Yazar arşivleri: emre

Kendiliğinden gelen hediyeyi kabulde fakirin görevi

Kendiliğinden gelen hediyeyi kabulde, fakirin görevi:

Fakire bir ikram yapılırsa, fakire düşen ikramın helâl olup olmaması konusunda araştırma yapmasıdır. Ama arkadaşının helâl kazandığını biliyorsa, bunu yapmayabilir. Şayet şüpheli bir durum varsa, onu da almamalıdır. Alan kendi ihtiyacını gözden geçirmelidir. Verilene zaruri olarak ihtiyacı var mıdır? Yoksa meselâ bir aylık veya bir yıllık nafakası kenarında durmakta mıdır? Eğer verene ait bir şüpheli durum olmadığı halde, alan almakta nefsine ağır geldiği için zorlanıyorsa, bu, alma afetinden daha büyük bir afettir. O zaman nefsinin istediğinin aksini yaparak, almalıdır. Alimlerden biri: “İhtiyacı olduğu halde verileni iade edenin, tamah ile iptilâ edilmesinden veya şüpheli şeylere düşmesinden korkulur” demiştir.

Verene gelince; ya farz olan amelini yerine getirmek üzere zekât vermektedir. Yahut sevab olması ümidiyle, sadaka vermektedir. Ya da gönül almak ve sevgi tesis etmek için hediye vermektedir. İstenmeyen bir veriş şekli olmak üzere gösteriş için veya şöhret için de verebilir. Bazen de karışık maksatlarla verebilir.

Zekât veya sadaka veriliyorsa; fakir de zengin de bilmelidir ki, zekât helâl maldan verilir. Fakire düşen, araştırmaktır. Sadaka ise, farz olmayıp, cimrilik hududunu aşan bir durum olarak verilmektedir. Sadaka hak edene verilir. Alacak olan kişi eğer bunu hak etmiyorsa, verene hak etmediğini, kendisine sadaka düşmediğini bildirmelidir. Alan, hak etmediği halde alırsa, haram olur.

Hediyeye gelince; bunu almakta beis yoktur. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in sünnetidir. Kendileri de bazı hediyeleri kabul etmişler, bazılarını alıp, hemen başkasına hediye etmişler, bazılarını da iade etmişlerdir. Hediyenin külfetsiz olanı güzeldir. Peygamberimiz(s.a.v.)’e yağ, katık ve koç hediye edildiğinde, yağı ve katığı kabul etmiş, koçu iade etmişlerdir. Hediye veren, alanı minnet altında bırakmamalıdır. Böyle hediyede şüpheli bir taraf vardır. Hediyeleşmede; hediyeyi veren, alana karşı minnet duymalıdır. Hediyeyi alan minnet duyarsa, o hediye alınmamalıdır.

“İstemeden kendiliğinden bir rızık geldiği halde onu reddeden, Allah’a karşı reddetmiş gibi olur” Hadisi, hediyeyi kolay almayı mümkün kılarsa da, yine de, büyüklerin yaptıkları bize örnek olmalıdır. Büyüklerden birine elli dirhem hediye getirildiğinde, bu hadisi söyleyerek, keseyi açmış, içinden bir dirhem almış ve gerisini iade etmiştir. Böylece, hem Allah’tan geleni kabul etmiş, hem de minnet duymamak için tamamına yakını iade etmiştir. Horasan’lı bir zengin, Cüneyt-i Bağdadi’ye kendisine harcaması niyeti ile bir miktar servet getirmiş, fakat Hazret bunu fakirlere dağıtmak istediğini söyleyince, Horasan’lı; kendisinin yemesini arzu ettiğini, ama iyi gıdalar almasını arzu ettiğini söylemiş. Hazret hediyeyi kabul edince, Horasan’lı “bu hediyeyi kabul ederek beni minnet altına aldın. Bağdat’ta sana duyduğum kadar minnet duyacağım biri daha yok” diyince; Hazret: “İşte senin gibi adamın hediyesi kabul edilebilir” demiştir.

Bütün bu anlatılanlardan anladığımız; insanın şerefine uygun yaşaması gerektiğidir. Yukarıda anlatılan usullere riayet edildiği taktirde, ne fakir zenginin karşısında ezilir. Ne de zengin fakirin karşısında kibirlenir. İki türlü rahmet vardır. Sapla samanın ayrılması ile güzel ahlâk ortaya çıkar.

Veren eğer şöhret için veriyorsa, ve bu anlaşılıyorsa, kesinlikle kabul etmemelidir. Bütün verişlerde, verene fayda vardır. Fakir  verilenlerle zengin olmaz. Fakir yine fakirdir.

Kendisine gönderilen şey, ihtiyacından fazla ise, bu kişinin iki hali olur:

1)Eğer sadece kendisi için kullanmayı düşünüyorsa, almasına gerek yoktur. Çünkü ihtiyacı yoktur. Yanında tutması ise, kendisi gibi Allah yolunda olan birine yakışmaz. Ama yoksulları düşünüyorsa, aşikâre alır, gizlice ihtiyacı olanlara dağıtır. Bu nefse zor gelen bir durumdur. Ancak nefsi mutmain olanların kaldıracağı durumdur. Sıddıkların halidir.

2) Veya daha ihtiyaçlılara vermesi için, almaz, terk eder. Yahut gizlice alır, gizlice dağıtır. Biliyoruz ki ihtiyaçtan fazla olarak gelen her şey, bizi imtihan içindir. İhtiyaçtan fazla olan her şeyin, hakkında isyana girilmese bile, hesabı vardır. Eğer isyana girilirse de cezası vardır. Bunu unutmamak lâzımdır.

Musa a.s.: “Ya! Rab rızkımı İsrailoğulları’nın eline verdin. Onlar da bazen sabah, bazen de akşam nafakamı elime verirler” dediğinde; Allah-ü Tealâ: “Ya! Musa, Ben dostlarıma  böyle yaparım. Onların rızkını asilerin eline veririm ki, bu sayede ecir kazansınlar” buyurmuştur. Asilere merhameti görmekteyiz. Alan, kendisine verene ecir kazandırmaya sebep olduğunu, düşünmelidir. Alan da usulüne uygun alırsa, kendisine de elbet ecir vardır.

Fakirlik Halinde Yoksulun Uyması Gerekenler

Fakirlik halinde yoksulun uyması gerekenler:

Fakire ait, fakirliğinde uyması gereken edepler vardır:

Bâtıni edeb: Yoksulluğu Allah(c.c.)’tan bilmeli ve kerih görmemelidir. “Niye ben?” diyerek, isyan etmemelidir. Fakirlikten hoşlanmayabilir. Ama Allah’ın kendisi için uygun gördüğünü, kerih görmemelidir. Bâtıni edebin en alt derecesi budur. Buna riayet etmek vacip olup, isyan etmek hem haramdır ve hem de fakirliğin getireceği mükâfatı da yok eder. Boşu boşuna fakirlik çekilmiş olur.

Daha üstün olan Bâtıni edep, fakirliği sevip, razı olmaktır.

