Kategori arşivi: Adımlar 1.Cilt

Sabır mı Yoksa Şükür mü Efdaldir

SABIR MI YOKSA ŞÜKÜR MÜ EFDALDİR?

Bu konu asırlarca ihtilâf ile gitmiştir. Bu sebepten iki bakış açısından anlatmak uygundur:

1)   Şeriatın hükmüne göre: Sabır, şükürden efdaldir. Bu hüküm avam için en anlaşılır şekilde böyledir.

“Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir”

Zümer/10

“Süleyman a.s. mülkü sebebiyle, diğer Peygamberlerden 40 yıl sonra Cennet’e girecektir”                Teberani

“Size verilenlerin efdali, yakîn ve sabır azimetidir”

“Cennet’in bütün kapıları iki kanattır. Yalnız sabır kapısı tek kanatlıdır. Buradan ilk girecekler, belâ ile imtihan edilenlerdir. En önde ise Eyyûb a.s. bulunacaktır”

Ayrıca fakirliğin fazileti hakkındaki haberlerin hepsi, sabrın faziletidir. Zira sabır fakirlik, şükür zenginlik halidir. Fakirlikten maksat, her şeyin fakirliği olup, esas fakirlik, varlığından kurtulmaktır. Varlıksız olmaya sabır en büyük sabırdır. Zenginlik de her türlü varlık halidir. Yalnız burada önemli bir mesele vardır ki: Varlığından kurtulan ve bu varlıksızlığa sabreden fakir, aynı zamanda Allah ile zengin olmuş ve şükreden zengindir.

2)Mükâşefe ehlinin açıklamasına göre: Sabır ve şükür ilim, hal ve amelden meydana gelir. İlimden kast olunan marifetullahtır. Hal, iyi halleri yaşamak;  Amel ise, marifetullah ile bilinen iyi halleri kalbe yerleştirmek ve kötü halleri uzaklaştırmaktır. Yani isyandan uzaklaşıp, itaate yaklaşmak demektir. Ameller şahısların durumlarına göre önem arz eder. Meselâ cimrilik biri için önemlidir, çünkü bu hastalıktan kurtulmamıştır. Diğeri için önemli değildir. Çünkü onun böyle bir hastalığı yoktur. Cimri olan kişi, meselâ oruç tutmaktan etkilenmiyor ve kolay tutuyorsa, oruç tutarak cimriliğini tedavi edemez. Belki oruç tutmak başkası için devadır. Bu bakımdan amellerin hiç biri için diğerinden daha faziletlidir denemez.

Ameller halleri, haller de marifeti ortaya çıkarır. Aranan marifetullahtır. Allah, kalpten dünya sevgisinin çıkması için sadakayı, karz-ı haseni teşvik etmiştir.

“Allah’a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim?”

Hadid/11

Bu âyette, açık olarak bu teşvik söylendiği halde, yoldan çıkanlar “Allah’ın bizim ibadetimize ve karz vermemize ihtiyacı yoktur. Dileseydi O, miskinleri de zengin yapardı ve bizim vermemize ihtiyaç kalmazdı” derler.

“Onlara; Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden hayra verin denilince; o küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: (Allah’ın dileseydi yedireceği kimseye biz mi yedirecekmişiz?)                                                                 Yasin/47

Şükür marifeti, nimetin Allah’tan geldiğini bilmektir. Sabır marifeti de, elem ve acının Allah’tan geldiğini bilmektir. İkisi de, geliş  kaynağı Hakk olduğu konusunda birleşir.

Taat konusunda sabır ve şükür aynıdır. Ama belâda durum farklanır.

Meselâ gözü görmeyenin sabrı, gözü olup da kötülüklere bakmayanın sabrı ile bir değildir. Gözü olup da bakmayan adam hem gözünün şükrünü yapmış olur, hem de bakmama sabrını göstermiş olur. Bu bakımdan bakmayanda iki misli ecir vardır.

