Yazar arşivleri: emre

Melik

MELİK (El-Melîk) (4)

Hükümran

            Allah Gayb (görünmeyen) ve şehadet (görünen,bilinen) bütün alemlerin sahibi ve yöneticisidir.

 

            Melîk, Allah’ın bütün mevcudattan müstagni oluşudur. Bütün mevcudat O’na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Mutlak Melîk  Allah’tır. Kulun mutlak Melîk olması düşünülemez,zira her şeyden müstagni olsa, yani hiç bir şeye muhtaç olmasa bile Allah’a muhtaçtır.

 

Kur’an-ı Kerim’de: Melik, Mâlik, Melekût, Meliyk olarak kullanılmıştır.

 

1)Melîk kullanılırken, dünya ve ahiretin sadece Allah’a ait olduğu manâsında kullanılmıştır: Âl-i İmrân 189/ Fâtır 13/ Mülk 1

 

2)Melekût kullanılırken, tasarruf ettiklerinin üzerinde tam hükümran olmak manâsında kullanılmıştır: En’âm 75/ A’râf 185/ Mü’minûn 88/Yâsîn 83

 

3)Mâlik olarak ise,her şey ve herkes üzerinde tam bir hakimiyet sahibi olmak manâsında kullanılmıştır:

Fâtiha 3/ Âl-i İmrân 26

 4)Meliyk şeklinde ise Kamer 55’ de kullanılmıştır.

Ayrıca:

 

5)Melikü’n-nâs (bütün insanların hükümdarı) anlamında,

Nâs 2

 6)Melikü’l- hakk ( hak olan gerçek hükümdar) anlamında Tâhâ 114/ Mü’minûn116

7)Melikü’l- kuddûs (her türlü eksiklikten münezzeh olan hükümdar) anlamında Haşr 23 / Cum’a 1

 

Melik isminin kula tecellisi: Bu isim bir kulda hakkıyla tecelli edince, Allah’dan başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış olur. Böylece Allah’a doğru yaklaşmış olur. “Kulum bana bir adım gelirse ben ona yüz adım giderim” kudsî hadisi gereği kul Allah’a malik olur ve Melîk ismi tecelli etmiş olur. Kul beşeri özelliklerinden, nefsin istek ve ihtiyaçlarından kurtulmadan Melîk ismi tecelli etmez. Melîk ismi yansımış olan kul, beş duyusuna, şehvetine ve nefsinin arzularına mâliktir. Böylece kendi memleketinde yani bedeninde Melîk olmuş olur. Eğer bu hali ferdi olmayıp insanların gerek dünyevi gerek uhrevi meselelerde kendisine muhtaç olmalarını da kapsarsa, bu kişi yeryüzünde  Melîk’tir.

 

 

İnsan   ruh  ve  nefis  gibi  iki  ana  unsurdan  ibarettir.  Bu  ikisi  ile  birlikte  yaşamını sürdürür. Nefis, Yusuf Sûresi 53.âyette“ …muhakkak ki nefis,bütün şiddeti ile kötülüğe meyyaldir…” diye geçmektedir. Yani nefis daima kötülüğe sevk etmeye çalışır. Böylece ahlâk da kötü işler ile kötü ahlâk olarak, kişide yerleşmeye başlar. Her kötü ahlâk ile ruhun bünyesindeki hakikat bir kat daha gizlenerek, ruhda da kalın perdeler oluşur. İnsan nefsin kötü işlerinden uzak durdukça  ve onun fahiş isteklerine cevap vermedikçe, giderek nefis zayıflar. Artık kendi arzularını bildiremez veya istese de cevap bulamaz. O zaman bu kişinin nefsinin mâliki oluşundan söz edilir. Bu durum sebat bulup iyi ahlâk olarak belirince ruh ve içindeki hakikat belirmeye başlar.İşte ruhda mevcut olan hakikat ,her hakikatin ortaya çıkışı ile çoğalarak ortaya çıkmış olur (bir adıma yüz adım misali) .

 

İnsanın kendindeki mevcut olan güzellikleri insana aittir.Bu sebeple insan bu hazineye mâlik olmuş olur. Yani insanın Allah’dan başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmayınca, kul Allah’a mâlik olur sözünün açıklaması da yerine getirilmiş olur. Kul kendinde mevcut olan, ama vaktiyle gizlenmiş olan hazinesinin sahibi olmuş olur. Bu hazine Esmâ-i Hüsnâ olup,Allah’ın Ahlâkı dır. Her insanda gizli bir potansiyel olarak mevcuttur. Bu hazineyi ortaya çıkarıp, sahiplenmek ve kullanmak ise bizim hepimiz için gereklidir, farzdır. Çünkü “ Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanınız!” buyurulmaktadır. İnsanoğlunun tek ihtiyacı budur. Bu ihtiyaç öyle bir ihtiyaçtır ki, hem aramak ve bulmak lazımdır, hem de sahip olunca bütün ihtiyaçlarımızın bittiğini görerek, Allah’ın Melîk ismi ile isimlendiğimizi bilip, şükretmek lazımdır.

İnsanda Melîk isminin tecelli edişi, insanı başka şeylere esir olmaktan men eder, ve de çok kıymetli olarak yaratılmış olan insanı ucuz olmaktan korur. İnsanın insan olarak olması gereken değerini ortaya çıkarmış olur. Eğer düşünülürse; insanın sahiplendikleri fânidir, eninde sonunda bunlardan ayrılmak vardır. Ve bunlar insanın kudretini sağlamazlar. Ama eğer bâki olana sahip isek, ebediyen var olan ve hiç tükenmeyecek olana sahip olmuş oluruz ki bu da insanın kudretini sağlar. Dolayısı ile Melîk ismi ile isimlenmiş olmak, aynı zamanda insana sonsuz bir kudret verir ki bu da Allah’ın kudret sıfatı ile sıfatlanmış olmayı beraberinde getirmiş olur.

 

 

Ya! Mâlik-el Mülk, bütün ihtiyaç sana,

                  Başka şey lâzım değil, geldim kapına…

Rahman – Rahim

RAHMAN/RAHİM(er-Rahman/er-Rahim) (2,3)

Esirgeyen     ve     Bağışlayan

Her ikisi de rahmet aslından türemiş iki isimdir. İnananlar her işlerine başlarken bu iki isim ile başlarlar. Her işe başlarken kullandığımız Bismillâhir Rahmanir Rahiym (esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile), Kur’an-ı Kerim’de de her sureye başlık olarak gelir. Kur’an-ı Kerim’de 114 sûre vardır, Tevbe Sûresi hariç hepsi Besmele ile başlar. Tevbe Sûresinin başında bulunmayan Besmele, Neml suresi/30.Âyetin içinde geçer. Böylece Kuran’da 114 yerde geçmiş olur.

 

RAHMAN: Allah’ın rahmeti hem tam, hem de umumidir.Tam oluşu muhtaç olanların ihtiyaçlarını giderdiği içindir. Umumi oluşu ise hem hak edeni hem hak etmeyeni, hem dünyayı hem ahireti, hem zaruri ihtiyaçları hem de zaruri olmayanları kapsadığı içindir.

Rahman ismi, Kur’an’da 57 defa geçer. Rahman ismi şefkat, rikkat, yürek yumuşaklığı, af, ihsan, acıma gibi manâları kapsamasından dolayı Cemal isimlerinden olmakla birlikte; heybet, kibriya ve kahır manâlarını da kapsadığından dolayı Celâl isimlerindendir.

 

Rahman ve Rahîm merhamet eden manâsına olup, Rahman, merhametin Allah için kullanılanıdır. Bunun kula yansıyan şekli Rahîm ismini alır. “Erhamerrahimin = merhametlilerin en merhametlisi” Rahîm kula isim olarak verilebilir, Rahman verilemez. Rahimin kemal noktasında oluşuna Rahman denir. Rahman ismi daha özel olup Allah ismine yakındır.

 

“De ki: İster Allah diyerek çağırın, ister Rahman olarak çağırın. Hangisi ile çağırırsanız , en güzel isimler O’nundur.” İsrâ  110

 

RAHÎM: Kur’an’da 154 defa geçer. Tevbe suresinde Hz.Peygamberimiz(s.a.v.)’i  vasıflandırırken kullanılır(Râuf-ür Rahim). 154 Âyetin üçünde yalnız başına (er-Rahîm) olarak kullanılmakta,diğerlerinde ise, Allah’ın diğer isimlerinden biri ile beraber kullanılmaktadır.Bunlar:

 

1) Fatiha ve Besmele’de olduğu gibi: er-Rahman er-Rahîm şeklinde kullanılır.

Besmele, Fatiha2/ Bakara163/Neml30/  Fussilet  2/ Haşr  22

 

2) et-Tevvâb ismi ile birlikte: Tevvâbü’r-Rahîm(merhametle tövbeleri kabul eden) olarak kullanılmıştır.Bakara 37,54,128,160/ Nisâ 64/ Tevbe 104,118/ Hucurât   12

 

3) el-Azîz ismi ile: Azizü’r-Rahîm(merhametlilerin en aziz olanı).Şuarâ  9,68,104,122,140,159,175,191,217/ Rum 5/  Secde  6/ Yâsîn 5/Dûhan 42

 

4) er-Râuf ismi ile birlikte kullanılmıştır. Râufü’n Rahîm(çok esirgeyip merhamet eden) manâsınadır.  Bakara 143/  Tevbe   117/  Nahl 7/ Neml 47/ Hacc    65/ Nûr 20/ Hadîd  9/ Haşr 10

 

5) Rahîmü’n- Vedûd (çok esirgeyip,çok seven) manâsında: Hûd  90

 

6)  Rabbü’n- Rahîm (çok esirgeyen Rab) manâsında Yâsîn58

7)   Berrü’r-Rahîm (ihsanı bol ve esirgeyen) manâsında Tûr 28

 

8) Büyük bir çoğunlıkla el–Gafûr ismi ile kullanılmıştır. Gafûrü’r-Rahîym (yarlığayıcı, hakkıyla esirgeyici) manâsında kullanılmıştır. Bakara173,182,192,199,218,226/ Yunus 107/ Yusuf  98/ Hicr 49/ Furkan  6/ Kasas 16/Zümer 53/ Şûrâ 5/  Ahkâf   8

 

9)  Rahîmü’l-Gafûr   olarak: Sebe’2

 

10) Zü’r-Rahme (rahmet sahibi) olarak: En’âm  123/  Kehf 58. Zû rahmetin vâsia (bol rahmet sahibi) olarak: En’âm 147

 

11) Erhamü’r Rahimin (Merhametlilerin en merhametlisi) olarak ise bazı  Peygamberlerin dualarında yer alarak Kuran’da geçer:  A’râf 151/ Yusuf 64/ Enbiyâ 83

12) Hayrü’r-Rahimin (merhametlilerin en hayırlısı)olarak : Mü’minûn 109,118

 

13) Rahmetinden ümit kesmemek olarak: Zümer 53 

 

Rahman isminin kula yansıması: Bu isimden hissesini alan kul, gaflette olan diğer kullara merhamet eder. Günahkârlara merhamet nazarı ile bakar. Onları güzellik ve yumuşaklıkla , gücünün yettiğince günahlardan alıkoymaya çalışır. Dünyada işlenen her günahdan kendini sorumlu tutar.İnsanları gafletten ayırmaya çalışırken, niyetinde insanlar  Allah’ın gazabına uğramasın ve O’na yakınlık kazansınlar dileği vardır.

 

Rahim isminin kula yansıması: Bu isimden nasibini almış olan, muhtaç olanların ihtiyacını gücü yettiği kadar görür. Hakları kaybolmuş insanların hakkını korumaya çalışır. Bunun için parasını, mevkiini, yetkilerini kullanır. Eğer hiçbir şekilde yardımcı olamayacak halde  ise duaları ile Allah’dan yardım isteyerek merhametini ortaya koyar. Ve bütün bunları yaparken muhtaç olan sanki kendisiymiş gibi yapar.

 

Rahman ve Rahim isimleri bazen anlaşılamamaktadır. Muhtaçlık bakımından bu isimlerle isimlenip hareket etmek yukarıda anlatıldığı gibidir. Lâkin gerçek manâda bu isimlerin Allah’ın Ahlâkında nasıl olduğunu anlamak basîret ister. Meselâ, Bosna ve Hersek’ de Müslümanların kırılışında Allah’ın merhameti yokmuş gibi görülse de basîret ehli buradaki inceliği anlamıştır.

 

Ve bu isimler düşünülürken sadece dünya hayatı ile sınırlı düşünmemeli mutlaka ahiret hayatını da hesaba katmalıdır. Çünkü Allah merhametini lûtfederken sadece bu dünya hayatı için değil, ebedi hayat için düşünerek lûtfeder. Meselâ, bir annenin uykuda olan yavrusunu sabah namazı için uykusundan uyandırması, bu dünya için merhametsizlik gibi görünse de ebedi hayat için bir kazanç değil midir? Keza, çok varlıklı bir ailenin evladını yetiştirirken harcamalarını dikkatli yapmasını, fakirleri de düşünmesi gerektiğini tavsiye edişi; onun ahlâkının güzelleşmesini, fakirler için ihsanda bulunarak ebedi hayatı kazanmasını sağlamak  değil midir?  Bu örneklerden anlaşılacağı gibi Rahman ve Rahim isimleri derin manâda bir sırdır. Ve bu isimlerin insana Allah’ın Ahlâkındaki gibi, aynen o incelikte tecellisi ile; insanda bu isimler, kendisinin dışındakinin, kendisinden önce düşünülmesi ile mümkündür. Ancak kişinin karşısındakine olan merhameti, kendisine olan merhametini aşınca, Allah’dan gafil olmayan bir merhamet hasıl olmuş olur. Gafletsiz merhamet, merhametin kemalidir.

 

Allah’ın Rahim ismi, bütün insanlarda az veya çok görülür.(Annenin yavrusuna merhameti gibi). Ayrıca hayvanlarda da görülür.İnanmış olan insanlarda bu isim tecelli edince bu insanlar, diğer ihtiyaçlıların ihtiyacını karşılamaya çalışırken güç ve takatlarının yeterliliği, ancak dünyevi hayat için geçerli olur. Yani ihtiyaçlı olanların dünyada biraz olsun rahat etmelerini, nefes almalarını sağlamış olurlar.Rahman isminden hissesini almış olan kişi ise, hem dünyevi hem de uhrevi (ahiret hayatları için) o kişilerin bütün ihtiyaçlarını karşılar. Yani bu kişiler bir nevi toplumun gerçek merhametli kâmil kişileridir.

 

Rahman ismi belli bir kemal mertebesi ile tecelli ettiği için, Allah’ın diğer şerefli isimlerinin önemli bir kısmının tecellisi de bu ismin tecellisi ile olur. Bir kudsi hadisde “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyrulmaktadır. Buradaki gadabın lugat manâsı öfkedir. Allah’ın gadablanması yapılmasında hayır olmayan bir işin yapılması sebebiyle olur. Normal bir insan herhangi bir konuda merhamet duyduğu zaman, aynı anda o kişi tarafından öfkesine sebep olacak bir şey zuhur ederse, aynı merhamet duygusu ile o kişiye yönelebilir mi? Meselâ bir  âmâyı yolun karşısına geçirirken âmâ bastonuyla merhamet edenin  başına vursa ve canını yaksa o kişi merhamet duygusu hiç eksilmeden âmâyı karşıya geçirir mi? İşte Allah’ın rahmetinin öfkesini aşmış olması gibi bir durum, insan için bir kemaldir. Ve insanlarda da Rahman ismi şerifinin tecelliyatı ancak böyle bir kemal ile mümkündür.

 

Rahmanın rahmetinden ümid kesme sen,

Rahmette yok olmak kolay, canı verirsen. 

Allah

ALLAH  (1)   

İSM-İ ÂZAM yani bütün isimlerin en büyüğüdür. Meselâ: Allah’ın Rahmet’i,Allah’ın Lûtfu, Allah’ın Adaleti denir de Rahman’ın Allah’ı denmez. Burada Allah isminin âdeta bütün isimleri kapsadığını görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’de 2697 defa tekrarlanır. Aynı zamanda Lâfza-i Celâl diye de anılır. Allah kelimesi, O’nun vasıflandığı bütün sıfatların tümünü kapsar. Bu isim insanlık tarihi içinde hiçbir varlığa ad olarak verilmemiştir.

“ Hiç sen O’nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” Meryem 65

Bu âyet ,bu yüce ismin tarih boyu başka hiç bir varlık için kullanılmadığının delilidir.

 

Bu isim 99 ismin en büyüğü olup,bütün ulûhiyyet (ilâhlık) sıfatlarını kendinde toplayan ve tek olan Zât’a delâlet eder.  Zira mevcut olan her şey yokluğa mahkûmdur. Ama Allah bâkidir. Diğer isimlerden farkı şudur ki , her isim ayrı bir manâya delâlet eder, bütün ulûhiyyet sıfatlarını kapsamaz ama Allah ismi bütün ulûhiyyet  sıfatlarını kapsar. Onun için 99 ismin en büyüğüdür ve bu yüzden bu isim sadece Allah için kullanılır. Meselâ Samed, Rahim, Lâtif gibi isimler insanlarda kullanılabilir, lâkin Allah ismi insanlar için kullanılmaz.

 

Bu ismin kula yansıması, ancak Allah’ın büyüklüğünü anlamaya çalışmak, belki bu anlayıştan sonra kabul edip kendi acziyetini anlamaktır. O’nun ezeli ve ebedi aynı zamanda asla yok olmayan yaratıcısı olduğunu kalben de hissedip, O’ndan gayri hiçbir şeyden medet ummamak, O’ndan gayrine iltifat etmemek, O’ndan gayri hiçbir şeyden korkmamak. Sahip olduğu her şeyin, hatta sahip olamadıklarının ve de kendisinin de sahibinin O olduğunu bilmek; O’nun mülkünde ,O’nun muradı üzere ve O’nun iradesine tâbi olarak yaşadığını bilmek .