Daha da üstünü, zenginliğin yorgunluğunu bilmek, yoksulluğu istemek, buna sevinmek, şükretmektir.

Yani her yoksulun makbul olmadığını anlamış olduk. Makbul olan fakir; şikâyet etmeyen, kadere razı olan, alacağı mükâfatı sebebiyle fakirliğine sevinen kimsedir.

Zahirî edeb: Tok gözlü olmak, ima yolu ile veya aleni olarak, kimseye halini belli etmemek, şikâyet  etmemektir. “Allah-ü Tealâ kalabalık aileye sahip, tok gözlü fakiri sever” Hadisini unutmamalıdır. Allah(c.c.) bu ahlâkta olan fakirleri meth etmek üzere:

“Cahil olan, iffetlerinden dolayı, onları zengin zanneder” (Bakara/273) buyurmuştur.

Süfyan-ı Sevrî ise: “ Amellerin efdali, sıkıntısını duyurmamaktır” demiştir.

İşlerindeki edeb: Zengine zenginliğinden dolayı tevazu göstermemelidir, iltifatta aşırı gitmemelidir. Vakarını korumalıdır. Bunun aksi, zillettir. Fakir zengine zillet göstermemelidir. İnsanlar ancak Rablerine karşı zillete düşerler ve küçülür gibi olurlarsa, büyümüş olurlar. Fakir zenginlerle düşüp, kalkmamalıdır. Sohbet cemaatlerinde, yardım edilen yerlerde olursa, mahzuru yoktur. Kısaca fakir zenginden ummamalıdır. Herkes  sadece Allah’tan ummalıdır. Zengine düşen ise, fakire tevazu göstermesidir. Zengin, zengin bir arkadaşına nasıl davranıyorsa, fakir dostuna da öyle davranmalıdır.

Amellerindeki edeb: Fakir fakirliği sebebiyle, amelinde tembellik etmemelidir. Kendinden daha kötü durumda olup, ibadetinde kendinden daha sağlam ve sâdık olanları hatırlamalıdır. Ayrıca zorlukla temin ettiği nafakasından, çoluk çocuğunun rızkını kısmamak şartı ile, kendinden daha zor durumda olanlara vermelidir. Eline geçen fazla olup, birikecek gibi olursa, hiç saklamayıp, ihtiyacı olana elinden çıkarmaktır. Çünkü ihtiyaçlının halini en iyi kendisi bilmektedir.

Fakirliğin Zenginlik Üzerine Fazileti

Fakirliğin zenginlik üzerine fazileti:

Mukayesenin adalet ile yapılabilmesi için, denk durumlar ile olması lâzımdır. Bu sebeple:

1)Haris olmayıp, servetini hayır ve hasenata harcayan zengin ile; yine haris olmayıp, kanaat eden ve haline razı olup sabreden fakir mukayese edilirse:

Buradaki zengin ile fakirin faziletleri, gönüllerinin mala meyilleri nisbetindedir. Nice fakirler vardır ki, bir ibriklerinin derdine düşerler. Nice zenginler de vardır ki, malları gönüllerine girmemiştir. Yalnız nefis aldatmaya meyilli olduğundan, burada “malı gönlüme sokmadım” diyen zengine dikkat düşer, ola ki nefsi aldatabilir.

Umumi olarak, herkes hakkında fakirlik daha hayırlıdır. Çünkü mal sevgisini gönülden çıkarmak zordur. Zengin malı ile meşgul iken, fakir sadece günlük nafakasını düşünür. Mal ve servet insanın kalbine girmese, bile meşgul eder. Hesabı, dağıtması bile meşguliyettir. Fakirde ise mal mülk olmadığından kalbi dünya sevgisinden, mal mülk hesabından uzaktır. Olsa bile ufak tefek istekler olur. Bunlar da gönlü Hakk’dan ayrı kılmaz. Kalb boş olduğu için, çektiği tesbihat bile direk kalbe iner. Bu sebeple fakirin çektiği tesbihin sevabı, zengininkinden üstündür.

Ebû Süleyman: “ Fakirin canı çekip de alamadığı şeyin ardından soluması, zenginin bin senelik ibadetinden makbuldür” demiştir.

Dahhak ise: “ Bir kimse pazarda canının çektiği bir şeyi görüp de alamadığı ve bunun mükâfatını Allah’dan beklediği vakit; onun bu durumu, Allah yolunda bin altın infak etmesinden daha makbuldür” demiştir.

Eskiler marifet ilmini zenginlerin ağzından duymak istemezlerdi. Çünkü zenginlik ile marifet ancak çok zor bir araya gelebilir, diye düşünürlerdi. Zenginliğin en zor hali, fakirlerin halini yaşamadıkları için bilmemeleri idi. Dıştan müşahede etmekle bu acı bilinmez. Anlatma ile de bilinmez. İllâ ki yaşanması lâzımdır. Zenginlik, başlı başına varlık sebebidir. Fakirin ise, insanların arasında fakirliği sebebiyle, varlığı un ufak olmuştur.

Cüneyt-i Bağdadî ve Süfyan-ı Servî, fakirliği her türlü hal içinde üstün görmüşlerdir. Servî der ki: “Fakirler rahatlığı, hesap azlığını ve kalp huzurunu; zenginler ise yorgunluğu, hesap zorluğunu ve gönül meşgalesini tercih etmişlerdir”.

Sonuç olarak belki şöyle denebilir: Malın varlığı ile yokluğu kendisinde eşit olan kişi; ister zengin, ister fakir olsun; Allah-ü Tealâ’nın Gani vasfına uyduğundan, faziletlidir.

2) Haris olan fakir ile, haris olan zengin karşılaştırılırsa:

Haris olan zengin, dünyalık elinde olduğu için, bir mahrumiyeti de olmadığı için, dünyayı daha çok sevmiş olur. Fakir ise haris bile olsa, elinde dünyalık olmadığı için, dünyayı sevmez. Yani fakirlik zenginlikten daha efdal ve şereflidir. Zaruret miktarını aşan bütün ihtiyaçların, insanı küfre götürme ihtimali vardır. İnsanın arzularının tükenmesi ise mümkün değildir. Eğer kişi aç olarak ölürse, günahı da daha az olur. Yalnız burada bir hakkı yerine koymak lâzımdır. O da şudur: Kişinin nazarında malın varlığı ile yokluğu müsavi olur ve malının kaybı ile, tüyü kıpırdamaz ise, bu zengin elbette daha faziletli olur. Hz. Aişe’ye bir para gelmiş, O da acele dağıtmıştır. Akşama yemek için bile ayırmamıştır. Hizmetlisi bunu söylediğinde ise: “ Aklıma gelmedi, söyleseydin ayırırdım” demiştir.

Razı Olan ve Kani Olan Sadık Fakirin Özel Fazileti

Razı olan ve kâni olan sadık fakirin özel fazileti:

Razı olan fakir, Zahid olan fakirden sonra gelen fakir olup, fakirliğine razı olan anlaşılır. Fakrın ikinci halidir. Kâni olan fakir ise, fakirliğine kanaat eden fakirdir. Fakrın üçüncü halidir.

