

3)    “reşedâ” yani kurtuluş yolu manâsında: Kehf 10.Âyette,

 

4)    “doğruya yöneltecek bir dost, bir mürşid” anlamında : Kehf 17.Âyette geçer.

 

Reşid ismi, istikamet, doğruluk manâlarına gelen “rüşd” kökünden türemiştir. Bu ismin iki türlü manâsı vardır. Birincisi doğru olan ve selâmete ulaştıran yolu gösteren demektir ki bu manâda “Hâdi” ismi ile yakın ilgisi vardır. İkincisi ise hiçbir işi boş, abes ve faydasız olmayandır (râşid) ki bu manâda da “ Hakîm” ismi ile yakın alâkası vardır.

 

“Ey Rabbimiz! Bize şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu (reşedâ) hazırla!”  Kehf 10

 

“ Allah kime hidâyet ederse, işte o hakka ulaşmıştır, kimi de bundan mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir mürşid ve bir dost bulamazsın.”  Kehf 17

 

Allah; kullarını yaratmış,onlara doğru yolu göstermiş, hayatını yaşarken, olayların içinde, terbiye etmiş, kişiye aydınlatacak bir kalp vermiş, doğruya gitmesi için sebepler halketmiştir. Bütün bunların yanısıra, kulun seçiminde özgürlük ve seçme hakkı tanımış; böylece özgür iradesiyle, Allah yolunu seçmesini murad etmiştir. Kul ise, Allah’ın denetiminin varlığını bilmeden, yaşamını devam ettirmiştir. İşte böyle Allah’a uzaklık içinde olsa bile, kişinin yaşamını dürüst olarak sürdürmesi, insan haklarına riâyet etmesi, yine Allah’ın fazlından olup; zaman içinde doğru yolu görmesine vesile olup, uzaklığı yakınlığa çevirebilir. Bu bakımdan, doğruluk sebeplerini yaratan, yine merhametiyle, kuluna kendini bildirmiş, buldurmuş olacaktır.

 

Bu ismin insana yansıması: İnsanın doğruluğu oranındadır. İnsan yaşamında ne derece doğrulukla yaşıyorsa, Reşid ismi ile isimlenmiş demektir. Reşid olma  hidâyet ile başlar, yani “Hâdi” ismi ile isimlenmeyle başlar; “Hakîm” ismi ile tamamlanır. Bu isimler birbirine bağlı olarak tecelli eder. Doğru olan kişi elverir ki bir gün hikmet sahibi olsun.

 

Reşid olan kişinin kendi tecellinin nimetlerine ulaştığı gibi, etrafına da yol gösteren olur. İnsanlara doğru yolu gösterir,onların haklar konusunda titiz olmalarını sağlar, böylece insanlara hem dost, hem yol gösterici olur. Haklar konusunda da hem Allah’ın haklarını, hem de kul haklarını yerine getirmelerine vesile olur. Bu ahlâk Allah’ın Ahlâkı gibidir. Kul böylece bu ahlâklanmadan nasibini almış olur.

 

Peygamberlerin hepsi bu isim ile isimlenmişlerdir. İnsanlara hak tavsiyesi yapabilmek ve etkili olmak için doğru örnek olmaları gerekir. Onların varisleri de bu tecelliye uğrayanlardır. Onlar da doğru ve sağlam örneklerdir.

Vâris

VÂRİS  (el- Vâris)      (97)

Mahlukatı yok olduğunda,her şeyin vârisi olan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın yücelik ve üstünlüğünü bildirip, azamet çoğulu ile Allah’ı niteler: Hicr 23/  Kasas 58

 

2)    “hayrü’l vârisin” olarak,Zekeriyya (a.s.)ın bir duasının nakledildiği: Enbiyâ 89

 

3)    Bütün mahlukatında önce de sonra da mülk ve gerçek tasarruf hakkının Allah’a ait olduğunun bildirildiği, meselâ: Âl-i İmrân 180/ Meryem 40,80/ Hadid 10

 

Vâris ismi, aynı zamanda “Bâki” yani ölümsüz anlamını da taşır. Mahlûkatın hepsi fânidir. Yalnız Allah Bâki’dir. Mahlûkatını yaratmadan önce de, hepsi öldükten sonra da mülkün sahibi daima Allah-ü Teâlâ’dır. O yarattıklarına geçici bir süre için mülkiyet ve üzerinde tasarruf hakkı tanımıştır. İsminin insanlara yansımasının delili olarak, kendi mülkünden, dilediğine mülk verir. İnsan da bunu gerçekmiş gibi sahiplenir. Mü’min suresi 16. Âyette: Kıyamet kopuşundan sonra mahşerde toplanan ahaliye  Allah-ü Teâlâ “ Bu gün mülk kimindir?” diye soracak, onlar da “Bir ve Kahhar olan Allah’ındır”diye cevap vereceklerdir. Bu hakikatı bilerek cevap vereceklerdir. Dünyada iken bilmedikleri bütün hakikatler kabirde öğrenilecektir. Lâkin Allah, kullarını dünya mülkü ile lûtuflandırırken, bunun emanet olduğunu bilmelerini, gerçek mülk sahibinin Allah olduğu hakikatini bilerek, geçici sahip olduğu mülkü, Allah rızasına uygun kullanmalarını dilemiştir. İnsanlar ise lûtfedilen her şeyi kendi hak ettikleri olarak görmüşler ve çok ciddi sahiplenmişlerdir.