 

Kul, Allah’ı böyle bilirse Allah’ın kulu olur. Eğer böyle bilmez de başka şeyleri, bu bilgiye ortak ederse, ortak ettiklerinin kulu olur. O zaman anlıyoruz ki gerçek kulluk; Allah’ı bilmek ve Allah’lı olmakla olur. Mal, evlat, makam gibi dünya sevgileri bu ortaklıkta yer alır. Halbuki Allah hiçbir ortağı kabul etmez.

 

Beşerin dünya hevesinden sıyrılarak, Allah lâfzını bütün azalarında hissetmesiyle Allah’ın o kula şöyle bir yansıması olur: “Kulum nafilelerle bana o kadar yaklaşır ki ben o kulumun gözü, kulağı, eli, ayağı olurum.Kulum benimle görür, benimle işitir, benimle yürür.” Bu kudsî hadiste söz edilen nafile ibadetlerin bir kısmı da Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu isimler ile vasıflanan kişinin gözü çirkinlikleri görse de çözüm bulmak için görür. Nifak için değil. Ve gördüğü her şeyde Allah’ın varlığını hiç unutmadan görür. Ve yine bu isimlerle vasıflanan kişinin kulağı her ne işitiyor ise, orada Allah varmış gibi işitir. Kendisine bağırılmış olsa bunu hak ettiğini düşünür. Veya Allah’ın ahiret gününde kendini azarlayabileceğini hatırlar. İltifat duysa Allah’ın imtihanı olarak değerlendirir. Kulağını gıybet için veya çirkin işlere alet etmek için kullanamaz. Elini hak sahiplerinin haklarına uzatamaz. Her an Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilip helâle uzanır. Helâle yürür.

 

Allah isminin kulda hasıl ettiği bir özellik de gafletsiz olmaktır. Bu gafletsizlik her an ve her şartta Allah’ın varlığını hissetmek demektir. İnsana yakışan odur ki bir nefes almak veya vermek kadar bile olsa Allah’sız kalmamaktır. Gaflet ise Allah’ın yakınlığını yani şah damarından yakın olduğunu unutmak halidir. İnsanın sadece Allah’a kul oluşu ile Allah o

kuluna öyle bir hürriyet verir ki bu hürriyet ilim ile desteklenen ve kudret ile belirlenen bir hürriyettir. Fani olan herhangi bir şeye esaret, insanı maddeye karşı bağımlı ve maddeye karşı aciz yapar. İşte bu da çok kıymetli olan kudretin yenilgisidir.İnsanı ve toplumları kudretli yapan ise sadece Allah’a boyun eğiştir.

 

Allah ismini zikretmek bu  manâlar ışığında faydalıdır. Allah’dan gayrisine tâbi olanlar, medet umanlar, bağımlı olanlar yüz binlerce defa Allah ismini zikretse bir fayda bulamazlar.Allah, Allah Lâfz-ı Celâli ile bütün ulûhiyyet vasıflarını Zât’ında öylesine toplamıştır ki; kuluna merhameti sebebiyle bu vasıflardan hiç bir şey bırakmamıştır..Bizim bu bilgiye sahip oluşumuz, belki de Allah’ın yüceliğini kavramamıza sebep  olarak, Lâfza-i Celâli anlamamıza yardımcı olacaktır.

 

Her ne varsa âlemde Zâtından eser,

Celâl ile Cemali cem etmek yeter.

Giriş-Elif’den Yansımalar

ESMÂ-İ  HÜSNÂ

 GİRİŞ

            Esmâ: İsimler, Hüsnâ: Güzel,  Esmâ-i Hüsnâ: Güzel isimler demektir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a nisbet edilmiş olan isimlerin sayısını 313’ e kadar çıkaranlar vardır. Bu konu ile ilgili meşhur hadis ise, hadis alanında reddolunamayan Buharî ve Müslim tarafından haber verilmiş hadistir ki; Buharî Tevhid bölümünde, Müslim ise Zikir bölümünde rivâyet etmişlerdir. Bu hadis Ebû Hüreyre(r.a.)’ye dayanır.Şöyledir: “ Allah’ın doksan dokuz ismi (yüzden bir eksik)vardır. Bunları ihsa eden(ezberleyip,benimseyen) Cennet’e girer.”

 

Allah’ı anlamak yaratılmış için dört kademede mümkündür. Bu dört kademe her insan için aynı şekilde değildir. Şöyle ki Allah, bütün yaratmış olduğu mahlûkuna yansır. Bu, her yaratılmış için farklı yansımalar şeklinde olur. Bazılarına yansımış olsa dahi bu yansımayı yine kendi muradı ile perdeler. Yansımaya tasavvuf lisanında tecelli diyoruz. Allah’ın hem canlı ve cansız varlıklara, hem de olaylara tecellisi vardır. İşte dört kademeli tecelliyi şu şekilde anlayabiliriz:

–       Fiil tecelliyatı

–       İsim tecelliyatı

–       Sıfat tecelliyatı

–       Zâti tecelliyat

 

Fiil Tecelliyatı: Allah’ın, bütün işlerin sahibi olduğunu bilmektir. Bir kulda fiil tecelliyatı meydana gelmiş ise o kişi, işlerin sahibi olarak Allah’ı görür. Her işte işi yapanla birlikte yaptıranı da görür. Fiil tecelliyatında önemli bir husus sadece kendisi için değil karşısındaki için de fiil tecelliyatını işler halde görmektir. Bu husus üzerinde, konumuz dışı olduğu için fazla durulmayacaktır.

İsim Tecelliyatı: Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde geçen Allah’ın 99 isminin insana yansıması mümkün olup hatta teşvik edilmektedir. 99 isim Allah’ın ahlâkını tarif eder.Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanınız” âyet-i kerimesi bütün insanlara İlahi Ahlâk ile ahlâklanmayı tavsiye etmektedir. Bu bakımdan isim tecellisi çok önemlidir. İnsanın Allah’a yakınlığı, ne kadar çok isimle ve her bir isim ile ne kadar miktarda isimlenmiş ise, o ölçüdedir. Bir kişiye ne kadar az isim tecelli etmiş ise o kişi o derece Allah’dan uzak düşmüş olur.

Sıfat Tecelliyatı: Allah’ın zâti ve subûti sıfatları vardır. Bu sıfatların insana  yansıması, fiil ve isim yansımalarından sonra olur. Bir insanın Allah’ın güzel isimleri ile isimlenmeye çalışarak, her an bir gayret ile ahlâkını İlâhi Ahlâka değiştirme süreci yaşaması isim yansımasıdır. Lâkin bu isimlerin , yani İlâhi Ahlâkın o kişide gayretsiz olarak tabii bir şekilde mevcut olması, bu güzel isimlerle sıfatlanmak demektir. Sıfat tecellisi İlâhi Ahlâkın meleke haline gelmesi demektir. Bu konu anlatacaklarımızın dışında olduğu için bu kadarı kâfi görüldü.

 

Zâti Tecelli: İnsan-ı kamil için mümkün olan bir tecelliyat olup, bu hale sahip olan nadirin nadiridir . Hz.Peygamber(s.a.v) ve varisi olan arif-i billâhların bir kısmıdır.

ESMÂ-İ  HÜSN    (ALLAH’IN AHLÂKI)

 Kur’anda Esmâ-i Hüsnâ’nın varlığını 4 âyette buluruz: A’râf 180/ Tâhâ 8/ İsrâ 110/ Haşr/24.âyetler. Ayrıca 20 yerde “isim” kelimesi Allah’a izafe edilerek geçer. 9 yerde “ismullah” ve “ismü rabbik” tarzında, iki âyette de”ismuh” şeklinde geçer.

 

Allah’ın 99 ismini bazı iman sahipleri ezberlemeye veya belli zamanlarda okumaya itina gösterirler. Elbette bu isimlerin manâlarını da bilerek okumanın faydası vardır. Lâkin esas olan bu isimleri öğrenip kendi ahlâkımızda yerleştirmek,  yani bu isimler ile isimlenmek, hatta vasıflanmak asıl olan faydayı sağlayacaktır. Bu sebepten :

 

“…o günde ki ne mal fayda verir, ne oğullar.Meğer ki Allah’a menfi ihtiraslardan temizlenmiş ve İlâhi vasıflarla bezenmiş bir kalp ile gelenler ola.” Şuarâ  88,89

 

Esmâ-i Hüsnâ’da her isim bir, Allah’a ait olan yönü ile ve bir de eğer insanda tecelli ediyor ise insana yansıması yönü ile ele alınacaktır. Bazı isimler insanda top yekûn tecelli etmeyebilir.

 

“ En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’nu onlarla çağrınız.” A’râf 180

 

“Yaratıp tesviye eden Rabbinin yüce ismini tesbih et”                                   A’lâ  1,2

 

 

“Siz O’nu bırakıp, sizin ve atalarınızın isimlendirdiği isimlere tapıyorsunuz.”         Yusuf 40

“Adem’e bütün isimleri öğretmişti…” Bakara 31

 

“ Allah o (Allah) dır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.”  Tâhâ 8

 

(Habibim) de ki: “İster Allah diye dua edin, ister Rahman deyin.Hangisini deseniz,en güzel isimler hep O’nundur.”                                             İsrâ  110

 

 

Hadis kaynaklarında Esmâ-i Hüsnâ:

 

*  Buharî’nin Tevhid ve Da’avât bölümlerinde,

*  Müslim’in  Zikir bölümünde,

*  Tirmizî’nin  Da’avât bölümünde,

*  İbn Mâce’nin Du’â bölümlerinde pek çok esma hadisleri vardır.

Önsöz-Eliften Yansımalar

ÖNSÖZ

            Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adı ile,

Esirgeyen ve bağışlayan, kâinatın ve hesap gününün tek sahibi ve hâkimi, varlığımızın da tek sahibi olan, sayısız maddi ve manevi nimetleri ile lûtuflandıran, kullarını nûruna kavuşturmak için daimi vesileler yaratan, darda olana yetişen, belâ ve imtihanlarını kazanç vesilesi kılan, kalpleri mesken kılan, apaçık kitap ile zoru kolaylaştıran Allah-u Teâlâ’ya sayısız hamd olsun.

Peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin rahmeti, dinin doğru uygulayıcısı, insanlığın kâmili, vesilelerin en keremlisi, Allah’ın sevgilisi, ümmetine merhameti bol, şânı yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed sallallah-ü aleyhi ve sellem’e , temiz ve pâk ehl-i beytine, şerefli ashabına, yolundan gelen hayırlı insanlara selâm olsun.

Şüphe yok ki nimetlerin en kıymetlisi İman ve İslâm ile şereflenmek, öğrenilenlerin ışığında, bilgileri hayatımıza geçirmektir. Bu kitabı yazmaya sevk eden şeylerin başında, Esmâ’nın hayata geçirme konusundaki faydasına olan inancım gelmiştir. Eğer insan din konusunda ciddi ise, yani imanı Allah’ı tanımaya yönelmiş ve bu yöneliş her türlü yönelişin önüne geçebiliyorsa, Esmâ’dan muhakkak bir fayda sağlayacaktır. Çünkü Esma, bir bakıma bize Allah’ın Ahlâk’ını öğretirken, diğer bakımdan da umarım bizi bu ahlâkla ahlâklandıracaktır.

Yine bu yazılış sebeplerinden bir diğeri, bu konuları anlattığım arkadaşlarımın not tutmaya çalışmaları ve zorlanmalarıdır. Yoksa böyle bir konuda umuma açılmak asla haddim değildir. Kendim senelerdir zevk alarak Gazzali hazretlerinin İlâhi Ahlâk adlı kitabını okuduğumda, bizden genç olanların anlayabilmesi için biraz daha anlaşılabilen dil ile olsa diye düşünürken, bu dili kendim kullanacağım aklıma bile gelmemişti. Acizane olsa da iyi niyet içinde hazırlanmış olan bu kitabın yararlı olacağını ümit ederek, seviniyorum.

Bu konuda bana destek veren gönül dostlarıma teşekkür ediyorum, çalışmalarıma yaptıkları katkılar dolayısı ile, hepimizin bu isimlerle isimlenmemiz için  dua ediyorum.

Son olarak, yoluma ışık olan büyüklerimi ve varlığımın sebebi olan babamı rahmetle, annemi de hürmetle anarak Allah’a emanet olunuz, diyorum.

1 Mayıs 2003  Meram Konya

Ayşegül Erdoğ

Son Bölüm

Son bölüm:   

İnsan, en zor olan konu. “İnsandan söz edilinceye kadar nice bir zaman geçti” ayetini anlıyorum. İnsan bozulmaya, çirkinleşmeye açık. İnsan düzelmeye ve güzelleşmeye de açık. Yol bizim tercihimize bırakılmış, ister iyi yolu, ister yanlış yolu seçelim. Özgür irademizi kullanarak, seçimi kendimiz yapacağız. Sonucuna katlanarak. Önce neye inandığımızı bilmeliyiz. Kalbimizde zerre kadar iman olsa, aklımız bu imanın ışığında, doğrunun bizim için hayırlı olduğunu bulacaktır. Kuran’da “akıl sahipleri” diye bahsettikleri, aklını kendi menfaatine kullanabilenlerdir. Bu menfaat, dünya menfaati ile ilgisi olmayan, ebedi hayatta vaat edilenlere kavuşmak ile ilgili bir menfaattir. Bu, gerçekten elde edilmesi gereken bir sermayedir. Peki insanı bundan uzaklaştıran nasıl bir fani istektir? Allah’a ve Ahiret gününe hakikaten inanan bir kişi, kalıcı menfaatini harcamak uğruna, geçici menfaatini değerli göremez. İşte benim üzerinde en çok durduğum konu buydu. İnsanlar “Amentü” yü okuyor. İnandığını söylüyor, lâkin yine de dünyayı, dünya menfaatini, ahiretine tercih ediyor. Bu nasıl oluyor? “Dünya hayatı hüsrandır. Ahiret ise hayırlı ve Bakî (kalıcı) dir” diyen ayetlerde, Rabbimiz bize öz olarak bunu bildirmiyor mu? Burada aşkın önemi devreye girmeli, diyorum. Bütün dertleri verirken, dermanı da veren Rabbim, aşkı derman olarak kalplere sunmuş. Eğer kalpte sevme duygusu varsa, sonunda doğruya yönelecektir. Allah yarattıklarını muhabbeti ile yaratmadı mı? sonsuz bir sabırla kullarının Zâtına yönelmesini beklemiyor mu? Eğer bizleri sevmese, kemale yönelmemiz için her an bir sebep halk etmiyor mu? Bizleri sevgi ile yaratıp, bizim de birbirimizi sevmemizi istemiyor mu? Nefis ile bizleri donatırken, onunla mücadele ederek, Zâtına varış yolunu açmıyor mu?

Nefis, emreden nefis olmaktan kurtulduktan sonra, O’na yükselten Burak oluyor. Bizim yolumuzda bineğimiz oluyor. Meselâ meleklerde nefis yok. Onların bütün işleri, Allah’ı tesbih etmek. Fakat onların yükselme, makam alma gibi bir durumları olmuyor. Yani gayretleri olmuyor. Gayret ve emek bizden bekleniyor. Nefsi ile var olan Adem’e bütün yarattıklarını secdeye davet ediyor. Nefsi olmayan melekleri nefsi olup, nefsinin mücadelesini veren Adem’e secdeye davet ediyor. Nurdan yaratılan, topraktan yaratılana secde ediyor. Hz Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Allah ile öyle bir halim vardır ki oraya ne bir mürsel peygamber, ne de bir mukarrebin melek giremez” hadisi düşündürücüdür. Mirac olayında Cebrail A.S.ın “Bir adım öteye geçersem yanarım” diyerek geri çekilişi ve sonraki yolculuğa Peygamberimiz (s.a.v.)’in yalnız devam edişi de düşündürücüdür.

Aşk bir çekim, bir cazibedir. Dünya, bütün gezegenler, yıldızlar, güneş çekim ile dönüyorlar. Dünyanın yer çekimi olmasa hiç birimizin ayağı yere basmayacak. Demek ki yaratılmış her şey aşka tabi oluyor. Ya kendinde cazibe olanlar çekiyor veya bir çekim alanına yakalanıp, çekiliyor. Yani ya aşık, ya maşuk oluyor. Kalpte sevgi olmazsa, dünyanın oyuncaklarına kapılma oluyor. Muhabbetullah, yani Allah sevgisi kalbe girince, esas olması gereken olmuş oluyor. Bu sevgi ile kalp yeniden mamur ediliyor. İşte bu sevgi insanı, kendisinden söz edilir hale getiriyor. Artık bu kalpte dünya sevgisi, tutkusu kalmıyor, kalp aslolana yöneliyor. Muhabbetullah öyle bir kuvvet ki kalbinde bunu henüz hissedemeyenlerin bile ilgisini çekiyor. Muhabbette olana ait bir çekim oluyor. Yani aşkı bilmeyende bile aşka aşk başlıyor. İşin başında olanlar için belki taklidi muhabbetullah denecek olan bu muhabbet zamanla yerini hakiki muhabbete bırakıyor. İşte o zaman kalp mamur edilmeye başlıyor. Mamur olan kalp, mamur edilmemiş olanları kendine çekiyor. Bu gayri iradi, yani elinde olmadan oluyor.