Servete şükürde ise: Yoksul olanın yok olan bir şey için sabretmesi kolaydır. Zengin olanın serveti, ihtiyacından fazla ise nimettir, şükrünün ödenmesi gerekir. Bu şükür, servetin fazlasını isyanda kullanmayıp, hayır ve hasenatta kullanmaktır. İsyana sarf etmemesi sabırdır. Burada şükür üstündür. Çünkü içinde sabır da vardır. Böylece sabreden yoksul, cimri olup servetini mübahlarda harcayan(isyanda harcamayan) zengine göre daha makbuldür. Ama servetini hayır ve hasenatta harcayan böylece hem şükreden, hem de isyanda harcamadığı için sabretmiş olan zenginden daha makbul değildir.

Özetle, sabrın kalbdeki acısı büyüktür ve fakirlikte hep acı vardır. Zengin malını dağıtsa bile, vaktiyle zengin olması sebebiyle, bir itibarı vardır. Genel bakış ile bakıldığında, sabreden fakir, şükreden zenginden makbul olur. Şükreden zengin, zaruretin dışında kendine bir şey bırakmaz, her şeyi dağıtır, bunu Allah için yapar, karşılığında hiçbir şey beklemez, hattâ Allah’tan bile beklemez ve bunu unutursa; gerçekten unutursa işte bu şükreden zengin, sabreden fakirden üstündür.

Sabrın Dereceleri

SABRIN DERECELERİ:

1)   En düşük derecesi: Sabretmekten hoşlanmaz fakat şikâyeti terk etmiştir. Sabretmesi veya sabretmek zorunda olması sebebiyle elem vardır. İçinde acı daima eleme eşlik eder. Bu elem en çok kendisine acıması sebebiyle olur. Nefis insanın kendine acımasını sağlar.

2)   Rıza hali: Sabrın üstünde bir derecedir. Elem de yoktur, ferahlık da.

3)   Belâya şükür: En yüksek sabır derecesidir. Görüldüğü gibi sabır, en üst derecede şükür haline geliyor.

Şükrün Dereceleri

ŞÜKRÜN DERECELERİ:

1)   Belâya şükür: En üst derecedir.

2)   Nimetin fazlalığından mahcup oluş ve utanma da şükürdür.

3)   Şükürdeki kusurunu bilmesi de şükürdür.

4)   Şükrünün azlığı için özür dilemesi de şükürdür.

5)   Allah’ın kendi kusurlarını örttüğünü bilmesi de şükürdür.

6)   Şükrü yerine getirebilmenin, İlâhi lûtufla olduğunu bilmesi de şükürdür.

7)   Nimete alçak gönüllü olmak da şükürdür.

8)   Vasıtalara teşekkür etmek de şükürdür.

9)   Nimeti verene itiraz etmemek, azını çok bilmek de şükürdür.

Dua-Şükür

DUA:

Eş-Şekûr, eş-Şekûr, eş-Şekûr!

Şükrün en mükemmelini Sen yapansın. Küçücük bir taatin karşılığını bol olarak verensin. Senin ahlâkın ile ahlâklanmadan şükre nasıl gücümüz yeter ki? Esasen Sen dilemezsen, şükretmeyi bilemeyiz. Nimet verdiklerin için mi, yoksa vermediklerin için mi şükretmeliyiz? Verdiklerini unutturup, varlıksızlık nimetini sunduğun için mi, yoksa verdiklerini hatırlayıp, zenginlik nimeti için mi? Bizi bizden çok düşünüp, her nimetinin hikmet oluşuna mı, yoksa her hikmetinin nimet oluşuna mı şükretmeliyiz? Dilimizle durmaksızın, kalbimizle her daim, azalarımızla her işte, halimizle imtihanlarda, iç alemimizde bir kıpırtı olmaksızın, şükretmeyi nasip et ya Rabbi.

Servetini, ihtiyaçlı olanlara dağıtan zenginin şükrünü makbul buluyorsun. İşte biz Seninle zengin, Sen gibi bir servete sahipler olarak, servetimizi ihtiyaçlılara, kendimizi önemsemeyerek, Senin          rızan için, verdiğimizi de unutarak ve hiçbir karşılık beklemeden dağıttık, dağıtacağız. Bizi de şükreden zenginlerden kabul et, Ya! Rab.

Ümidimiz Senden, şükrümüz Sana…

Reddetme bizleri, geldik kapına…

Muhabbetullah

MUHABBETULLAH

“Sûrete aşık olan, ehl-i bî-vefadır,

Sîrete aşık olan, ehl-i safâdır.”

