Yazar arşivleri: emre

Tevekkülün Fazileti

Tevekkülün Fazileti:

Konuyla ilgili Âyet-i Kerime’ler:

“Ancak Allah’a güvenip, dayanın; eğer iman etmiş iseniz”                                                                   Maide/23

“Tevekkül edenler dahi, yalnız Allah’a güvenip, dayanmakta sebat etmelidir”                                  İbrahim/12

“Kim Allah’a güvenip, dayanırsa, O kendine yetişir”

                                                                    Talâk/3

“Allah tevekkül edenleri sever”            Âl-i İmran/159

“Allah kuluna yetmez mi?”                             Zümer/36

“Kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir”              Enfal/49

“Allah’ı bırakıp,  taptığınız da sizin gibi kullardır”

                                                                   A’raf/194

“Hakikat sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınız, size bir rızık vermeye muktedir olamazlar. O halde rızkı Allah katında arayın, O’na ibadet edin”                     Ankebut/17

“Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar”                  Münafikûn/7

“O her işi tedbir ede gelendir. O’nun indinde hiç kimse şefaatçi olamaz, meğer ki kendisinin izninden sonra olmuş ola”                                                               Yunus/3

 

“Ölmek şanından olmayan O Baki’ye dayan”

Furkan/58

Kur’an-ı Kerim’de tevhidi ifade eden her ayet, başkalarından alâkayı kesmeye ve Allah’a tevekküle tembihtir.

Bu konudaki Hadis-i Şerifler:

“Eğer siz hakkıyla Allah’a tevekkül edeydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, sizin de rızkınızı verirdi. Onlar sabah aç çıkar, akşam tok olarak dönerler”             Tirmizi

“Allah-ü Tealâ’ya yönelen kimseye, Allah her hususta yeter ve ummadığı yerden rızıklandırır. Dünyaya yönelen kimseyi de dünyaya havale eder”                             Teberani

“Hangi kişiyi, insanların en zengini olmak sevindirirse; kendi elinde olandan ziyade, Allah’ın indinde olana bağlansın”                                                         İbn-i Abbas

Tevekkül ile ilgili sözler: (kibar-ı kelâmlar)

“Tevekkül kişinin kendi adına harekete geçmesi ile kaybolur”                                                             Ebû Bekir

“Asıl tevekkül Cennet ve Cehennem hakkında tercih hakkı kullanma imkânı verilse, bu tercih hakkını kullanmamandır”                                            Ebû Yezid Bestami

“Tevekkül Allah’dan başka Rab tanımamak ve sebepleri kesmektir”                                         Zinnûn-ı Mısrî

“Tevekkül her halde Allah’a bağlanmaktır”       Kureşî

“Tevekkül hareketsiz sükûn ve sükûnsuz harekettir”

Ebû Said el-Harraz

“Tevekkülün üç derecesi vardır. Tevekkül, teslimiyet ve tevfiz. Tevekkül eden teslim olur ve her işi O’nun hükmüne havale eder”                          Ebû Ali ed-Dekkak

Tevekkül

TEVEKKÜL

Belli bir tarifi yoktur. Çünkü, kişinin içinde bulunduğu hale göre değişkenlik gösterir. Ama kelime olarak açıklaması şöyle yapılabilir: Kişinin vekil olarak, kendine Allah-ü Tealâ’yı seçmesidir. (Ve kefa billâhi vekilâ; yani Allah vekil olarak kâfidir, âyeti delildir). Tevekkül; şeriat ve sünnetin ışığında, aynı zamanda da tevhid anlayışına ters düşmeden tarifi yapılması zor bir makamdır. Ancak yakîn sahiplerinin makamıdır. Ve mukarreb (yakîn) olanların en üst derecelerinden bir makamdır.

Tevekkül; ilim bakımından insanların nefislerinde zor kabul edilebilen bir ilim olduğundan, kapalılık arz eder. İnsan nefsi, her şeye kendi hakim olmak istediğinden, aynı zamanda varlık göstermeyi çok sevdiğinden, tevekkülü anlamakta zorlanır. Amel bakımından da zordur. Zira tevekkül etmeyi bir türlü başaramaz. İlim bakımından zor oluşu; insanlar sebeplere önem verdikleri içindir. Bu ise tevhid nâzarından şirktir. Eğer sebepleri yok kabul edebilse, bu defa onlardan tamamen uzaklaşmak suretiyle, şeriata ve sünnete ters düşecektir. Halbuki sebepleri kabul etmeden, sebeplere dayanmak da cehalettir. İşte bu bakımlardan, tevekkül ancak tevhidi kavrayan için en üst seviyede mümkün olur. Böylece tevekkülü; hakikate ulaşmış basiret sahipleri anlayarak, yaşayabilir; yani amel etmiş olur.