Allah’a giden yolların çeşitlerine rağmen, en kolay yol aşk yolu oluyor. Çünkü aşkta nefsi terbiye etmek için fazlaca gayrete gerek kalmaz. Seven safiyete yakın olur. Safiyet ile de nefsin hevası kavrulur gider. Aşk uzaklaşmaya engel, yakınlaşmaya da sebeptir. İnsani boyuttaki bir aşkta bile seven her anını sevdiğini düşünerek, onun hallerini hatırlayarak, kavuşacağı anı hayal ederek, bir an önce kavuşmayı dileyerek geçirir. Bu sebepten kalpteki diğer bütün düşünceleri sildiği için mecazi aşk ta çok kıymetlidir. Derler ki mecazi aşk, hakiki aşka köprüdür. Aşk kalbin başka şeyler düşünmesine mani olurken, vesvese, boş düşünce, boş hevesler gibi kalbe yaramayan ve uzaklığa sebep olan her türlü düşünceden kurtarmış oluyor. Yani gafletin azalmasına vesile oluyor. Gaflete düşülse bile yeni bir gaflet ile daha da uzağa gitmeden, gafleti hatırlamaya vesile oluyor. Muhabbetullah ile şereflenen kişide dünya hevesleri kalır mı? muhabbeti kalbinde yaşayan kişi, sevdiğinden başkasını düşüne bilir mi? tek arzusu sevdiğine kavuşmak olmaz mı? böyle bir kalpte başka bir sevgiye yer olur mu? Bir kalpte ancak tek sevgi yaşayabilir. Eğer iki sevgi varsa, samimiyetten şüphe edilir. Yani hem Allah sevgisi, hem dünya sevgisi bir arada olamaz. Bu sebeple kalbin Allah’a yönelmesi, Allah sevgisi, ehlullah tarafından daima yüce tutulmuştur.

Aşık aşkından hem sızlanır, hem memnundur. Çünkü kendi de farkındadır ki büyük bir külfetten kurtulmuştur. Bu, dünyaya gerekenden fazla önem vermek sonucunda ortaya çıkan külfettir. Yani aşk ile külfet de biter. Aşık olan kalp bir türlü sakinleşemez, ta ki itminan buluncaya kadar.

Ey! Kalbim! Sana dönüp tekrar bakıyorum. Rabbimin günde kim bilir kaç defa nazar ettiğini düşünerek, dikkatle bakıyorum. Acaba her seferinde kendi sevgisini buldu mu? Veya kaç seferinde buldu? Daha zor gelen ise acaba hiç bulabildi mi? ben ne ile doluydum? Acaba Onunla dolu olduğum zamanlar oldu mu? Eğer kalbimde Onunla meşguliyetimi bulduysa memnun ve razı oldu mu?

Bu anları ayıklamam mümkün değil. Lâkin kabaca bildiklerim var. Şöyle ki: hak ve adalet duygusu taşımışsam, yaratılmış olan her canlıyı Yaradan’dan ötürü sevmişsem, ya da sevemesem bile saygı duymuşsam, bir şeylerden yoksun olanlarla karşılaştığımda merhametim coşmuş ve verişlere geçmişsem, öfkemi zamanında yenebilmişsem, mülkü sahibine iade edebilmişsem, hudutlarıma riayet edebilmişsem, kimseyi hor görmeden, hakaret etmeden kabul edebilmişsem, verdiklerine ve vermediklerine hoşnutlukla razı olabilmişsem, emirlerine uyabilmiş ve severek devam ettirebilmişsem, senin İlâhlığını ve kendi kulluğumu samimiyetle idrak edebilmişsem, senin kudretini ve kendi acziyetimi şeref ile yaşayabilmişsem ve bunu aşikâre söyleyebilmişsem, hesaba çekilmeden evvel, kendimi hesaba çekebilmişsem, senin ipine asla bırakmamak niyeti ile tutunabilmişsem, kalbimde uyurken bile imanımı koruyabilmişsem, biliyorum ki eğer bunları başarabilmişsem; eminim ki kalbimdeydin ve bu anlarda nazar ettiysen memnun ve hoşnut olmuştun. Ve çok daha fazla emin olduğum ise, eğer bütün bunları yapabildiysem, bana lûtfeden sendin ve senin tevfik ve inayetin olmasaydı ben bunların hiç birini başaramazdım.

Ey vücudun en kıymetli et parçası olan kalbim! Seninle ölmeden evvel helâlleşmem lâzım. Sana gıdan olan muhabbeti tattıramadığım zamanlar için, seni boş ve değersiz olan her türlü şey ile saatlerce ve belki de günlerce meşgul ettiğim için, her türlü vesvese ile nuru bekleyen duvarlarını kararttığım için, su-i zanlarla daralttığım ve hased, kin, gıybet ile zulmette bıraktığım için, kendim hakkında seni de aldattığım için, heva ve gelip geçici heveslerimle susuz ve yağmursuz bıraktığım için, yaradılışın icabı olan zikrinden uzak bıraktığım için beni affet, bana hakkını helâl et. Öbür âlemde benden davacı olma. Hidayete ulaşıp, her şeyi idrak ettikten sonra bunları asla yapmamaya söz veriyorum. Ya! Sahib-el Kulûb!

Ey! Âzalarım! Sizlerle de hesaplaşma günü geldi:

Ey! Dilim! Sen ki O’nun adını anmak, O’nu anlatmak, Onunla konuşmak için yaratılmışken; ben seni yaratılış amacına uygun kullanamadığım zamanlar için affını diliyorum. Seninle gıybet yaptıysam, hoş olmayan çirkin şeyler söylediysem, yaratılmış olanlara hakaret ettiysem ve bu sebepler dolayısıyla seni zulmette hapsettiysem, isyanımı seninle dile getirdiysem, küfrümde seni kullandıysam bana hakkını helâl et ve asıl âlemde benden davacı olma. Ben oraya gitmeden seninle barışmak istiyorum. Ya! Hafîz!, Ya! Hafîz!, Ya! Hafîz!

Ey! Gözlerim! Sizlerle görmem gerekeni görmediysem, görmemem gerekenleri gördüysem, sizlerin nur olduğunuzu düşünmeden, karanlık şeylere bakarak kirletti isem, sizlerin hakkınız olanı veremediysem, sizlere sahip olmanın zekâtını, sadakasını veremediysem, sizleri Kuran nuru ile besleyemediysem, sizlerle güzel rüyalar görmeyi beceremediysem, sizleri insanlara öfke ile, kin ile, hırs ile bakmada kullandıysam, haramdan hoşlanmada sizi kullandıysam, siz var olduğunuz halde iki cihanda da kör olacak davranışlarda bulunduysam, beni affedin. Öbür âlemde hatalarımı söylemeyin. Benden şikâyetçi olmayın. Sizden hakkınızı veremediysem, helâllik diliyorum. Ve size söz veriyorum bundan sonra ancak nurunuzu arttıracak şekilde bakacağım, sevgiyle, merhametle, adaletle…Ya! Basîr!, Ya! Basîr, Ya! Basîr!

Ey! Kulaklarım! Yaradılışın en ince harikaları olan kulaklarım. Sizinle duymam gerekenleri duymadıysam, duymamam gerekenleri duyduysam, siz duymaya açık olduğunuz halde ben doğru söze sizi kapadıysam, sizi çirkin şeylerle incittiysem, sizi harama sevk ettiysem, ağzım var diye ileri geri konuşarak kendi yanlış hallerime sizi de şahit ettiysem, vahyi duymaya can attığınızda sizi kapatarak bu güzellikten sizleri mahrum ettiysem beni bağışlayın. Ahirette suçlarımın şahitliğini yapmayın. Siz benden şikâyetçi olmadan, henüz vakit varken size söz veriyorum. Sizleri hakkınız olana ulaştıracağım. Semi’ isminin ve sıfatının yansımasıyla kendimi sizlere affettireceğim. Ya! Semi’, Ya! Semi’, Ya! Semi’!

Ey! Ellerim. Siz ki en ince sanatları yapmaya uygun yaratıldığınız halde, eğer sizleri yanlış yerlerde kullandıysam, sizinle harama uzandıysam, sizinle yanlış olana dokunduysam, sizinle kavga dövüş yaparak zaaflarımı kapatmak için kullandıysam, sizinle güzellikler yerine çirkinlikleri işaret ettiysem, sizi abdestin nurundan mahrum ettiysem, sizlerle Cehennem ateşini avuçladıysam, hakikat âleminde dile gelerek benden şikâyetçi olmayın. Bundan sonrası için söz veriyorum. Ne için yaratıldınız ise, o amacın dışında kullanmayacağım. Haklarınızı helâl etmenizi diliyorum. Ömrüm yeterse ve nasibimde varsa sizi, O’nun tutan eli yapacağım. Medet, medet, medet…

Ey! Ayaklarım! Toprağa yakın olup, alçak gönüllülüğü unutmamak üzere yaratıldığınız halde, sizleri eğer harama yürüttümse, yalan, iftira, gıybet için koşturdumsa, kötülük için kullandımsa, abdest nurundan mahrum ettimse, sizinle mahlukata basarak incittimse, sizi Allah’tan uzak yerlere götürdümse, sizinle kibirli yürüdümse, sizinle toprağı, bitkileri çiğnedimse, hayırlı işlerde sağımı öncelikle kullanmadımsa benimle artık helâlleşin. Bana haklarınızı helâl edin. Ahirette benim günahlarıma şahitlik etmeyin. Bundan öncesi için af diliyor, tevbe ediyorum. Bundan sonra, söz veriyorum, sizleri yaradılış sebebiniz üzerine kullanacağım. Ve yine söz veriyorum, bilerek şerre yürümeyeceğim. Ya! Allah!, Ya! Allah!, Ya! Allah!

Yüce merhameti ile tevbeleri kabul eden, Yüce koruyuculuğu ile tevbe kapısını daima açık tutan, merhametlilerin en merhametlisi olan, yarattıklarına bir annenin evlâdına olan şefkatinden daha fazla müşfik olan Mevlâm. Beni söz edilmeye değer bularak vazifelendirdiğin şu anda, kendimi aşağıların en aşağısında hissetmeme sebep olan günahlarımı hatırlattın. Hatırlayabildiğim ve hatırlayamadığım nice günah, hata ve eksikliklerim için bir daha asla yapmamak niyeti ile, tevbe ediyorum. Biliyorum ki samimi olarak ve bir daha aynı günaha dönmemek niyeti ile yapılan tevbeleri kabul ediyorsun. Kitabında bu konuda söz veriyorsun. Sen asla vaadinden dönmeyensin. Vaadinde sadıksın. Yapmış olduğum tevbeme, bütün azalarımı da dahil ediyorum. Onları senin bana verdiğin emanet olarak görememiştim. Bundan sonra emanetine riayet edeceğim ve azalarımı ateşten koruyacağım. Kalbimi ateşe atmayacağım. Kalbimi nazargâhın yapacağım. Bütün azalarımla tevbe ediyorum, kabul et. Ya! Zülcelâli vel’ikram…

“Ey! Kendinden emin olunan nefis.

Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak, Rabbine dön.

(İhlâsla İbadetlerine devam eden) kullarımın arasına karış. Ve Cennetime dahil ol!”

                             Fecr sûresi/ ayet 27-28-29-30

 

KONYA 26.10. 2004

Salı/ Ramazan-ı Şerif’in 11.gecesi saat: 4.22

Ondördüncü Bölüm

Ondördüncü Bölüm:

ALLAH İÇİN NE YAPABİLİRİM? 

Aklım Allah için ne yapabilirim? O’na kendimi nasıl feda edebilirim? Soruları ile dolu. Allah için ne yapsam, bir şey yapmamış olacağım. Benim yaptığım neye ihtiyacı olabilir ki? Sonra kavrayış ve sezgi devreye giriyor. Evet çözüyorum: Hakk’a giden yol halktan geçiyor. Yaratılmış olana saygı ve sevgi duymak, O’nun pek kıymetli olan yarattıklarına önem vermek, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermek, yardım etmek, birinin derdine derman olmak… İşte Allah için ancak bunlar yapılabiliyor. İbadetlerimizi ve kulluğumuzu düşünüyorum. Bunları kendimiz için yapıyoruz. İlk önce ateşten korunmak için, sonra tavsiye edilenleri yaparak, zaman içinde nefsimizi terbiye etmek ve bir düzene getirebilmek için yapıyoruz. İbadetler, Allah’ın emirleri olarak hayatımızı olması gereken şekle koyuyor. Nefsimizin daha önceden başı boş yaşayışını, disipline sokuyor. İnanan insanın yemesi, içmesi uykusu bile önceki yaşamına göre farklı oluyor. Yani nefsin tembelliğinden, fahiş isteklerinden, serkeş hallerinden kurtulmamıza vesile oluyor. Böylece etraf için de belki zarar vermeyerek bir fayda sağlıyoruz. Lâkin esas fayda kendimize oluyor. İman eden insan daha önce Müslüman olduğu halde, şuurlu olarak, Allah’a yönelmesini, hidayete erme devri olarak niteliyor. Bundan önceki yaşantısını da cahiliyye devri olarak isimlendiriyor. Ben de böyle yapıyorum. O eski devrimde, üniversite bitirmiş olduğum halde Allah’a ait bilgilenme konusundaki eksiklerim sebebiyle cahil idim. Ve şimdi artık, esas ilmin Allah’ı bilme ilmi olduğunu biliyorum. Bir büyüğümüz “Allah zıtları ile bilinir” demiş. Ne kadar doğru… Allah’ı bilmek için nefsimizi bilmeye muhtacız. Nefsimiz de, emin olunan nefis olana kadar Allah’ın hoşlanmadığı, asla O’nun ahlâkında olmayan işler peşinde. İnsan sanki nefsini bilinceye kadar kendini eksiksiz, hatta yeterli görmüyor mu? Olaylar ve insanlar arasında zaman içinde ne kadar eksik olduğunu ve her konuda Allah’a muhtaç olduğunu tespit etmiyor mu? Kendini oldukça büyük görürken, nefsini bildikçe kendi gözünde küçülmüyor mu? Kuran’da “…nefsini ilâh edenler…” diye böylelerinden ne çok bahsolunuyor.

İnsanın önce kendine yetmesi, sonra başkalarına ulaşması söz konusu. Kendine yetmek, nefsine aşina olmakla mümkün. Nefsini bilen kişi onun oyunlarından, aldatmacalarından haberdar olur. Nefsini bilen kişi Allah’ın, mutlak kudret olduğunu, kendisinin de her an gaflete düşmeye açık aciz bir kul olduğunu bilir. Kendi acziyetini bilmekle, Allah’ını tanımaya başlamış olur. Artık O’nu tanıdığı için, bundan sonra O’nun için bir şeyler yapabilir. Böylece kendini aşma başlayabilir. Faydalı olma ve hizmet bundan sonrası için vardır.

Lâkin bazen insan ömrü bazılarımız için nefsimizi bilecek kadar fırsat vermeyebiliyor. İşte bu sebeple Kuran ve Hadis kaynaklı tavsiyeler vardır. Bunlar “Salih ameller” olarak adlandırılır. Bizler nefsimizi bilmeden, bu tavsiyelere de uymaya çalışırız. Nefsimi bileyim diye beklemek bu bakımdan uygun değildir. Meselâ cömertlik övülerek, özendirilmiştir. “Cennetin kapısını cömertler açacak” hadisi meşhurdur. Yaradan yarattığının, daha çok kendisine cömert olduğunu bildiği için, bu kötü ahlâktan kurtulması istenmiş ve yukarıdaki Hadis söylenmiştir. İnsan nefsini bildiği zaman diğerleri ile birlikte, zaten bu kötü huydan da kurtulmuş olacaktır. Lâkin bu imkânı kazanamayanlar için, daha nefsini bilmeden cömertlik yolunda gayret etmesi sağlanmıştır. İnsanoğlu verdiğini hiç hatırlamadığı zaman cömert olacaktır. Gerçek cömertlik, verdiğini unutmaktır. Taklid edilen cömertlikte ise, daima verdiğini hatırlamak vardır. Nefis insana verdiğini hiç unutturmaz, aldıklarını da unutturur. Dolayısıyla insan daima çok verdiğine veya yeterli verdiğine inanır. Gerçekten inanır. Ne zaman ki bir şey veremiyor, bir hayır yapamıyor diye üzüntü duyarsa, o zaman gerçekten vermiş olur. İnsanoğlu verdiğini hep hesap eder. Allah bu sebepten, zekâtı farz olarak isterken, kulunun ince ince hesap yapacağını bilir de “kırkta biri” diye şart koşar. Eski kullanılmışları vereceğini bilir de “yeni, temiz, kullanılmamış, kendi giydiğinden” diye şart koşar. Hoşuna gitmeyen gıdaları vereceğini bilir de “kendi yediğinden yedir” der. Bir yandan (Allah için canım feda olsun) der, öteki yandan her şeyin en iyisine, en güzeline nefsini lâyık görür. Bu sebepten, bize önerilen emirleri yaparken mutlaka nefsimizi ıslah etmeye ve bu emirlerin hakikatine ulaşmaya çalışmalıyız.

Bunlar gibi pek çok düşünce, hem beni kendime getiriyor, hem korkumu arttırıyordu. Ya aynada kendimi yakaladığım o gün hiç olmasaydı? Rabbim yüzüme bakmıştı. Mahcubum, daha öğrenecek kim bilir neler vardı? Ve ben nefsimin ‘esfel-i safilin’e inebileceği yeri henüz görmemiştim…

İnsanın alıştan verişe geçmesi, sadece madde ile değil, bazı kıymetli soyut kavramlarla da oluyordu. Para verişin en kolay ve başlangıç kısmı idi. Bu bile bazılarımıza zor geliyordu. Verişin en alt hududunu zekât olarak sınırlamıştı. Zekâtın üstünde, sadakalar vardı. Sadaka farz olmayıp, insanın ihtiyarına bırakılmış yardımlardı. Sadaka ile, pek çok belâlar def edilir, hatta kader üzerine bile etkisi olduğu söylenir. Sadaka vermek mecburiyetinde olmadığımız mali verişler oluyor. Zekâtını veren, bunun karşılığında, bir ibadetini yapmış olup sevap kazanırken, sadakada böyle bir farz ibadet olmadığı halde, buradaki veriş nafile ibadet olmuyor mu? “Kulum nafilelerle bana öyle yaklaşır ki o kulumun gören gözü ben olurum. İşiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum….” Hadisinde anlatıldığı gibi bir nafile ibadet… Bir de “Karz-ı Hasen” vardı tabii…

Para ve mali yardımlar tabii hale geldikten, verdiklerimizi hiç hatırlamaz hale geldikten sonra, zamanımızı vermek geliyordu. Bize hiç yararı olmayacak şekilde harcamak… Halbuki esas yarar burada idi. Başkaları için harcamak. Önce değen insanlar için, sonra her kim karşımıza çıkarsa onun için, daha sonra da değsin veya değmesin her kim olursa onun için… Allah böyle yapmıyor muydu? Zatını, değmez gibi görünenlerimiz için bile sebil etmemiş miydi? Hiç değer vermeyeceğimiz biri için bile rızkını göndermekte ve hidayet yolunu açmak üzere her an yeni sebepler halk etmekteydi. Duvar dibine yığılmış bir sarhoşun gönlüne merhamet duygusu vererek, lokmasını yanına gelen bir kedi ile paylaştırarak, belki de affetmek için sebepler yaratmıyor muydu?