Muhabbetullah, Allah-ü Tealâ’ya karşı duyulan sevgidir. Muhabbet ve sevgiye en lâyık olan, ancak Allah-ü Tealâ’dır. En büyük zevkin,  Allah(c.c.)’ın Cemalini seyretmek olduğunu, bunu da kazanmak için, dünyada iken marifete sahip olmak olduğunu bilmekteyiz.

Muhabbetullah gönülden zuhur edip, Rahman’a ulaşırken, yolu üstüne çıkan her gönülde aşk çerağını tutuşturur. Böylece tutuşmuş gönül sahibi mü’min olur da; mü’minin aynasında kendi muhabbetini bulur. Bu muhabbet öyle kuvvetli ve derindir ki, pırıltılarında ölüler bile can bulur. Bu diriliş, yaşam diriliğinden apayrıdır. Öylesine apayrıdır ki, yaşayanların aslında ölü olduğu ve diri olanların da ancak muhabbetle dirildiği bir hayat var olur.

Muhabbet sonsuz ve uçsuz bucaksız olup, bütün kâinatı şevklendirip, yakıp, tutuşturacak keyifli bir sancıdır. Muhabbet ehli ise, tehlikeyi seven cesur bir erdir.

“Muhabbet kalbin meylidir. İnsanların öğretmesi ile sahip olunmaz, ancak Hakk’ın ihsanı ile olur.”

“Muhabbet kalbe ait olup, Allah-ü Tealâ’nın sıfatıdır. İradi olarak değil, gayri iradi olarak zuhur eder.”

“Muhabbet kalp içinde parlayan bir nurdur ki o kalbin sahibini mesrûr eder ve masivadan kurtarır.”

“Hakk’ın muhabbetine susayan, O’nun ünsiyet denizine dalmıştır.”

“Herkesin kıymeti, gönlünün himmeti ile alâkalıdır:

-Himmeti dünya olanın, kıymeti şehvettir.

-Himmeti ahiret olanın, kıymeti Cennettir.

-Himmeti Allah Sevgisi olanın, kıymeti sonsuzdur.”

Muhabbet makamların en üstünüdür. Tevbe, sabır, şükür, zühd, ve benzeri makamlar ile muhabbetin başlangıcına hazırlık yapılmış olur. Muhabbetten sonra yükselinen her makam, ancak muhabbetin eserleridir. Bunlar da şevk, üns, rıza ve benzeri makamlardır.

Muhabbet Rahman’ın özel lûtfudur ki masivayı yıkar, hiçbir duygu ile mukayese edilemez. Öncesi ve sonrası düşünülmeden, içinde bulunulan anda yaşanır. Bir İlham-ı Rabbani olup, kalbin sürûrudur. Bu yakıcı ve etkili ateşi, Hak Tealâ Hazretleri dostlarının kalbinde tutuşturmuştur. Bu ateş insan için en gerekli unsurdur. Zira diğer düşünce ve isteklerin hepsini ve tüm ihtiyaçları yakıp, kül eder.

Muhabbet yerleştiği kalbin sahibini insan ederken, etrafa sıçrayan kıvılcımlar ile de çevresine ihsan eder. Muhabbet hangi kula hediye edildi ise, o kulun çevresindekiler, ona meyl ve muhabbet eder.

Muhabbet yerleştiği kalbin sahibini inceltirken; hakikatin derinliğini kalınlaştırır. Kıymeti bilinmelidir. Muhabbet mayası yaratılmış olan her canda, tutuşturulmayı bekleyen bir kıvılcım olarak vardır.

Ve muhabbet Âlemi sevmenin sırrıdır. Zira kalp artık sevme duygusunun dışında diğer duyguları unutur. Muhabbet ile genişleyip, incelen kalp; bir yandan kendi sırrını muhafazaya çalışırken, diğer yandan âleme merhamet nazarı ile bakar. Bu merhamet en aşağı derecedeki muhabbette; diğer merhamete müstahak olanların, muhabbet rüzgârından nasip alamamış olmasından kaynaklanır. Muhabbeti tadanda bu merhamet ile öyle coşma olur ki, çevresine öz sermayesinden dağıtıp, saçıp, onları da sermayedar etmek ister. Bu duygu sadece kalbi yumuşatmakla kalmaz; bakışı, dokunuşu, her türlü verişi ince ve hassas kılar. Kulak incelir de, duymadıklarını duymaya başlar. Burun hassaslaşıp, umumun bilmediği kokuları alır. Göz ise kapalı bile olsa, öteleri seyreder.

