Kategori arşivi: 3.Şükür

Allah Hakkında Şükrün Hakikati

ALLAH HAKKINDA ŞÜKRÜN HAKİKATİ:

Allah’a hakkıyla şükretmek, Allah yönünden hayaldir. Çünkü Allah’ın öncelikle bu şükre ihtiyacı yoktur. Sonra övülmeye, ünlenmeye de ihtiyacı yoktur. Bundan sonra esas olan gelir ki bu da şükredebilmek nimetine ulaşmış olabilmemizdir. Şükretmemiz için irademizi yönlendirerek bize nimet veren yine O’dur. O halde bir nimet için başka bir nimet ile teşekkür etmiş oluruz. Her şükür, başka bir nimet ile yapılır ki o nimet için de şükretmek lâzımdır.

Musa (a.s.) aynı noktada yetersizliğini bilmiş ve Allah’a nasıl şükredebileceğini ve şükür konusunda aciz kaldığını beyan etmiştir. Allah-ü Tealâ, Musa (a.s.)’a “Her nimetin benden olduğunu bildiğin vakit, ben de bu bilgiyi şükür olarak kabul ederim” şeklinde vahyetmiştir.

Allah’a şükür için iki bakış vardır:

1)Tevhid nazarından bakış:

Bu görüş, “fena” nazarı ile görüş olup, bu kişiler nefislerini Allah’da ifna(yok) etmişlerdir. Bu kişiler Allah’dan başka her şeyden, hattâ kendilerinden yok olmuşlar, Allah’dan başka bir şey bilmez olmuşlardır. Bunlar gördükleri her şeyde Allah’ı görürler. Sonra O’nun yarattığı olarak diğer şeyleri görürler. Bunlar arifler olup, onların sözleri cahiller için anlaşılmaz ve hattâ gülünçtür ki bu da zaruridir. Tevhid bir makamdır ki onun anlatılarak öğretilmesi ile, asıl olan tevhide zıt bir şey ele geçer. Tevhid yolcunun ancak yaşayarak ulaşabileceği bir makamdır. Burada şu kadarı anlatılabilir. Bu makama ulaşmış olanlar, bilirler ki asıl olan ezeli ve ebedi daima var olandır. Mevcudiyeti de bir başkasının mevcudiyetine bağlı değildir. Aksine her şeyin mevcudiyeti, kendisine bağlıdır. Böylece Allah hakkında “bizatihi kâim” demekle ne demek istediğimizi anlatmış olduk. Bundan, başkası veya başkaları yok olsa bile, Zât’ının yine var oluşu anlaşılır. Şayet bizatihi kaim oluşu yanında, kendi varlığı ile bir başkasının varlığı da varsa, o zaman “Kayyum” denir. Kayyum olan da sadece O’dur. Hakiki mevcut sadece O’dur.  O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.

Arifin birisi, “ Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” âyetini duyduğunda, “ Onları sevmekle, gerçekte kendi Zâtını sevmiştir. Seven de, sevilen de O’dur” demiştir. Hakikaten biri bir eser meydana getirdiğinde, eserini sevmekle kendini sevmiş olmaz mı? Tevhid ile ilgili ancak bu kadarını anlatabilmek mümkündür.

Tevhid nazarı ile bakan için şakir (şükreden), meşkûr (şükredilen) de O’dur. Bu makam yüksek bir makam olup, anlamayanların reddetmesi hattâ işi ileri götürerek, din dışı olmakla suçlaması da mümkündür. Ama biz deriz ki; bunları diyen de, suçlayan da, anlayan da, anlamayan da hep O’dur.

2)Fena makamına ulaşamayanların görüşü: Bunlar da iki kısımdır:

A)Münkirler: İnkâr edenler, kendilerini tanır, Rab tanımazlar. İki gözleri de kördür.

B) Tek gözü kör olanlar: Bunlar tek gözleri ile görürler ve hak olan mevcudu tanırlar, inkâr etmezler. Diğer gözleri tamamen kör ise, Hakk’ın dışındaki fâninin, fâni olduğunu fark edemezler. Bunlar müşriktirler. Allah ile başka bir mevcudun varlığını da kabul ederler. Bu genelde kendisidir. Veya iş yerindeki amiri, yahut karısı, kocası, evlâdı olabilir.