“İslâm’a hidayet olunup, yetesiye nafakası olan ve buna kanaat eden kimseye müjdeler olsun”                             Müslim

“Ey fakirler topluluğu, Allah’ın taksimatına kalbinizden rıza gösteriniz ki, fakirliğin mükâfatını göresiniz. Böyle yapmazsanız, mükâfat alamazsınız”                Ebû Mansur ed-Deylemi

“Allah’ım, Muhammed’in Âl’inin nafakasını yetecek kadar kıl”                                                               Buhari, Müslim

“Zengin olsun, fakir olsun herkes kıyamet gününde (keşke dünyada ölmeyecek kadar nafakam olsaydı) diyecektir”

İbn Mâce

Allah-ü Tealâ, Davud a.s.’a “Beni kalbi mahzun olanların yanında ara” buyurduğunda; Davud a.s. bu kişilerin kimler olduğunu sorunca, “sadık fakirlerdir” buyurmuştur.

Fakirliğe rıza ve fakirliğe kanaat konusunda çok sözler söylenmiştir:

“Tamahkârlık fakirliktir”                                         Hz.Ömer

İbn Mes’ud: Her gün bir melek arşın altından “Ey Adem oğlu! Sana yetecek az miktar, seni azdıracak çoktan hayırlıdır” diye seslenir, demiştir.

“Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü her kes dünyalıktan eline geçene sevinir de, ömrünün eksildiğine üzülmez”                                                                 Ebû’d-Derdâ

“Önümüzde öyle bir geçit var ki, oradan ancak yükü hafif olanlar geçer”                                                                Ebû Zer

“Küfre en çok yakın olan, tahammülsüz fakirdir”

Zû’n-Nun-ı Mısrî

Fakrın Fazileti

Fakrın fazileti:

“Sadakalar, Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yer yüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar”

Bakara/273

“İnsanların hayırlısı, zorlukla kazandığından infak eden fakirdir”                                                      Ebû Mansur Deylemî

“Allah’a fakir olarak mülâki ol, zengin olarak mülâki olma”                                                                                   Teberani

“Allah-ü Tealâ ailesi kalabalık, iffet sahibi fakiri sever”

                                                                               İbn Mâce

“Ümmetimin yoksulları, zenginlerden beş yüz yıl önce Cennet’e gireceklerdir”                                                  Tirmizi

Bu Hadis-i Şerif’te; zahid olan fakirin, servete rağbet eden zenginden beş yüz yıl önce Cennet’e gireceği, bildirilmiştir.

“Mü’minin dünyadaki hediyesi yoksulluktur” Teberani

Musa (a.s.) “Ya Rab! Kulların arasında sevdiklerin kimlerdir? Onları bildir ki, ben de onları senin için seveyim” diye sorduğunda; “Her fakir, her fakir” cevabını almıştır.

“Fakirlerle aşinalığı çoğaltın, onlara yedirin. Zira onların devleti vardır. Kıyamet günü olduğu vakit, onlara (bakınız, size bir ekmek kırığı, bir yudum su verenin veya bir elbise giydirenin elinden tutup, onu Cennet’e götürünüz) denecektir”

Enes(r.a.)

Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir şeyi olmayan fakir bir adamın yanına gittiğinde: “Eğer bunun nuru yer halkına bölüneydi, onlara yeterdi” buyurmuşlardır.                                        Taberani

“Dikkat edin, Cennet’in hükümdarlarını size haber vereyim mi? Her hakir görülen, zayıf, tozlu, topraklı, saçı, sakalı karışık, eski iki elbiseye bürünmüş, kendisine kıymet verilmeyen ve nazara alınmayan, Allah adına yemin etse, sözünde duran kimselerdir”                                         Buhari ve Müslim

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), Hz. Aişe’ye: “Bana ulaşmayı istersen, fakir hayatı yaşa; zenginlerle düşüp kalkmaktan sakın; yamalayıp dikmeden, çarını sırtından atma” diye tavsiyede bulunmuşlardır.

Bu konuda büyüklerin sözleri:

“İki dirhemi olanın azâb ve hesabı, bir dirhemi olandan daha şiddetlidir”                                                        Ebû’d-Derdâ

Sevrî, sohbetinde zenginleri arkaya oturtup, fakirleri yaklaştırdığı için, sohbetindeki zenginler fakir olmayı temenni ederlerdi. Mü’mil der ki: “Sevrî’nin meclisinde olduğu kadar fakirlerin izzetini, zenginlerin zilletini, başka hiçbir toplulukta görmedim” demiştir.

Hakimlerden biri: “Adem oğlu fakirlikten korktuğu kadar, Cehennem’den korksa her ikisinden de kurtulurdu. Zenginliğe heves ettiği kadar Cennet’e heves etse her ikisine ulaşırdı. İnsanlardan korktuğu gibi, gizli olarak Allah’tan korkaydı, dünya ve ahiret saadetine ulaşırdı” demiştir.

“Zengine ikram edip, fakire ihanet eden, mel’undur”

                                                                             İbn Abbas

“Fakirleri sevmek, Peygamber ahlâkıdır”

                                                                   Yahya b. Muaz

Birisi İbrahim b. Ethem’e on bin dirhem getirince, reddetmiş, adam ısrar edince de: “ On bin dirhemle fakirler defterinden ismimi sildiremem” demiştir.

Fakrın Hakikati

Fakrın hakikati:

Muhtaç olunan şeyin yokluğuna fakirlik denir. İnsan için düşünülürse, muhtaç olduğu hiçbir şey olmasa bile, Allah(c.c.)’a ihtiyaçlıdır. Bu bakımdan Allah(c.c.)’dan başka hiçbir şey muhtaçlıktan kurtulamaz. Kul varlığı bakımından, hem var olması için ve hem de varlığının devamı için Allah’a muhtaçtır. Allah-ü Tealâ ise varlığı ve varlığının devamı(bekası) için hiçbir şeye muhtaç olmamakla, Ganiyy-i Mutlak’tır.

“Allah ganidir. Siz ise fakirlersiniz”           Muhammed/38

Bu âyet ile mutlak fakr anlatılmaktadır. Mutlak fakirlik, hiçbir şeyin muhtaçlığı olmasa bile, kişinin Allah’a muhtaç olmasıdır. Diğer fakirlikler, şöyle söylenebilir: ilme muhtaçsa, ilmen fakir; mala ihtiyaçlı ise, malca fakir; v.s…

İnsanlar arasında ise fakirlikten söz edilince, mal, geçim parası, nafaka eksikliği anlaşılır. Hatta insanlar başka şeylere olan ihtiyacı, mal zenginliği ile örterler. Böylece sadece yaşam seviyesi ve geçim hali bakımından fakir-zengin değerlendirmesi yaparlar. Biz de burada mala göre fakirliği beş kısımda inceleyeceğiz:

1)Fakrın birinci hali: ZÜHD’dür. Zühd ehline zahid denir. Fakirlik makamlarının en üstün olanıdır. Çünkü dünyayı terk etmeyi başarmak vardır. İnsan için dünyayı terk etmeye gayret göstermek, en zor olan gayrettir. Zira zahid, belli bir süre için zahid değildir. İnandığı ve uğrunda gayret gösterdiği bu hali ölene dek götürecektir. Yoksa zahid olamaz. Cehd ve gayret ile yapılan her iş gibi, bu da çok kıymet ifade eder. Allah(c.c.) katında da hayli makbuldür. Muhabbete uğrayanlarda ise, gayretsiz olarak dünya terk edilmiş olduğu için, buna zühd denmez. Ancak, muhabbetin kendi çilesi, zühd gibi gayret ile elde edilen şeylerin çilesinden daha büyüktür.