Daha sonra gelen verişlerde bedenimizi vermek, sebil etmek gelmiyor muydu? Kendimize bakacak halimiz olmadığı halde, ihtiyacı olduğu için bazen bir yaşlıya, bazen bir çocuğa bakmak böyle oluyordu. Tanıdığım bir yoksulun altı çocuğu vardı ve durumu her bakımdan perişan idi. Komşusunun evi yanıp kendileri ölünce, arkaya kalan iki çocuğunu almış, bakıyordu. Hem de ne kadar zor şartlarda. O çocuklara gösterdiği samimi alâkayı asla unutamam. “Bize lokmamızı veren Mevlâ, elbet onlara da verir” diyordu. Bu çocukların ileride uzayıp gidecek hayatlarının her halini yüklenmek ise ayrı bir hal idi. Sonradan öğrendiğime göre, kendi çocukları hayırsız çıkmış, çekip gitmişler. Ve bu kadına yaşlılığında bu emek verdiği çocuklar sahip çıkmış. “Allah boş iş yaptırmaz. Gördünüz mü? Yaşlılığıma yatırım yaptırmış. Yalnızlık zor olacaktı” demişti.

En büyük veriş ise, ömrünü, hayatını Allah için vermekti. Kendine ait hiçbir şeyi kalmamak üzere, bir daha asla yaşayamayacağı ömrünü, bütün dünya zevklerinden uzak kalarak da olsa, bozuk para gibi harcamaktı.

Bunların insanlık âlemi için kolay olmadığını biliyordum. Hz. Ebubekir, malını mülkünü olduğu gibi İslâm için vermiş ve sıddıkıyet makamına yükselmişti. Herkes için belki de mümkün olmayan bir yer…

Hz.Ali, Kureyş’liler Peygamberimiz(s.a.v.)’e zarar vermesin diye yatağına girerek, ölümü göze almıştı…

İşte vermenin doruğunda olan her şeyi kendim için düşünerek, soruyordum. Allah için ne yapabilirdim?

EDEP YA HU!

Yine kışa girdik. Baharı görmeden yaz geldi geçti. Kar serpiştiriyor. Eyüp’te faaliyetler devam ediyor. Burada her insanda farklı olmak üzere, verişin her çeşidini görmek mümkün. Bizi veriş zevkine ulaştıran Bakî Efendi. Her verişin önünde O’nu görüyorum. Eğer her işe atılmasa, belki bizler bu kadar şevkli olmayacağız. O ortaya atılınca, biz daha çok atılıyoruz. Hem O’nu yormamak adına, hem de gayemiz beliriyor. Verişin huzurunu ve mutluluğunu başka bir yerde bu derece hissetmek mümkün değil. Müslüman’ın en büyük eğlencesi. Osmanlı kestirmeden giderek, insanların huzur duyacağı, mutluluğa ulaşacağı yolu bulmuş. Vakıflar. Veren mutlu, alan mutlu. İnsanı insan yapan değerlerden en önemlisi sanırım. Allah dilediğine zenginliği vererek, toplumda herkesimin mutluluğunu ve ecir kazanmasını sağlamış. Sanki zengin için fakirleri; fakir için de zenginleri yaratmış. Böylece biri vererek rahat uyuyacak. Diğeri de akşama yiyeceği yok iken, doyunca rahat uyuyacak. Herkes zengin olsa idi, nasıl sevap olacak veya huzur bulunacaktı. Fakirin de sabredişini, zenginin verişi ile bir tutarak, bu sebeple fakire de makam verilmiş oluyor. Makbul tutuyor. Dengenin ince düşünülmüş mükemmelliği başımı döndürüyor.

Ihlamur, hayatımın eşiği. Ihlamur’da bir özel halim oluyor. Sanki eski devirlerde yaşıyorum. Edebin kök saldığı, olmazsa olmaz olan devirlerde. Dükkânımıza bir levha yazdım. “Edep ya hu!”…çok güzel oldu. Yazıyı her okuyuşumda sanki edepsizliğime kızıyor sanıyorum. Böyle hissediyorum. Bizde nerde o eski anlatılan edep?

Dostum, “Üstat, bu yazı sanki canlı. Bana ihtarda bulunuyor gibi geliyor” diyor. Gülümsüyorum. Maksat hasıl olmuş demek. Sadece bana değil, herkese edebi hatırlatacak diye düşünüyorum. Hatırlama kâfi mi, bilmiyorum. Esas edebin, mülkün sahibini unutmamak olduğunu düşünüyorum. Meselâ birine öfkelenip, söylenince, sahibi gücenir mi? diyorum. Ve böyle davranmak edebe sığar mı, diyorum. Yahya Efendi Camiinde abdest alınan yerde böyle bir levha vardı. Girişte dikkatimi çekmişti. Anlıyorum ki edebe çok önem verilmiş. Doğrusu iş, Allah’tan gafil olmaya kadar gidiyor. Edep hududunu aşmamak, edep Allah’ın hudutlarına riayet etmek, edep gaflete düşmemeye çalışmak mı? belki de hepsidir…

Bakî Efendi, o gün Ihlamur’a geliyor. Epeyidir uğramamıştı. Yine yokuş yormuş olacak ki kendini köşedeki sedire bıraktı. Hepimiz koşturuyoruz. Beni bir heyecan sarmıştı. İlk günü hatırlıyorum. Yine selâm vermiş ve bir müddet konuşmamıştı. Vakit ikindi üzeri gibiydi. O ilk karşılaştığımız günden bu güne geçen süre sanki yokmuş gibi hissetmiştim. Çok şey öğrenmiştim. Bunları unutmam mümkün değildi. Fakat şu anda kuvvetle hissettiğim, daha çok sözle değil de örnek olarak bana öğrettikleri idi. Yumuşaklığı, inandığım konularda kuvvetli olmayı, hoş görüyü, tarafsızlığı, sağlamlığı ve az da olsa amellerde devamlılığı hep kendisinden, hal dili ile öğrenmiştim. Az söylemiş, ama hali ile örnek olmuştu. Ne çok şey borçluydum. Ayaklarının duruşunda bile bir edep fark ediliyordu. O anda bir şey daha anladım. O her an huzurda gibiydi. İşte böyle olunca da içten gelen ve bütün azalara yayılan bir hal oluşuyordu. Edep bu makamda böyle oluyordu…

ORGAN BAĞIŞI, ALLAH İÇİN VERİŞ OLUR MU?

Bakî Efendi zaman zaman baston kullanıyordu. Belki yorgunluktan, belki dizlerinden dolayı. O gün de baston ile gelmişti. Bastonunu yanına dayamış, ıhlamur içmeyi arzu etmişti. Ben mutluluk içinde ikramda bulunuyordum. “Bu akşam bizde olacağız. Buyurun. Eski dostlarımızdan birkaç kişi gelecek. Bir karara vardık ta onu şekillendireceğiz”. Hepimiz davetliydik anlaşılan. Farklı bir durum vardı. Arabası olan bir dostumuz rahat etmesi için Bakî Efendi’ye araba ile götürmeyi teklif ediyor. İki gözümün nuru beni de yanlarına katmak isteyince, hep beraber çıkıyoruz. Beşiktaş’tan kızarmış tavuk, ekmek, tatlı alıp Erenköy’ün yolunu tutuyoruz. Akşam yemeğinde kalabalık olacağız.

Saliha annem bizi görünce biraz şaşırdı, en çok ta sevindi. Oğlunun acısından beri zaruret olmadan dışarı çıkmıyordu. Bu sebeple insan görünce çok seviniyor, ona da bir değişiklik oluyordu. Ben acele sofrayı kuruyorum. Kalabalık olacağız, ancak yere sığabiliriz, diye düşünüyoruz. Daha sonra diğerleri de geliyorlar. Yemek şenlik içinde geçiyor. Sonradan sıra çaya geliyor. Bir arkadaş buluyorum kendime yardımcı. Birlikte neşe içinde hizmet ediyoruz. Nihayet hepimizin merak ettiği konu açılıyor. Bakî Efendi “Dostlarım, bu gün benden sonra faydası olsun diye organ bağışında bulundum. Sizlere de bunu haber veriyorum ki belki içinizde bu konuyu düşünen vardır”. Tam düşündüklerim üzerine gelişen bir konuşma. Allah için ne yapabilirim, diye düşünürken, tam bir cevapla karşılaşıyordum. Bana çok kolay geliyor, hemen yarın diyorum, yarın…

Herkes heyecanlanıyor. Hepimiz organ bağışına karar veriyoruz. “Ya! Rabbim! Organ bağışı senin için bir veriş olur mu?” . Bakî Efendi’den cevap yetişiyor: “Allah’ın yarattıklarına bir yardımda bulunmak, Allah için bir şey yapmaktır”.

Gece eve geç dönüyorum. Kuşlarıma yem vereceğim. İçimde büyük bir huzur. Organlarıma daha iyi bakmalıyım. Çok lâzım olacaklar…

Ertesi gün, ben de organ bağışı işlemimi tamamlıyorum. Dönüşte Bakî Efendi’ye gidiyorum. Niyetim, yaptığım işin müjdesini vermek. Kapıda karşılanıyorum. “Nerdeyse benim önüme geçecektin. Bu ne acele” diyor. “Belki nefsime uyar da vazgeçerim diye, korktum efendim” diyorum. Elini omzuma atıyor. Başını bana doğru çevirerek, gördüğüm en duygulu bakışı ile gözlerimin ta içine bakarak “İnşallah, artık senin nefsinden aldatma olmaz. Bundan sonra da bunu bilerek şükrünü arttır” diyor. Ne duymuştum, nasıl oluyordu? Bana mı? nefsimden selâmete ulaşmak ümidinin kapısı bana mı açılmıştı? Ben daha her şeye yeniden başlayacak halde iken, kendimde iyi bir hal bulamamışken, nasıl oluyordu? Kendimi hem çok şey öğrenmiş, hem de yolun başında bulur iken…

Yedi gün yemek yiyemedim, hiç uyumadım. Sevinçten değil, şaşkınlıktan. Dip diri güne başlıyordum. Aklım bazen düşüncemi kaybediyordu. O anda geçen hafta gördüğüm bir rüyayı hatırladım. Aslında bu rüyayı Bakî Efendi’ye anlatacaktım, lâkin tamamen unutmuştum. Erenköy’de yemek yediğimiz gece, kuşlara yem verdikten sonra, kanepede uyuyup kaldığım gece…

Rüyamda Kâbe’deyim. İnsanlar tavaf yapıyorlar. Ben de bir yandan onları seyrediyorum, diğer yandan elimde uzun saplı bir süpürge ile yerleri süpürüyorum. Kâbe’nin Selâm kapısından bir kalabalık gurup giriyor. Etraftan bir telâş, koşturmaca. Bana “Sahabi Efendilerimiz geldi” çabuk yerdeki dağınıkları, çöpleri topla diyorlar. Ben de acele süpürgenin önünde birikmiş olan toz yumağını topluyorum. Lâkin tozları koyacak yer bulamıyorum. Tozlardan kurtulacağım ki ben de gidip ellerini öpeyim. Sağa sola bakınıyorum, bir münasip yer bulamayınca toz yumağını yemeye başlıyorum. Hayret edilecek şey, yediğim toz yumağının pamuk helva olduğunu fark ediyorum. İçimden “Burada günahlarımızı döküyoruz. Bu toz bizim günahlarımız. İyi ki yedim. Çok ta lezzetliymiş” diye düşünüyorum. Fakat ben yedikçe, toz yumağı küçüleceğine büyüyor. Hiç bitiremeyeceğimi sanıyorum. Fakat bir taraftan da tadı iyi geliyor. O sırada Sahabi Efendilerimiz geliyor. Birlikte yiyoruz, ben şaşkın, uyanıyorum. Kalkıp yerime yatayım derken acayip bir rüya diye düşünüyorum. Uykuya öyle ani geçmişim ki bu rüyayı tamamen unutmuşum. Bu sebeple sonradan da hatırıma gelmemişti.

Bakî Efendi’yi ilk gördüğümde, rüyamın anlayamadığım mânasını soruyorum. Dikkatle dinliyor. sonra; “müjdeler olsun” diyor. “İnsanların arasına karışacaksın. Faydalı olacaksın. Onların günahlarını dökmelerine vesile olacak ve sonra örteceksin. Aynı Sahabe Efendilerimiz ve büyüklerimiz gibi… bu rüya çok büyük mâna taşıyor. Umarım sen de verilen vazifenin altında ezilmezsin. Allah taşıma gayret ve kuvvetini ihsan eder, İnşallah” diyor.

Onüçüncü Bölüm

Onüçüncü Bölüm:

HAC YAPIYORUM     

Yaz biraz tembellik içinde geçiyor. Kış sert geçtiği için mi nedendir, yaz da sıcak geçiyor. Geceleri uyuyamıyorum. Kalkıp nafile namaz kılıyorum, kaza yapıyorum. Sabah olunca da sanki uykumu almış gibi, işe gidiyorum. Küçük tasarruflarım oluyor. Gerçi Necip’in ihtiyaçları için, kitapları falan derken biraz harcamıştım ama, yine de bereketi içinde diyorum. Aslında pek harcama yapmıyorum. Kendimde yolculuğa çıktığımdan beri üstüme hiçbir şey almadığımı fark etmiştim. Eskiden mümkün müydü? Giyimime çok düşkündüm. Şimdi de almadığımı şu an düşünürken fark ettim. Mevcut olanlar daha beni epeyi götürürdü. Hac için para biriktiriyorum. Necip’ten önce rahatça biriktiriyordum. Ama şimdi onun yanında hiç sözünü etmiyorum. Heves eder diye çekiniyorum. Heves ettiğini hissedersem, gidemeyeceğimden korkuyorum. Belki de onun da tasarruf etmesini beklerim, gönlü mahzun olmasın, diyorum. İyi ki baba evim var ve kira derdim yok. Ufak ama bana büyük bile gelen evimde mutluyum. Hayaller kuruyorum. En çok Medine’yi merak ediyorum. Uzun zamandan beri, içimde Peygamberim (s.a.v.)’e karşı bir titreyiş var. O’nun hayatını okuyup, Hadis’leri ile ilgilendikten sonra başlayan bir kalbî yakınlık… Meselâ bir yerde O’ndan bahsedilse ağladığımı fark ediyorum. Bu sebeple yerinde ziyaret etmenin ne kadar etkili olacağını tahmin bile edemiyorum. “Ümmetinden sayılır mıyım?” diye sayıklıyorum. Bazen uykudan bu sözlerle uyanıyorum.

Böyle düşüncelerle yatağımda döndüğüm bir gece rüya görüyorum. Kıyamet kopmuş. İnsanlar bir yerlere kaçar gibi, yokuş aşağı koşuyor. Bir yandan gökten üstümüze kocaman kayalar yağıyor. Yer ayaklarımın altında kayıyor. Ben de koşuyorum. Aynı zamanda fırtına var. Sel yolu kaplamış, ayaklarımız suların içinde. Bir de şiddetli duman… Boğulur gibiyim. Herkes bağırıyor, çaresiz. O sırada sağ tarafımdan birisi gelip, sağ elimi yakalayıp, avucuna alıyor. Sıkı sıkı tutuyor. Ben başımı sağa doğru çevirdiğimde haşmetli bir şahıs görüyorum. Yüzünü göremiyorum. İçimden “Peygamberimiz” diyorum. O, “elinden tuttum, artık korkma. Seni ben götüreceğim” diyor. Rüyada öyle bir rahatlıyorum ki sanki o kıyamet yok oluyor. Emin olarak yanında yürüyorum. Gözlerimi açtığımda ter içinde ama mutluyum. “Çok şükür, şefaati yetişti. Zaten daha burada iken yetişmemiş miydi? Eğer yetişmemiş olsa ben bu yollara nasıl girecektim? Kalkıp, iki rekat şükür namazı kılıyorum. “Beni rüyasında gören, gerçekten görmüş gibidir” Hadisini hatırlıyorum. Göz yaşlarım secdeye şelâle…

Bu rüyanın derinliğinden haberdarım. Kimseye söylemiyorum. Benliğime bir pay çıkmasın. Böylece rüyam canlılığını korumaya devam ediyor. Her gün yeniden görmüş gibi uyanıyorum. Medine burnumda tütüyor. Yollarını öpesim geliyor. Söylerlerdi de anlayamazdım… hiç durmayacağım, ilk mümkün anda Medine…

NECİP HASTALANIYOR:  

Necip hastalandı. Daha doğrusu üç gündür hastalanmış, haber vermemiş. İyileşir sanmış. Çalıştığı yerden Hilmi Bey’e sorulunca, ortaya çıkıyor. Hemen gidiyoruz. Necip herkesin gönlünü fethetmişti. Dostlarımla gidiyoruz. Durumu hiç iyi değil, hemen hastaneye kaldırıyoruz. Bir türlü teşhis koyamıyorlar. Ateşi çok yüksek. Nihayet tetkik sonuçları belli oluyor. Durumu çok kötü. Ummadığımız kadar kötü. Kemik iliği verilecek, hastalığı kötü. Hem kendisi çekiyor, hem para pul yok. Düşünüyorum. Allah mutlaka bir çare verecek, diyorum. Fakat kalbime söz geçiremiyorum. Necip’in hastalığındaki hikmeti anlayamıyorum. Arada kendine gelince “tavuklar aç kalmasın abi” diyor. Tavuklara da bakıyorum. Hiç vaktim kalmadı. Harap olmaya bile…

…………………..

