Kategori arşivi: Adımlar 1.Cilt

Dua-Sabır

DUA:

Ya! Rabbim! Bizleri yer yüzüne gönderip, yine Sana dönmemizi, es-Sebur isminin icabı olarak sabırla beklemektesin. Bize de es-Sebur isminle tecelli etmeni bekliyoruz. Sabır, bize yakışan ve kapında beklemek için çok gerekli olan ahlâkımız olsun. Bize Yakîn imanını nasip et de, bu iman ile sabrımız, Sence makbul olan sabırlardan olsun. Eziyetler nedir ki, Sana yaklaşmanın yanında… belâlar da öyle… Biz Seni sevmeyi bilemediğimize sabrediyoruz. Çünkü Sen bildirmeden, bilemeyiz. Biz Seni birleyemediğimiz için sabrediyoruz. Çünkü Sen tevhide getirmezsen, gelemeyiz. Biz Seni anlayamadığımız için sabrediyoruz. Çünkü Sen yüzündeki perdeleri kaldırmazsan, anlayamayız. Biz Seni tanıyamadığımız için sabrediyoruz. Çünkü Sen zanlarımızı kaldırmazsan, tanıyamayız.

Çaresiz, şaşkın, nefsimizle dert içinde, gücümüz yetersiz, tutunacak yerimiz yok. Sen çaresizlere ümit, şaşkınlara doğruyu bildiren, nefsimizle mücadele yollarını öğreten, güçsüzlere güç veren, tutunmak isteyenlere ipini uzatansın.

Kitabında övdüğün “sabirin”e komşu et. Yarın geç olur, şu anda duamızı kabul et. Sabrımız, imanımızın kuvvetlenmesine sebep olsun. Senin için hiçbir şey yapamamanın mahcubiyeti içindeyim. Merhametinin büyüklüğüne inanıyorum. Bu merhametle Sana itaatte, ömrümün sonuna kadar sabretmeyi ve hattâ razı olmayı nasip et. Merhametlilerin en merhametlisi olan, Yüce Rabbim!

Şükür

ŞÜKÜR

Şükrün fazileti:

“Siz Beni anın, Ben de sizi anayım. Bir de Bana şükredin, nankörlük etmeyin”                           Bakara/ 152

“Eğer şükreder, iman ederseniz, Allah sizi niye azaba uğratsın”                                                                   Nisâ/ 147

“Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız”

Âl-i İmran 145

“Onların çoğunu şükrediciler bulamayacaksın”                                                                                    A’raf/17

“Kullarımdan şükreden azdır”                        Sebe’/13

 

“And olsun şükrederseniz, elbette sizin(nimetinizi) arttırırım. And olsun nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz benim azabım cidden çetindir”                           İbrahim/ 7

“Allah şekûr ve halimdir”                            Tegabün/17

Allah-ü Tealâ, zikri şükür olarak saymıştır. Hamdi de şükür olarak saymıştır:

“Allah’ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tir”

Ankebut/45

“Dediler: Bize vaadinde sadık olan Allah’a hamd olsun”                                                                               Zümer/74

“Duaların sonu da hamd olsun kâinatın Rabbi olan Allah’adır”                                                           Yunus/10

Hadis-i şerifler:

“Yemek yediren ve şükreden; oruç tutup sabreden gibidir”                                                                               Buhari

“Zikreden dil, şükreden kalbe sahip olunuz”

“Şükür imanın yarısıdır”                            İbn Mes’ud

Şükrün Tarifi ve Hakikati

ŞÜKRÜN TARİFİ VE HAKİKATİ:

Şükür, bütün nimetlerin Allah’dan olduğunu bilmektir. İster vasıtalı, ister vasıtasız gelmiş olsun.

Allah Yolunda giden yolculara ait makamlardandır. Diğerleri gibi ilim, hal, amelden meydana gelir. Şükrün nimetler ile ilgisi vardır. Nimetleri düşünürken dünya ve ahiret nimetleri olarak; ya da maddi ve manevi nimetler olarak her türlüsünü düşünmek lâzımdır.

İlim: Her türlü nimetin kimin eliyle gelirse gelsin, Allah’dan geldiğini bilmektir. Yarattıklarının hepsini nimetlendiren Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederek, tek olduğunu anlamak takdistir.