Şayet kör olan gözü biraz görüyorsa, yani bir kul bir de Allah kavramı varsa, ikiliktedir, muvahhiddir. Gözünün görmesi nisbetinde, noksanlıklarını anlayabilir. Ne nispette noksanlık anlamışsa, o nispette tevhide girer. Şayet gözünü dört açar ve ileriyi görmeye doğru giderse, sonunda mevcudatta Allah’dan başkasını görmez ve tevhidin kemaline erer.

Tevhidin en düşük derecesi ile, kemal derecesi arasında fark vardır. Tevhidin ilk derecesi, “Lâ İlâhe İllallah” demektir. Tevhidin kemaline ulaşanlar azdır.  Sırf inkâr ve şirk derecesinde olanlar da azdır. Bunlar en geride olanlardır. Putlara tapanlar bile: “Biz bunlara, ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”(Zümer/3) derler. Bunlar çok zayıf da olsa tevhidin ilk basamaklarına gelmişlerdir. (şüphesiz böyle hayal etmektedirler). Ortada kalanlar çoğunluktur. Bunlardan  bazılarının basiretleri açılır da, ilerleyebilir. Fakat çoğu zaman şimşek gibi bir hızlı idrakten sonra, gelir, geçer. Bazılarında ise bir müddet kaldığı halde devam etmez. Bu halde devam eden, enderdir.

Tevhidin ilk derecesi, sözle “Lâ İlâhe illallah” demektir. Bundan sonra Allah-ü Tealâ’nın bir olduğunu bütün işlerde birlemek vardır ki “Tevhid-i ef’al” denir. Bu iki tevhid basamağı arasında da belki de bir ömür sürecek olan ara makamlar vardır. Ve belki de kişinin ömrü fiillerin tevhidi makamına çıkmaya bile yetmeyecektir. Bundan sonra “Tevhid-i esma” gelir. Allah’ın esmasının külliyen tecellisi ile olur. Arada pek çok makamlar vardır. Sonra sıfatlarının tecellisi ile, “Tevhid-i sıfat” olur. Yine arada pek çok makam vardır. Bundan sonra Zât’ın müşahedesi ile, kişi kendini göremez olur. Sadece Zât kalır. Bu da “tevhid-i Zât”tır.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “Allah’ım, ikâbından affına; gadabından rızana; Sen’den yine Sana sığınırım. Sana lâyık bir sena ile ben seni sena etmekten acizim. Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin ya Rab!” buyurduğu Hadis-i Şerif meşhurdur.

Burada: “ikâbından affına” derken, İlâhi fiilleri müşahede etmiş, bir fiilinden, başka bir fiiline sığınmıştır.Daha sonra  İlâhi fiillerin çıkış yeri olan İlâhi sıfatları görünce “gadabından rızana” buyurdu. Sonra daha yüce makama çıktığında, tevhidin aslı için bulunduğu makamın da noksanlığını gördü, Zât’ın müşahedesine ulaştı ve “Sen’den, yine Sana sığınırım” buyurdu. Burada kendisini de görerek, bunun da noksanlık olduğunu,  daha da yaklaşarak anladı  ve kendini yok kabul ederek “Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin” demiştir. Bu Hadis’te “lâ uhsi” kelimesini kullanmakla, kendini göremez olduğu yokluğundan söz ettiğini anlamaktayız.

“Kalbime öyle şeyler gelir ki, günde yetmiş defa istiğfar ederim” Hadis’i yukarıda anlatmaya çalıştığımız, menzillerinden, diğer birine geçişleri sebebiyledir. Bulunduğu makamdan bir üstüne çıktıklarında, evvelki makamın noksan olduğunu görerek, o makamda bulunduğu süre için istiğfar ediyorlardı. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus; diğer beşeriyet âlemine, belki de ömründe bir defa menzilde ilerlemek nasip olurken, Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) günde kaç defa yükseliyor, menzil alıyorlardı. Zât’ın müşahedesine kadar ki istiğfar edişleri, tevbe çekişleri bu sebeptendi. Ondan sonra da vefatlarına kadar hem tevbeleri, hem taatleri, hem ibadetleri eksilmeden devam etmiştir.

İşte bu makamlara ulaşabilenler için şakir, meşkur, şükür aynı şeydir.