Muhabbet öyle bir tutkudur ki; yeme, içme, uyku ve diğer ihtiyaçları giderip, asıl olan sevgiliyi düşünmekten başka bir şey bırakmaz.

Ve muhabbet ehli her an, sonsuza kadar devam etmesini istediği tek şeyle yaşar: Bir bütünün parçaları olan kâinat ile aynı hazzı paylaşmak…

Ve ne kadar acıdır ki, muhabbet hakkında söylenen her sözü; ancak muhabbetten nasibi olan anlar. Diğerleri güzel bir şiir gibi dinler…

Muhabbetullahın kemali, maifetullahtan sonradır. Kim ki Allah-ü Tealâ’yı en iyi bildi, tanıdı; o kişi ehl-i muhabbettir. Tanımadan sevdiğini söylemek ise taklittir, sevme hevesidir. Veya tanıdığı kadar sevmektir. Hakk’ı hakkıyla ancak Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) sevmiştir. Muhammedî ahlâk da kimde yerleşmeye başlamış ise, bu sevgi başlamış demektir. Sevmek itaati beraberinde getirir. İtaat ile sevgi oluşur da, denir. Seven yahut sevdiğini iddia eden, itaatte eksiklik göstermez.

Kulun Allah(c.c)’ı Sevmesine Dair Deliller

KULUN ALLAH(C.C.)’I SEVMESİNE DAİR DELİLLER:

Allah onları, onlar da Allah(c.c.)’ı severler”Mâide/54

“İman edenlerin, Allah(c.c.)’a sevgisi ise sağlamdır”

Bakara/165

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), bu âyeti delil göstererek, muhabbeti imanın şartı olarak bildirmişlerdir.

“Allah ve Resûl’ü kişiye başkalarından daha sevimli olmadıkça, iman etmiş olmaz”                               Enes (r.a.)

“Kul iman etmiş olmaz, ta ki ben  ona ehlinden, malından ve bütün insanlardan, kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça”                                                               Enes (r.a.)

“Allah-ü Tealâ’nın size verdiği sayısız nimetler için O’nu seviniz. Beni de Allah sevdiği için seviniz”

Tirmizi

Muhabbetin Kısımları

MUHABBETİN KISIMLARI:

1)En alt seviyede sevgi: Her canlı ilk olarak kendini sever. Kişinin kendini sevmesi demek, yaşamayı sevmesi, ölümden nefret etmesi, sonra âzalarının selâmetini istemesi, sonra malını, evlâdının yaşamasını, akraba ve dostlarının selâmetini istemesi demektir. Bunları severken varlığının devamı ve gelişmesi için bunlardan faydalanmayı düşündüğü içindir. Kendi ölmezliğine o kadar düşkündür ki, evlâdı dolayısıyla neslinin bekasında kendi bekasını bulur. Kendisi ve etrafındakiler için ölümü hiç düşünmez. Ölümden korktuğu için değil, varlığının devamını esas aldığı için böyledir. Meselâ kendisine, mümkün olup da kolay öleceği, hiç ölüm acısı çekmeyeceği, öbür tarafta da hesaptan uzak olacağı söylense bile, ölümü asla istemez. Ancak büyük bir belâ ile karşılaşırsa, çekemeyeceği bu belâdan kurtulmak için, ölümü isteyebilir.

2)Yine güzel olmayan, alt seviyede olan sevgi: İhsan sebebiyle sevmektir. İnsanlar kendilerine iyilikte bulunanları severler. İnsan iyiliğin kölesidir. Fakat bu sevgi iyilik sürdüğü kadar devam eder. İyilik bitince, sevgi de biter. Hattâ iyilik yapmadığı için, eski yapılan iyilikler unutulur da, düşman bile olunur. İyilik için seven, sevdiği kişiyi zatı için değil, yaptığı iyilik için sevmiştir. İnsanoğlu arada hiçbir bağ, hiçbir münasebet olmasa da, iyilik yapanı sever.