Arada sebep olan biri olsa, o kişi şu durumdadır: Veren kişinin kendisine verme imkânını ve verme iradesini bahşeden Allah’tır. Vermesi ise hem dünyada hem de ahirette kendisi için hayırlıdır. Bu inanca sahip olduktan sonra, vermemesi artık mümkün olmaz. Ayrıca verdiğinin kendi için kâr olduğunu, eğer kârı olmasa vermeyeceğini bilir. Bu durumda, verenin kendi için umduğu bir nimete kavuşmak üzere vermesi, söz konusudur. Bu arada umduğu nimete kavuşmak için, verdiği kişiyi de sebep etmiş olmaktadır.

Allah’ın fiil tecelliyatını böylece anlayarak, sebepler yaratılmıştır, fakat bütün işlerin sahibi Allah’tır diyerek, ilmen tevhide erilmiş olunur. Bundan sonra şükredilebilir.

Yani: Önce takdis( Sübhan Allah), sonra tevhid(Lâ İlâhe İllallah), daha sonra da tahmid( Elhamdülillah) gelir. Sebeplere takılanlar, yani sebeplerin kanalından nimete kavuşanlar, sebepleri nimetin sahibi gibi görenler, gerçek manâda şükretmiş olmazlar. Sebeplere can ve gönülden teşekkür ederlerken, esas nimeti verene de dillerinin ucu ile teşekkür ederler.  Bu şükür dilleri ile olan şükürdür, şükürden sayılmaz. Şükrün hakikatinde tevhidden sonra, şükre vasıl oluş vardır.

“Sübhanallah diyene on hasene, Lâ ilâhe İllallah diyene yirmi hasene, Elhamdülillah diyene otuz hasene vardır” Hadisinde, şükrün yapılabilmesi için önceden takdis ve tevhidin yapılması gerektiği buyurulmuştur.

Şükür bütün nimetlerin, Allah’dan olduğunun bilinmesi olduğuna göre, gerçek şükür sahipleri fiil tecelliyatına uğramış, efal-i tevhide ulaşmış  kimselerdir. Veya üzerinde fiil tecelliyatı hükmeden kişiler, şükrünü yapabilenlerdir.

Hal: Nimeti verene marifet geliştikten sonra, yani nimeti vereni bildikten sonra, devam eden ferahlık, sürûr durumudur. Eğer kişi nimeti vereni seviyor ve  bu nimetle, nimeti verene hizmet edeceği için mutluluk duyuyorsa, bu ferahlık ve sevinç şükürdür. Yok eğer nimete seviniyor ve bu nimete sahip olduğu için seviniyorsa, bu, şükür değildir. Nimet sebebiyle sevinmek üç türlü olur:

1)   Verilen nimetin arzusuna uygun olması durumunda, nimete sevinmek. İnsanların çoğu böyle sevinir. Şükür değildir.

2)   Nimeti verenin kendisine nimet vermesi ile yanında bir kıymeti olduğu için sevinmek, kendisinin kendine verdiği önem yüzünden, sevilmesinin kıymeti sebebiyle sevinmektir. Burada da nimeti verenin Zât’ına değil, in’ama sevinmek söz konusudur. Allah yolunda ilerlemeye çalışan saliklerin durumu böyledir.

3)   Nimet verenin verdiği nimete sevinirken; o nimet ile nimeti verene yaklaşabilmek, Cemal’ini seyredebilmek, o nimet ile belki de hizmet edebilmek sevincidir. Bu en kemalâtlı şükürdür. Bu kişiler, sevinmek şöyle dursun, kendilerini Hak’tan ayıracak diye, nimetin verilişine üzülürler bile.

“Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir”      Şiblî

“ Avamın şükrü yemek, içmek, ve giymek ferahlığında olur. Fakat havasın şükrü, kalbe gelen İlâhi Nefha’lar iledir”                                                              İbrahim Havas

Amel: Nimeti vereni bilmenin ferahlığı ve sevinci ile, amel etmektir. Bu amel bütün azalar ile olur. Kalp ile olan, iyiliğe niyet etmek ve bunu herkesten gizlemektir. Dil  ile olan şükür, Allah’dan razı olduğunu Rabb’ine bildirmesidir. Bunun aksi Rabb’ini aciz bir kula şikâyet etmesidir. Gözün şükrü, Müslüman kardeşlerinde gördüğü kusurlar görmemiş gibi olması ve örtmesidir. Kulağın şükrü ise duydukları başkalarına ait ayıpları duymazlıktan gelmektir.