Üçüncü haftaya giriyoruz. İlik bulunamadı. Hepimiz kendimizden olabilir mi diye kontrol yaptırdık. Olmadı. Doktorlar, bir yakını olmalı diyorlar. Necip’in bizden ve Allah’tan başka kimsesi yok ki. Söyleyemiyoruz…

…………………..

Bu hafta bir ümit doğdu, ameliyata girilecek. İlik bulundu sayılır. İlâçları çok pahalı. İlk gereken parayı ben verdim. Hac paramı… Bakî Efendi, Hilmi Bey, dostlarım, arkadaşlarımız toparladık ucu ucuna. Bakî Efendi “Eyüp’ü satılığa çıkardım. Ama ha deyince olmuyor” diyor. Benim Hac paramı verdiğimi söylemişler. “İbadet paran, hem de heves ettiğin tek şey. Şimdi boşa mı gitti?” diyor. Bilmem der gibi omuzlarımı kaldırınca “Haccın kabul olsun, kabul olsun. Allah sana görünmez hazinesinden misliyle versin” diyor. O anda Necip için öylesine mutluyuz ki, Hac kaynıyor, hepimiz unutuyoruz.

Şükürler olsun Necip iyi bir netice ile ameliyattan çıktı. İlik nakli gerçekleşti. Hepimiz gözüne bakıyoruz. Bir açılsa da, ona da iyileştiği müjdesini verebilsek. Nihayet gözlerini açıyor. Bakî Efendi koridorda bekliyor, ben ve dostlarım başındayız. Bakî Efendi içeri giriyor. O anda Necip eli ile elime sarılıyor. “Abi, sen ne yaptın da müjdelendin? Tam ameliyata başlanacak, serum bağladılar, sayı saymamı söylediler. Hiç sayamadım. İçeri bir zât girdi. Bana senin haccını tebrik ettiğini söyledi. Fakat bu seferki acele oldu, seneye mutlaka Medine’ye bekliyorum, kendisine selâm söyle” dedi. Dilim teneke olmuş, ağzıma yapıştı. Gözlerim yine çağlıyor. Hem anlattıklarından, hem aramıza dönüşünden Necip’in… O elimi öpüyor. Başımı kaldıramıyorum, utanıyorum. Bakî Efendi “O, iki cihan güneşiydi Necip, sana da gördüğün için tebrikler ve şefaatine ulaşmanı umuyorum. Bu kerata biriktirdiği Hac parasını, gözünü kırpmadan sana verdi de…” . Doktor odaya giriyor, bizler dışarı. Mahremiyetim ifşa edildiği için mahcubum. Biraz da utanıyorum. “Hani diyorum Rabbim, hani seninle aramızda olanları sırlayacaktın?” içimden böyle söylerken Bakî Efendi “Bazıları sırlanır, bazıları açılır. Umum için, örnek olmak adına, ibret almak adına…” diyor. Ben Hac yorgunluğumu atmak üzere müsaade isteyip ayrılıyorum.

Necip, benim can dostum, bir ayı geçti, halâ hastanede yatıyor. Ameliyattan sonra ilâçların ayarlanması, falan derken bu kadar süre geçti. Ben sırdaşım, arkadaşım Necip’e daha bir yakınım. Gözlerinde bir endişe olmasın istiyorum. Rabbim bize bağışla bu çocuğu… Bir daha hastalık yüzü görmesin. Farklı yapıda olup, farklı kültürlerin insanlarıydık; nasıl da yakınıma girebilmişti. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir hadisini hatırlıyorum. “Soyumdan gelen değil, yolumdan gelen bizdendir” . Necip ile soyca yakınlığımız olmadığı halde, aynı yolun yolcuları olarak, bir birimizi anlamayı yahut anlamaya çalışmayı başararak, nasıl yakın olduğumuza artık şaşmıyorum…

MAL SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ. HANİ BUNUN İLK SAHİBİ?

“Abi, Eylül girdi ya. Memlekette bu zamanlarda bağ bozumu olur. Gece, gündüz fark etmiyor, çok uyuyorum. Belki de ilâçlardan, hep rüyamda memleketi görüyorum. Bağ bozumunu. Şöyle lise diplomamı alayım da bir kere gitsek. Orada Yakut ana var . Babamın büyük halası. Artık çok ihtiyar, doksanı geçkin. Çocukları biraz soğuklar da, kendi öyle değil. Gideriz değil mi? Hem ben seni onlara mutlaka göstermek istiyorum. Abi bizim köy senin gibi bir adam görmemiştir daha” deyince, artık kendimi tutamıyorum, kahkahadan bayılacağım. “Benim gibi adam demekle ne demek istiyorsun? Yabani mi?” . “Yok abi. O nasıl söz öyle”. “Gideriz, sen şurada işini bitirip çık ta sonrası kolay” diyorum.

Necip nihayet taburcu oluyor. Hastane sonrası devrini nerede geçireceğine bir türlü karar verememiştik. Sonunda kendi evinde karar kılıyoruz. Ben yanında kalarak, bu dönemde ona bakacaktım. Bana fedakârlık ettiğimi söylüyorlar ama bana öyle gelmiyor. İnsan dost olunca, sadece iyi günde mi yanında olacak? Ben böyle düşünüyorum. Hilmi Bey ve hanımı Nazmiye teyze kendileri bakmak istiyorlar, çok ısrar ediyorlar. Ama onları yaşları dolayısıyla yormak istemiyorum. Ben daha müsaitim. “Hem nasılsa ev de satılmadı” diyorum. Necip yüzüme şaşkın bakıyor. “Abi ev niye satılacak ki?” diyor. Anlaşılan, duymamış, haberi yok. “Oğlum, sen çok hasta oldun, masrafımız çok oldu. Belki para lâzım olur diye düşünüldü. Neyse ki bizim topladıklarımızla idare edebildik. Şimdilik evini satmıyoruz” diyorum. Duygulanıyor. “Nereden benim evim oluyor? Evin sahibinden Allah razı olsun. Benim için demek ki evini satacaktı?” . “Yorma aklını ve kalbini. Biz bir vücudun organları gibiyiz. Dostluk ta esasen kuru lâfla olmaz. Dostluk kötü günde belli olur. Kime lâzım olsa, Bakî Efendi aynı şeyi yapardı. Doğrusu ben de yapardım. Hem mülkün esas sahibinin kim olduğunu sana anlatmıştım. Unuttun mu?”. “Ben kimleri tanımışım, kimlerle oturup, kalkmışım? Eğer sizlere lâyığınızı veremezsem yazıklar olsun bana, yazıklar olsun…” . “Can dostum. Biliyorsun; mal sahibi, mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi?”. Necip’i yalnız bırakıyorum. Daha rahat ağlaması için, dışarı çıkıyorum.

EYÜP’E MEKÂN KURDUK     

Eyüp’e mekân kurduk. Hafta sonunda hastaneden çıktık. Kontrollerimize gideceğiz. Bir yıl kadar iyi bakım ve tedavi devam edecek. Çatıya çıkıyoruz. Bana da yatak getiriliyor. Ne kadar oradayım, bilmiyorum. Şimdilik burada, yarın neresi murad edildiyse orada. Evi temizlemişler. Bir de güzel yemekler hazırlanmış. Afiyet içindeyiz. Hastam bana emanet edilmişti ya, tam bir hâmi oluyorum. Hilmi Bey hiç boş bırakmıyor. Bize elinden geleni yapmaya çalışıyor. Önce mani olmaya çalıştımsa da, onun da hoşlandığını anlayınca, kendi haline bırakıyorum. Necip hiç nazlı bir hasta değil. Bu bakımdan yorulmuyorum. Dersleri biraz aksamıştı, rapor ile onları da yoluna koyuyoruz. Çalıştığı yerden, halimiz öğrenilmiş, çok alâkadar oluyorlar. Necip’e para gönderiyorlar. “Lâzım olacak diye gönderiyoruz, arkadan da işlerini göndereceğiz, oturduğu yerde yapar” diyorlar. Bizleri uzaktan da olsa tanımışlar. Çalışmadan parayı kabul etmeyiz diye, çırak ile eve iş gönderiyorlar. İş görünsün diye gönderdiklerinin farkındayım, ama Necip anlamıyor. Dolaylı hiçbir şeyi anlamayacak kadar temiz olduğu için…

Necip’in her şeyini ayarlayıp, geç de olsa Ihlamur’a gidiyorum. Dönüşte Eyüp. Bu arada Erenköy fasılları da kapandı. Biraz canım sıkılmıyor değil. Hayatımdan Erenköy çıkınca, bir şey kalmamış olduğunu görüyorum. Hep giderken hiç anlamamıştım. Şimdi gidemeyince anlıyorum.

Hafta sonunda aşağıda bir hareket, boyacılar, sıvacılar gelmiş. Aşağı indiğimde girişte Bakî Efendi’yi görüyorum. Koşup ellerine sarılıyorum. Çok özlemişim, çok… “Yahu! Bizi rahat yerimizden kaldırıp, getirdin” diyor. Şaşkın yüzüne bakıyorum. Meğer müteahhit tanıdığı evin ufak tefek onarımını üstlenmiş. “Mahallenin çocuklarına bizim de bir hediyemiz olsun” demiş. Usta başı “Hastanız varmış, biz sizi yani hastanızı rahatsız etmeyiz. Bizim işlerde gürültü olmaz” diyor. Bakî Efendi de “Necip iyileşince ev de hazır olur” diyor. Haydi hayırlısı…

Bu sıralarda ney üflemek iyi geliyor. Bana arkadaş oluyor. Necip faturaları sıralayıp, yazar-çizerken, ben neyimle hemhal oluyorum. Necip bayağı çabuk iyileşti. Artık bir tedbir olarak yanındayım. Tavuklarına kendi bakıyor, yumurtaları topluyor. Ben de bir çorba, makarna veya omlet ile yemek işini götürüyorum. Çoğu zaman Hüseyin Hilmi Bey geliyor. Börekler, dolmalar, köfteler getiriyor. Yani Necip’e ben değil, Allah bakıyor. Ustalar gitmeden bacalara da bakıldı, soba kuruldu, kışa hazırız…

Yavaş yavaş, eski hayatımıza dönme konuşmaları geçince, Eyüp’ün bana iyi geldiğini fark ediyorum. Burada farklı bir ruhaniyet var. Öyle ayan beyan değil. Gizli saklı. Ne zaman ki içine giriyorsunuz, o zaman kendi gizemini yahut maneviyatını size açıyor. İşte Eyüp böyle bir yer.

Ama görevim bitmişti. Artık dönme vakti… “Eskiden olduğu gibi gene beraber oluruz. Kâh buraya, kâh Üsküdar’a, kâh Erenköy’e… Mühim olan kalplerimizin arasındaki rabıta devam etsin” diyorum. Elbette Necip mahzun… olacak da…

İLK HAT SERGİMİZİ AÇIYORUZ    

Böyle gezgin dervişler gibi amaçsızmış dolaşırken, evlilik acaba daha iyi olur muydu diye düşünmüyor değilim. Belki bir yerlere sağlam basmak istiyorum. Başı boş olmak bazen yoruyor. Ama birkaç gün gezginlik bitse, bu düşünceleri kendimden uzaklaştırıyorum. Şimdi Erenköy zamanı… Erenköy bulunduğum her yere, kuş uçuşu mesafede…

Bakî Efendi’yi ziyarete gidiyoruz. Necip eni konu iyileşti. Hatta böyle bir şey hiç olmamış denecek kadar iyi. Kadıköy’den baklava alıyoruz. Karşılanmamızdan, ne kadar özlendiğimizi anlıyoruz. Saliha annem ikimize de sitem ediyor. “Hani benim çocuklarım olmuştunuz? Ben de hastamıza bakardım. Beni burada oturtup, unuttunuz”. Elini öpüyor, özürler diliyoruz. Öyle sevinmiş ki geleceğimize, akşamdan lâhana dolmaları sarmış. Keyfi geldi, bizim de…

Erenköy’e giderken, adet edinmiştim. Son hat çalışmalarımı dosyasıyla götürüyor, Bakî Efendi’nin fikrini alıyordum. O gün de yine yemekten sonra, dosya ortaya getirildi. Hep birlikte, son çalışmalarımı inceliyoruz. “Efendim, biliyorsunuz. Epeyidir ara vermiştim. Fırsatım olmamıştı, bu sebepten son çalışmalarım biraz yetersiz oldu” diyorum. “Yok yok. Ben pek anlamam ama, iyi duruyorlar. Eyüp’teki kültür merkezimize açılış yapalım ve orada senin bu eserlerini sergileyelim. Bence ilgi görecektir. Tahmini kaç eserin var?” . “Eser denir mi bilmem ama, seksen civarında sanıyorum”. “Peki sen bunların sayısını doksan dokuza tamamla. Eksik olanlara Allah’ın isimlerini yaz. Tek kelime daha kolay olur”. Ben birden adapte olamadım. “Çerçeve kısmı için ne düşünüyorsunuz?” diyorum. “Düz, mümkün olduğu kadar sade olmalı. O iş kolay. Üsküdar’da Zeynep- Kâmil hastanesine çıkan yokuşun aşağıya yakın kısmındaki çerçeveciye benden selâm söyle. Ona güvenebilirim. Titiz çalışır. Eser emanet edilebilir”. Yeni bir heyecan girmişti hayatıma. O gecelik bu kadar. Çalışmalarımı hocam da beğeniyordu. Sergi açmamı söylüyordu ama, esas sesi buradan beklemiştim demek ki… Bazı çalışmalarım hoşuma gidiyor, her şeyimi borçlu olduğumu hissettiğim Bakî Efendi’ye hediye etmek istiyordum. Sonra duvarına asmak zorunda bırakmaktan çekiniyordum, mecbur etmeyeyim diye düşünüyordum. Hiç birini iyi bir çalışma olarak görmüyordum. Şu anda da aynı fikirdeydim. Bana iltifatta bulunduğunu kabul ediyordum.

Eve geldiğimde saydım, seksen yedi adet olmuşlardı. Çeşitli boylarda, çoğu “besmele-i şerif” idi. Yedi adet “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Resulullah” vardı. Bir adet “Hilye-i saadet”, üç tane “Fatiha”, on bir tane “Asr Sure’si”, yirmi üç tane “Allah”, on iki adet çeşitli Esma-ül Hüsna, sekiz adet harf ve bilhassa “çift vav” ve gerisi “besmele”…On iki adet daha yapmam gerekiyordu. Bunları hazırlayacaktım. O gece başladım.

Çerçeveciyi buldum. Çok hoş sohbet eski bir İstanbul’lu. Bakî Efendi’nin ne çok tanıdığı var, diye şaşıyorum. İsmini söyleyince, kapılar açılıyor. İşi kabul etti. Mevcutları getirin, her seferinde hazırladıklarımızı alırsınız, yenilerini getirirsiniz,diyor. “Bir tane örnek yapayım. Bakî Efendi görsünler. Muvafık bulurlarsa, devam ederiz” diyor. Pekalâ… Örnek yapılınca, götürüyorum, pek beğenildi. Başlayacağız. İşin mali kısmını soruyorum. “Bir kolaylık, sonradan bir kısmını ödemek gibi bir kolaylık olur mu?” diyorum. Her türlü kolaylık yapılıyor. Sanırım uzun zamandır bu kadar mutlu olmamışım. İçimde bir kuş, cıvıldıyor…

AÇILIŞ…    

Eyüp hazırlandı. Giriş katı kütüphane oldu. Kolilerle kitap geliyor. Yerleştiriyoruz. Bir bilgisayar aldık. Böylece hem kitaplarımız kayıtlanmış olacak. Hem de eve kitap götürenlerin kimliği, adresi falan kolayca kaydedilecek. Necip akıllı, bilgisayarı açıp, kapamayı, adresleri kaydetmeyi gösteriyorum. Her zaman ben orada olmayacağıma göre, yavaş yavaş alışmalı. Eve kalorifer tesisatı da yapıldı. Onu da bir başka hayır sever üstlendi. Birlik ne güzel bir şey. Neler yapılabiliyor. Bodruma kalorifer kazanı yerleştirildi. Giriş katından bir düğme ile açılıyor. Yakıtımız bu sene temin edildi, seneye Allah kerim… Üst kattaki odalar müzik odaları. Her şey çok iyi düşünüldü. Bu arada açılış için davetiyeler bastırdık. Ben de çalışmalarımı getirdim. Panolar kuruldu üstlerinde yazılar, benim yazdıklarım, Allah’ın söyledikleri. Sergimiz üç hafta dursun diyoruz. Bu arada gelen, gezen olacak mı bilmiyorum. Bakî Efendi ne derse, dinliyorum. Başkaları gelmeden, serginin ilk müşterisi benim. Her gün yeni görüyormuş gibi tekrar tekrar dolaşıyorum. Bakî Efendi bu ilk açılış sırasında Eyüp’te kalıyor. Hilmi Bey’ler misafir ediyor. Nazmiye teyzemiz çok sevinçli. “Ne mutlu bize, hanemize güneş doğdu” diyor. Sabah erkenden Bakî Efendi kültür merkezimize geliyor. Ben de bu sıralarda Necip’te kaldığım için, erkenden kalkıp yolunu bekliyorum. Sabah kahvesini içmemişse hemen pişiriyorum. Daha farklı günler geçiriyoruz.