 

Bu ismin insana yansıması: Ancak fiilde tevhidin hakikatini kavrayan için mümkündür. Ef’al-i hakikat ise kişinin Rabbi ile kendisi arasında hiçbir şeyi görmemesi, bulmaması ile mümkündür. Meselâ kendine kötülük yapanları görmemek, esas Dâr olanı görmektir. Bütün işlerin O’nun tarafından yaratılıp, yapıldığını sadece ilmen bilmek yetmez. Her an yaşantısının içinde bunun böyle olduğunu hatırlamadan, yani kesin olarak bilmesi lâzımdır. “Bu gün mülk kimindir?” İlâhi hitabını daima duyar ve olaylarda da müşahede eder.

 

Vâris ismi ile isimlenen kişiler, aynı zamanda peygamberlerin de varisi olurlar. Allah’a gidiş yollarını, bu yolda yapılması gereken şeyleri, sahip oldukları ve peygamberlerden gelen mirası  insanlara intikal ettirirler. Bu kişiler, hem beden mülklerinin, hem güya  sahip oldukları her şeyin ve hem de kendilerine intikal etmiş olan irfanî bilginin sahibini bilirler. Bu sebeple mülkü sahibine bırakarak, aradan çekilirler. Yani iradeleri Allah’ın iradesine ait olmuş olur. Bilirler ki bir şeylerin veya herşeyin sahibi değildirler, ancak geçici olarak bekçilik yapmaktadırlar. Bu sebepten de onlarda yüklenmiş olan emanetten başka şeye sahiplenme durumu olmaz, bu ise sahiplenmeden daha ziyade, emaneti korumaktır. Mal, mülk, evlât, ayal, makam, ilim gibi şeylere sahip olmadıkları gibi; geleneklere, âdetlere, örflere, kendilerinde mevcut güzel ahlâka, basîretlerine, hitabetlerine, faziletlerine, amellerine, zühd ve takvalarına, imanlarına da sahip olamazlar.  Bilirler ki eğer Allah dilerse hepsi ellerinden alınır. Alan ile vereni bir görüp, rezillikle vezirliği bir ederler.

Bâkî

BÂKİ  (el-Bâkî)        96

Varlığının sonu olmayan

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Beka vasfı sadece Allah’a izafe edilmektedir. Tâhâ 73/ Rahmân 27

 

2)    “lâ-yemût”  olarak nitelenen : Furkân 58

 

3)    “ebka” olarak ahiret hayatının baki oluşu ile ilgili olarak: A’lâ 14

 

Allah, varlığı zaruri olan mevcuttur. Tasavvurlarda geleceğe izafe edildiğinde Bâki, geçmişe izafe edildiği zaman ise Kadîm ismini alır. Mutlak Bâki, gelecekteki varlığı düşünüldüğünde, bir sona dayanmayan yani ebedi olandır. Mutlak Kadîm ise geçmişteki varlığının devamı bir evvele dayanmayandır. Geçmiş ve gelecek arasındaki zaman kısmına değişim ve hareket girer. Değişim ve hareketten münezzeh olan Allah ise zaman içinde değildir. O’nda ne mazi ne de istikbal kavramı vardır. O, bütün zamanları kaplar fakat bütün zamanların dışındadır. Çünkü Allah zamanı yaratmadan önce vardı. Zamanı yarattıktan sonra Zât’ında bir değişiklik olmamıştır. Zamanı yarattıktan sonra da önceki hali üzere kalmıştır.

 

Allah için Bâki isminin yanısıra aynı manâları ifade etmek üzere, “Ahir”, “Samed”isimleri de kullanılmıştır. Furkân 58.Âyette “Hayy” ismi ile anıldıktan sonra, “lâ-yemut” yani ölümden münezzeh olarak anılmıştır. Burada da “Bâki” isminin manâsı vardır.

 

Bu ismin insana yansıması: Derece derece mümkündür. İnsanların bir kısmı yaşamlarında yaptıkları iyi işler ile unutulmaz ve ölümlerinden sonra da sanki yaşıyormuş gibi olurlar. İnsanlığa eser veren, böylece eserleri ile faydalı olan kişiler de ölümsüz gibi olurlar. Tarihi yazarak nesillere bırakan kişiler, din ve dünya ilminde insanlara ışık tutan kişiler bu şekilde iz bırakıp, anılırlar. Bu bekâ, dünya hayatı süresince bâki oluştur. Ve belki de bir zaman sonra, unutulabilirler.

 

Esas Bâki oluş, Allah’ı tanıma yolunda kazanılandır. Bu yolda kişi ilerlerken, bazı safhalardan geçer. Bu safhaları yaşarken kendi varlığından sıyrılıp, hakiki varlığı tanıma ve O’nda yok olma,O’nunla beraber olma ve O’nda O’nunla birlikte Bâki olma mümkündür. Yüksek makamlara ulaşabilen kişilere has olan bu durum, nadirin nadiri olsa da mümkündür. Söyledikleri sözler asırlar boyu unutulmaz, yazdıkları nesillere intikal eder. Sözleri ve halleri insanlara ışık tutar. Etki alanları hem yaşadıkları devirde, hem de daha sonra kitlelere ulaşır. Onların bekaları, yine Bâki olanın ihsanı iledir. Bu çalışmakla olmayıp, Allah’ın lûtuf ve kereminden ihsan edilendir. Allah-ü Teâlâ’nın hiçbir şeyde insanda olduğu kadar zahir olmadığı delillerinden bir delildir.