Zühd; kişinin muhtaç olduğu mal kendisine verilse de bundan hoşnut olmamasıdır. Malın elinde olmasını çirkin karşılar. Bilir ki mal, şerri ile gelmektedir. Yolunu şaşırtır, meşgul eder, oyalar, hesabını yaptırır, sonunda da hesap verdirir. Bu sebepten buna bulaşmamak için, kaçar.

2)Fakrın ikinci hali: Buna rıza denir. Bu makamda olana da razı olan denir. Bu kişi mala heves etmez, eline geçince sevinmez, kaybedince üzüntü duymaz. Buradaki rıza; genel olan rıza makamının rızası değildir. Sadece malın peşinde koşmamak, eline geçip, geçmemesi ile ilgilenmemek bakımından razı oluştur.

Kişi, fakirliğe razı olur da, başka belâlara razı olmayabilir. Burada sadece mal ile fakirliğe rızadan söz etmekteyiz.

3)Fakrın üçüncü hali: Kişiye, malın varlığı, yokluğundan daha sevimli gelir. Malın peşinden koşmaz, fakat kendiliğinden gelirse sevinir. Bu hale sahip olana “kâni” denir. Yine de makbuldür. Mevcut ile kanaat etmiştir. Zayıf bir hevesi olsa bile, ihtiyacının peşinden koşmamıştır.

4)Fakrın dördüncü hali: Muhtaç olduğu mala hevesi vardır. Fakat peşinden koşacak hali ve imkânı yoktur. Eğer imkânı olsa, bütün eziyetine, zahmetine katlanacak ve peşinden koşacaktır. Bunun sahibine “haris” denir.

5)Fakrın beşinci hali: Kişinin ekmek ve suya, çıplaklığını örtecek olan elbiseye olan ihtiyacı, en önemli ihtiyaçtır. Yani bunlara ihtiyaçlı olmak adeta zaruridir. Fakrin bu beşinci halinde ise, kişi elinde olmayan mala ekmek gibi, çıplaklıktan kurtaracak elbise gibi muhtaçlık duyma halidir. Bu, en düşük fakirlik halidir. Temin etmek için, heves etse de etmese de birdir. Temin etmeye heves etmeyen yok gibidir. Bu kişilere “muztar” denir.

İşte insanlar, fakirlik halinde iken bu haller içinde olabilir. Bu beş halin ötesinde bir hal daha vardır ki, bu da malın varlığı ile yokluğunun eşit olması halidir. Bu hal; fakirliğin ikinci halindeki rıza hali gibi değildir. İkinci haldeki fakirlikte, kişi malın varlığına, yokluğuna razıdır. Burada ise, kişi dünya varlığı ile meşgul değildir. Çünkü malın sahibi olarak, Allah-ü Tealâ’yı görürler. Bu kişiler serveti veya malı ha kendi ellerinde, ha başkalarının elinde olmuş, farksız görürler. Bu kişilere “müstagni” denir. Buradaki müstagnilik, malı bol olup da müstagni olan zengininki gibi değildir.

Zenginlik içinde olan, kayıtlı bir zaman içinde zengindir. Zenginliği hem elinden gidebilir, hem gitmese de kayıtlı bir zaman için zengindir. Hem de esas önemli olan, mal ile zengin ise de hakikati bilemediği için, hakikatte fakirdir. Halbuki müstagni olan için, elinde servetin olması , yahut elinden kaybı halini hiç değiştirmez. Zahidlerden farklıdır, zira servetin varlığı kendisini üzmez, dolayısıyla bu malı hemen elinden çıkarmaya da ihtiyacı yoktur. Servete sevinmiyordur ki, elinde tutmaya muhtaç olsun. Elinden kaybetmiş değildir ki, eline geçirmeye muhtaç olsun. Bunun iyi anlaşılması lâzımdır.

Allah(c.c.) Mutlak Gani olduğu için, bu ahlâk ile ahlâklanmış ve yakîne girmiş olan bu özelliklerdeki güzel insana, müstagni demek uygundur. Gani demek uygun düşmez, o, Allah’a, Mutlak Gani’ye aittir. Bu kişiler mukarreblerdir. Hakk’a yakınlık, kurbiyyet kesb etmişlerdir. İlâhi tecellilere muhatap edilmişler ve Hakk’ın vasıfları ile donanmışlardır. Onlarda artık, Zât’tan başka bir şeyle alâka kalmamıştır. Dolayısıyla dünyadan vazgeçmek bile, bir alâkanın kopması demek olduğundan, bu kişilerin dünyaya karşı ilgisizlikleri, önem vermemeleri zahidlerinki ile bir değildir.

Mal sevgisi ile kayıtlı olan kalp, köledir. Bundan kurtulan hürdür. Aynı şekilde dünya sevgisinin hangisi olursa olsun, bununla kayıtlı olan; kayıtlı olduğunun kölesidir. Bu sebepten zühd önemlidir.  Zühd, ebrar için kemaldir, kolay ele geçmez. Mukarrebler için ise, zühd eksikliktir. Bu sebeple ebrarın hasenesi(iyilikleri), mukarreblerin seyyiesi(günahları)dır, denilmiştir. Zira zahidler, dünyayı kerih görmekte ve bulaşmamaya çalışmaktadırlar. Bulaşmamaya çalışmakla da yine de dünya ile ilgilenmektedirler. Oysaki Allah’dan başka bir şeyle meşgul olmak da perdedir. Bu perde uzaklığa sebebiyet verir. Kul ile Allah(c.c.) arasındaki perdeler; kulun Allah(c.c.)’tan başka şeylerle meşgul olduğu şeylerdir. Kişinin kendi nefsi ile ve şehveti ile meşguliyeti de aynıdır. Nefsinin sevdiğinin peşinde gidip, elde etmekle meşgul olan nasıl Allah’tan ayrı düşüyorsa; nefsinin istediğini vermemek için gayret gösteren de yine nefsi ile meşgul olup, Allah(c.c.)’tan uzaktır. Bu sebeple dünyayı kerih görüp, buğz eden de Allah(c.c.)’tan gafil olmuş olur. Elbette bunlar öğrenilince, nasılsa uzağım diyerek, vazgeçmek olmaz. Mücadele ile umulur ki, dertten kurtulup, aradaki mesafeler kapatılabilir. Dünyaya sevgi ile yönelip, meşgul olmakla kişi giderek Allah’tan uzaklaşır. Lâkin dünyaya buğz ederek meşgul olmakla ise, kişi giderek Allah(c.c.)’a yaklaşır. Mukarreblerin makamı ise, makamların en üstünü ve kemallisidir.