Şiir-Tevhid

Can içinde canım yandı

Can içinde, canım yandı, tevhidini bilemedim

Tüm susuzlar suya kandı, Cemal’ini göremedim.

 

Perdelendik, ayrı düştük, Hak sırrına eremedim,

Kalpte ateş yanmaz oldu,pervaneye dönemedim.

 

İşin başı fiillermiş, işi Senden bilemedim,

Sebeplere sarılınca, hakikati göremedim.

 

İsimleri ezberledim, sıfatları hep gözledim,

Fiiller aklımı aldı, huzuruna giremedim.

 

Can içinde canım yandı, tevhidine eremedim,

Kudretine hayran oldum; hayran oldum, diyemedim.

 

Gölge idim, asıl sandım; aslolanı göremedim,

Kalbe tecellin dolunca, kim gölgedir, bilemedim.

 

İlâhlarım çoğalınca,İlâhımı seçemedim,

Varlığım özü aşınca, Yaradan’ı göremedim.

 

Ben bir hayal, Sen hakikat, varlığımla seçemedim,

Hayalim gidince elden, hakikati örtemedim.

 

Görsem dedim, göremedim, varsam dedim varamadım

Varlığım gidince elden, Cemaline doyamadım.

 

Can özünde kaybolunca, o an her şey bir tek oldu.

Kalbe tecellin dolunca, tüm İlâhlar telef oldu.

Mektup-Tevhid

Mektup:

Ya! İlâhi! Mektup uzakta olana yazılır. Lâkin uzaklık sebebiyle değil, mahcubiyetimden dolayı, huzurunda söylemeye çekindiklerimi, mektup ile yazmayı düşündüm.

Biliyorum ki, bana şah damarımdan daha yakınsın. Ve Sen, bunun böylece bilinmesini murad edersin. Hem de öylesin. Bana benden yakın olan Rabbim. Huzurunla huzurlu, varlığınla varlıklı, aşkınla aşklı, coşkunla coşkulu Sana yazıyorum.

Biliyorum ki, ancak Sen var olduğun için, varım. Eğer Sen olmasan, ben olmazdım. Biliyorum ki, Sen dilediğin için, dilemekteyim. Eğer Sen dilemesen, ben dileyemezdim. Biliyorum ki, Sen tevhide getirdiğin için tevhidindeyim. Sen getirmesen, ben gelemezdim. Senin dileğin, benim dileğim mi, yoksa benim dileğim Senin dileğin mi? Böyle diyebilmek için, önce yok eden, sonra da varlığınla var edensin.

Tevhidini yaşayabilmenin başı, biliyorum ki, bütün işlerin sahibi olarak Seni görmek ve sebeplere kapılıp, sebepleri Sana şirk koşmamak imiş. Ama bizler küçücük olan ve halâ küçük hesaplarla uğraşan aklımızla, sebepleri görmekten ve gerçek müsebbibi(Seni) görememekten nasıl kurtulacağız? Nefsimizle var ettiğimiz kendimizi, nefsimizi yenerek nasıl yok edeceğiz? Bilirsin ki, yokluğa katlanmak zordur. Herkes kendini var etme peşinde koşarken, dünya hayatına da böylece katlanırken, nasıl yokluğu isteyecekler? Yokluğun dayanılmaz boşluğuna nasıl katlanılır? Ancak Seni severek ve sevmek sebebiyle tâbi olarak. Ama Sen sevmeden bizler sevmeyi de bilemeyiz. Bizler sevginin böylesini hiç bilmedik. Yani hakiki sevmeyi bilmiyoruz. Karşılık beklemeden, ummadan sevmeyi bilmiyoruz. Seni sevdiğimizi söylerken de neler bekliyoruz, bilirsin. Sanki Sen sevilmeye muhtaçmışsın gibi. Halbuki bizim sevgimizle, Sen ancak bizim adımıza hoşnut olursun. Senden dünyalık bekleriz, Cennetini bekleriz, Cehennemden korunmayı bekleriz. Bizim beklentilerimizi kaldır, bize hakiki sevmeyi bildir, böylece Seni bilelim ve tevhidini yaşayalım.