 

Bâki  oluş, her türlü esaretten kurtulmadır. Ancak bütün arzu, ihtiras, tutkulardan kurtulabilmek çok kolay değildir. Çevrenin baskısı, şan ve şöhret baskıları, varlığını yüksek kıymette sürdürme isteğinin baskısı, ailenin, âdetlerin baskısı, bütün bunlar kişiyi öyle yakalar ki, nefes alacak kadar bile fırsat vermez. Birinden kurtulunsa diğerinin tuzağına düşülür. Kısaca bu baskılar ile hayal olarak meydana getirdiği kendini ,yani vehimden ibaret  olan varlığını devam ettirebilmek için yeni esaretler  peydah eder. İşte bu hayal olan varlığından kurtulup, kendi hakikati ile yüzyüze gelmeden, esaret bitmez. Esaret ise bâki olmaya en büyük engeldir. Esaretten kurtulmaya vesile olan muhabbet ise, kişiyi diğer esaretlerden kurtarıp, yalnızca sevdiğine esir ettiğinden, esaret sayısını bire indirdiği için kıymetlidir. Yunus Emre’nin “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” beyiti bunu açıklar. Yani hayvani nefis sahibi olanlar ölünce ölmüş olur, lâkin aşık olanlar ölse de ölmemiş gibi olur demektedir. Bunun da sebebi aşk ile kalbin yumuşaması, teke yönelme ile diğer fahiş isteklerden kurtulması, iyi şeyler yapıp, iyi anılmasıdır. Yunus Emre’nin bâki oluşu gibi…

Dâr-Nâfi

DÂR  (ed-Dâr)   /  NÂFİ  (en-Nâfi) (94/95)

Zarar veren her şeyi yaradan/ fayda veren

Kur’an-ı Kerim’de bu isimler, yukarıdaki gibi isim olarak geçmez.  Fayda veren ve zarar veren fiiller olarak vardır. (Nef’an ve la darran olarak). Kur’anda beraber kullanılır:

 

1)    Allah’dan başka  ilâh olarak kabul edilenlerin, ne kendilerine ne de başkalarına fayda veya zarar sağlayamayacakları ile ilgili olarak, meselâ: Mâide 76/ Yunus 18,49/ Enbiyâ 66/ Hacc 12/ Furkân55

 

2)     İnsanın başına gelen zararın ancak Allah-ü Teâlâ tarafından giderileceği ile ilgili olarak, meselâ: En’âm 17/ Yunus 12,107/ Yusuf 53/ İsrâ 56,67/ Enbiyâ 84

 

3)    Fayda veya zarar vermekten aciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını, meselâ: Şuarâ 70,73

 

Dâr isminin kendi başına kullanılması caiz olmayıp, Nâfi ismi kendi başına kullanılabilir. Allah zarar veren şeyleri de fayda veren şeyleri de yaratandır. Yani hayırı da şerri de yaratan  O’dur. İnsanlar fiil tecelliyatı ile Allah’ı tanımakta zorlanırlar. Aslında Allah’ın muradı ne ise o olur. Hiçbir olan da O’nun bilgisinin dışında cereyan etmez. İnsandan hasıl olan işlerin sahibi de yine Allah-ü Teâlâ’dır. Bunun böylece bilinmesi ve bu konuya iman edilmesi, kişide fiil tecelliyatının olduğunun delilidir.

 

Dâr ismi, zarar veren manâsında değil, zarar verenler de olmak üzere her şeyi yaratan manâsındadır. Allah’dan başka bir kudret daha yoktur ki, zarar veren şeyleri yaratsın. Zarar veya şer diye düşünülen şeyler, uzağı göremediğimiz için şu anı nitelediğinden dolayı veya sonunu beklemeye sabrımız olmadığı için  şer olarak değerlendirilir. Belki de daha sonra aslında şer olmayıp,hayır olduğunu göreceğiz. Bir kısmı da ahirette sonucunu göreceğimiz şeylerdir. Bazı mutasavvıfların söylediği “ hayrihi ve hayrihi min Allah-ü Teâlâ” inancına katılmamak mümkün değil gibi görünüyor. Biliyoruz ki taşıyamadığımız yüklenmez. Bu durumda bize gereken verilecektir, ne olursa olsun can feda, baş üstüne; kahrı ve lûtfuna hayran.

 

Nâfi ismi ise fayda veren manâsını taşır. Aslında kul için önce Dâr ve Nâfi isimleri vardır. Ama daha sonra sadece Nâfi kalır. Zira kul bilir ki, Allah’ın Zât’ı esasen faydadır. Bu kişiler için bu iki isim faydada yani Nâfi’de toplanır, bir olur. Kul  var ise zarar da vardır. Yoklukta sadece fayda vardır. Allah-ü Teâlâ bu iki ismini bildirirken, hem var olan hem de yok olan kullarına lûtfetmiştir.

 

Bu isimlerin insana yansıması: Nâfi isminin yansıması daha kolay gibi görünse de, aslında esas fayda Dâr ismi ile olur. Kul bu isimler ile isimlendiğinde, tevhid şuuru başlar. Böylece kahrı ve lûtfu aynı manâda hissediş ile bütün isimleri Allah İsm-i Şerif’inde bulur. Burada rıza makamının hoşnutluğu aşikârdır. Allah’ı kendi arzu ettiği şekilde değil (vehm ettiği şekilde değil), asli hüviyyetinde tanıma başlar. Bu başlangıç, seyr-i sülûkta sonun başıdır. Halk için açılım başladığında ise bildiği, tanıdığı, yakîn kesbettiği Allah’a varış yollarını gösterir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı  sever.