Kişinin aciz olup, sıkıntıya dayanamaması veya verileni az görerek şikâyet eder hale girmesi durumunda, şikâyetini aciz birine değil, yine Allah’a yapması lâzımdır. Böylece Allah’ın karşısında istekli olmaktan dolayı zillete düşse bile, bu zillet(küçük düşme), aciz birinin karşısında zillete düşmekle bir olabilir mi? Kulun Mevlâ’sına zillet göstermesi de aynı zamanda izzettir. Hz. Cüneyt : “ Şükür, nefsini o nimete lâyık görmemendir” demiştir.

Allah Hakkında Şükrün Hakikati

ALLAH HAKKINDA ŞÜKRÜN HAKİKATİ:

Allah’a hakkıyla şükretmek, Allah yönünden hayaldir. Çünkü Allah’ın öncelikle bu şükre ihtiyacı yoktur. Sonra övülmeye, ünlenmeye de ihtiyacı yoktur. Bundan sonra esas olan gelir ki bu da şükredebilmek nimetine ulaşmış olabilmemizdir. Şükretmemiz için irademizi yönlendirerek bize nimet veren yine O’dur. O halde bir nimet için başka bir nimet ile teşekkür etmiş oluruz. Her şükür, başka bir nimet ile yapılır ki o nimet için de şükretmek lâzımdır.

Musa (a.s.) aynı noktada yetersizliğini bilmiş ve Allah’a nasıl şükredebileceğini ve şükür konusunda aciz kaldığını beyan etmiştir. Allah-ü Tealâ, Musa (a.s.)’a “Her nimetin benden olduğunu bildiğin vakit, ben de bu bilgiyi şükür olarak kabul ederim” şeklinde vahyetmiştir.

Allah’a şükür için iki bakış vardır:

1)Tevhid nazarından bakış:

Bu görüş, “fena” nazarı ile görüş olup, bu kişiler nefislerini Allah’da ifna(yok) etmişlerdir. Bu kişiler Allah’dan başka her şeyden, hattâ kendilerinden yok olmuşlar, Allah’dan başka bir şey bilmez olmuşlardır. Bunlar gördükleri her şeyde Allah’ı görürler. Sonra O’nun yarattığı olarak diğer şeyleri görürler. Bunlar arifler olup, onların sözleri cahiller için anlaşılmaz ve hattâ gülünçtür ki bu da zaruridir. Tevhid bir makamdır ki onun anlatılarak öğretilmesi ile, asıl olan tevhide zıt bir şey ele geçer. Tevhid yolcunun ancak yaşayarak ulaşabileceği bir makamdır. Burada şu kadarı anlatılabilir. Bu makama ulaşmış olanlar, bilirler ki asıl olan ezeli ve ebedi daima var olandır. Mevcudiyeti de bir başkasının mevcudiyetine bağlı değildir. Aksine her şeyin mevcudiyeti, kendisine bağlıdır. Böylece Allah hakkında “bizatihi kâim” demekle ne demek istediğimizi anlatmış olduk. Bundan, başkası veya başkaları yok olsa bile, Zât’ının yine var oluşu anlaşılır. Şayet bizatihi kaim oluşu yanında, kendi varlığı ile bir başkasının varlığı da varsa, o zaman “Kayyum” denir. Kayyum olan da sadece O’dur. Hakiki mevcut sadece O’dur.  O hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.

Arifin birisi, “ Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” âyetini duyduğunda, “ Onları sevmekle, gerçekte kendi Zâtını sevmiştir. Seven de, sevilen de O’dur” demiştir. Hakikaten biri bir eser meydana getirdiğinde, eserini sevmekle kendini sevmiş olmaz mı? Tevhid ile ilgili ancak bu kadarını anlatabilmek mümkündür.

Tevhid nazarı ile bakan için şakir (şükreden), meşkûr (şükredilen) de O’dur. Bu makam yüksek bir makam olup, anlamayanların reddetmesi hattâ işi ileri götürerek, din dışı olmakla suçlaması da mümkündür. Ama biz deriz ki; bunları diyen de, suçlayan da, anlayan da, anlamayan da hep O’dur.