3)Makbul olan sevgi: Bir şeyi zâtı için sevmektir.   Hakiki sevgi sadece budur. Yani bir şeyi bir fayda, bir sebep veya iyilikten dolayı değil, kendisinden hoşlandığı için sevmektir. Bu sevgi eksilmez, artmaz, tükenmez, yok olmaz. Bu, Hüsn-ü Cemal’i sevmektir. Bir şey güzel olduğu   için sevilirse, bu da mümkündür. Yani güzeli güzel olduğu için sevmek de muhabbettir. Güzel olanda güzelliği anlamak da bir zevktir. Bu sevmeyi şehvet ile sevişlerle karıştırmamak lâzımdır. O ayrı bir bahistir. Meselâ tabiatta bulunan güzel şeyleri sevmek, güzelliği sevmektir. Yeşillikler, akar sular, kuşlar, çiçekler hep sevilen şeylerdir. Halbuki bunlardan gözümüzün hoşlanması dışında, bir faydalanma yoktur. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah güzeldir, güzeli sever” buyurmuştur. Allah-ü Tealâ’nın da güzel olduğu malûmumuzdur. O halde O’nu sevmemek mümkün değildir. O, güzellerin en güzelidir.

Muhabbetin Hakikati

MUHABBETİN HAKİKATİ:

1)Önce bilinmesi gereken: Marifet ve idrak olmaksızın, sevgi oluşamaz. Yani sevginin başlaması için, önce bilmek ve anlamak gerekir. İdrak eden için, anladığı, zevk aldığı ve rahatlık duyduğu her şey sevimlidir, gönlü ona meyleder. Sevgi, gönlün zevk alınan şeye meyletmesidir. Eğer bu meyil kuvvetlenirse, kuvvetlendiği ölçüde aşk olur.

2)Sonra; sevgi nasıl bilgi ve anlayışla ilgilidir ve bilgi ve anlayış da nasıl değişken ise, sevginin de dereceleri vardır. Hem değişik insanların bilgi ve anlayışlarına göre dereceleri vardır, hem de aynı insan bile olsa, farklı zamanlarda değişen bilgi ve anlayışına göre değişen dereceleri vardır. Duyularla idrak etmekten çok üstün olan kalbin basireti, yani kalbin idraki, İlâhi ve şerefli maneviyattan, daha çok zevk alır. Bu sebepten, Allah sevgisini, duyularından başka bir şey bilmeyenler hem anlamazlar, hem de inkâr ederler. Beş duyu ile anlaşılanlar ise, hayvanların da sahip olduğu bir şeydir.

3)Sonra asl olan ise, insanın kendini sevdiği gibi, yani kendini sevdiği değerde başkasını sevip sevmediğidir. İnsanın kendini sevmesi, kendi için başkasını sevmesi hep karşılaşılan sevgilerdir. Ama birini severken, kendi için değil de, o kişi için onu sevmesi değerlidir. Bu, asıl sevgidir, hakikidir.

4)Hüsn-ü Cemal: Bilinmelidir ki bununla kast edilen, sûret yani dış güzellik değildir. Bir şeyin güzel olması demek, onda bulunması mümkün olan bütün kemalâtı, kendisinde toplamış olması demektir. Kısaca her şeyin güzeli, kendisine lâyık olan ve kendisinde toplanmış olan kemaldir. Bu öyle bir kemaldir ki, daha üstünü düşünülemez. Şayet kemalâtın bir kısmı eksik ise, o nispette güzeldir. İnsanda bulunan kemal vasıflar duyularla değil, basiret nuru ile bilinir. Kemal vasıfların hepsi ilim ve kudret vasfındandır. Bütün iyilik ve güzellik bu iki vasıftandır. Bunlar(ilim ve kudret), his ile bilinemez. Bunlar bedende bölünme kabul etmeyen en küçük parçaya kadar yayılmıştır. Gerçek manâda sevilen budur. Bazılarında ilim ve kudret olmaksızın, güzel ahlâk olsa bile, bu sevgiyi gerektirmez. Takdir edilir, o kadar. Vücudun parçalanamayan en küçük zerresine kadar yayılması ile, yaradılışa aykırı olmayan, İlâhi ahlâka uygun bir yapı meydana gelir ki, bu ezeldeki ilk yaratılışın aynıdır. İşte diğer insanlar için gayri iradi sevgi odağı olmanın sebebi, budur. Böyle biri, çekim merkezi gibidir. İlim ve kudretsiz güzel ahlâklı olan kişide ise, güzel ahlâk hücrelerine kadar yerleşmediği için, her an değişebilir veya kendi kendine bir güzellik içinde oturur, çekim merkezi olmaz. Sevilen güzellik siret-i cemile(kemalât)den meydana gelen, bu güzelliktir. Siret-i cemile, ilim ve kudretin kemaline bağlıdır. Hüsn-ü Cemal ise, hem zahire hem de bâtına ait güzellikler topluluğudur.