Hâdî

HÂDİ (el- Hâdî)  (93)

Yol gösteren, hidâyete erdiren

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Yaratıp, düzene koyan, takdir edip, yol gösteren, hidâyet kavramı: A’lâ 2,3/ Tâhâ 50

 

2)    Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanları hidâyete çağırdığı:  Enbiyâ73

 

3)    Peygamberlerin gösterdiği doğru yolu kabul edenlere nasip olan “tevfik hidâyeti”: Bakara 213/Muhammed 17

 

4)    Ahirette Cennet’tekilerin: “hidâyeti ile bizi nimetlerine kavuşturan Allah’a hamd olsun” diye dile getirdikleri :A’râf 43

 

5)    “Hâdî” ismi ile: Ra’d 33/ Hacc 54/ Furkan 31/ Zümer 23,36

 

6)    Peygamberler için: Ra’d 7

 

7)    Bâtıl tanrıların hidâyet edemeyişleri: Yûnus 35

 

8)    Her canlının fıtratına uygun şartlarını ilham eden olarak: Tâhâ 49,50/A’lâ 2,3

 

9)    Kur’an’ın yol gösterici, yani, hidâyet sebebi olduğuna dair: Bakara 185/ Tekvir 27,28.Âyetler.

Allah-ü Teâlâ, yaratmış olduğu bütün varlıklara, istidatlarına uygun biçimde akıl, anlayış ve içgüdü dediğimiz bilgileri lûtfetmiştir. Varlıklarını devam ettirmeleri için bütün sebepleri de ihsan etmiştir. Kullara da kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla doğru yaşama yollarını bildirmiştir. Ayrıca, kendisini tanıma yollarını gösterip, onlara Uluhiyyet ve Rububiyyetini tasdik ettirmiştir.

 

Hidâyet, Kur’an ve Sünnet ile insana sunulur. Hidâyette zorlama yoktur. Allah-ü Teâlâ lûtfu ile kendini hem insanların nefislerinde, hem de dış dünyada misaller ile bildirmiştir.

 

İnsana açık olan bu yolda Allah , kulun kendi iradesi ile seçimini yapmasını ister. Kur’anda işte doğru yol, işte eğri yol denerek, kulun iradi kudretini kullanarak seçim hakkını özgürce kullanması istenir. İnsanda fıtrat olarak Allah’ı tanıma mevcuttur. İnsan doğduktan sonra, dünya hayatının yanlış öğretileri olmasa ve safiyetini koruyarak kalabilse, Allah’ı bilmesi mümkün olacak kabiliyette yaratılmıştır. Fakat sonradan sevmemesi gerekenler sevdirilerek ( para, mal,makam,.., gibi), sevmesi gerekenler öğretilmeyerek( Allah sevgisi, insan sevgisi, doğa sevgisi gibi) ; ya da önemsenmeyecek olanlar önemsetilerek( dış eleştiriler, dünya hayatı, nüfuz sahibi olma,   , gibi), önemli olanlar öğretilmeyerek( iç hesap, ahiret hayatı, Allah’ın yanında değerli olma….gibi) en yakınları tarafından, yaşam sunulur. Tabii ki bu yakınları o kişinin saadeti için ve kendileri de bu hakikatten uzak olmaları sebebiyle böyle davranırlar.

 

İnsan bir gün kendini, kendine yabancı ve uzak, Allah’a yabancı ve uzak bulur. Nefsin hakimiyeti hakikati örter. Kuvvet bâtıla olduğu için, Hak örtülü kalmıştır. Eğer Lûtuf yetişir de hakikat arayışı mümkün olursa;  öğrendikleri ters yüz olacak, kendi içinde yol almaya başlayacaktır. Hidâyet arayan için, mümkündür. Küfür içinde olan için ıslâh mümkündür, bu da lûtuf olup, ağır musibet ve belâlar ile olur.

 

İnsanın yolu önce kendi içinde açılır. Ahlâkını değiştirmek, kul haklarını sorgulamak, üzerinde mevcut olan hakları yerlerine iade etmek gibi ilk adımdan sonra, nefsi ile muhasebeye girişir. Nefis böyle durumlara göre kendi müdafaasını hazırlamış olduğundan, bu yolda bu safhada yol alış, iniş ve çıkışlar ile olur. Hidâyete ulaşmayı ısrar ile istemek, bu konuda kesin kararlı olmak yardımcı olur. Kendinden kendine gidişte, kalbine vâkıf olur. Onun safiyetinin bozulduğunu, tasfiye edilmesi gerektiğini bilir. Hidâyet böylece yerini bulurken dış âlemden Kur’an ve Sünnet tavsiyelerini alır. Aslolan niyettir. Peygamberler ve Allah dostları hidâyet yollarını açmak üzere gelmişlerdir. Allah’ın “Hâdi” ismi onlarda tam yansımıştır.

 

Bu ismin insana yansıması:   İki türlü olur. Birincisi hidâyet edilen yukarıda anlatıldığı gibi safhalardan geçerek kendi nefsinde ve dışında hakikate ulaşır, sonra bu halini korumaya çalışarak hayatını geçirir. Diğeri halka açılıp, hidâyet yollarını, bu yolda gidişin inceliklerini insanlara gösterip, hidâyetlerine sebep olanlardır. Bu kişiler, Allah’ın öncelikle hidâyete erdirip, kendi Zât’ına yakîn ettikleridir. Bu kişiler kendi nefislerinde nefislerini temiz bulan, kalpleri Allah’ı tanıyan, azaları, kalpleri ve ruhları ile sadece Allah’a ve rızasına yönelmiş, bildiklerini ahali ile takatleri kadar bölüşen, son nefeslerine müdrik, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış, dünyanın esaretinden kurtulmuş, iman-ı kâmil ile vasıflı, hikmet sahibi, basîretli, merhametli, şefkatli, şükrü bol, hamdi sonsuz, dost olunacak kişiler olup, Peygamberimiz(s.a.v.)’in varisleridir. Aldanıştan kurtulmak ve hakikati yakalamak bu yüksek zevat ile mümkün olur.