Özetle şükür, Allah tarafından bakıldığında, nimeti vereni görmek; kul tarafından bakıldığında ise verilen  nimeti Allah’ın rızasının olduğu yerlerde kullanmaktır. Allah, kullarının nimeti vereni görmesini murad ederken, aynı zamanda şirke düşmemelerini de murad etmiş oluyor. Zira nimetler bakımından sebeplere yönelmekle, kişi şirk etmiş oluyor. Kişi nimetleri yerinde kullanmamak bakımından nankörlük etmiş oluyor. İnsanın Yaradan’ına itaati, kabaca şükürdür. Küfrü ise itaatin zıddı olup, nimetleri yerinde kullanmamakla olur. Aslında nimetler birer sebep olup, yaratılmış olan her sebep de Allah’a yakınlaşmak ve uzaklaşmak için yaratılmışlardır. Yakınlık ve uzaklık sebeplerini yaratmış olanın ise, bu yakınlıktan ve uzaklıktan bir faydalanması yoktur. O zaman burada aranan fayda, sadece biz kulları içindir. Böyle düşünüldüğü zaman, yaklaştırıcı sebepleri bildikten sonra, her insan için gelinmesi gereken nokta, en azından “tevhid-i ef’al” noktası olur. Yani Cehennemde bir miktar kalarak, temizlendikten sonra aslımıza rücû edebilmemiz için, mutlaka dünyada iken Allah hakkında fiillerin sahibi olduğunu bilmemiz lâzımdır. Fiillerin sahibi esasen mülkün sahibidir de. Burada iken bu hakikati bilemeyenler, öbür âleme geçtiklerinde, gözlerindeki perde kaldırıldığı zaman, mülkün sahibini tanıyacaklardır.

“Bugün mülk kimin? Tek ve Kahhar olan Allah’ın”

Mü’min / 16

Şükrün Tarifi ve Hakikati

ŞÜKRÜN TARİFİ VE HAKİKATİ:

Şükür, bütün nimetlerin Allah’dan olduğunu bilmektir. İster vasıtalı, ister vasıtasız gelmiş olsun.

Allah Yolunda giden yolculara ait makamlardandır. Diğerleri gibi ilim, hal, amelden meydana gelir. Şükrün nimetler ile ilgisi vardır. Nimetleri düşünürken dünya ve ahiret nimetleri olarak; ya da maddi ve manevi nimetler olarak her türlüsünü düşünmek lâzımdır.

İlim: Her türlü nimetin kimin eliyle gelirse gelsin, Allah’dan geldiğini bilmektir. Yarattıklarının hepsini nimetlendiren Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederek, tek olduğunu anlamak takdistir.

Arada sebep olan biri olsa, o kişi şu durumdadır: Veren kişinin kendisine verme imkânını ve verme iradesini bahşeden Allah’tır. Vermesi ise hem dünyada hem de ahirette kendisi için hayırlıdır. Bu inanca sahip olduktan sonra, vermemesi artık mümkün olmaz. Ayrıca verdiğinin kendi için kâr olduğunu, eğer kârı olmasa vermeyeceğini bilir. Bu durumda, verenin kendi için umduğu bir nimete kavuşmak üzere vermesi, söz konusudur. Bu arada umduğu nimete kavuşmak için, verdiği kişiyi de sebep etmiş olmaktadır.

Allah’ın fiil tecelliyatını böylece anlayarak, sebepler yaratılmıştır, fakat bütün işlerin sahibi Allah’tır diyerek, ilmen tevhide erilmiş olunur. Bundan sonra şükredilebilir.

Yani: Önce takdis( Sübhan Allah), sonra tevhid(Lâ İlâhe İllallah), daha sonra da tahmid( Elhamdülillah) gelir. Sebeplere takılanlar, yani sebeplerin kanalından nimete kavuşanlar, sebepleri nimetin sahibi gibi görenler, gerçek manâda şükretmiş olmazlar. Sebeplere can ve gönülden teşekkür ederlerken, esas nimeti verene de dillerinin ucu ile teşekkür ederler.  Bu şükür dilleri ile olan şükürdür, şükürden sayılmaz. Şükrün hakikatinde tevhidden sonra, şükre vasıl oluş vardır.

“Sübhanallah diyene on hasene, Lâ ilâhe İllallah diyene yirmi hasene, Elhamdülillah diyene otuz hasene vardır” Hadisinde, şükrün yapılabilmesi için önceden takdis ve tevhidin yapılması gerektiği buyurulmuştur.

Şükür bütün nimetlerin, Allah’dan olduğunun bilinmesi olduğuna göre, gerçek şükür sahipleri fiil tecelliyatına uğramış, efal-i tevhide ulaşmış  kimselerdir. Veya üzerinde fiil tecelliyatı hükmeden kişiler, şükrünü yapabilenlerdir.