2)Fena makamına ulaşamayanların görüşü: Bunlar da iki kısımdır:

A)Münkirler: İnkâr edenler, kendilerini tanır, Rab tanımazlar. İki gözleri de kördür.

B) Tek gözü kör olanlar: Bunlar tek gözleri ile görürler ve hak olan mevcudu tanırlar, inkâr etmezler. Diğer gözleri tamamen kör ise, Hakk’ın dışındaki fâninin, fâni olduğunu fark edemezler. Bunlar müşriktirler. Allah ile başka bir mevcudun varlığını da kabul ederler. Bu genelde kendisidir. Veya iş yerindeki amiri, yahut karısı, kocası, evlâdı olabilir.

Şayet kör olan gözü biraz görüyorsa, yani bir kul bir de Allah kavramı varsa, ikiliktedir, muvahhiddir. Gözünün görmesi nisbetinde, noksanlıklarını anlayabilir. Ne nispette noksanlık anlamışsa, o nispette tevhide girer. Şayet gözünü dört açar ve ileriyi görmeye doğru giderse, sonunda mevcudatta Allah’dan başkasını görmez ve tevhidin kemaline erer.

Tevhidin en düşük derecesi ile, kemal derecesi arasında fark vardır. Tevhidin ilk derecesi, “Lâ İlâhe İllallah” demektir. Tevhidin kemaline ulaşanlar azdır.  Sırf inkâr ve şirk derecesinde olanlar da azdır. Bunlar en geride olanlardır. Putlara tapanlar bile: “Biz bunlara, ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz”(Zümer/3) derler. Bunlar çok zayıf da olsa tevhidin ilk basamaklarına gelmişlerdir. (şüphesiz böyle hayal etmektedirler). Ortada kalanlar çoğunluktur. Bunlardan  bazılarının basiretleri açılır da, ilerleyebilir. Fakat çoğu zaman şimşek gibi bir hızlı idrakten sonra, gelir, geçer. Bazılarında ise bir müddet kaldığı halde devam etmez. Bu halde devam eden, enderdir.

Tevhidin ilk derecesi, sözle “Lâ İlâhe illallah” demektir. Bundan sonra Allah-ü Tealâ’nın bir olduğunu bütün işlerde birlemek vardır ki “Tevhid-i ef’al” denir. Bu iki tevhid basamağı arasında da belki de bir ömür sürecek olan ara makamlar vardır. Ve belki de kişinin ömrü fiillerin tevhidi makamına çıkmaya bile yetmeyecektir. Bundan sonra “Tevhid-i esma” gelir. Allah’ın esmasının külliyen tecellisi ile olur. Arada pek çok makamlar vardır. Sonra sıfatlarının tecellisi ile, “Tevhid-i sıfat” olur. Yine arada pek çok makam vardır. Bundan sonra Zât’ın müşahedesi ile, kişi kendini göremez olur. Sadece Zât kalır. Bu da “tevhid-i Zât”tır.

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “Allah’ım, ikâbından affına; gadabından rızana; Sen’den yine Sana sığınırım. Sana lâyık bir sena ile ben seni sena etmekten acizim. Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin ya Rab!” buyurduğu Hadis-i Şerif meşhurdur.

Burada: “ikâbından affına” derken, İlâhi fiilleri müşahede etmiş, bir fiilinden, başka bir fiiline sığınmıştır.Daha sonra  İlâhi fiillerin çıkış yeri olan İlâhi sıfatları görünce “gadabından rızana” buyurdu. Sonra daha yüce makama çıktığında, tevhidin aslı için bulunduğu makamın da noksanlığını gördü, Zât’ın müşahedesine ulaştı ve “Sen’den, yine Sana sığınırım” buyurdu. Burada kendisini de görerek, bunun da noksanlık olduğunu,  daha da yaklaşarak anladı  ve kendini yok kabul ederek “Sen kendini nasıl sena ettinse, öylesin” demiştir. Bu Hadis’te “lâ uhsi” kelimesini kullanmakla, kendini göremez olduğu yokluğundan söz ettiğini anlamaktayız.