5)Seven ve sevilen arasında bir alâka vardır. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Bezm-i Elestü’de tanışan ruhlar dünyada buluşacak, tanışmayanlar da ayrılacaktır” buyurmuşlardır.

İşte bu beş kısım halinde anlatılanların tamamı, muhabbetin hakikatidir. Bu beş kısımda anlatılanlar ışığında, hakiki sevgi, bütün vasıfları Zât’ında toplayan Allah-ü Tealâ’dan başkasına duyulamaz. Bu sevgiye ancak, O lâyıktır.

Sevgiye Layık Olan Yalnız Allah(c.c.)’dır

SEVGİYE LÂYIK OLAN YALNIZ ALLAH(c.c.)’DIR:

Kişi, kendini yaratmış olduğu için ve varlığı Yaradanının varlığı ile mümkün olduğu için, Allah(c.c.)’ı sevecektir. Fakat kendine ve Rabbine cahilliğinden dolayı sevmez. O halde biliyoruz ki, muhabbet  marifetten sonra hasıl olur. Yani Allah(c.c.) hakkında ilimlendikten sonra başlar. Marifet olmadan muhabbet olmaz. Marifet sahibi olmayan inananların “Allah(c.c.)’ı seviyoruz” demeleri, taklidi olan bir şeydir. Cennet umudu ile veya Cehennem korkusu ile, sevmesinin iyi bir şey olduğunu bilerek; yahut nimetlerin kendileri için sevinerek söylenmiş olabilir. Bu sebeple marifetin kuvveti nisbetinde, muhabbet olur. Hasan-ı Basri: “Rabbini bilen, O’nu sever” demiştir.

Marifette ilk adım; Allah-ü Tealâ’nın her şeyi yoktan yarattığını, tek olduğunu, varlığının emsali olmadığını, hiçbir şey yok iken de, her şey yok olduktan sonra da var olacağını, dilediği her şeyi yapmakta tek hüküm sahibi olduğunu, her şeyin ve kendi varlığının da sahibi olduğunu bilmesidir. Bunlara tam olarak iman eden biri, eğer kendini seviyorsa, elbette kendi varlığını ayakta tutacak olanı daha çok sevecektir. Çünkü önem verdiği kendi varlığını sürdürecek kudrete kendisi sahip değildir. O zaman kendi varlığını devam ettirecek olan, Yaradan’ını sevmesi zaruri olur.

İkinci adım, fiil tecelliyatıdır. Kul bütün işlerin sahibi olarak, Rabbini görür. Bu önce ilmen biliş, sonra yaşayarak hayatına geçiriş ile olur. Kişi malını korumak için, ailesini arzu ettiği gibi yaşatabilmek için, etraftan saygı görmek için dahi, Allah(c.c.)’ın yaptırdığını bilerek, kendisinin asla yapamayacağını, bütün işleri yapanın Allah(c.c.) olduğunu bilerek, yine O’nu sevmek durumundadır. Sonra insanların kendisine ihsanda bulunma durumunda bile, bu insanların kalplerine ihsan duygusunu koyanı görür. Sonra karşılığında sevap olmasa, kimsenin ihsan ve inam yapmayacağını bilir. Ve Allah(c.c.)’a karşı kalbinde, hem bu duyguları kalplere koyduğu için ve hem de sevap gibi sebepleri yaratıp bildirdiği için bir sevgi gelişir. Ayrıca  marifeti arttıkça, Allah(c.c.)’ın kullarına bir şey karşılığında  ihsanda bulunmadığını öğrenir de, karşılıksız verene sevgisi daha da artar.