Âzametini takdir edemiyoruz. Çünkü, büyük küçüğü takdir edebilir. Bizler ise, sadece tefekkür edebiliyoruz. Gerçek yaşamak, her işte fiillerin Sana ait olduğunu bilmekle başlıyor. Bize yaşamayı nasip et, Ya Rab!  Biz Seni, ancak Seninle arar ve Seninle buluruz. Aradık, bulmayı nasip et, Ya Rab!

O zor olan günde, mahşer yerinde, hesap görülürken tevhid ile gelenlerden, rahmetinden umanlardan, beklentisiz koşanlardan, Senden razı olup, Senin de razı olduklarından eylemeni dua eder, bu duaya tüm kardeşlerimizi ve yakınlarımızı dahil ederken; güzeller yüzü suyu hürmetine, bu acizi de katmanı niyaz ederim, amin, amin, amin Ya Rabbi Rahim!

Tevhid Konusunda Sûfilerin Sözleri

Tevhid Konusunda Sûfilerin Sözleri:

“Tek olan Allah(c.c.), harf ve sınırlar var olmadan evvel bilinmiş ve tanınmış idi”                       Ebû Bekir Şibli

“Aziz ve Celil olan Allah’ın halk üzerine ilk farz kıldığı marifettir. Zira (Ben insi ve cini sadece ibadet etsinler diye yarattım) ayetini, İbn-i Abbas(r.a.), (tanısınlar) diye tefsir etmiştir”                                                                   Ruveym

“Hikmete itikat konusunda kulun ilk muhtaç olduğu husus; Allah’ın eseri ve mahlûkunu yaratış keyfiyeti hakkında, marifet sahibi olmasıdır”             Cüneyd-i Bağdadi

“Aklın delili vardır. Allah’ın bir ve var olduğunu, delille bulur. Hikmetin işareti vardır, rehber olur. Marifetin şehadeti vardır, vahdaniyeti temaşa etmiştir, şahitlik eder. Böylece riyadan uzak, halis taat ve ibadete tevhidin saflığı ile ulaşılır”                                                Ebû Tayyib Magribi

“Tevhid; (O’nun misli gibi bir şey yoktur. Şûrâ/11) diyerek, Allah(c.c.)’ı tek ve eşsiz bilmektir”           Cüneyd

“Tevhid yakîndir. Yakîn ise yaratılmış olanların hareket ve sükûnunu Allah’ın fiili olarak bilmektir”

                                 Cüneyd

“Tevhidde hakikate ulaşandan nasıl ve niçin soruları düşer. Çünkü Allah’ın fiil ve hikmetinden sual olmaz”

Hallac-ı Mansur

“Tevhidi yaşayanlar anlatabilir”                          Ceriri

“Mütefekkirlerin akılları, tevhid bahsinde, son hadde ulaştı mı, hayret ve dehşet mertebesine erişmiş olur”

                                                                   Cüneyd

“Tevhid konusunda beş esas vardır: Allah’dan başkasına bir şey nisbet etmemek, masivadan yüz çevirmek ve sadece Allah ile meşgul olmak,  ibadet ile iradeyi O’na hasretmek, makamları terk etmek, (Allah hakkımda hayırlı olanı yapar) bilgisini unutmak”                              Husrî

“Tevhid, hal galip olunca vasıtaları ortadan kaldırmak; sahv(ayıklık) halinde ahkâm icab edince, sebeplere dönmektir”                                                                   Faris

“Tevhid, kulun son halinin, yaratılmadan önceki ilk haline dönmesidir”                                                   Cüneyd

“Kul vecd halinde tevhidi bulur, fakat tevhidin ilmini bulamaz. Tevhid ilmi olunca da, tevhidin varlığı olmaz”

                                    Cüneyd

“Halk, Tevhid ilminin incelikleri ve tevhid hali üzerinde değil, tevhidin zahiri ve sözü üzerinde duruyor”

Cüneyd

“Tevhidin bir zerresine vâkıf olan, o kadar büyük bir yükün altına girmiştir ki,sivri sineği bile taşıyamayacak kadar, mecalsiz kalır”                                                   Şiblî

“Tevhid, beşeri arzuları silmek, nefsin uluhiyyet davasında bulunmasına engel olmak(yani nefsini ifna etmek), saf olarak Hakk’ın iradesini kalbe hakim kılmaktır”