“Kalbime öyle şeyler gelir ki, günde yetmiş defa istiğfar ederim” Hadis’i yukarıda anlatmaya çalıştığımız, menzillerinden, diğer birine geçişleri sebebiyledir. Bulunduğu makamdan bir üstüne çıktıklarında, evvelki makamın noksan olduğunu görerek, o makamda bulunduğu süre için istiğfar ediyorlardı. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus; diğer beşeriyet âlemine, belki de ömründe bir defa menzilde ilerlemek nasip olurken, Hz.Peygamberimiz(s.a.v.) günde kaç defa yükseliyor, menzil alıyorlardı. Zât’ın müşahedesine kadar ki istiğfar edişleri, tevbe çekişleri bu sebeptendi. Ondan sonra da vefatlarına kadar hem tevbeleri, hem taatleri, hem ibadetleri eksilmeden devam etmiştir.

İşte bu makamlara ulaşabilenler için şakir, meşkur, şükür aynı şeydir.

Özetle şükür, Allah tarafından bakıldığında, nimeti vereni görmek; kul tarafından bakıldığında ise verilen  nimeti Allah’ın rızasının olduğu yerlerde kullanmaktır. Allah, kullarının nimeti vereni görmesini murad ederken, aynı zamanda şirke düşmemelerini de murad etmiş oluyor. Zira nimetler bakımından sebeplere yönelmekle, kişi şirk etmiş oluyor. Kişi nimetleri yerinde kullanmamak bakımından nankörlük etmiş oluyor. İnsanın Yaradan’ına itaati, kabaca şükürdür. Küfrü ise itaatin zıddı olup, nimetleri yerinde kullanmamakla olur. Aslında nimetler birer sebep olup, yaratılmış olan her sebep de Allah’a yakınlaşmak ve uzaklaşmak için yaratılmışlardır. Yakınlık ve uzaklık sebeplerini yaratmış olanın ise, bu yakınlıktan ve uzaklıktan bir faydalanması yoktur. O zaman burada aranan fayda, sadece biz kulları içindir. Böyle düşünüldüğü zaman, yaklaştırıcı sebepleri bildikten sonra, her insan için gelinmesi gereken nokta, en azından “tevhid-i ef’al” noktası olur. Yani Cehennemde bir miktar kalarak, temizlendikten sonra aslımıza rücû edebilmemiz için, mutlaka dünyada iken Allah hakkında fiillerin sahibi olduğunu bilmemiz lâzımdır. Fiillerin sahibi esasen mülkün sahibidir de. Burada iken bu hakikati bilemeyenler, öbür âleme geçtiklerinde, gözlerindeki perde kaldırıldığı zaman, mülkün sahibini tanıyacaklardır.

“Bugün mülk kimin? Tek ve Kahhar olan Allah’ın”

Mü’min / 16

Allah-ü Teala’nın Sevdiği ve Sevmediği Şeylerin Ayrımı

ALLAH-Ü TEALÂ’NIN SEVDİĞİ VE SEVMEDİĞİ ŞEYLERİN AYIRIMI:

Küfrü terk etmek, şükrü yerine getirmek ancak, Allah-ü Tealânın hoşlanıp, hoşlanmadığı şeyleri tanımakla mümkündür. Bu ayırım için iki kuvvet verilmiştir. Biri kulaktır ki âyet ve hadislere dayanarak, ayırımını yapar.

Diğeri ise basirettir. Kalbin görmesi, hissetmesi, anlaması, bilmesidir. Basiret, ibret gözü ile bakmak demek olup, Allah’ın yarattığı bütün mahlukatındaki hikmeti anlamak üzere bakmak demektir. Hikmet gizli ve aşikâre olur.

Aşikâr olan: Gök yüzü ve içindekiler bir hikmet icabı yaratılmıştır. Yeryüzü ve içindekiler de hikmetle yaratılmıştır. İşte bunların yaradılış sebeplerini düşünmeli, Allah’ın kudretini görmeliyiz. İnsanların ve hayvanların azaları da başlı başına bir hikmettir. Her aza ne iş için yaratılmışsa, o iş için kullanılmalıdır. Meselâ el çalışmak için, ayak yürümek için yaratılmıştır. Meselâ eli, yaradılış hikmetinin dışında bir iş için meselâ dayak için kullanmak, nankörlük etmek demektir.