Saat on olmadan ilk gün. Doğrusu beklemediğim ziyaretçi akını. Bakî Efendi işaretle arka odaya çağırıp, çalışmalarımı satıp satmayacağımı soruyor. Aklıma hiç gelmemişti. Onları sergilemek bile, benim için lûtuf idi. “siz bilirsiniz” deyince, “bunlar senin eserin. İster satarsın, ister satmazsın” diyor. O zaman satabileceğimi söylüyorum. Satış işlemlerini Necip takip ediyor. Kimler gelmemiş ki… Önce hocam Ayşe Naz Hanım, sonra ney hocam Gülizar Hanım, dostlarımın sanatçı çevrelerinden herkes, Bakî Efendi’nin senelere dayanan eski dostları, Hilmi Bey’in çevresi, hocalarımın adını vererek gelen çevrelerinden kalabalıklar, hat talebeleri, ney talebeleri, civar komşularımız… şaşırmıştım kalabalıktan. Mutfağa koyduğumuz çay makinesindan çay ve kuru pasta ikram ediyoruz. Bir de haber verilmediği halde, bir dostumuzun dostu olan basından bir kişi haber yapacak, fotograf çekiyor. İlk günün akşamı yorgun mutlu olarak yukarı çıkıyorum. Böyle giderse çalışmaların hepsi satılacak diye düşünüyorum. Kaça satıldığı ve ne kadarının satıldığı hakkında hiç ilgilenmiyorum. Bununla Necip ilgileniyor.

“HU”  

Sergiyi kaldıracağımız gün, Necip önüme bir torba koyuyor. Para… “Abi sadece bir tek eserin satılmadı. Bu da satılanların ücreti, buyur” diyor. Bakî Efendi’nin kahvesini vermekteyim. Kızarıyorum. Dönüp satılmamış olan çalışmaya bakıyorum. “HU” levhası. “HU” yu alıp, öpüp başıma koyup, Bakî Efendi’ye uzatıyorum. “Efendim, ben hiç birini size verecek derecede iyi hazırlanmış bulmuyordum. Ama tek olarak madem ki bu levha kalmış, bunu size vermek istiyorum. Onun size ayrılmış olacağını düşünerek veriyorum. Yoksa halâ bir eser mahiyetinde görmüyorum” . “Belki baktıkça nefsine yenik bir zalimin, zulmetten nura çıkışına nasıl vesile olduğunuzu hatırlarsınız” diyorum. Bakî Efendi ise “Allah Allah! İçlerinde en ahenkli olan bu levha idi. En çok bunu beğenmiştim. Demek ki gizlide kaldı göremediler. Belki de kıymetini en çok biz biliriz diye bize kaldı” diyor. Necip’in önüme doğru uzattığı paraları alıyorum. Necip ne kadar olduğunu söyleyince şaşırıyorum. Çerçevecinin verilmesi gereken borcu ödendikten sonra kalan para, gerçi Hac için yetecek kadar değil ama, tam hastalığında Necip için ödediğim kadar… Asla tesadüf yok ve mutlaka tevafuk var…

Bu anı kendimde saklıyorum. Paranın hiç önemi yok. Zaten ben de verdiğimi unutmuştum. Lâkin, Allah daha nasıl anlatsın? Anlayana ayan. Hac paramı yerinde kullandırıyor, hayır yaptırıyor. Sonra bu hayrı yaptığım için Hac yapmışım gibi müjdeliyor. Hayır yapılan kişiye de ikram ediyor. Sonra da tam o hayır kadar olan parayı gönderiyor. Hem de başımı kimseye eğmeden, alın terimle, meşru kazancımla, üstelik insanlar arasında sanatçı kimliğimle beni muteber kılıyor. Bu Allah için her şey feda edilmez mi, bu Allah için kul olunmaz mı, bu Allah’a secde edilmez mi, can verilmez mi?

Bana kendi kudret ve azametini gösterirken, şahit yok. Her şey Onunla benim aramda cereyan etti. Benimle sanki kimseye sezdirmeden konuşuyor; bana, O’nu bilme yollarını usulca açıyor. O’na olan muhabbetimin her şeyden önce geldiğini görmek istedi. Belki “Beytini” ziyaret etme arzumun önünde olan muhabbetimi görmek istedi. Görünce coştu, yağdırdı. Hepsi O’nun değil mi? Benim O’na rağbetim, O’nun olan şeylere rağbetimin önünde. Bunu görmek istedi. Gördükten sonra misli ile verdi. Sen benim Mevlâmsın. Sen benim tek Efendimsin. Her şey sana, senin için ve senden dolayı. Sen olmasan ben olamam. Ben olmasam da Sen varsın. Sen dilemesen ben sevemem, Sen murad etmesen günahımı bile kimseye veremem. Sen eksiklikten uzak olduğun halde, eksiklerle beraber (şah damarından yakın olarak); Sen yetersizlikten uzak bir kâfi olduğun halde yetersizlerle beraber; Sen incitmekten uzak olduğun halde incitenlerle; Sen, Sen, Sen… niceleriyle.

Onikinci Bölüm

Onikinci Bölüm:

NECİP HAYAT BULUYOR    

Necip ile arkadaşlığımız, daha farklı. Yaşı yirmi beş civarında, askerliğini er olarak Balıkesir’de yapmış. Ben ondan yaşça bayağı büyüğüm. Bana ağabey diyor. Onun yanında ne çok bilgi edindiğimi, ne çok öğrendiğimi fark ediyorum. Ney dersleri ve hattatlık bana çok şeyler katmıştı. Sonra bir derya olan Bakî Efendi’den de çok şeyler duymuştum. Hatta çoğunu hayatıma bile geçirebilmiştim. Kendimdeki bu hallerin farkına bile varmamışım.

Şimdi Necip ortaya çıkınca, farkı fark ediyorum. Bunu kendimi beğenme şekline döndürmeden, Allah’tan bir nasip olarak görüyorum. Necip bana emanet edilmişti ya, kendimi koruyucu gibi hissediyordum. Zaman zaman konuştuğumuzda ona benim en başta iken anlamaya çalıştıklarımı anlatırken, zorlanıp, sıkıldığımı fark ediyorum. Halbuki gerek Bakî Efendi ve gerekse dostlarım bana böyle mi yapmışlardı? Hemen toparlanıyorum. Bana nasıl şevkle anlatırlardı, belki de ilk defa anlatılıyormuş duygusunu yaşatarak… Kendi hamlığımın gizli bir bölümü yine ortaya çıkmıştı. Eğer Necip olmasaydı, belki de bu eksikliğimi hiç anlamadan yaşayacaktım. Garibim Necip ise, “abi seni yoruyorum” diyor. Daha kendine kapalı, habersiz her şeyden…

Bir gün bana “abi, senin de kimsen yokmuş. Ama kendini çok iyi yetiştirmişsin. Bu nasıl oldu?” deyince, cevap bulamıyorum. Ben kendimi yetiştirdiğimin falan farkında değildim ki. Sadece kendi içimde kendime yaklaşma yolculuğumu yaparken, ayağıma taşlar takıldığında, sordum, öğrendim. Çoğu muhakemelerimi yaşayarak yaptım. Karşıma çıkan olaylar bana kendime seyahat etme sırasında bir şeyler yaşatmıştı. Hatta şu yolculuk sırasında ve halâ da suskun olduğumu düşünüyorum. “Necip kardeşim, sana ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben şu anda, samimi söylüyorum ki hiçbir şey bilmediğimi biliyorum. Belki sana tuhaf gelebilir ama ben eğer söylediğin gibiysem, buna daha çok, düşünerek ulaşmış olabilirim. Az konuştum, hazmetmeye çalıştım, ama hep tefekkür, hep tefekkür… Fikren sıkıştığım zaman büyüklerimden yardım alıyordum, ama yine düşünüyordum. “Abi, peki bu ney ne zamandan beri elinde? Her halde çocuklukta başladın”. “Yok canım, o da daha birkaç senelik merakım. Demek iyi buldun beni”. “Abi ben niyetime koydum. Şu liseyi bir tamamlayayım da sonra belki yol açılır, ben de bir şeyler öğrenirim. Meselâ memlekette iken Kuran öğrenmiştim. Bizim caminin hocası, Allah rahmet etsin, çoğumuza öğrettiydi. Tabi sonradan fazla üstünde durmadım. Ne zaman anneciğimi kaybettim, o zaman aklım başıma geldi. Beni derse yollarken (öğren de arkamdan okursun) demişti. İçim yandı inan. Bazen okumaya çalışıyorum. Ruhuna gönderiyorum. Böylece içim rahat ediyor. Birkaç defa da rüyamda gördüm. Bana hep üzüm veriyor. Bağımız vardı, üzümümüz olurdu…” . Bu temiz Anadolu çocuğunda, hep içime işleyen bir şeyler oluyordu. Yalındı. Meramını kısa yoldan anlatıyordu. Hem de eğitimli gibi hassas idi. İdraki açık, anlayışı derin, kavrayışı çabuktu. “Sen önce bir kendine gel, acil olan işlerini yoluna koy, yapman gerekenleri yapa dur. Göreceksin, bizlerle beraberlikten farkına varmadan çok şeyler öğreneceksin. Hem biliyor musun? Sende temiz bir hal var. Meselâ ihtirasın yok, bildiğim kadarıyla kindar değilsin, hırsın yok, hak yememişsin belki hakkın yenmiş. Yani pek kirlenmemiş ve temiz kalmışsın. Senin tozun kolay alınır. Görürsün, farkına bile varmadan, yokuşun başını tutarsın” deyince, katılırcasına gülüyor. “Abi çok hoşsun, demek tozum, toprağım kolay temizlenecek ha?”. Ben de gülümsüyorum. O’na Allah’ın işlerinden bahsetmeyi şimdilik uygun görmüyorum. Fakat “kardeşim, sen kendini Allah’a bırak, göreceksin O seninle nasıl meşgul olur, sen anlamadan…”. Necip mutlu. “Ben yaşamaya henüz başladım. Sizler bana yaşama ümidi verdiniz. Elbette daha fazlasını elde edeceğim. Kendimde her şeyi başarabilecek bir güç hissediyorum. Ben sizinle hayat buldum…” diyor. Necip ihya edildi, bizi de Ya! Rab!…

Bazen Eyüp’te kalıyorum. Necip’e Matematik ve Türkçe konusunda yardımcı oluyorum. Sade evi çok huzur verici. Ben giderken ekmek, pastırma, peynir götürüyorum. Necip bahçeye bir kümes yapmış, birkaç tavuk ve horozu var. Yumurta alıyor. Onlarla meşguliyet onu yalnızlıktan biraz kurtarıyor sanırım. Bakî Efendi’nin onayı alınarak, evin arka bahçesine açık ve kapalı kümes yapıldı. Bazen yumurtaları alıp, Hüseyin Hilmi Bey’e götürüyor. Bazen Erenköy’e beş- altı yumurta. Çok da lezzetli oluyorlar. Yağda pastırmaları çevirip, yumurtaları da kırınca değmeyin keyfimize… Soba bir gayret yanıyor, çay hazır. Bekârlık sultanlık… Yemekten sonra dersimiz, biraz sohbet, bana da değişiklik oluyor. “Tavuklar yumurtayı azalttı bu ara, topraktan solucan bulamıyorlar galiba. Pazar günü bahçeyi belleyeyim de onları biraz serbest bırakayım” diyor. Hayata bağlılığına hayranım. Bu çocuk bir seneye kalmaz, koyun, keçi ne varsa doldurur diye düşünürken “Abi bir de keçi olsa, inan sütü bize yeter” diyor. “Aman oğlum ne yapıyorsun? Bir keçi ile kalır mı? Eş lâzım, eş olunca yavrular. Sen hangi işe bakacaksın hayvancılığa mı başlayacaksın?”. “Yok canım, bunlar nedir ki? Ben baş ederim. Hem sana da taze süt içireceğim. Allah bilir sen sağıldığı gün süt içmemişsindir daha”. “Yok, içmedim de ne gerek var gününde içmeye? Aman sen bu yıl derslerini ver de ümidimiz büyüsün”. “Olur” diyor, “sen nasıl dersen öyle olsun abi”.

İşte Necip böyle birisi. Vakit kendi akışında. Hepimizi sürükleyerek, kendi ayarını yapmada.

Mart Ayı ortalarındayız. Hava tekrar soğudu. Penceremin önüne ekmek kırıkları koyuyorum. Bu benim çocukluğumdan gelen alışkanlığım. Kuşlar için. Onlar da ben cam önünden çekilince geliyorlar. Bazen ekmek kırıklarını donmuş olarak buluyorum. O zaman havanın soğuduğunu anlıyorum. Mutfak camının önü geniş bir çıkıntı, çöp için olmalı. Ben orayı kuşlara ayırdım. Bir de ahşaptan yuva yapmıştım. Yavrulama sırasında kullanıyorlar. İyi ki aşağı katlarda benim camımın hizasında pencere yok. Yoksa söylenebilirlerdi. Çünkü bayağı kirletiyorlar. Kuşları kışın kollamak lâzım. Zira kışı atlatırlarsa nesilleri devam ediyor, eğer soğuktan ölürlerse, nesilleri azalıyor. Ben elimden geleni yapıyorum. Necip’e “yahu ben boşa besliyorum, baksana yumurta falan da yok” diye şaka yaptığımda, o çok ciddi: “Olsun abi, insanlık için” diyor.

Arada sırada Erenköy’e Necip’i de götürüyorum. Saliha Annem Necip’i çok seviyor. “Oğlum gelsene arada, özledik seni” deyince, Necip’in yüzü aydınlanıyor. Bakî Efendi ise “Hanım biz ona Eyüp’ü emanet ettik. Nasıl gelsin?” diyerek, sanki Necip’e ihtiyaçları varmış gibi iltifat ediyor. Necip tavuklarının yumurtalarını mutfağa bırakıyor. On tane kadar var. Besbelli yememiş, biriktirmiş. Soframız şen, gönlümüz şen, Saliha anneme hiçbir iş bırakmıyoruz.

Bakî Efendi, kahvesini içerken “Necip, ismini kim verdi sana?” diyor. Necip: “anneciğim, efendim” diyor. “Rahmetli Necip Fazıl bizim oralara gelmiş zamanında. Bir gün bir meydanda konuşma yaparken annem de gitmiş. Öyle etkilenmiş ki (bir oğlum olsun, adını Necip koyacağım) demiş. Beş ay sonra bana hamile olmuş. Kaç senedir çocukları olmadığı halde olmuş. Ben böyle Necip oldum”. Müsaade istiyoruz, kalkıyoruz. Bu gece Necip bende misafir. Sabah ilk vapurla inecek. Rami’ye, ben de her zamanki gibi Ihlamur’a… Hava çok soğuk, paltolarımızın yakalarını kaldırdık, yüzümü ısıran rüzgâr hoşuma gidiyor…Nisan’a az kaldı.

Necip, açık öğretimin girdiği her imtihanını başarı ile veriyor. Doğrusu bu kadarını ummamıştım. İşinde de kendisinden memnun olduklarını Hilmi Bey’den öğreniyoruz. Eyüp, bereketli kubbesinin altına Necip’i de sığdırdı, diyorum. Bu çocuğun hayata dört el sarılışı beni hayrete düşürüyor. Hepimize özel ilgi ve sevgi gösteriyor. Hilmi Bey “Bu çocukta çok iş var göreceksiniz” diyor. Ben de öyle görüyor gibiyim. Her ne kadar insanı tanımasam da…

MEKÂNIMIZ CENNET…    

Dükkâna bir sinek girdi. Baharın habercisi. Ne zaman ilk sinek ile karşılaşsam, arkadan havalar ısınır. Ihlamur yokuşu ağaçlarıyla bahara giriyor. Hepsi neşeli ağaçlar. Yeşilin her tonu… Dostlar içeride epeyi değişiklik yapıyorlar. Yerdeki kilim yıkamaya verildi. Camların iç kısmına ışıklar yerleştirildi. Duvarlar da eflâtuna boyandı. Çok sıcak bir hava oluştu. Sobayı kaldırdık. Köşeye de döner bir kanepe aldık. Önüne sehpa, semaver. Yazın elektrikli semaverde çay. Bir duvara guguklu saat astık. Her saat başında ve yarı saatlerde kuş çıkıyor. Mekânımız Cennet oldu. Bazen “mekânınız Cennet olsun” diyenlere, “öyle zaten” diyoruz.

Bu aralar yine keyifsizim. Meselem kendim, çözümüm kendimde. Şöyle hissediyorum: sanki hiçbir şey yapmamış ve vaktimi boşa harcamışım gibi geliyor. Bundan sonra da fırsatım olacak mı bilmiyorum. Böylece hakikat âlemine eli kolu boş gitmekten korkuyorum. Ya vaktim yetmezse? Ya insan olamadan gidersem? Ya “kulum” demezse? Bunlarla aklım öyle doluyor ki etrafımdakiler büyük bir üzüntüm var sanıyorlar. En başa giderek tekrar baştan alıp, düşündüğümde, elimde hiç sermayem olmadığını görüyorum. Daha önceleri verdiği her şey için şükreden ben, bütün verilenleri unutmuş gibiyim. Sadece affet, diyorum. Önceki şükürlerimin nelere olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Daha doğrusu yaptıklarımın veya yaptırdıklarının bana ait olmadığını hissediyorum. Eğer ben yaptı isem, zaten yapmam gerekenlerdi. Ve eğer yaptırıldı ise bana ait bir güzellik yoktu. Bunu Erenköy’de halletmem lâzım diye düşünerek, yolu tutuyorum.