Rüveym

“Tevhide bir sûret ve şekil veren, tevhidin kokusunu bile alamamıştır”                                                          Şibli

“Tevhid ilmini bulan ve bununla vasıflananın ilk makamı, kalbinden eşyaya ait zikir ve fikirin yok olması; Aziz ve Celil olan Allah’ın kalpte münferid olarak kalmasıdır”                                                               Ebû Said Harraz

“Tevhidin alâmeti, tevhidi unutmaktır. Bu ise, kalpte vahid olan Allah’ın kaim olmasıdır”                     İbn-i Ata

“Arif olan muvahhid (tevhid ehli), en basit hitaptan tevhidi derinlemesine alan ve anlayandır”              Cüneyd

“Hakk mevcuttur, kadîmdir, vahiddir, hikmet sahibidir, kâdirdir, alimdir, kahirdir, merhametlidir, irade sahibidir, işiticidir, kerimdir, büyüktür, mütekellimdir, görendir, güçlüdür, hayat sahibidir, bâkidir, sameddir.

O ilmi ile alim, kudreti ile kâdir, iradesi ile mürid, semi sıfatı ile işitici, basar sıfatı ile görücü, kelâm sıfatı ile konuşucu, hayat sıfatı ile diri, beka sıfatı ile bâkidir. Sıfatları, Zât’ının aynı da gayrı da değildir. Zât her yönden tektir. Eserlerinden hiç birine benzemez. Sıfatları muhayyilede tasavvur edilemez, akıl ile tahayyül edilemez. Zaman ve mekândan münezzehdir. Üzerinden zaman geçmez. Sonu ve sınırı yoktur. Hiçbir amil (etken), O’nu fiile sevk edemez. Yardımcısı yoktur. Hiçbir varlık hükmünü reddedemez. Murad ettiğini yapar. Amellerin yaratıcısı O’dur. Âlemdeki eşya ve eserlerini halk eden O’dur. Yapmak istediğini, vasıta kullanmadan yapar”                     Kuşeyrî

Tevhid ve Şeriat

Tevhid ve Şeriat:

Bazıları tevhid ile şeriatın zıt düştüğünü zannederek, tevhidi inkâr eder. Bazıları ise tevhide erdik, artık şeriatı geçtik, orada takılıp kalmadık, derler. Bu söylemlerin ikisi de yanlıştır. Zira şeriat asıldır. Tevhid ise Allah(c.c.)’a vasıl olma yolunda bir makamdır. Belki tevhid, şeriatın en gerçek olarak uygulandığı ve anlaşıldığı makamdır, demek daha doğrudur. Yahut şeriatın emirlerine hakikaten tam uymakla, belki tevhid yolunun açılması daha kolaydır, denebilir.

Tevhidin sözle anlatılabilen manası; her işte fail, Allah-ü Tealâ’dır, demektir. Kulların fiillerini de, sebepleri de yaratan O’dur. Kulların fiillerindeki kudret de O’na aittir. Tevhid bir bakıma sebepleri yaratanı görmektir.

Şeriat kullara bir takım sorumluluklar yüklemektedir. Halbuki tevhid esasına göre gerçek fail (yapan), Allah(c.c.) ise, kul nasıl fail olur ve sorumluluk alır, şeklindeki karışıklıklar tarih boyu süregelmiştir. Bunlar, aklı yetmeyenlerin ve çoğu kez Kaderiyecilerin sordukları sorulardır. Evet gerçek fail Allah’dır. Kul ise fail olarak ne yapacak ise, yaptığı zaman yaptıran, yine Allah’(c.c.)’dır. Bir suçlu idam edildiği zaman cellât öldürdü demek ile hükümdar öldürdü demek arasında bir fark yoktur. İkisi de doğrudur. Çünkü irade ve emir bakımından hükümdar öldürmüştür. Fiilen öldürme işini ise cellât yapmıştır.

Bunun gibi, her işte, bir bakıma kul, diğer bakıma Allah faildir. Allah(c.c.)’ın fail oluşu ilmi ve iradeyi yaratması bakımındandır. Kulun fail oluşu ise o iradeyi uygulayan kudretin mahalli olması bakımındandır. Yani kul, İlâhi Kudretin uygulattırıldığı mahaldir.