Gizli olan: Bir şey herhangi bir gaye ve hikmet için yaratılmış olduğu halde, bu gayeden ayırıp, kullanmanın doğru olmadığını bilmektir. Meselâ altın ve gümüş bir şeyin değerini ölçmek için yaratılmıştır. Biriktirmek veya altın kap ya da takı olarak kullanmak için değil. Biriktirmenin veya altın kap olarak kullanmanın kimseye faydası yoktur. Bir şeyi yaradılış maksadına uygun kullanmak şükür, aksi ise küfürdür. Gizli olan hikmet bakışı ile, meselâ sağ el ile taharet almak güzel değildir. Nimete küfür vardır. Sağ el kuvvetli yaratılmıştır, şerefli işlerde kullanılır. Sol el ise zayıf yaratılmıştır. Daha şerefsiz işlerde kullanılır. Kıbleye yönelişteki hikmet aynı şekildedir. Hayırlı ve şerefli işlere sağ taraf ile başlamak sünnettir. Meselâ; ayakkabıyı önce sağ ayak ile giymek, çıkarırken de önce soldan çıkarmak sünnettir. Sağ ayak dururken, sol ile başlamak, nankörlüktür. Sünnetlerin hepsi hikmete dayanır. Çünkü bu işler Peygamberimiz(s.a.v.)’den sadır olmuştur. Bu mevzular fakihler için mekruhsa da, arifler için haram gibidir. Bir arif, ayakkabısını yanlışlıkla soldan giydiği için, sadaka dağıtmıştır. Bunlar Enbiya ve Evliya için, kulu Allah’dan uzaklaştıran sebeplerdir.

Böylece, hikmete uygun ve hikmeti gayesine ulaştıran her şey şükür olmuş olur.

Özetlersek: Allah hikmetini tamamlamada kulunu kullanır. Kullar arasında en çok şükreden, Allah’a en yakın olandır.

“Her kime hikmet verilirse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir”                                                         Bakara /269

Nimetin Hakikati ve Bölümleri

NİMETİN HAKİKATİ VE BÖLÜMLERİ

Her iyilik, zevk, aranan her faydalı şey nimet sayılırsa da, gerçek nimet ahiret saadetine ulaştırmaya vesile olan şeylerdir. Nimetleri altı bölümde inceleyebiliriz:

1)   Dünya ve ahirette fayda veya zararlarına göre, nimetler dört bölümdür:

A)  Dünya ve ahirete faydalı olanlar: İlim ve güzel ahlâk.

B)  Dünya ve ahirete zararlı olanlar: Cehalet ve kötü huy.

C)  Dünyada kârlı, ahirette zararlı olanlar: Şehvete uymak.

D)  Dünyada zararlı, ahirette faydalı olanlar: Şehvetini kırmak, nefsin her türlü hevasına uymamak.

2)   Mal, evlâd, akraba, mevki gibi dünyalık sebeplerin, hayır ve şer olanlarının birbirine karışmış olması:

A)  Kârı zararından çok olanlar: Yukarıda sayılan dünyalıkların yetecek sayıda oluşudur.

B)  Zararı kârından çok olanlar: Zaruri ihtiyaçtan fazla olan ve fazla olduğu halde, yerinde kullanılmayan durumlardır.

C)  Kârı ve zararı eşit olanlar: Şahıslara göre değişir. Nice servet sahiplerinin, varlıklarını hayırlı yollarda harcaması ile, hattâ varlığı nimet olmuş olur. Nice fakirlerin de, fakirliklerinden şikâyet etmeleri sebebiyle yoklukları ile sahip oldukları belâ olur.

3)   Hayırlı işler:

A)  Kişinin kendi için etkili olan hayırlar: Kişiyi ahiret saadetine, Cemalullaha ulaştıracak olan hayırlardır. Bunlar sebep değil gayedirler. Gerçekte hayır ve nimet bunlardır. Bu hayırlı işler ilim sahibi olmak, Allah’a itaat etmek, Allah’ı bilme yoluna girip, ilerlemek gibi şeylerdir.

B)  Başka gaye için arananlar: Altın ve gümüş gibi. Bunlar kişiyi arzularına kavuşturmada sebeplerdir. Cahillere sevimli gelir, toplarlar. Bunlara nimet bile denemez. Sadece bunlarla arzu edilen gayeye ulaşmak mümkünse, o kişi için nimet sayılabilir.