 

İşte hidâyet böylece başta niyet olmak üzere, sadakat, samimiyet, ve çalışma ile lûtfedilir. İnsanın isteği ne ise o verilir.

Nûr

NÛR  (en-Nûr)      (92)

Nûrlandıran,nûr kaynağı

 

Kur’an-ı Kerim’de: 43 defa geçen Nûr kelimesi; iman, ışık, kurtuluş, Kur’an gibi manâlar taşır.

 

“Allah göklerin ve yerin nûrudur” Nûr 35

“ Yeryüzü Rabbinin nûru ile aydınlanır….” Zümer 69

 

Allah nûr değildir. Fakat nûr Allah’a aittir. İslâm alimleri Allah’ı nûr olarak kabul etmezler. Nûr’u Allah’a ait kabul ederler.

 

“İman edenler Allah’ın velileridir, onları zulmetten nûra çıkarır. Küfredenlerin yardımcısı ise şeytandır, o da onları nûrdan zulmete çıkarır.Onlar Cehennem ehlidir ve orada kalıcılardır” Bakara 257.Âyette imanın nûr olduğunu, küfrün de zulmet olduğunu anlıyoruz.

 

Nûr aydınlık, aydınlanma manâlarını da taşır. Allah’ı önce iman nûru ile tanırız. İnsanlar Allah’tan başka şeylerle, yani fâni olan şeylerle var olduklarında, aslında Allah’tan uzak olup, zulmettedirler. Zulmet ise karanlıktır, sıkıntıdır,yokluktur. Zulmetten nûra çıkınca, zemm edilen varlıkları yok olmuş, Allah’ın nûru ile var olmuş olurlar. Bu hakiki var oluştur. Yaşarken de öldükten sonra da kaybolmayan bir var oluştur. Nûr Sure’sinde  buyurulan:   “Allah  göklerin ve yerin nûrudur” âyeti ile; insanın enfüsi ve afaki olarak yani nefsinde ve nefsinin dışında Allah’ı temaşasının, nûru ile mümkün olduğu anlaşılıyor.

 

Nûr,  Allah-ü Teâlâ’nın zâhir ismiyle yakın manâdadır. Allah hakkında delil ile tanıma mümkün olmayanlar için, nûru ile tanıma mümkündür. İnsan, Allah’ı isimlerinin nûru (Esmâ ile aydınlanma, idrak, basîret) ile bilince, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu, o kişide isimlerin yansıması ile Esmâ Nûr’unun zâhire çıkışıdır. Bunun kendisi nûrdur. Bu kişi, sıfat tecelliyatına uğradığında (isimlerle vasıflandığında) ise, nûr üstüne  nûrdur. Kulda Hakk’ın zâhir oluşu, zulmetten nûra çıkışı ile olur. Bu da îman-ı hakiki ile mümkündür. “Allah, kimi dilerse,  onu Nûr’una kavuşturur.”  Nûr 35. Yani, Zât’ının ahlâkını bahşeder.

 

Dünya ehli ile Allah-ü Teâlâ arasında zulmet perdeleri vardır. Bu insan, iyi bir iş işlese veya iyi bir ahlâk sahibi  olup, kısmen de olsa aydınlığa çıksa bile, eğer şeytana uyarak, kötü ahlâkına devam eder, dünya sevgisine kapılırsa, aydınlanmış olduğu nûrdan zulmete indirilir.

 

Ahiret ehli ile  Allah arasında  ise, nûr perdeleri vardır.Bunlar, fiiller, isimler, sıfatlar ile ilgili perdelerdir. Kul Allah-ü Teâlâ’yı âdeta bu perdelerin arkasından temaşa eder gibidir. Zira, Allah’ı hakkıyla biliş, Zât’ının Zât’ını bilişidir. Fiil, isim ve sıfatları ile biliş, insan idrakine lütfedilen, takat nispetinde, perdeli biliştir.

 

Bu ismin kula yansıması: İman eden için mümkündür. Kulda, fiil, isim ve sıfat tecelliyatları tamamlanıncaya kadar, aydınlanma olur. Her bir ahlâkın iyiye değişmesi ile aydınlanma olur. Zulmet biter, nûra kavuşulur.Sonra da doğudan batıya ulaşan bir aydınlatma olur.

Bedî

BEDΠ (el-Bedî)       (91)

Varlıkları eşsiz ve benzersiz sanatkarane bir şekilde yaradan

Kur’an-ı Kerim’de:

İki Âyette “Bedî’u’s-semavati ve’l-ard” yani (göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı) anlamında, Allah’a nispet edilerek:Bakara 117/ En’âm 101 de geçer.