“De ki; size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak”                                                                        Secde/11

“Allah ölenin ölüm zamanında ruhlarını alır”

Zümer/42

“Attığın zaman, sen atmadın, fakat Allah attı”Enfal/17

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü”

Enfal/17

“Biz ona ruhumuzu göndermiştik de, o kendisine hilkati tam bir beşer şeklinde görünmüştü”           Meryem/18

“Biz ona ruhumuzdan üfürdük”                     Tahrim/12

“Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun kıraatine uy”

(Halbuki tefsirde, okuyan Cebrail a.s. idi, denmiştir)

                                                                 Kıyamet/18

“Sonra onu açıklamak da Bize aittir”         Kıyamet/19

“O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretir”

                                                                  Alâk/4,5

“Kuran’ı O, çok esirgeyici Allah öğretti. İnsanı O yarattı. Ona beyanı O talim etti”                         Rahman/ 1,2

“Onlarla muharebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları âzablandırsın”                                                Tevbe/ 14

Tevhid ve İrade

Tevhid ve İrade:

Tevhid ilmi ile ilimlenirken, insanların bir kısmı, yukarıdaki anlatılanların neticesinde sebeplerin Allah’ın emrinde musahhar olduklarını kabul etse bile; irade (cüz’i) sahibi olduğu düşünülen insanın, hareketinde iradesini kullanırken, onun da Allah’ın emrinde musahhar olduğunu düşünmesi veya kabulü zor olabilir. Eğer kulun iradesiyle dilediğini yapıp, dilediğini yapmadığı düşünülürse, böyle düşünme tehlike getirir. Yani kulun iradesi kendi emrinde diye düşünülürse, o zaman kul dilediğini gerçekleştirir, dilemediğini de gerçekleştirmezdi. İnsan birçok şeyi istediği halde gerçekleştiremez veya pek çok şeyi istemeden yapar. Meselâ; çok istediği halde evlât sahibi olamaz, yine çok istediği halde servet sahibi olamaz. Meselâ; iyi olmaya niyet eder, niyetinde sabit kalamaz, günaha girer, sonra pişman olur, “elimde olmadan yaptım” der. Halbuki iradesinden söz etmekteydi. Dilerse yapabileceğini zannetmekteydi. Dilemeyince de yapmam sanıyordu. Haydi yapsın o zaman veya istemediklerini önlesin.

İrade, istemek murad etmek manasınadır. Bir şeyi irade etmek, o şey hakkında bilgi sahibi olmak demektir. O halde irade, ilimden hasıl olur. Bir şeyi irade ettikten sonra, onu yapmak ise kudret ile olur. O halde ilimden irade, iradeden kudret hasıl olur, denebilir.

İrade akla tabidir. Çünkü bir şeyi kendi için uygun gösteren akıldır. Kişi uygun gördüğü için, ister, irade eder. Refleks olarak yapılan hareketler de böyledir.

İhtiyar ise, daha özel bir irade olup, bazen aklın, neyin kendisi için hayırlı        olduğunu kestiremediğinde, düşündükten sonra, hayırlı olana yönelmesidir. İnsan ihtiyari işlerinde, hayırlı olana yönelmeye mecbur gibidir. İşte insanın ihtiyari işlerinde mecburcu olması, bütün bunların kendisinden değil, başka bir kaynaktan çıktığını gösterir. Refleksler, hayrı tercih, şerden kaçış gibi.

İrade tasavvufta çok söz edilen bir konudur. Bazı bâtıl (bozuk) mezhebler de böyle türemiştir. İrade konusunu anlamamak suretiyle yanlışa yönelinmiştir. İrade külli ve cüz’i olarak iki kısımda mütalâa edilir. Külli irade, Allah’ın sıfatı olan iradedir. Cüz’i ise kula ait bir paydır. Elbette tevhid nâzarıyla bakışta, tek olan Allah-ü Tealâ’nın iradesi de tektir. Kula özgürce kullanması için bırakılmış olan irade de külli olan iradedendir. Lâkin, kul mülk âleminde kendini var edecek olan nefsi ile bırakılmıştır. Kula Allah’a ulaştırıcı bütün yollar öğretildikten sonra, nefis-akıl-irade gibi üç cevher ile, tercihini özgür olarak yapması istenmiştir. Allah(c.c.), hiçbir kulunu cebren (zorla) kendisine çekmez. Zât’ının kıymeti gereği, kıymetinin bilinerek gelinmesini, hatta koşulmasını murad eder.

Bunun için yarattıklarını, tercih hususunda serbest bırakmıştır.