Bakî Efendi bahçede, aşı yaptırıyor. “Bu yıl üzümlere aşı yaptırmayı düşünüyordum, arkadaş yetişti” diyor. Benim o kadar önemli meselemi anlamadı her halde ki aşıcı ile uzun uzun konuşuyor, bilgi alıyor. Ben de bahçede bir şeyleri toplamaya kazma, küreği yerine kaldırmaya gayret gösteriyorum. Sabrım zorda. Nihayet iş bitti. Şimdi konuşacağım, derken yan komşunun bahçesinden bir kedi atlıyor. Kedi bahçede koşuyor, arkasından başka bir kedi kovalıyor. Ben fenalık geçirmek üzereyim. Kedileri gönderiyorum. Bir tabure ve: endişelerimi dile getiriyorum. Bakî Efendi sükunetle dinliyor. Bir yandan dinliyor, diğer yandan annemize akşama misafir geleceğini haber veriyor. Bana da “Oğlum, çarşıdan gerekli olanları alıver. Senin meselen önemli değil. Hallederiz inşaallah . Akşam olsun, misafirlerle meşgul olalım da” diyor. Acaba aklı başka şey ile meşguldü de beni iyi dinleyemedi mi, diye düşünüyorum. Benim içimi daraltan ve nefes almama yer bırakmayan bu kadar büyük bir hali, önemsemiyor. Biraz kırılıyorum, omuzlarım düşüyor, çarşıya gidiyorum…

Bakî Efendi o gece orada kalmamı işaret ettikten sonra, bir ara kulağıma eğilerek, usulca “önem vermedim sanma, gece konuşacağız” diyor. Misafirler Amerika’dan gelmişler. Bakî Efendi’nin bir yakınının oğlu; orada İslâm’a girmeye heveslenmiş, fakat aklında bazı sorulara cevap bulamamış bir arkadaşını getirmiş. Bakî Efendi Türk’çe anlatıyor. Akrabaları İngilizce’ye tercüme ediyor, sonra İngilizce soruyu alıyor, Türkçe’ye tercüme ediyor. Böyle bir gürültülü sohbet devam ediyor. Sonunda Amerikalı ikna oluyor, teşekkür ediyor, ayrılıyorlar. Ben artık bu saatten sonra utanıyorum. Zaten geldiğim kadar dolu da değilim. Hatta konuşacak bir şey kalmamış gibi geliyor. “Olsun” diyor, Bakî Efendi. “Sen sor, hafiflemiş olsa da sor”. Tekrar gündüz anlattıklarımı toparlamaya çalışıyorum. Ne hikmettir ki her şey önemini yitirmiş. Dümdüz bir ses tonu ile soruyorum. “Ya kendini bir şey oldum sansaydın daha mı iyiydi?” diyor. Hiç aklıma gelmemişti, omuzlarımdan bir yük kalkmış gibi oluyor. “Ya yaptıklarını kendinden bilseydin de kibre düşseydin. Yahut Allah’ın yaptırdığını göremeyip, şirke girseydin. Sen doğruyu düşünmüşsün veya düşündürmüşler. Bu işlerin sahibini gördüğüne delildir. Hamd olsun demek lâzım. Fiil tecelliyatına bir kapı açıştır. Kendinden bilmeyip, Hak’tan biliş, seni varlık afetinden korumuş oldu. Bilmem anlatabildim mi? büyüklerimiz ne demişler (varlığın günah olarak,sana yeter…)”. Başımı sallıyorum, biraz afallamışlık var üstümde. Ben ne bekliyordum, ne buluyordum? Başıma kötü bir şey geldi sanırken, iyi bir şey olduğunu öğreniyordum. Düşünce sistemim tekrar programlandı. Sıralı çalışıyor. Şimdi hiç düşünmemeye çalışarak, uykuya…

Rüya görüyorum; önümde bir deniz. Çok büyük, karşı sahili yok, her taraf deniz. Rengi lâcivert. İçinde sayılamayacak kadar çok sayıda balık var. Atlıyorlar. Denize girecekmişim gibi yürüyorum. Fakat ayaklarım suya batmıyor. Denizin üstünde yürüyorum. Sonra denizin üstünde yukarı doğru yükselmeye başlıyorum. Ayaklarımı denizde olduğu gibi ileri geri hareket ettirdikçe daha yukarı çıkıyorum. Sonunda epeyi yükseldikten sonra, bir ses duyuyorum: (günah olarak sana varlığın yeter, varlığından sıyrılmış olarak, ancak bize yaklaşabilirsin). Çok etkileniyorum. Uçmak istiyorum, uçamıyorum. Sahile inmek istiyorum, inemiyorum. Sonunda (razıyım) diyorum. Uyanıyorum. Halimin cevabı rüyalarımda belirmişti. Gönlüm sıkıştırılmaktan kurtulmuş, yeniden açılma, yeniden açılma…

KABZ-BAST HALLERİM     

Mânanın içinde kabz ve bast halinin olduğundan, haberliyim. Ya Bakî Efendi’den ya da bir kitaptan dolayı haberim olmuştu. Kabz hali sıkışmak, kapalı kalmak, sıkıntı duymak mânasını taşıyordu. Bast ise açılmak, ferahlamak, neşe duymak mânasında idi. Allah’ın isimleri arasında da Kabıd ve Bâsit vardı. Her kabz halindan sonra, yeni bir açılım ile bast haline geçiyordum. Yani kabz hali bir adım daha atmak için sebep idi. Yalnız kaldırmak ve tahammül göstermek zor oluyordu.

Bir başka bakımdan da kabz hali, kalbin İlâhi tecellilere kapalı kalması; bast hali ise kalbin İlâhi tecellilere açılması demek oluyordu. Böylece kendimi müşahede etmekteyim. Kabz haline dayanamayışım, artık Allah’ın tecelliyatından uzak kalamayışım demek oluyordu. Ancak Allah ile neşe buluyordum. Her seferinde bu hali nasılsa atlatacağımı bilerek, nasıl sabredemez hale giriyordum. Düşünüyorum, demek ki insan gaflette iken kalbinin tecellilere kapalı olduğunu müşahede edemiyor. O zaman gafletin de bir bakıma rahmet olduğunu anlıyorum. Eğer gaflet olmasa, kabz haline katlanmak zor olacak. Aynı zamanda bir şey, çok önemli bir şey keşfediyorum: Gafletsizlik daimi olacak ki kabz hali bitsin. Ve gafletsizlik tam hasıl olana kadar korku ve ümidi dengede tutan ayar, kabz ve bast hali. Kabz halinde kalpte vehim, şüphe gibi olumsuzluklar hasıl oluyor. Bunlar aynı zamanda esas hayatımızla ilgili olarak, şimdi yaşadığımız halden hoşnut olmamak, böylece geleceğimizle ilgili şüphelere düşmek. İşte bunlar ile korku hasıl oluyor. Her şeyi kaybetmiş gibi bir duygu… Bast halinde ise bir ümit yeşeriyor. İman sahibinin hali ise eşit ağırlıkta korku ve ümit sahibi olmak… Hz.Ömer’i hatırlıyorum: “Cennet’e bir kişi girecek dense, ben miyim derim. Cehennem’e de bir kişi girecek dense, ben sanırım”. Ne güzel anlatmış. Tam böyle bir duygu hissediyorum, kendimde…

Allah yolunda olanlarda kabz hali genelde dünya ile meşguliyeti arttırmak ve esası kaybetmekten olur. Bazılarında da yolunda ilerleyemediğine dair vehim ve şüphe hasıl olur. Bütün sebep nefs ile alakalıdır. Nefsin oyunudur. Bunları bildiğim halde nasıl da buralarda her seferinde oyalanıyorum, şaşılacak şey. Biliyorum ki bunların hepsi razı olamamaktan kaynaklanıyor. Bir defa, sadece bir defa da nefsimi ben oyuna düşürebilsem. Bu sıkıntılı iç âlemlerime kendimi kaptırmasam ve yaratılmışların en aşağısında olsam da razıyım diyebilsem, kendim de inanarak ve kabul ederek diyebilsem… İşte inanıyorum ki o zaman hemen bitireceğim. Lâkin her sefer bast’a geçtikten sonra böyle düşünebiliyorum. O zaman da o sıkıntıları yaşamış oluyorum. Her ne ise yine de bütün bunları yaşamam, neticede yolda olduğumun, belki ilerlediğimin, hiç değilse dünya ehli olmadığımın, nefsimle mücahedede olduğumun, kendi içimde yolculuk yaptığımın, kendimi bilmeye doğru gittiğimin delili oluyordu. Bunu hatırlamak ise bana mutluluk veriyordu. Peygamberim(s.a.v.)’in müjdesi vardı, nefsimi bilirsem, Rabbimi bilecektim. Düşe kalka, ine çıka olsa da bir ihtimal vardı. Doğrusu eğer ömrüm yeterse ve nasibim varsa Rabbim’i bileceğim. Bilemesem de yolunda bulunmuş olacağım. Önümde ciddi ve çok önemli bir amaç vardı. İnsan amaçsız olamaz. Belki en büyük şeyi istemekle ihtirasın en büyüğüne sahibim. Ama belki de insanlara ihtiraslı olma duygusu sadece bu sebeple verilmiş diye düşünüyorum.

TERK-İ DÜNYA, TERK-İ UKBA…   

Kendimde yolculuğa öyle kaptırmışım ki kendimi, bazen eleştiri alıyorum. Meselâ hem dünyayı, hem ahireti bir arada yürütmenin daha dengeli olacağını söyleyenler oluyor. Benim bu genç yaşta fazla ileri gittiğimden söz ediliyor. Hepsini masal gibi dinliyorum. Bu konuda yapacağım bir şey de yok gibi. Ben mi istemiştim bütün hayatımın mâna olmasını? Bunu takdir eden etmişti. Beni fazla uçta bulanlar oluyordu. Dünya nimetlerinden de zevk almam öneriliyordu. Ben de bu konuyu önce Hilmi Bey’e sordum. O “herkes böyle olmaz sanırım. Sana Allah’ın lûtfu uğramış. Hem zaten senin gibi olmak istemekle de olunmaz. Ancak bunu irade eden, eder. Sen yine de Bakî Efendi’ye bir sor” diyor. Bakî Efendi’ye sormamın bir sakıncası olur mu diye epeyi düşünüyorum. Böylece birkaç ay daha geçiyor. Nihayet bir yaz gecesi, Ağustos böcekleri cırıldarken, bahçede O’nu yalnız bulduğum bir gece soruyorum. Maksadımı anlatabiliyorum. Bu konuşma öylesine denge isteyen bir konuşma ki benlik ile kendi amellerimin çokluğundan söz eder gibi sormamam lâzım. Fakat hesap ile işler gitmediği için, net ve ani bir soruş oluyor. Bakî Efendi maksadımı anlatmak istediğim gibi anlıyor. Rahatlıyorum. Gözünde küçülmek hiç istemiyorum. Biraz susuyor. Cevap vermeden önce uzun uzun gözlerime bakıyor. İlk defa içim, tam kalbimin üstü yanıyor. İçime işleyen bakışından huzur duyuyorum. Bakışlarından samimiyetimi anladığını, anlıyorum. “Ben de ne zaman soracaksın diye, beklemedeydim” diyor. Şaşırıyorum. Demek ki her şey İlâhi Program dahilinde ayarlanmış. Sadece vakit şartlara göre öne alınıyor veya arkaya kalıyor.

“İnsanlardan inanan ve Allah’a yönelenler çeşitli guruplardadır. Bir kısmı daveti duyar, etkilenir sonra unutur. Bir kısmı daveti duyar, uymak için vakti sürekli tehir eder, belki de o vakit hiç gelmez. Bir kısmı duyar, icabet etmeye gayret gösterir. Bir kısmı duyar, içtenlikle halini değiştirmek ister, fakat dünya düşkünlüğü onu hep kendine çektiği için, bir türlü toparlanamaz ya da toparlanır, bozulur, tekrar toparlanır… böyle gider. Bir kısmı ihlâs ile yaratılış sebebine vakıf olur, fakat ahlâkı serkeşliğe meyillidir. Kendisini zorlayarak, uyma halini hiç kaybetmeden yaşamaya çalışır. Züht ve takva ile gitmeye çalışır, oldukça zordur. Bir kısmı da nadirin nadiri bir kısımdır. Onlar Allah’a farkına varmadan muhabbet duyarlar. Bu muhabbetle ellerinde olmadan, dünyadan sıyrılır, hatta ahireti de unutur, Zât’a yönelirler”.

Mahcup olarak, dinliyorum. Lâfın nereye geleceğini, hissediyor gibiyim. Gece bitmesin istiyorum, anlatılanlar ilk defa bana ait gelişiyor. Bakî Efendi’den haddimi aşmamak adına hep çekinmiş ve O’nun büyüklüğü ile kendi küçüklüğümü bir araya getirmemeye özen göstermiştim. Şimdi şu anda ilk defa iki arkadaş gibi konuşuyorduk. Ben böyle hissediyordum.

“Şimdi bu kişiler azın azıdır dedik ya, aslında bunun sebeplerinden biri; dünyada böyle kişilerin fazla olmasına ihtiyaç yoktur. Bu kişiler çoban misalidir. Bir sürüde bir çoban yetmez mi? diğer saydıklarımız da sürü misalidir. Sürü olmak da güzeldir. Çobana tabi olur ve yolunda gider. Mesele sürüden ayrı olmamaktır. Kuran’da insanların sürü mesabesinde oldukları ve her sürüye bir de çoban gerektiği söyleniyor. Az olmalarının bir diğer sebebi de, Allah’ın Zât’ını gizlemesi sebebiyledir. Allah bahası yüksek olandır ve Zât’ını her şeyi terk ederek, tercihini yapana saklar. Kalbinde zerre kadar dünya sevgisi olana, yaptığı iyi şeylerin karşılığı verilecektir ama Zât değil. Kuran tavsiyeleri dünyayı terk edin demiyor mu? Bu insanlara ne oluyor da dünyayı terk ettin diye eleştiri yapıyorlar? Kuran tavsiyesinin zıddı bir tavsiyede bulunuyorlar? Şimdi sen tavsiye ile mi başardın? Tavsiyeyi tutup ta başaran olsaydı, herkes yapabilirdi. Hayır, bu iş Allah’ın fazl-ı kerem’indendir, onu dilediğine verir. Meselâ benden sana cevaz, hadi git ve artık bu halini terk et desem, yapabilir misin? Bu, Allah’ın kalplere koyduğu bir sırdır. Ve kulu ile kendi arasında bir haldir. Bir daha böyle söyleyenlerden etkilenme, bu hali de kimseye anlatma ve övünme. Nefsine sakın ha bir pay çıkarma. Önüne gelenle meşgul olarak, halinden de razı olarak yaşa… Şimdiden sonra imtihanların daha da ağırlaşabilir. Taa ki rızayı yakalayana kadar…”

O gece sabaha kadar gözlerimi kırpmadım. Sevindim diyemiyorum, sevinemedim. Aslında galiba ummadığım bir sorumluluk yüklenmişti ve ben bu sorumluluğu almaya hazır değildim. Bulunduğum noktadan geri gidemezdim. Vazgeçemezdim. Yani yapacak hiçbir şey yoktu. Sadece önüme gelenle yaşamaktan başka…

Necip’i düşündüm. Bana göre daha dengeli gidiyordu. Hem dünyasını toparlıyor, hem öğrendiklerini uygulamaya çalışarak, ahiretine hazırlanıyordu. İleride bir yuva kurmayı, çoluk çocuk sahibi olmayı da istiyordu. Dostlarımın da aileleri, yuvaları çocukları vardı. Hem de Allah’a yaraşır işler içinde mutluydular. Meselâ ben evlenmeyi hiç düşünmemiştim. Buna ihtiyaç da duymuyordum. Belki daha ileride, bir şeyleri yoluna koyduktan sonra, diyordum. Ama evlenmiş olmak için de evlenmek istemiyordum. Çoluk çocuk da uzak bir fikir gibi geliyordu. Belki seversem, aşık olursam diye düşündüğüm olmuştu. Ama bakar kör gibiydim. Kimseyi görmüyordum ki aşık olayım. Aynaya baktığımdan bu yana hiç kimseyi kadın veya erkek tefriki içinde görmemiştim. Önceden böyle değildim. Bir bakış ile hayatım tamamen değişmişti. Aklımda fikrimde hep meşgul olduğum, merak ettiğim hakikat öyle bir yer tutmuştu ki başka bir şeye yer yoktu. Allah böyle dilemişti. Yine ne dilerse o olacaktı. Sabahın ilk ışıkları ile, Temmuz ortasında yola düştüm. Kendime geldiğimde Çamlıcadaydım. Buraya kadar nasıl yürümüştüm. Bu kendimdeki ilk öğrendiğim önemli durağımdaki hayalimi, yürüyerek unutmaya çalışmıştım. Çamlıca’nın girişindeki kahvede biraz oturdum. Dünya tamamen dışımda ses veriyorken, ben zerre kadar bile olsa kendimi bulamıyordum. Her şey bana uzak, benim dışımda, bana yabancı, ben nerede?…

O hafta aşağı yukarı bu hal üzere geçti. Öğrendiklerimden sonra nefsime uymamam, gururlanmamam tembih edilmişti. Ama nerde gururlanmak, kendime acıyordum. Yazık olmuş gibi geliyordu. Sanki kaybolmuş ve kayıplara uğramış gibi mahzun hissediyordum. Sonra bir gün, vapurda nasıl olduysa karşımda oturan çocuğu gördüm. Lösemiliydi. Ağzında koruyucu maskesi vardı. Elindeki resimli romanı okuyordu. İlk okul yaşlarındaydı. Bir ara göz göze geldiğimizde, gülümsedi. Yanaklarında gamze. Gözleri kömür karası. Hayata ümitle baktığı belliydi. Kendime olan acımamdan utanıyorum. Başımı önüme eğip, affetmesini dua ediyorum.