Peygamberler ve veliler ise mümkün olduğu kadar mal ve servet edinmekten kaçınmışlardır. Sanki kemalleri eksikmiş gibi, zahidane davranmışlardır. Bunun sebebi ise şöyledir: Peygamberler ve veliler dışındaki ümmet, her türlü zayıflık içindedirler. Peygamber ve veliler ise, bu zayıf kişilerin içlerinden birileri olarak, örnek olmak üzere, zayıf kimseler gibi davranıp, büyüklükleri sebebiyle onların seviyesine inmişlerdir. İnsanların bu zayıf olanları yani kemal derecesine ulaşamayanlar; kemal ehli için servetin varlığı ile yokluğunun bir oluşunu nasıl anlasınlar? İnsanlar, karşılarındakini ancak kendi anlayışları kadar anlayıp, en üstün kendi derecelerinde kabul ederler. Daha yukarılardan haberleri olmadığı için, bunu asla anlayamazlar. Bu sebeple, bu yüksek zümrenin zahirlerine bakarak, meselâ kendileri de onların yaptıklarını(meselâ; namaz, oruç gibi) yapıyorlarsa, bâtınlarını anlayamayacaklarından, ancak o kadar olduklarını zannederler. Halbuki, O’nların emin oldukları ve kendilerinin de kaygan zeminde oldukları  konusunda cahildirler. Bu sebepten, meselâ; serveti olanı örnek alıp, mal toplama hevesine düşüp, helâk olurlar.

Böyle kendilerinden zayıf olanların seviyesine inip, avam gibi davranmak; Peygamberlik, velilik ve ilim(marifet) bakımından zarurettir.

Fakirliğin derecelerini sayarken, beş derece olarak saymıştık. Bu derecelerin en üstünde de müstagniliği sayabiliriz. Fakat müstagni olana fakir denemez. Ama Allah(c.c.)’ın rahmetine  muhtaç olma bakımından fakirdir. Diğer beş gurup ise, mal ve servet bakımından fakirlik derecesindeki insanların halleridir. Fakir ismini almayı esas hak eden kimse, Allah-ü Tealâ’ya muhtaç olan kimsedir. Allah(c.c.)’a muhtaç olan kişi, Allah ile dolup, Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmamakla, esasında Allah(c.c.) ile zengin olmuş olur. Yani Allah’ın isimleri ile isimlenerek; sıfatları ile sıfatlanarak; fiillerine uygun fiillere sahip olarak; Zât’ın tecellisine mazhar olarak, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanma sonunda, Allah(c.c.) ile zenginleşilmiş olunur. Kısaca müstagni olana fakir derken, dünyevi bakış açısından fakir diye vasıflandırılır. İlâhi bakış açısı ile bakıldığında ise, zengindir.

“Fakirlikten sana sığınırım”

“Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” hadisleri, yukarıda anlatılanları doğrulamaktadır. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) (fakirlikten Sana sığınırım) derken; “Sensiz kalmaktan, Sana sığınırım” diye buyurduklarını, anlıyoruz.

Aynı şekilde “Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” Hadisinde de, Allah(c.c.) ile yakîn olmaya mani olacaktı, perde olacaktı, demektir. Kişi, Allah(c.c.) ile dolmadıkça, yani tevhide gelemedikçe, en yüksek fakirlik olarak, zahidlik derecesinde olacaktır. Bu da perdedir.

“Beni miskin yaşat ve miskin öldür” Hadisi ise, müstagni olma fakirliğini murad etmeyi anlatmaktadır.

Yukarıdaki üç hadisin, insanlar için açıklaması ise farklıdır. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), ümmetinin fakirliği kaldıramayıp, isyana girmesinden korkarak, “Fakirlikten sana sığınırım” buyurmuştur.  Fakir olup sabredememekten sana sığınırım, manâsında bir duadır. Ümmeti de bunu duyarak, belki böyle duada bulunacaktır. “Az kalsın fakirlik küfür olacaktı” buyurmaları ise; fakirliğe tahammül edemeyen fakir, küfre yakın olduğu içindir. Yoksa, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) “Fakrımla iftihar ederim” buyurmuşlardır ve yakın çevrelerine tavsiyeleri de böyle olmuştur. Ve de “Beni miskin yaşat, miskin öldür” hadisi de malûmdur.

Fakr

FAKR

Dünya Allah’ın düşmanıdır. Çünkü insanlar dünyaya düşkün oldukları için, doğru yoldan saparlar. Dünya aslında Mü’minin imtihan yeridir ve gelip geçici olan, yani fani olan dünyada sonu olmayacakmış gibi bir değer vererek yaşamak, kapılmak insanı asıl gayesinden uzaklaştırmaktadır. Akıl sahibi olan, dünya ebedi olsa bile, kendi ömrünün bu ebedilik içinde ne kadar yer tuttuğunu bilir. Bu biliş ile dünyaya gerekenden fazla değer vermez. Ondan kavuşamadıkları için kendini helâk etmez. Kavuşabilecekleri için de asla fazla zaman harcamaz. İnsanların aldanmasına ve asıl amaçlarından sapmasına vesile olduğu için, Allah(c.c.) dünyayı düşman kabul etmiştir. Kuran’da bu konuda tavsiyelerde bulunmuştur. Dünya hayatının fani olduğunu bildirmiştir. Allah(c.c.) ile yakîn olmak isteyen, dünyaya düşkünlük derecesinde bağlanmamalıdır. Dünyaya bağlı olanların hepsi de doğru yoldan sapar demek, belki açıklamaya ihtiyaç getirecektir. Doğru yoldan sapmanın ne olduğunu düşünmek lâzımdır. Kişinin Allah(c.c.)’dan uzaklaşması, doğru yoldan sapması demektir. Amacı, maksadı Allah(c.c.) olan için, bu böyledir.

Özetle kurtuluşun başı, dünyadan uzaklaşma ile mümkündür. Bu uzaklaşma iki türlü olur. Ya dünya kuldan uzaklaştırılır ki buna fakirlik denir. Veya kul, dünyadan uzaklaşmasının önemini kavrayarak, dünyadan uzaklaşır. Buna da zühd denir.

Dua-Sıdk

DUA:

Ya! Rabb-el Âlemin; halis niyet üzerinde sâdık olmamızı nasib et. Bizler henüz buluğa eren çocuklarız. Zira Senin hakikatinden henüz haberdar oluyoruz. Bu bilişimizi sağlam tut. Bize Seni en iyi bildirecek olan yine Sensin. Lûtfunla bize Seni bildir. Hem de kolay tarafından. Hem çocuk, hem aciz, hem istekliler olarak Sana yalvarıyoruz. Bu devirde, dünyanın galebe çaldığı böyle bir zamanda, bizi dünyadan soğutup, kendinle mutluluğu buldurman sebebiyle, ümitliyiz. Sen dilersen olur. Dilemeni, diliyoruz. Sen istersen olur. İstemeni istiyoruz. Sen murad edersen, yerine gelir. Murad etmeni murad ediyoruz. Biz biliyoruz ki, Sen kalplerimize nazar etmezsen, daralırız. Sen göstermezsen kör oluruz. Sen duyurmazsan sağır oluruz.