İradenin aklın hükmünde olduğunu söylemiştik. Akıl ise çok kıymetli bir cevher olup; ya nefh edilmiş olan ve iyiliğe yönlendirici olan ruhun, ya da mülk âleminde yaşamayı mümkün kılan ve kötülüğü emredici olan nefsin etkisindedir. Nefsin etkisinde olan ve kararları böylece vererek, hükmeden akıl, cüz’i akıldır. Ruhun etkisinde olup, hükmeden akıl ise külli akıldır. İnsanın başarması gereken ise; nefsini terbiye ederek, iyi hale getirmek ve aklını da bu terbiye edilmiş olanın etkisine teslim etmektir.

Böylece; nefsin etkisi ile doğru olduğuna hükmeden akıl, cüz’i iradeyi hasıl edecektir. Ruhun etkisi ile veya terbiye edilmiş olan nefis hasıl olunca, ruh ile arasındaki perdeler açıldığı için aynı letafete ulaşmış olan temiz nefsin etkisi ile hükmeden akıl, külli iradeyi hasıl edecektir.

İyice anlaşılmalıdır ki; cüz’i irade de aynı kaynaktandır. Lâkin, insanın kendisine bırakılmış olan tercih haklarını kullanacak kadar, insana hediye edilmiş bir cüzdür. Böylece; bozuk fırkaların, “Bize kötülüğü yaptıran da, O’dur. Dolayısıyla bizim bir vebalimiz yoktur” sözlerinin, cahillikleri sebebiyle söyledikleri ve inandıklarının batıl olduğu anlaşılmış olur. Bu arada ihtiyar dediğimiz özel irade ise, doğrudan külli iradeden olup, yaratılmış olan kulda, İlâhi bir rahmet olarak, cebren Allah(c.c.) tarafından kullanılan bir koruma yoludur. Bu ihtiyarda kulun hiçbir dahli yoktur. Bu, öyle bir rahmettir ki, hem kulu çeşitli şeylerden korumaktadır, hem de İlâhi iradenin kulların her birinde oluşabileceğine dair, delil olmaktadır.

Tevhid noktasına erişmiş olan kulda ise durum şöyle olur: Nefis islâh olmuş, ruhun hükmü altına girmiştir. Akıl küçük kalmış, külli aklın himayesine sığınmıştır. İrade ise; kulun Allah(c.c.)’da yok olma hasıl olduğundan, kulun kendine ait bir isteği, iradesi kalmamış, ancak Yaradanın hükmüne tabi olmuş ve O’nun iradesi ile hareket eder hale gelmiştir. Bu, ancak bu kadar anlatılabilir, yaşayanlar daha iyi anlar. “Kulum bana nafilelerle öyle yaklaşır ki; onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı Ben olurum. O kulum Benimle görür, işitir, tutar, yürür” Kuds’ı Hadisi ile konu daha iyi anlaşılmış olur.

Tevhid ve Yakîn

Tevhid ve Yakîn

Kul ne zaman ki, bütün işlerin Allah’ın emri altında hasıl olduğunu bilirse, o zaman şeytan bu kişinin tevhidini şirk ile karıştırmaktan ümidini keserek, uzaklaşır. Bu, yakîn imandır. Şeytan yakîn iman sahibinden kaçar.

Yakîn için, tevhid gerekir. Tevhid ise çok tehlikeli bir yoldur. Asla hevesle olmaz. Tevhid yoluna girenlerin bir kısmı, batıla sapmışlardır. Bazı âyetlerden, hadislerden kast edileni anlayamayarak, meselâ benzetme yaparak, Allah’ı  tanımaktan uzak düşmüşlerdir. Meselâ; “Allah-ü Tealâ, Adem’i sûreti üzerine yarattı” hadisindeki sûreti, zahir sûret olarak kabul etmişler ve “Müşebbihe” bâtıl gurubu olmuşlardır. Halbuki burada basiret elzemdir. Manada bâtıni sûret anlaşılmalıdır. Yani, Allah(c.c.) kuluna öyle kabiliyetler vermiştir ki, kul Allah-ü Tealâ’nın ahlâkı ile ahlâklanabilir. Mübarek isimleri, insana yansıyabilir; sıfatları, sıfatları olabilir. Bu Şerefli Hadis ile, insanın ahsen-i takvim (en güzel yaratılış) üzere yaratıldığı ve tecelli (Allah’ın yansıdığı) odağı, olduğu kast edilmektedir. İnsan, Allah-ü Tealâ’nın isimleri, sıfatları ve Zât’ı ile yansıdığı bir mahaldir. Yani, insan teceligâh-ı İlâhidir(İlâhi yansıma mahallidir).