 

Allah, Mutlak Bedî’dir. Ezeli ve ebedi olarak   benzersizdir. Ne Zât’ında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde ne de O’na ait her hangi   bir şeyde benzeri yoktur. Yaratmış olduğu her şey de benzersiz, eksiksiz ve kusursuzdur. Mahlûkatının yaşam şartlarına uyumlu olabileceği tarzda zâhirini yaratmakla birlikte, yaşamını en uygun sürdürebileceği şekilde derin anlayış ve iz’an vererek bâtınını da kusursuz yaratmıştır. Karıncanın çelimsizliği toprağı kazmasına mani değildir. Devenin su depolaması çöl yaşamı için en müsait yaratılış biçimidir. Su içinde yaşayana hava ihtiyacı verilmemiş, hava ile yaşayana suda yaşama imkânı verilmemiştir. Havada uçana kanat gerekmiş, ama yerde yaşayana kuvvetli ayak verilmiştir. Ölüden diriyi çıkarırken (toprağın canlanışı, ölü kalplerin dirilişi),diriden ölüyü çıkararak  (nefsi etkisiz kılmak, ölmüş çocuğun annesinden çıkışı), çeşitli misallerle kudretini sanatkârane bir şekilde sergilemiştir. Âlemlerin yaratılışı hem fevkalâde bir düzen içinde, hem de insanoğlunun ihtiyacına cevap verecek ve göz, kulak gibi duyularına hitabedecek tarzdadır. Bütün  sistemler yaratılışın ilk emri ile kendi kendine gibi işlemektedir. Her insanın ne iç âlemi ve ne de dışı birbirine benzemez. Milyarlarca insanın bu çokluğu yanı sıra, her biri tek başına bir âlemdir. Biri diğerinden farklı, davranışları, halleri arzuları, ahlâkları farklıdır.

 

Bu ismin insana yansıması: Her insan için hemen hemen vardır. İnsan Allah’ın yarattığı bir şey olarak, O’nun bu ismi ile isimlenmiştir. Sanatkârlar içlerindeki ilhama uyarak ve taklit olmamak üzere sanatlarını icra ettiklerinde, benzeri olmayan eserler verirler. Müzik, resim, ve diğer güzel sanat dallarında, sanatkârın eserleri, Bedî isminin yansıması ile olur. Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lûtuftur. Bu sebeple sanatkâr kıymetli kişidir. Allah’ın bu  isminin yansımasının aleni olarak ve herkes tarafından şahit olunuşudur. Böylece sanat eserleri de, kendi çapında kulca bir Bedî olmadır. Bir ayakkabıcının, oymacının,  dokumacının eserini imal ederken de, aynı şeyler geçerlidir.

 

İlim ile uğraşanların da icad ettikleri şeyler böyle bir sanattır. İcad ettikleri aslında malûm olan olduğu halde yine de ilk defa su yüzüne çıkaran kendileri olduğundan, sanat olarak kabul edilir. Hepsi de gerek sanatını icra ederken ve gerekse bir buluş ile meşgul iken, diğer insanları istilâ eden kötü hallerden uzak kaldıkları için kalplerini de korumuş olurlar.

 

Peygamberlerin çoğunun bir sanatı vardı. Velilerin de hatta geçimleri sanatları iledir. Geçimlerini sağlamak için olmasa bile, hoşlandıkları için, faydasız ve lüzumsuz şeylerden uzak kalmanın lûtfunu gördükleri için, sanatı, sanatkârı severler. Güzel sanatların tarih içinde kaybolmadan intikalinin, bu kişilerin katkılarıyla olduğunu söyleyebiliriz. Sanatkâr, Allah’ın yarattığı güzel şeyleri farklı gözle görür ve bize kendi gördüğünü yansıtır. Müzisyen ise doğanın duyamadığımız seslerini duyarak bize duyurur. Bu, onlara Allah’ın dileyerek verdiği lûtfudur.

 

Peygamberlerinden veya velilerinden veya alimlerinden biri, belli bir husus dolayısıyla asrının Bedî’i olabilir. Fakat bu durum bütün asırları kapsamaz. Ancak kendi asrı dahilinde olabilir. Mutlak Bedî, Allah-ü Teâlâ’dır.

Mâni

MÂNİ   (el-Mâni)      (90)

Mani olan, dilemediği şeyin gerçekleşmesine izin vermeyen

Kur’an-ı Kerim’de bu isim yer almaz. Tirmızî’nin hadisinde tek başına ve İbn Mâce’nin hadisinde yer alır. Bu isim, hikmeti icabı dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermez anlamında  da yorumlanmıştır .

 

“Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O’ndan başka giderecek yoktur. Şâyet sana bir hayır dilerse O’nun keremini engelleyecek de yoktur.”                                   Yûnus 12,107

 

“ Hepsine, onlara da (dünyayı isteyenlere de), bunlara da (ahireti isteyenlere de) ihsanımızdan istediklerini veririz. Rabbinin ihsan ve atâsı kısıtlanmış değildir.” İsrâ 20/Sâd 39.Âyetlerin Mâni ismine delâlet ettiği bilinir.

 

Gazzali bu ismin “Hafîz” ismi ile yakın manâ taşıdığını kabul eder. Ve korunma çareleri yaratmak suretiyle, kullarını beden ve din bakımından her türlü eksiklik, tehlike ve helâkten koruyan olarak niteler.

 

Allah-ü Teâlâ kullarının korunması için her an sebepler yaratır. Ezelde yaratılmış olan sebepler, kelâmıdır. Kur’an hem yol gösterip, hidâyete erdiren, hem de koruyucu özelliği ile iyi ve kötü olanı misallerle anlatarak ebedi olarak kulu koruyan önemli bir sebeptir. Kuran’ın kendisi ise bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından kıyamete kadar korunacaktır. Yine korumak üzere, bozulmuş toplumlara peygamberler gönderilmiştir ki insanlar kaybolmuş olan doğruyu bulabilsin.