Niyetlerimiz Hak yol üzere olsun ki, amellerimiz bununla ölçülecek. Amellerimiz niyetlerimizle değer bulsun ki, Sana hoş gelsin. Halis amel, halis niyet ile mümkün. Bize halis olmanın zevkini yaşat Ya! Rabb-el Âlemin. Bize ölümün yakın olduğunu unutturma. Böylece o zor güne hazırlıklı olalım. O zor olan günde, yalancılardan, vefasızlardan, riyakârlardan olmayalım. İçimizde tenimizin altında saklanmış olan canavar ile geçimimizi boz da, bundan sonra bizden ümidini kesip, bir kenara çekilsin. Eğer ömrümüz varsa, bunu isteriz ki, Sana lâyık olacak bir kulluk yapabilelim.

İhlâslı ve sâdık olan kullarının hatırına, bize de sadakat makamlarından hiç olmazsa bir kısmını, bir kaçını nasib et. Biz yola çıktık. Niyetimiz de Sana varabilmek. Doğru ve samimi niyetimiz, ancak budur. Sen ise vaadinde sâdık olan’sın. Talep edene veririm diyorsun. Biz haddimizi aşsa da talepkârız, Efendim. Lûtfunla ve Kereminle talebimizi karşılamanı dua ve niyaz ediyoruz.  Hayırlıların en hayırlısı olan Efendimiz Muhammed Mustafa(s.a.v.) yüzü suyu hürmetine…

Feryadımı Duyar mısın

FERYADIMI DUYAR MISIN?

Senden gelse gam-ü kasvet, biliyorum hepsi nimet.

Edemem ki ah-ü feryat, feryadımı duyar mısın?

 

Velevki gelse belâlar, ya da hep zevk-ü sefalar

Efganı duysa semalar, efganıma kızar mısın?

 

Bana sormadan yarattın, beni Sana muhtaç yaptın.

Halkını peşime taktın, bunu bana sorar mısın?

 

Kudretini gösterince, aciz oldum iyicene

Zillet libası giyince, acep bu kim, sorar mısın?

 

Âlem Senin, Âdem Senin; ben nerede ve de kimim?

İlminde bir nokta olsam, pazarında satar mısın?

 

Şöyle bir imanlı iken, hakikate vasıl ettin.

Sıdk ile düştüm yoluna, hakikatten sorar mısın?

 

Gözüme mührünü çektin, gayrini göremez ettin.

Ahdime vefa ettirdin, vefasızlık arar mısın?

 

Muradını bilemedim, Sensiz bir şey göremedim.

Vefasıza sırt çevirdim, muradımı sorar mısın?

 

Uyuyorken uyandırdın, Sana geliyorum sandım.

Susuz çölde suya kandım, hesabını sorar mısın?

 

Yüzüme aşk ile baktın, deryana bir katre kattın.

Ne desem ki, her şey hakkın, göz yaşıma bakar mısın?

 

Beni soydun, bensiz ettin; Sana koştum, halsiz ettin.

Yok olunca tende canım, bana beni sorar mısın?

 

Sen gelince kalp boşaldı, bütün işler yarım kaldı.

İradenle hükmedip de, irademden sorar mısın?

 

Nasıl da aldın canımı, nasıl da verdin canımı.

Sarıverdin bâtınımı, zâhirimden sorar mısın?

 

Sâdıklara selâm ettim, selâmımı alan oldum.

Sâdık olan elbet sensin, sadakatten sorar mısın?

 

Marifetim marifetin, bana bir şey bırakmadın.

Günahlarım affolsa da, günahımdan sorar mısın?

 

Bulanık su durulunca, tortu dibe çöker oldu.

Üstte kalan Sen olunca, tortu nedir, sorar mısın?

Sıdkın Hakikati

Sıdkın hakikati:

Sıdktan bahsedilirken, altı derecede sadakatten söz edilmiş olunur. Yani sadık olmanın altı derecesi vardır:

1)Lisanın sadakati: Doğru sözlü olmak.

2)Niyet ve iradede sadakat: İhlâslı olmaktır.

3)Azimde sadakat: Doğrulukta azmetmeye kesin kararlı olmak.

4)Azimde vefalı olmaya sadakat: Verdiği sözde durmaktır.

5)Amelde sadakat: Amelde cehd ve gayret gösterirken, gizli ve aşikâre içini dışını bir etmektir.

6)Dinin makamlarında sadakat: Dinin, bütün kurtuluşa vesile olan makamlarında, sadakatli olmak.

1)Doğru sözlü olmak:

Dil azası ile sadık olmaktır. Doğru sözlü olmak, geçmişe ait bir bilginin veya haberin aktarılması sırasında olur. Doğru sözlü olan kişi, kendisine zor gelse de, menfaatlerini engellese de doğruyu anlatır. Geleceğe ait  durumda ise verdiği sözde durmak veya durmamaktan söz edilir.

Lisanın sadakatinde, iki türlü kemal derecesi vardır:

A)Tarizlerden sakınmak: Tariz demek, bir şey anlatılırken, sonucunda kişinin kendisine dokunacak zararlar olacağı ihtimali içinde, konuyu kendisine zarar getirmeyecek veya itibarını sarsmayacak şekilde üstü kapalı ya da sadece ima yoluyla anlatmasıdır. Tariz tam yalan değildir. Kaçamaklı yalandır, denebilir. Çocuk terbiyesi için, zulümden korunmak için, düşmanla savaş sırasında, devlet sırrı vermemek için, dolayısıyla Allah rızası gözetildiğinden dolayı, tarizli yalana müsaade vardır.

Dinimizde üç yerde aleni yalana da müsaade edilmiştir. Bunlar: İki kişinin arasını bulmak için, iki ailesi olanın aileleri arasında geçimlerinin kolay gitmesi için ve savaş konularındadır. Bu üç konuda sıdk, sözde değil, özde yani niyette aranır. Eğer niyetinde hayrı murad ediyorsa, sözündeki yalana bakılmaz, sadık kabul edilir. Yine de özel olan tavsiye, buralarda bile rahatlıkla tam bir yalan ile değil, mümkün olduğu kadar tariz yoluyla veya ima yoluyla konuşmaktır.

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.), cihada çıkarlarken düşmanın hareketleri hakkında bilgilenmesini önlemek için, gideceği istikameti değil, başka bir istikameti işaret ederlerdi.                                  “İki kişi arasını bulmak için, hayır söyleyip, hayrı ima eden yalancı değildir”                                                Buhari ve Müslim

İşte kişinin doğru sözlü yani lisanında sadık olması için ilk kemal mertebesi; yalanlardan kaçınması ve mümkün olduğu kadar da tariz yollu konuşmalardan kaçınması gereğidir.