Yakîn iman için bilmelidir ki;

Allah(c.c.)’ın Zât’ı hiçbir şeye ve hiçbir cisme benzemez. Mekânı ise hem bütün mekânları kaplayan ve hem de hiçbir mekân ile vasıflandırılamayandır. Böylece bilinmelidir.

Allah’ı tenzih ederken de, fazla ileri gitmeden tenzih etmelidir. Hz. Resûlullah (s.a.v.): “ Allah’ım, ben Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben Seni, Sana lâyık bir sena ile sena etmekten acizim. Sen Seni sena ettiğin gibi ulusun” demişlerdir.

Sıddıkların kıymeti bilinmelidir. Hz.Ebû Bekir(r.a.) dört halifenin ilkidir. Ne dört halifeye ne de ashabdan birine dil uzatılmamalıdır. Onların kendi aralarında olan meselelerden dolayı, onlar hakkında konuşmamalı,  konuyu geçmişteki yerine bırakmalı, aralarında olanları da kendi meseleleri nâzarıyla mütalâa etmelidir. Talha ve Zübeyr’e lâf söylense, Hadis ile sabittir ki bu iki eshab Cennet ile müjdelenmiş on kişidendir. O zaman ya Peygamberimizin söylediğine inanmamış olacağız ya da kendi dediğimize iman etmiş olacağız. O zaman en doğrusu aralarındaki meseleyi kendilerine ve Allah’a havale etmektir.

Yaratılmış olan bütün Âlemlerin Rabbi Allah-ü Tealâ’dır. Yaratılmış olan her şey O’nun kudreti ile hareket eder.

Evvel, ahir, zahir, bâtın O’dur. Mevcud olanlara nisbetle evveldir. Yaratılmış olan her şeyin sonunda O’na döneceği sebebiyle de ahirdir. Madde âlemine dalıp, beş duyu ile bilmek isteyene, bâtındır(gizlidir). Basiret sahibi olup, hakiki faili bilen için zahirdir (açıktır).

Tevhid, basiret ile bilinen melekût âleminin esasları üzerine kuruludur. Bu da inkârcılar tarafından inkâr edilir ki bunlar için yol kapalıdır ve yapacak bir şey yoktur. Veya ihlâs ile anlamaya çalıştığı halde, basireti olmadığından anlayamayanların inkârı şeklinde olabilir. Anlayamayanların inkârı için, basiret tedavisi yapılabilir. Eğer bununla da tedavi edilemezlerse, bu kişilere tevhidin zirvesinden konuşmamak gerekir. Sözle, Allah(c.c.)’ın tek olduğu anlatılır. Yer ile göğün iki İlâhı olsaydı, yer ve göğün fesada gireceği söylenir. Mümkün olduğu kadar kalbine, tek Allah(c.c.) kavramı yerleştirmeye çalışılır.

Yakîne sahip olan, hakiki tevhide ulaşırsa veya doğrudan keşif yolu açılarak, gözünden bir perde daha kalkarsa, esasen bilmiş ve iman etmiş olduğunu daha açık ve net olarak görmüş olur. Yani, keşfi açılanın yakîninde bir değişme olmaz.

Şeytanın Kalbe Koyduğu Şirk

Şeytanın kalbe koyduğu şirk:

İnsanların çoğu, fiillerin tevhidi olan makama, yani tevhidin üçüncü makamına ulaşamaz. Böylece, tevekkülün hakikatine de ulaşamamış olur. Tevekkülün hakikatine ulaşamayan ise, tevekkül etmemiş gibidir. Halbuki Allah-ü Tealâ’ya tevekkül etmek esastır. Tevekkül edemeyen insan için, şirk söz konusudur. İnsanı Tevhid-i ef’al makamına, yani tevhidin üçüncü makamına yükselmekten alıkoyan şeytan; kalbin tevhid imanına zıt olan şirki, kalbe iki yönden koymayı umarak, yapar:

Birinci yol; tevhid-i ef’ale yükselecek ve böylece sebepleri aradan kaldırarak, Yaradan’a vasıl olacak olanlara, sebepleri asıl gibi gösterir. Meselâ; “bütün işler nasıl Allah’dan bilinir? Senin nafakan falan kişinin elinde, o kişi dilerse verir, dilerse vermez, mukadderatın o kişinin elinde” der. Yahut kişi olayların içinde yaşarken, “falanca yaptı”, “filânca beni dışladı” diyerek, hatta o kişilere düşman olarak kalbini kinlendirir. Burada sebepler veya kişinin kendi yaptıkları ile kendi iradesi, şirk olmuş olur.