Üçüncü adım isimleri ve sıfatları öğrenmektir. İsimler ile, kişi Rabbini ilmen tanır ve tanıdıkça hayranlığı artar. Meselâ kuldaki cömertlik ile, O’nun “Gani” oluşunun farkını öğrenir. Merhametini, günahları örtüşünü, tevbeleri beklemedeki sabrını, ve nicelerini öğrendikçe, sevgisi kuvvetlenir. Meselâ iyi şöhret ile tanınan bir devlet başkanını sevse, ondaki güzel ahlâkın Allah-ü Tealâ’nın isimlerinden az bir miktarın yansıması olduğunu bilir de, yine o kişiyi bu ahlâka getireni daha çok sever. Hem bu gibi güzel insanları güzel hale getirecek kudrete sahip olduğu için ve hem de güzel ahlâkın esasının sahibi olduğu için.

İlim ve kudret sıfatlarına marifet arttıkça, ilminin genişliği ve kudretinin ululuğu karşısında, kalp adeta Yaradan’ı ile gurur duyar. Bu da sevme sebebidir. İlmin ve kudretin kemali, herkesi çeker.

İnsan ile Yaradan arasında aslında çok yakın bir alâka vardır. Kuran-ı Kerim’de: “Allah(c.c.)’ın ahlâkı ile ahlâklanın” buyurulmuştur. Demek ki kulun, O’ na ait bir şeyi alması mümkündür. Bu da bir yakınlık olduğunun delilidir. “onu yapıp ruhumdan üflediğimde…” diye Hicr/29 da insanı şereflendirmesi söz konusudur. Sâd/ 26 da: “Muhakkak biz seni yeryüzüne halife yaptık” buyurulmaktadır.

“Allah-ü tealâ, Adem’i sûreti üzerine yarattı”; “Kulum nafile ibadetler ile bana öyle yaklaşır ki; onu severim. Onu sevdiğim vakit gören gözü, konuşan dili olurum” şeklinde daha da arttırılabilecek hadisler vardır.

Bütün bunların ışığında, kul marifet sahibi oldukça, kalbinde Allah(c.c.) sevgisi yerleşir. Marifeti arttıkça, muhabbeti de o derecede artar. Basiret sahipleri için asl olan Allah(c.c.) sevgisidir. Kör olanlar için ise Allah(c.c.)’dan başkasını sevmek makuldür. Ne sevilirse sevilsin, bu niteliklere sahip başkası da bulunabilir. Ama Allah(c.c.)’ın dengi yoktur. O, Celâl ve kemalinin sonunda olarak bütün vasıflara sahiptir. O halde O’na olan sevgide ortaklık da yoktur.

Zevklerin En Üstünü

ZEVKLERİN EN ÜSTÜNÜ:

İlmin zevki, yani marifetullah zevki en lezzetli olandır. İlmin şerefi, malum olanın şerefi ile ilgilidir. Bu bakımdan marifetullah en şerefli ve lezzetli zevktir. Allah(c.c.)’ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini, mülkündeki tedbirini bilmek en zevkli ilimdir.

Zevkler; zahiri ve Batıni olmak üzere iki kısımdır. Zahiri olanlar beş duyu ile alınan zevklerdir. Batıni olanlar ise beş duyu dışında alınan zevklerdir. Bunlar kalbin aldığı zevklerdir. İlim, keramet, başkanlık, üstünlük gibi zevklerdir. Keramet, başkanlık, üstünlük zevkleri, kemal ehline nazaran daha aşağı zevkler de olsa, batıni zevkler, zahiri zevklerden daha üstün ve kemallidir. İlim zevki, Allah(c.c.)’ı bilmek yani marifetullah zevkine ulaşırsa, kul için Allah(c.c.)’ı bilmek, Cemalullah’ı mütalâa etmek, İlâhi esrara ulaşmak, zevklerin en büyüğüdür. Bu zevke ulaşmak, halktan ayrılma ve uzlette gizlidir.