B) Kişinin Allah(c.c.)’ı ile arasındaki sözlerinde sadık oluşu: Bu daha da önemlidir. Zira konuştuğu Rabbidir. Ve eğer yalan söylüyor ise, Rabbini şahit tutmaktadır. Allah-ü Tealâ kalpteki bütün gizlilikleri bilir. O’nu yok gibi görmekle, O’na karşı yalan söylenmiş olunur. Meselâ; nefsinin esiri, kulu olan biri nasıl olur da “Rabbim, ben Senin kulunum” diyebilir? Şehveti, arzuları, nefsinin hevası önde ise, bu sözünde sadık değildir. İnsan ne ile kayıtlı ise onun kuludur. Gerçekten Allah’ın kulu ise, hiçbir kayda girmez, hiçbir arzusunu veya şehvetini, Rabbinin önüne geçirmez. Böylece kişilerin kaydından kurtulduktan sonra, kendi iradesi ile hevasını değil de Allah’ı tercih ederek, O’nun iradesinin hükmüne girer. Hür olur. Bu hürriyet ile ancak kul olunur. Bu iradenin hükmüne giren, tam tâbi olur. Artık yaklaşmak veya uzaklaşmak olsun, kendi için fark etmez. Kendi için güzellik veya kemalât düşünemez bile. Sadece bu Yüce iradenin hükmüne uymayı bilir. Allah hareket ettirirse eder, durdurursa durur. İbtilâ ederse razı olur. Kendi için özel bir ikram beklemez. Daha doğrusu kendisini özel ve önemli görmez. Hiçbir şeye itiraz etmek aklından bile geçmez. İşte bilenler için ve yukarıda anlatılanlardan sonra anlayanlar için söylüyorum ki; henüz kendi iradesi ile hareket eden, “ben Senin kulunum” diyemez. Belki “beni kulluk makamına getir” diye dua edebilir. Kulluk makamı, kişinin sadakatinin son haddidir. Burası SIDDIKLAR derecesidir. Gerçek kulluk ise buradan sonra başlar.

2)Niyet ve iradede sadakat:

Bu ihlâs demektir. Kişiyi harekete getiren kuvvet, sadece Allah rızası olmalıdır. Şayet davranışlarına, nefsin arzularından bir şey de karışırsa, bu kişiye yalancı denir, sadık denemez. Sadakat için niyette ihlâs şarttır.

“ Allah iki yüzlülerin, yalancı olduklarını da bilir”

Münafikûn/1

Münafıklar, Hz.Peygamberimiz(s.a.v.)’e, “Sen Allah’ın Resûlüsün” demişlerdir. Burada kalpleri bu dediklerine uymamaktadır. Çünkü kalpleri buna inanmamaktadır. Dilleri ile söyledikleri, hakikate uygun olduğu halde, yani yalan olmadığı halde, sözleri özlerine uygun haber vermediği için, yani inanmadıklarını söyledikleri için, yalancı oldukları âyetler ile bildirilmiştir. Kısaca, doğru olan bir şeyi  doğru olduğuna inanmayarak, doğru imiş gibi söylemek de yalancılıktır. Münafıklık olarak adlandırılmıştır. İçi dışına uymayanlardır.

Sadakat, niyet ve iradede tevhidin sıhhatidir. Yani kul iradede tevhide ulaşmışsa, sadıklardandır. İradede tevhid, külli iradede kendi iradesini kaybetmektir. Niyette tevhid ise, Allah(c.c.)’ın muradından ayrı olmayan bir niyet içinde olmaktır.
3) Azimde sadakat:
Bir konuya yönelmede, hiç şüphe ve tereddüt olmaksızın, doğrudan içten gelen bir kuvvet ile, azmetmek, azimde sadakattir. Bu azim her zaman içten doğmaz ve kuvvetli olmaz. O zaman sadakatten söz edilemez. Sadakat veya sıddıkıyet; hiç tereddüt olmaksızın, zaafsız olarak bütün iyi olan şeylere tam bir kuvvet ile ve kesin bir azimle karar vermeğe denir.

Meselâ; Hz. Ömer(r.a.), “Ebû Bekir varken benim hilâfete geçmemden, boynumun vurulması benim için daha sevimli olur” demesi böyledir. Burada Hz. Ömer (r.a.) bunu söylerken kesin bir azim ile söylemiş, hatta boynunun vurulmasını bile göze almıştır. Azim ve kararda sıddıkların mertebeleri birbirinden farklı olur.
4) Azimde vefakârlılıkta sadakat:
“Mü’minler içinde, Allah’a verdikleri sözlerinde duran nice erler vardır….”   Ahzâb/23. âyetinde azimde vefakârlık anlatılmaktadır. Bazı kişiler hemen azmederler fakat zamanı geldiğinde, azmettikleri konunun bağları gevşer ve azmettiklerine vefa gösteremezler. Bunun sebebi; nefsin ahlâkıdır. Nefis peşin olarak hemen söz verir. Ama zamanı geldiğinde sözünde durması zor olur. Buna ahde vefasızlık veya azme vefasızlık denir. Vefasızlığının sebebi ise, söz verdikten sonra, şehvetlerinin istek kuvvetleri araya girer, vefa zor gelir.

Azimde sadakat daha kolaydır, azimde vefa göstermekte sadakat daha zordur. Anlatılır ki; iki kişi aralarında konuşuyorlarmış. “Allah-ü Tealâ bize mal verirse, biz infak ederiz” demişler. Sonradan hakikaten zengin olmuşlar, fakat cimriliğe düşüp, infaktan kaçınmışlardır. Bunların hakkında:

“Aralarında, Allah bize bol nimetten verecek olursa, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız, diye and verenler vardır. Allah onlara verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten dönektirler. Allah’a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için, O’nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soktu”                      Tevbe/75,76,77
5) Amelde sadakat:
Amelde cehd ve gayret göstermektir. Ve de dışını içine, içini dışına uydurmaktır. Yani her ameli içinden gelerek yapmaktır. İçinden gelmiyor diye ameli terk etmek değildir. Dış halini, iç alemine uydurmaya çalışmaktır. Şöyle örnek verebiliriz: Meselâ; kişinin kalbinde huşû yok iken, zahirinde huşû ile namaz kılıyorsa ve etraftan görülerek, “zahiri böyle ise, kim bilir batını ne kadar huşû içindedir” diye bir kanaat hasıl oluyorsa, bu kişi derhal huşû’u ya terk etmelidir ya da kalbine de indirecek telkini kendi kendine yapmalıdır. Hatta batınını zahirinden daha iyi duruma getirmeli ve batınından kimseye haber vermemelidir. Yoksa hem Hakk’ı, hem halkı ve hem de kendini aldatması söz konusudur.

Kişinin zahirinin batınına uymaması maksatlı olursa, yani etraf beğensin diye zahirine dikkat ediyorsa, bu riyadır. Böyle kast etmiyor ve fakat zahiri ile batınını bir edemiyorsa yalancıdır, sadık değildir.