Hal: Nimeti verene marifet geliştikten sonra, yani nimeti vereni bildikten sonra, devam eden ferahlık, sürûr durumudur. Eğer kişi nimeti vereni seviyor ve  bu nimetle, nimeti verene hizmet edeceği için mutluluk duyuyorsa, bu ferahlık ve sevinç şükürdür. Yok eğer nimete seviniyor ve bu nimete sahip olduğu için seviniyorsa, bu, şükür değildir. Nimet sebebiyle sevinmek üç türlü olur:

1)   Verilen nimetin arzusuna uygun olması durumunda, nimete sevinmek. İnsanların çoğu böyle sevinir. Şükür değildir.

2)   Nimeti verenin kendisine nimet vermesi ile yanında bir kıymeti olduğu için sevinmek, kendisinin kendine verdiği önem yüzünden, sevilmesinin kıymeti sebebiyle sevinmektir. Burada da nimeti verenin Zât’ına değil, in’ama sevinmek söz konusudur. Allah yolunda ilerlemeye çalışan saliklerin durumu böyledir.

3)   Nimet verenin verdiği nimete sevinirken; o nimet ile nimeti verene yaklaşabilmek, Cemal’ini seyredebilmek, o nimet ile belki de hizmet edebilmek sevincidir. Bu en kemalâtlı şükürdür. Bu kişiler, sevinmek şöyle dursun, kendilerini Hak’tan ayıracak diye, nimetin verilişine üzülürler bile.

“Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir”      Şiblî

“ Avamın şükrü yemek, içmek, ve giymek ferahlığında olur. Fakat havasın şükrü, kalbe gelen İlâhi Nefha’lar iledir”                                                              İbrahim Havas

Amel: Nimeti vereni bilmenin ferahlığı ve sevinci ile, amel etmektir. Bu amel bütün azalar ile olur. Kalp ile olan, iyiliğe niyet etmek ve bunu herkesten gizlemektir. Dil  ile olan şükür, Allah’dan razı olduğunu Rabb’ine bildirmesidir. Bunun aksi Rabb’ini aciz bir kula şikâyet etmesidir. Gözün şükrü, Müslüman kardeşlerinde gördüğü kusurlar görmemiş gibi olması ve örtmesidir. Kulağın şükrü ise duydukları başkalarına ait ayıpları duymazlıktan gelmektir.

Kişinin aciz olup, sıkıntıya dayanamaması veya verileni az görerek şikâyet eder hale girmesi durumunda, şikâyetini aciz birine değil, yine Allah’a yapması lâzımdır. Böylece Allah’ın karşısında istekli olmaktan dolayı zillete düşse bile, bu zillet(küçük düşme), aciz birinin karşısında zillete düşmekle bir olabilir mi? Kulun Mevlâ’sına zillet göstermesi de aynı zamanda izzettir. Hz. Cüneyt : “ Şükür, nefsini o nimete lâyık görmemendir” demiştir.

Şükür

ŞÜKÜR

Şükrün fazileti:

“Siz Beni anın, Ben de sizi anayım. Bir de Bana şükredin, nankörlük etmeyin”                           Bakara/ 152

“Eğer şükreder, iman ederseniz, Allah sizi niye azaba uğratsın”                                                                   Nisâ/ 147

“Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız”

Âl-i İmran 145

“Onların çoğunu şükrediciler bulamayacaksın”                                                                                    A’raf/17

“Kullarımdan şükreden azdır”                        Sebe’/13

 

“And olsun şükrederseniz, elbette sizin(nimetinizi) arttırırım. And olsun nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz benim azabım cidden çetindir”                           İbrahim/ 7

“Allah şekûr ve halimdir”                            Tegabün/17

Allah-ü Tealâ, zikri şükür olarak saymıştır. Hamdi de şükür olarak saymıştır:

“Allah’ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tir”

Ankebut/45

“Dediler: Bize vaadinde sadık olan Allah’a hamd olsun”                                                                               Zümer/74

“Duaların sonu da hamd olsun kâinatın Rabbi olan Allah’adır”                                                           Yunus/10

Hadis-i şerifler:

“Yemek yediren ve şükreden; oruç tutup sabreden gibidir”                                                                               Buhari

“Zikreden dil, şükreden kalbe sahip olunuz”

“Şükür imanın yarısıdır”                            İbn Mes’ud