Çok sürmedi, toparlanmaya başladım. Artık daha az düşünerek geçiyor günlerim. Razı olmak kolay değilmiş. Razı olmaya çalışıyorum. Eğer sabrım yetişirse…

Kendi kendime; “kendinle değil, kendi dışındakilerle ilgilen. Kimin derdi varsa, sana ihtiyaç duyarsa ona yönel” diyorum. Esasen dertlerimizi dinleyecek bir insan bile bulamadığımız bir zamanda yaşıyoruz. Birinin derdini dinleme sabrı göstermek bile büyüklük oluyor. Bundan sonraki hayatımı geçirirken, oyalanacak bir şeyler bulmalıyım. Yoksa zor olacak. İşim, etrafım, Bakî Efendi, Hilmi Bey, Necip, dostlarım yetmiyor. Öyle büyük bir enerji var ki anlarımı doldurmalıyım. Anlarımı yakaladığım ve içinde yolculuk ettiğim eski günleri hatırlıyorum. Ne kadar çabuk geçti. Bu bana ne kadar kolay geliyordu…

GÖLGEM KAYBOLDU, GÖNLÜM DOLUNCA    

Cuma geceleri, Erenköy’de meşk var. Bir yıldır ben de düzenli katılıyorum. Bir Kamber üstadımız var, ud çalıyor. Bir Nafi Efendi var kanun çalıyor. Ben de tabii ney üflüyorum. Birlikte musiki yapıyoruz. Biraz peşrev, sonra eski musikimizden birkaç eser, Kamber Üstad aynı zamanda söylüyor. Bakî Efendi de katılıyor. Necip de genelde gelmek istiyor. Garibimin bizden başka kimsesi yok, bir eğlencesi de yok. Kendimizi burada, ait olduğumuz yerde buluyoruz. Müzik ziyafetimiz ilâhiler ile son buluyor. Arkadan çaylarımızı Necip getiriyor. Demleme ve ikram ona ait. “Ben de bir işe yaradığımı ve buraya gerekli olduğumu hissediyorum” diyor. Ben bazen bir ilâhi dizesine takılıyorum. Bazen haftalar sürüyor, ben halâ aynı noktada takılı kalmışım.

“Donandı dağlar, bahar olunca

Gölgem kayboldu, gönlüm dolunca”

Demek ki insanın kendi varlığı gölge gibi, diyorum. Kalp Allah ile dolunca, aslında gölge mesabesinde olan kendi varlığı kayboluyor. Veya insan ne kadar varlık ortaya koyuyorsa, o kadar Allah’tan uzak oluyor.

Böyle bir gecede Bakî Efendi; “Eyüp’teki evi sanat evi olarak, resmen açmak istiyorum. Resmi müracaatı yaptık. Adını oğlumuzun anısına olsun diye (İrem sanat evi) koyacağım. Burada alt katta bir kütüphane yapmayı düşünüyorum. Üst katta da müzik dersleri veririz. Çatı elbette Necip’in. Ücret yok. Yalnız oranın sorumlulukla idaresi gerekir. Bu işi de Necip yaparsa, hem ona bir iş olur, hem biz huzur içinde bırakabiliriz. Yalnız önce bir vakıf kurarak, buranın giderleri için, tamirat, temizlik, evin bakımı, yakıtı, Necip’in aylığı gibi giderler için bir gelir düzenlemesi yapmak gerekecek. Bütün bunları ayarlayıp, önümüzdeki yıla yetiştirmek gerekecek. Sizlere haber veriyorum, bilginiz olsun, sevinirsiniz diye düşündüm. Bizden sonra da bu işin devam etmesi için bunu yapmak iyi olacak. Müzik öğretmenlerini gönüllü olarak ayarladık. Kütüphaneye kitap konusunu da aramızda arkadaşlarla halledeceğiz. Şükürler olsun ki geniş dost çevremiz var. Hepsinden Allah razı olsun. Amelleri hem bu dünyada, hem öbür dünyada karşılarına çıksın”.

Öbür dünyadan İrem’in gülümsediğini görür gibiyim. Necip de öyle. Ben de… çok iyi olmuştu. Bu haber neden bilmem ruhuma bir canlılık getirdi. Ben de acaba dükkândan ayrılıp, orada mı çalışsam diye düşündüm. Ücret de lâzım değildi…

Onbirinci Bölüm

Onbirinci Bölüm:

HAYRİHİ VE HAYRİHİ

Aynaya baktığım ilk anda gördüğüm kendi hakikatimden bu güne geçen zaman beş yılı aştı. O bir an hayatıma ışık oldu. Anlayışım, idrakim her gün biraz daha gelişiyordu. Bu gelişmenin sonu, sonsuzda kaybolacak gibiydi. Her farklı idrakim bir olay sonunda oluşuyordu. Aslında ben de Necip gibi kimsesiz olduğumu yeni fark ediyordum. Yalnız şöyle bir fark vardı. Ben hakikate adım attıktan sonra yavaş yavaş hiçbir şeysiz kalmıştım. O ise hiçbir şeysiz kaldıktan sonra hakikate adım atmıştı. Benim başım, hiç kimsesiz kaldıktan sonra belki eğilemezdi, Onunki ise hiç bir şeysiz kaldıktan sonra eğilebiliyordu. İnsanların sayıca çokluğunu ve her birinin gidişatındaki farklılıkları düşündüğüm zaman, gökyüzündeki yıldızlar arasında kaybolmuş bir yıldız gibi olduğumu hissediyordum. Allah’ın yarattığı bunca insan için murad ettiği kaderlerin çokluğu, başımı döndürüyordu. Ve bu kaderlerin kişilere özel olarak giydirilmesi için her an yeniden yaratılan sebepler zinciri.

Bu sebepler bazen hayırlı, bazen de şerli oluyordu. Meselâ Necip’in bir anda işsiz, evsiz kalışı şer bir sebepti ama onun yüzünü hakikate çeviren bir şer sebep. Allah bazen şer gibi görünen şeylerin arkasında hayrı murat etmekteydi. Kuranda böyle bir ayet vardı: “…sizin şer sandıklarınızın arkasında hayır gizlidir”. O zaman sebepler tek tip idi. Yani ikilik yoktu. Tek tip olan sebepler hayırlı sebepler idi. Bu hepsi de hayırlı olan şeyleri, hayır ve şer diye iki bölüme ayırmak bize yani insanlara mahsus bir şaşı görmeydi. Şaşı göz biri iki görür ya. İşte insanoğlu da böyle görüyordu. Dünyada yaşayan insanın yaşamında başarılı olması için dünya şartlarına uygun işleyen aklı, üstünkörü bir bakışla bazı konuları kendisi için hayırlı bazılarını da hayırsız görüyordu. Halbuki derinlemesine bakışta bu iki farklı şey bir tek şey oluyordu.š›

İŞLERİNİN HİKMETİ, NEYLERSE GÜZEL EYLERDE SAKLI…

İşte bunları düşünüyordum. Tevhid her yerden, bir olan yüzünü gösteriyordu. Meselâ, kendi kendime şöyle söylüyordum: Ben, Sen ve Allah. Bu üçlük bir kavram oluyordu. Yani bazı işleri ben yaptım, şunları sen yaptın, şu şu işleri de Allah yaptı. Belki insanoğlu bu üçlükten ikiliğe yükselebilecek vakti bulursa, ben ve Allah kalacaktır. Yani ben yaptım ve Allah yaptı. Tevhide geliş ise Allah’tan başka yapan (fail) görmemektir. Üçlükte oluşu zihnimde Hristiyan’lıkla alakalandırıyorum. Hristiyan-larda teslis (üçleme) var ya. Bizzat yaşadığım olayların içinde aklımın oyun yapmaya gücü kalmadığını bildiğimden, bu düşüncelerin kaynağı olarak aklımı bilmiyorum. Bütün düşüncelerimin kaynağını Yaradanım olarak seziyorum. Bütün işleri Yaradan ve yapan O’dur. Bütün işlerden de istisnasız haberi vardır. Böyle inanıyorum. “Biz dilemezsek, sivrisinek kanadını oynatamaz” ayetine sıkı sarıldım. Tam inandığım şekilde ilham veriyor. Ben de böyle biliyorum. O dilemezse hiçbir şey olmaz. Bir şey de, hiç olamaz… Yani hiç olabilmek için dahi O’nun dilemesi gerekir. Bu düşünce ile sarhoşum. Diyorum ki önünde eğilip, kulluk edilecek tek kudret. Başka bir şeye eğilinir mi?

Allah’ın fiillerini düşünmek, işlerinin hikmetlerini öğrenmeye çalışmak bana zevk veriyor. Öğrendikçe hayranlığım artıyor, hayran oldukça daha çok öğrenme isteğim oluşuyor.

SEBEPLERE TAKILMAMAK LÂZIM

Bazen Bakî Efendinin bir sözü kulaklarımda “sebeplere takılıp kalmamak lâzım”. Soruyorum: “Nasıl yani?”. “Meselâ, çocuğumu sen hasta ettin dememek lâzım. Kader buraya kadar mı? denemez. Evet kader en ince noktaya kadardır. Çocuğumun hastalığına sebep oldun, demek daha doğrudur. Çünkü inanıyoruz ki eğer o çocuğun kaderinde hasta olmak var ise, biri sebep olacak ve hasta olacaktır”. “Bu derece mi?” diyorum. “Evet, bu derece. Zira çok Tanrılılık devirleri böyle yanlış düşünerek olmuştur. Bereketi veren, savaşı yöneten, güzellik veren Tanrılar icat edilmiştir. Yani insanlar kendi yetersizlikleri sebebiyle, İlâhlarını da yetersiz görerek, iş bölümü yapmış ve çok Tanrı yaratmışlardır. İhtiyaçları kadar Tanrıları olmuştur”. “Aslında ilk insanla birlikte Peygamberler yaratılmıştır. Hepsi de tek Tanrı’lı din getirmişlerdir. Fakat dinlerin hükmü kalmayınca, aradan geçen zaman içinde, tek Tanrılı din kaybolmuş, yerine başka İlâhlar icat edilmiştir. İnsanoğlu böyle bir yapıya sahiptir. Meselâ Musa Peygamber, Tur dağına çıkmış, Rabbi ile görüşmesi biraz uzayınca, kavmi peygamberlerinin olmayışından şaşkınlık ve sapkınlığa düşmüş, altından bir buzağı yaparak, ona ibadet etmeye başlamıştır. Musa A.S. dağdan inip, kavmini bu sapkın halde görünce fena halde öfkelenmiş, onlara beddua etmiştir. Bakara suresinde anlatılır. İnsanoğlu böyle az bir süre için bile olsa başlarında bir Peygamber olmayınca, dinin bütün öğretilerini unutacak yapıdadır. Bir de aradan yüz yıllar geçmiş ise, o dinin ne kadar bozulduğunu anlayın. Ellerinde vahiy kaynaklı bir kitap ta olmayınca…”

Düşündürücü bir konuşma. Yeniden kavrama zamanı, diyorum kendime. Bütün duyularımı açtım, dinliyorum. “Hiç düşündünüz mü? Bu kadar çok peygamber gönderilmiş. Dört semâvi kitap ve değişik dinler. Hristiyanlık, Musevilik, İslâm neden varlar? Dünya yüzeyinde çeşitli şartlar taşıyan çeşitli dinler olsun, kullar da hangisini kendine uygun bulursa o dinde olsun, diye mi? Hayır. Her Peygamber, insanlığın yoldan çıkmasını toparlamak maksadıyla gönderilmiştir. Bir Peygamberin devri geçtikten bir müddet sonra, hatta bazen o devrin içinde bozulmalar, kokuşmalar başlamıştır. Ama insanın bozulması ile dünyanın sabrının sonlandığı zaman yeniden bir peygamber gönderilerek toplum arındırılmaya çalışılmış. Böylece kıyamete gidiş geciktirilmiş. Her peygamber, kendinden önce gelmiş olan peygamberin hükmünü kaldırmış, yenisini getirmiş. Yeni olan hükümler de esasen bir önceki hükmün aynı imiş. Lâkin bir önceki hükümler unutulduğu, yozlaştığı için yenisi geçerli olmuş. Bu hep böyle geçmiş. Dünya için tek bir din vardır. O da Allah’ın bizler için en uygun olanları tavsiye ettiği dindir. Bu din bir olan Allah’a inanma, O’nun ahlâkı ile ahlâklanma, Allah’a tam mânası ile teslim olma dinidir. Bu özellikleri ihtiva eden din de sırası ile bütün Peygamberlerin getirdikleri dindir. Kuran’da “Allah indinde din islâmdır” ayeti vardır. İslâm teslim kökenlidir. Müslüman da teslim olan demektir. Bu merkezden baktığımızda, bütün peygamberlerin çevresindeki inananları Müslüman idiler. Bizim Peygamberimiz(s.a.v.) ahir zaman Peygamberidir. Son peygamberdir. Kendisinden sonra peygamber gelmeyecektir. Din Kuran ile kıyamete kadar korunacaktır. Dünyanın kıyamete gidiş devri olduğundan dolayı da, başka bir peygambere lüzum görülmemiştir”.

O devirlere gitmeye çalışarak, muhakeme etmeye çalışıyorum. Allah’ın muradı belli. İnsanlarınkini ise anlamaya imkân yok. İnsanlar dinlerinden kopmak istemedikleri için mi ayrılamıyorlar? Yoksa ayrılsalar Peygamberlerine karşı hata yaptıklarını mı düşünüyorlar? Ya da illâ ki bizim dinimizdir diyerek kendilerini ayakta tutacak bir gurup psikolojisi ile mi hareket ediyorlar? Her ne ise, önemli olan insanın kendi hayatı değil mi? İnanan insan, eğer sahiden inanıyorsa, bir defa dünyaya gelme şansını nasıl kaybetmeyi göze alarak harcayabilir? Bütün bu düşünceler içinde iken, şükretmeliyim diyorum. Bakî Efendi tekrar sebeplere dönüyor:

“Allah her işi hiç sebep olmaksızın yaratacak kudrete sahiptir. Peygamberler arasında örnekler vardır ki sebepler için düşündürücüdür. Meselâ Adem A.S.’ ı anne ve baba gibi iki sebepten, ikisi de olmaksızın yaratmıştır. İsa A.S. ı anne sebebi ile yaratmış, fakat baba sebebine lüzum görmemiştir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) i ise hem anne ve hem de baba sebeplerinin ikisini de var ederek yaratmıştır. Dileseydi bütün Peygamberleri, hatta insanların hepsini hiç sebepsiz yaratırdı. İşte sebep olan şeyin, sebebi yaratana göre durumu böyledir. Biz sebeplere takılıp kalmayalım. Bir tokat yediğimizde, tokadı atan eli değil, vesile olan eli ve esas kaynağı görmeliyiz. Hani Müslüman’ın ayağına taş değse, kendi kabahatlerini araştıracak ya. Ne yaptım da ayağıma taş değdi diyerek, araştıracak ya…bir yazarın elindeki kalem ile yazı yazarken, yazının güzelliği anlatılırken, kalem güzel yazdı veya el güzel yazdı der miyiz? Elin sahibini överiz ve falanca kişi güzel yazdı deriz. İşte sebeplere takılmak, kalem güzel yazdı demek gibidir”.

“O zaman hiçbir şey sorgulanmayacak mı?” diyorum, heyecanla… “Sen istersen sorgula. Ama Peygamberimiz(s.a.v.)’in yakın çevresinde olanlar, O’nun hiçbir zaman niçin, neden gibi soruları sormadığını anlatırlar. Demek ki üstün olan peygamber ahlâkı ile, kalemi tutan elin sahibinden her an haberdar idi”.

Sessizlik işkence gibi, boğazım yanıyor. Nasıl olunur böyle diye düşünüyorum. Böyle olmaya hevesli değilim. Haddimden haberliyim. Ama bunları duyduğum için seviniyorum. Fiillerin sahibini görmenin, hayata geçirilmesindeki zorluğunu seziyorum…

TEVEKKÜLÜN HAKİKATİ     

Tevekkül etmek, Allah’ın vekil olarak yettiğini bilerek, O’na tabi olmakmış. Tevekkül ederken kul, kendine düşen görevleri sonuna kadar yerine getirdikten sonra, sonucuna katlanacak, razı olacak… Tevekkülün hakikati, bütün işlerin sahibi olarak Allah’ı tanımakta saklıymış. Elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra, sonuç istediği gibi olmazsa, feryat etmeyecek, isyan etmeyecek, hatta kalbinde bir kıpırtı bile olmayacak. Bunun dışında olan durumlarda tevekkül etmeye çalışmaktan bahsedilebilir. Asla tevekkülden söz edilemez. Tevekkül ediyorum diye parmağını bile kıpırdatmadan beklemek te tevekkül değildir. Bu da miskinlik, tembellik olarak adlandırılabilir. Tevekkül edebilmek için, mutlaka fiil tecelliyatına uğramak lâzım, diyorum. Yani işlerin gerçek sahibinin kalben hissedilmesi ve buna tam olarak inanılması lâzım, diyorum. Tecelliyat yani yansıma, Allah’ın kulunda zahir oluşu ile ilgili bir mesele. Bunun taklidi olmuyor. Eğer Allah kuluna kâfi geliyorsa, o kul için bütün sebepler kalkmış olacaktır. “Vekil olarak Allah kuluna kâfidir” ayeti, hissedebilenleri bu noktaya çekmiyor mu?

Ya! Rab! sana gerçekten güvenmeyi, senden gelene eyvallah demeyi, sana tevekkül etmeyi nasip et. Sana değil de sebeplere güvenerek, onlardan umarak şirke girmeme mani ol. Sen bana yetersin, eğer bilirsem. Sen bana yetersin, eğer görürsem. Beni sebeplerinle ağır imtihanlara tabi tutma. Benim de, sebeplerin de İlâh’ı sensin. Bu düşünceden ayrılmak istemiyorum. Yardım et, öfkeme, nefsime kapılmayayım.

Tevekkül ile teslimiyet, bir arada bir birini tamamlayarak oluşuyor gibi. Tevekkül eden, teslim oluyor. Ya da teslim olan, tevekkül etmiş oluyor. İnsan bu şuura erdiğinde, ne yaparsa yapsın Allah’ın muradının olduğunu görüyor. Biliyoruz ki Allah’ın muradı şu an için hoşumuza gitmiyorsa bile, bizim için en güzel olan, O’nun takdir ettiğidir. İşte bu düşünce uyuşturulmuş olan aklın düşüncesi olmayıp, bütün azalarımızla, hücrelerimizle bildiğimiz bir düşünce oluyor. Bu düşünceye ulaşma şansını yakalayamayanlar uzaktan bakarak, ancak kendi bilebildikleri kadarını söylüyorlar. Ne acı. Hem bir olguyu tam olarak anlayamamak, hem yetersiz görüşü ile, tam bir görüşmüş gibi ahkâm kesmek…