“Mü’minin içi dışına uyduğu vakit; Allah-ü Tealâ meleklerine (işte bu gerçek kulumdur) buyurur”

                                  Atıyye b. Abdülgafir

 

“Beni gece ağlamaya, gündüz de gülmeye alıştıracak biri yok mu?”                                                         Muaviye b. Kurre

 

“Sıdk, doğruluk; gizli ve aşikârede Hakk’a uymaktır”

                                                                     Ebû Yakub

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) bu sebepten: “Allah’ım, gizli hallerimi görünen hallerimden daha iyi et. Görülen hallerimi de daha salih kıl” diye dua buyurmuştur.
6) Dinin makamlarında sadakat:
Sıdk konusunda en aziz ve üstün derece budur. Sıdkın en üstün ve aziz derecesidir. Dinin bir ilk başlangıcı vardır. Bir de dinin her öğretisinin hakikati vardır. Dinde her öğrenilen bilginin hakikatine varmak, her zaman mümkün olmayabilir. Kişi hidayete erdikten sonra, yavaş yavaş bilgilenmeye başladıkça, bu bilgileri hayatına geçirir. Böylece dininin inanması gereken kısmını yaşamaya başlar. Yaşadıklarında sağlam olarak devam etmek ile, amellerinde sadık olmaya başlar. Kötü ahlâkından kurtulurken, tekrar aynı hatalara dönmemek üzere sebat eder. Fakat kemalâta ilgi duyana, bütün bunlar yetmeyebilir. Bu kişi daha da ilerleyip, her konunun hakikatine varmayı isteyebilir. İnsan; dünyevi ve uhrevi makamlardan, Allah(c.c.)’a yakınlık makamına yükseltecek olan makamları tanımak, buraların gereğini yapmak ister. İşte bu makamlar, insanı ahiret saadetine götürmeye ve Cemalullah’a ulaştırmaya vesile olan makamlardır. İnsanı kendinden yani benliğinden kurtaracak olan kurtuluş makamlarıdır.

Bu makamlar hem başlangıçta, İslâm’a girme ile karşılaşılabilen makamlardır, hem de kemalinde olarak yaşandığında, hakikatine varıldığında, tam kurtuluşa vesile olan makamlardır. Meselâ; tevbe müptedi olanın İslâm ile şereflenmesi ile ilk adım olarak şart olduğu halde, tevbenin aslını yapmak, belki çok sonra mümkün olacak veya hiç mümkün olmayacaktır.

İşte dinin makamlarında sadakat dediğimiz zaman, bu makamların başlangıcından sonra, bir kenara bırakmayarak, üzerinde sebat edip, hakikatine varmayı anlarız. Böylece tevbe ile başlayan “adımlar 1”, bu elinizdeki kitap “adımlar2” ve daha sonra çıkacak olan “adımlar 3” adlı kitaplarımızın içinde olan konular, kurtuluşa vesile olan konular olup; bunlar meselâ rıza, tevekkül, havf, reca, zühd, niyet, sabır, şükür, muhabbet gibi konulardır. İşte bu sayılan ve diğer hepsinde sadakat ve doğruluk, dinin makamlarında sadakati anlatır.

Her birinin başlangıç değil, belki sonunda varılan hakikatleri, sadık olan içindir. Yani bu makamların hakikatine ulaşabilen kişi, gerçek sadık olmuş olur. Bu bakımdan çok zordur, dedik. Bu makamların hepsinin hakikatine varmayı tamamlayabilen çok azdır. Bir kısım insanlar bazı hususlarda sadık olabilir, çoğunda olamaz. Hepsinde sadık olan, sadıktır ve sayıları çok azdır.

Meselâ; korku(havf) konusunda, insanlar korktuklarını söylerler, Cehennem hakkında bilgileri olduğu için ondan da korktuklarını söylerler. Lâkin günah işlerlerken, korkmazlar. Günah işlemeleri sırasında ne Allah(c.c.) korkuları ne de Cehennem korkuları kalır. Demek ki korkunun hakikatinden  haberli değillerdir. Bu kişi hakkında havf konusunda sadıktır denilemez. Korkar denilebilir. Veya korku hakkında uzak bir bilgi sahibidir denilebilir. Bunu anlatmak üzere Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Cehennem gibi kaçıcısının ve Cennet gibi arayıcısının uykuda olduğu gibisini hiç görmedim” buyurmuştur.

Abdullah İbn Ömer(r.a.) “Allah’ın dininde insanların hepsini ahmak olarak görmedikçe, imanın hakikatine ulaşamazsın” demiştir. Mıtraf da “Herkes kendisi ile Allah arasında ahmaktır” demiştir. Bunu söylemelerinin sebebi, Allah’ı tanımak, bilmek çok zor olduğu içindir. Bir de kul kendini O’ndan uzağa atmıştır da onun için. Marifet arttıkça, yakine yaklaştıkça, ahmaklık azalır.

Ebû Bekir el- Verrak, sıdkı şöyle anlatmıştır: “Sıdk üçtür: Tevhide sadakat, taatte sadakat, marifette sadakat”.

“Onlar ki, Allah ve Resûlüne iman ettiler, sıddıkların ta kendileri onlardır”                                              Hadid/19

Bu âyet ile bildirildiği üzere, tevhidde sadakat bütün mü’minler içindir. Yani Allah ve Resûlüne iman etmek ve bu imanı devam ettirmek, tevhidin hakikatine varılmasa bile tevhidde sadakat demek oluyor. Taatte sadakat ilim ve vera erbabı içindir. Marifette sadakat ise, velâyet erbabı içindir. Yani evliyaullah içindir.

Sa’ad b. Muaz(r.a.) : “ Ben üç şeyde kuvvetli olmakla, diğerlerinde zayıfım. Namaz, cenaze teşyii, Hz.Resûl(s.a.v.)’ün söylediği her şeyin Hak olduğunu kabul etme konusunda kuvvetliyim” demiştir. Bu sözü rivayet eden İbn Müseyyeb ise: “Bu hasletlerin peygamberlerden başkasında bulunacağını sanmazdım” demiştir. Sahabe-i Kiram’ın ileri gelenlerinden nice zâtlar; namazda ve cenaze teşyiinde sadık oldukları halde, bu makama ulaşamamışlardır.

Cafer-i Sadık da: “Sıdk mücahede demektir ve başkasını kendi üzerine, Allah’ı da her şeyin üzerine tercih etmek demektir” demiştir.

Allah-ü Tealâ Hacc/22.âyette: “O sizi ictiba etti” yani seçti buyurmuştur. Yani sıddıklar Allah(c.c.)’ın seçtikleridir. Nitekim Musa (a.s.)’a “ Ben bir kulumu sevdiğim vakit, ona sadakatini görmek için dağların bile dayanamayacağı belâlar veririm. Şayet sabrederse onu kendime velî ve dost edinirim. Şayet acziyet gösterirse, feryad ederse onu perişan ederim” diye vahyetmiştir.

Anlıyoruz ki sadakatin alâmetlerinden biri de, taatleri gizlediği gibi, felâketleri de gizlemek ve bunları halkın duymasından hoşlanmamaktır.