 

Allah insanlara gelebilecek zararları önleyici sebepleri yaratırken, ebedi hayatı esas alarak fiile döker. Meselâ insanın korunuşu zenginlik ile mümkünse, onu zengin kılacak sebepleri yaratır. Yok eğer kurtuluşu fakirlik ile mümkünse, fakir kılacak sebepleri yaratır. İlim ile korunma için ilimlenecek sebepler, diğer başka şeyler için başka sebepler yaratır. Kuran’da şer sandıklarımızın arkasındaki hayırdan murad edilen, Allah bilir ki ebedi hayattaki hayırdır. İnsanda nefis ve ruh birlikteliği vardır. Nefis daima kötülüğe meyillidir. Ruh ise hakikati ister.

 

İnsanın kendi içinde ve dışında   koruyucu sistemler vardır. İçindeki koruyucu sistem kalbidir. İnsan ne kadar kötü ahlâk içinde olursa olsun, eğer kalbinin sesine kulak verebilirse kalp, uyarısını yapar. Bu koruyucu sistem herkeste vardır. Fakat insan niyeti ile bu sistemin sesini duymaz, nefsinin sesine kulak verir. Niyet düzgün olursa kalbinin sesini duyar.  Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) Mü’minin kalbinin fetva makamı olduğunu, danışacak yeri olmadığında kalbine müracaat etmesini nasihat buyururken bu konunun önemini göstermiş oluyor. Lâkin bu danışma yapılmadan önce mutlaka nefsani olmayan bir niyet içinde olmak gerekir.

 

Kalp bir yandan kendini kirletebilecek şeylerden  korur, diğer yandan dil,akıl ve diğer azalar gibi bütün azaların kirlenmesine mani olarak korur. Bu çeşitli korumalar birbirine bağlı olarak zuhur eder. Kalp kendi bünyesini dünya sevgisi, insanı helâke götürecek olan her türlü ifrad ve tefridden korur. Başkaları ile ilgili olan kötü düşüncelerden, büyüklenme duygusundan, riya, kibir, kendini beğenme, başkalarını küçük görme gibi duygulardan temizler.  Kalbin esas alâkası ve hoşlandığı şeyler, hak ve adalet duygusu, muhabbet, fayda verme gibi iyi olan ve insanı insan yapan işlerdir. Kendi bünyesinden olumsuz olanları ayıklayıp, çıkarınca o kalbe Allah yerleşir. Bütün çıkan işler de güzel işler olur.İnsanın dışında olan koruyucu sistem ise, Allah’ın Kitabı ve Peygamberleridir.

 

Bu ismin insana yansıması: İyi niyet içinde olan kalbin sahibi, dışarıdan aldığı bu bilgiler ile, kendi yolunu seçmiş olur. Aslında insanın kendinde var olan ruh, dış bilgilerden haberdardır. Fakat gizlide durduğundan ve perdeli olduğundan, iman sahibi olan insan için Kur’an ve Sünnet(Hadis) iki önemli delildir. Böylece  kalp ile içeriden, Kur’an ve Sünnet ışığında  alınan bilgiler ile dışarıdan korunan insan, Allah’ın helâl ve haramlarını da öğrenmiş olur. Haramdan uzaklaşır, helâle yaklaşır. Bu Mâni ismi ile olan yansımadır.

 

Kişi kendinde sağladığı korumayı nasıl ve hangi yollardan kazandığının bilinci içinde,bunu devam ettirerek, hayatını idame ettirirken, eğer dış dünyaya açılım olursa bu yolları anlatarak , çevresinin de korunmasını sağlamaya çalışır. Nefsin hilelerini, kalbin hallerini, bunlarla baş etmenin yollarını Kur’an ve Sünnet ışığında öğretmeye,nakletmeye çalışır. Önce kendi kalbini koruduğundan dolayı sözleri tesir eder. Şeytanın aldatmasından haber verir.

 

Bu koruma öylesine geniş kapsamlı olur ki hiçbir canlı mahlûk öldürülemez, cansızlara bile dokunuşta saygı vardır. Çevre ve eşya da korunmaya alınmış olur. İnsanlara örnek ve rehber olur.

 

Allah lûtfundan olarak, nasıl dostlarını her türlü belâdan, musibetten koruyor ise, o da kâinata dost olarak onların korunmasını sağlamaya sebep olur. Elbette esas koruyan, Allah-ü Teâlâ’dır.

Mugnî

MUGNİ  (el- Mugnî)     (89)

Zengin eden

 

Kur’an-ı Kerim’de:  Mugnî, Allah’ın ismi olarak geçmez. Yalnız bazı Âyetler,Allah’ın “Mugnî” oluşuna delil olarak kabul edilir:

 

1)    Meselâ: Tevbe 28,74/ Nûr 32,33/ Duhâ8 .Âyetler “Mugnî”olduğuna delildir.

 

2)    “Zengin eden de ihtiyaçtan kurtaran da O’dur” Necm 48.Âyet de delildir.

 

3)    “ Bizim Rabbimiz her şeye varlık ve özelliğini veren, sonra da doğru yolu gösterendir” Tâhâ 50.Âyet de delildir.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) “ Eğer Adem oğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha olmasını ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur”.  (Müslim/ Zekât/ 1048.Hadis)

 

Yine: “ Zenginlik fazla servete sahip olmaktan ibaret değildir, gerçek zenginlik gönlün ihtiyaç duygusundan uzak kalabilmesidir”  (Buharî / Rikak/15) buyurmuşlardır.