Bir kâtibin yazı yazması olayını misal olarak alırsak; kâtip, İlâhi kudretin harekete geçirmesi ile yazı yazmaktadır. En zayıf görüşlü olanlar, yazıyı kalemden bilirler. Kalem güzel yazdı, derler. Daha üstte olan zayıf görüşlüler, adam güzel yazdı, derler. İleriyi görenler, kuvvetliler ise, adama yazı güzel yazdırıldı, derler.

Şeytan, kalbinde iman olan ve tevhidi de kalbine indirebilmiş olanları bir yoldan böyle aldatır. Çoğu buraya kadar gelebilenlerin, tam burada ayakları kayar. Zayıf görüşlülerden de en çok yükselebilen, kâtibin kudretini bilecek kadar yükselir. Kuvvetli görüşe sahip olanlar ise, yani yakîn sahipleri, kâtibin de İlâhi kudret ile hareket ettiğini bilirler ve onlar zayıfların şaşkınlığının da ne olduğunu bilirler. Karınca o yazının yazıldığı kâğıt üzerinde dolaşsa, sadece kâğıdın karalandığını ve kalemin ucunu görür. Görüşündeki eksiklik dolayısıyla ve çok küçük olmasından dolayı içinde bulunduğu düzlemin dışındaki boyutu göremez. Dolayısıyla kalemi tutan eli, elin sahibini ve o elin sahibini harekete geçiren “sahip”i göremez. Eğer görse, kâğıdın karalanması ile alâkayı kuramaz. Çünkü bu idrakten çok uzaktır.

Göğsü Allah-ü Tealâ’nın nuru ile İslâm’a açılmamış olanın hali böyledir. Bunlar Sülûk(ilerleme) yolunda yalnız kâtibe kadar yükselir ve orada kalır. Bu ise Allah(c.c.) hakkında marifet sahibi olamamaktır, Allah’a cahil olmaktır. Basiret sahipleri mana gözü ile, Allah-ü Tealâ’nın her zerredeki imzasını görür; manevi duyuşu ile de duyar. Bunun nasıl görülüp, duyulduğunu anlatmak da mümkün değildir. Basiretleri kapalı olanlar ise beş duyuları ile göremedikleri ve duyamadıkları için, akıllarının da kabul etmemesi sebebiyle, bu anlatılanları inkâr ederler. Oysaki her zerre, basiret ehli ile gizli söyleşidedir. Basiret sahibi, kalpten şiddetle isteneni duymuş gibi cevap olur. Bunların sonu yoktur. O kadar bol olarak devam eder. Fakat bu kişilere bildiklerini açıklama yasağı vardır. Bu hem sırrın açıklanmasına koyulan engeldir, hem de kelimelerle ifadede aciz kalmanın getirdiği engeldir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in; bazı sırları sadece Huzeyfe(r.a.)’ye bildirmesi ve ashabın diğerlerine bildirmemesi dikkat çekicidir.

İkinci yol: Bitkilerden ve cansız varlıklardan medet umdurarak, yapar. Meselâ; bitkiler için yağmurdan, yağmur için buluttan medet ummak gibi. Geminin seyri için rüzgârdan medet ummak gibi. Bütün bunlar, eşyanın hakikatine cehalettir ve tevhide şirktir. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), dualarında: “Ya Rab! Bana eşyanın hakikatini bildir” buyurmakla, “tevhid-i ef’ale ulaştır, kalbime keşif kapılarını aç” demek istemişlerdir.

“Gemiye bindiklerinde, dini Allah’a tahsis ederek, muhlis gibi Allah’ı çağırırlar. Fakat biz onları selâmetle karaya çıkarınca da, hemen Allah’a eş katanlar, onlardır”

Ankebut/65

Bu âyet hakkında: “eğer rüzgâr durmasaydı, biz kurtulamazdık” dedikleri için; şirkleri, kurtulma sebebleri olarak rüzgârın durmasını görmeleridir, denmiştir.