 

Allah-ü Teâlâ’dan başkasına izafe edilecek her çeşit zenginlik, aslında o varlıkta mevcut olan ihtiyacın giderilmiş olduğu manâsını taşır. Gerçek Ganî, kalbini tasfiye edip,  hallerini de iyiye tebdil edendir.

 

Allah bir kulunu ihtiyacı ne ise onunla zengin kılarsa; bu kul Allah’tan başka şeyler sebebiyle Ganî olmuştur. Fakat Allah’a muhtaç oluşu devam eder. Diğer kalbine giren şeylerden kurtulmuş olabilir. Burada muhtaçlığı giderilmemiştir. Muhtaç olduğu şeyler giderilmiştir. (Yani insanın kalbinden dünya sevgisi giderilince dünya metaına ihtiyacı gider )

İhtiyaçları giderildikçe başka şeylere ihtiyaç başlar. Sonunda eğer mümkün olursa, sadece Allah’a ihtiyaç ile kalır.

Ganî

GANİ  (el-Ganîy)       (88)

Zât’ının dışındaki her hangi bir şeye muhtac olmayan

Kur’an-ı Kerim’de: 18 yerde geçer:

 

1)    “Ganîyy-i mutlak” olarak : Yûnus 68

Cimri olanlara : “Allah zengindir, sizler ise fakirlersiniz” Muhammed 38

 

2)    Allah’ın kendisine yöneltilen inkâr ve küfürden asla zarar görmeyeceğine ait: Âl-i  İmrân 97/ Zümer 7

 

3)    “Allah bütün âlemlerden müstagni olandır” ifadesiyle: Ankebût 6

 

4)    “ Hamid” ismi ile birlikte: Bakara 267/ Nisâ 131/ İbrahim 8/ Hacc 64/ Lokman 12,26/ Fâtır 15/ Hadîd 24/ Mümtehine 6/ Tegâbün 6

 

5)    “Halîm” ismi ile birlikte :Bakara 263

 

6)    “Kerîm” ismi ile birlikte: Neml 40

 

7)    “zü’r-rahme” nitelemesine bitişik olarak: En’âm 133

 

Allah “Ganîy” ismi ile asla muhtaç olmayan , hakiki ve mutlak Ganî’dir. İnsanlar ne kadar muhtaç olmasalar bile, Allah’a muhtaçtırlar. Muhammed Sûre’sinde, Allah yolunda mallarından harcama konusunda cimrilik gösterenlerin, hiçbir zaman cimrilikten kurtulamayacaklarını ve fakir kalacaklarını, Allah’ın ise her şeyden müstagni olarak zengin olduğu vurgulanır. İnsanların Allah yolunda ilerleyip, manevi derecelere ulaşmaları Allah’ın yüceliğine ve yetkinliğine bir şey katmadığı gibi: Ankebût/6. O’na küfür ve inkar ile yönelmek de bir zarar getirmez : Âl-i İmrân 97/ Zümer7. Kur’anda 10 âyette “övülmeye lâyık” yani “Hamîd” ismi ile geçer. “Halîm” yani muamelesi sükunetle ve acelesiz olan, manâsında: Bakara 263. “zü’r-rahme” ile beraber kullanırken, İlâhi Zenginliğinin kendinde saklı kalmadığını, bütün yarattıklarına taştığını ve yine mahlûkatı için rahmet olduğunu  bildirir. Allah-ü Teâlâ yarattıklarını, özellikle insanı önemser; onlara karşı ilgisiz ve   özensiz davranmaz.

 

Allah, insanların neye ihtiyacı olduğunu bilerek, ihtiyaçlarını karşılar. Meselâ; biri ancak zenginlik içinde imanını koruyabiliyor ve isyana girmiyorsa, o kişiyi zengin eder. Bir kısmı ilim ile bunu yapabiliyorsa ilimle zengin eder. Fakirlik korumaya sebep olacaksa, fakirlikle zengin eder.

 

Her şey ebedi hayata göre ayarlanmıştır. Kimin nefsi ne ile şerden uzaklaşıyorsa onu lûtfeder. Bu Allah-ü Teâlâ’nın sonsuz Ganî oluşundandır. Kullarından ihtiyacı olan şeyleri esirgememesindendir. İnsanlara önem vermesi, özenle sebepler halk etmesindendir.

 

Bu ismin insana yansıması: Muhtaç olduğu şeylerin az oluşu kadardır. İnsanların ihtiyaçları bitmez. Maddeye ihtiyaç bitse, manâya ihtiyaç başlar. O da bitse, yalnız kalamama dolayısıyla insana ihtiyaç başlar. İnsanın bir şeye ihtiyacı, varlığı sebebiyledir. Eğer varlığından kurtulmuş olsa ve tevhide ulaşmış olsa, ihtiyaç kalmayacaktır. Bu da hayal gibidir. İnsanlar yokluğu tercih etmezler ve daima var olmak isterler. İnsanların ihtiyacı ne ise o onlarda vardır. Ama kendileri bunu bilmezler ve yeni ihtiyaçlar ile arayışa geçerler. İşte Allah’tan başka şeye ihtiyacı kalmayan kul, Ganî isminin yansımasına uğramıştır. Muhtaç olduğu şeyi kendinde bulan kişi için “Ganî” denir. Ganî isminin  yansımasında  bu durum, insan için gelinebilen son noktadır. Burada da ihtiyaç sonlanmamıştır. Allah’a olan ihtiyaç Allah’la biter. Bu kişiler halka açıldıklarında, halka esas ihtiyaçlarının ne olduğunu öğretir;  onların Allah’tan başka her şeyden ihtiyaçsız olmalarına sebep olurlar.