C)  Hem kendi, hem başkası için arananlar: Bunlar sıhhat ve selâmet gibi şeylerdir. Sıhhat ile hem dünyalık elde etmek kolaylaşır, hem Allah’a ulaştıracak yolda gidişte vesileler rahat yapılır. Bu da fena sayılmaz. Lakin sadece kendisi için hayır veren nimetler gibi değildir.

4)   Başka bakımdan hayırlı işlerin sınıflandırılması: Faydalı, güzel ve hoş olmaları bakımından üç vasıfla sınıflandırılırlar. Bu üç vasfı kendisinde toplayan hayır, ilim ve hikmettir. Faydalıdır, çünkü geleceğe kârı vardır. Hoştur, çünkü huzuru ve zevki duyulur. Güzeldir, çünkü her halden daha çok beğenilir. Bunun zıddı da cehalettir. Cahil, cehaletini anladığı zaman derinden sancı duyar. Fakat haset, kibir ve tembellik gibi şehvetleri ilimlenmesine mani olur. Bu iki zıt kuvvet arasında daima azâb içinde kalır.

5)   Nimetin zevk vermesi bakımından taksimi:

Aklî zevkler: Akıl sıfatı ile sıfatlanan sadece kalptir. Bu sebepten aklî zevkler diyince, kalbin aldığı zevkleri de söylemiş oluruz. Kalbin aldığı zevkleri, beş duyu anlamaz. Beş duyunun anladığı mide ve ferc şehvetini de, kalp anlamaz. Kalbin aldığı zevkler ilim ve hikmet zevkleridir. Bu zevkler, dünyada çok az ve fakat o derecede şereflidirler.

Bu zevkler şereflidir, zira hiç doyulmaz. Meselâ insan ne kadar aç olursa olsun, karnı doyduktan sonra, tekrar dönüp, yemeğe bakmaz. Cima da böyledir. Ama ilim ve hikmete hiç doyulmaz. İlmin ve aklın şerefli olmasının sebebi, bir defa korunmaya ihtiyacı yoktur. Servet ise korunmaya muhtaçtır. Biz serveti koruma çareleri ararken, ilim bizi korur. İlim, başkalarını ilmimizden istifade ettirdiğimiz ölçüde artarken, mal eksilir. Mal çalınır, mevkii geri alınır; fakat ilmimizi kimse çalamaz, elimizden alamaz. İlim sahibi daima emniyet ve huzur içindedir. Mal ve mevkii sahibi ise daima tehlike ve korku içindedir. İlimden kast edilen, elbette esas olan  Allah’ı öğrenme ilmidir. Bu ilim, derece derece giderek artan bir tarzda öğrenilir. Bildikleri ile amel edenlere, Allah bilmediklerini de öğretir. İlim ve hikmetin zevkine varamayanlar da vardır. Bu kimseler ya iç alemleri gelişmemiş olanlar; veya iç âlemleri geliştiği halde şehvetlerine uymaları sebebiyle gönülleri hasta olanlardır ki haklarında:

“Kalplerinde hastalık vardır” Bakara/ 10.âyet nazil olanlardır; ya da Batıni hayatları olmayanlardır. İlim ve hikmetten, bedenleri diri olup, kalpleri ölü olanlar zevk almazlar. Şehidlerin ise bedenleri ölü olduğu halde, kalpleri diridir, Allah katında rızıklanırlar.

İlim ve hikmetten alınan zevk sonunda eğer riyaset (baş olma) zevkinden de kurtulunursa, sıddıklar seviyesine çıkılmış olunur. Sıddıkları en son terk eden de riyaset sevgisidir. Sıddıklığın üstün makamına ulaşmış olanlar ancak kurtulurlar.

Bedeni zevkler: Üstünlük ve riyaset(baş olma) zevki gibi zevklerdir ki bu zevklerde insanlar bazı hayvanlarla ortaktırlar. Aslan, kaplan gibi bazı yırtıcı hayvanlarda da bu zevkler mevcuttur.

Mide ve Ferc şehveti: Bütün hayvanlarda bulunan zevklerdir. En çok zevk alınan nimet bunlardır. En adi zevk alma yoludur. Mide ve ferc şehvetinin taşkınlığını Salihler önleyebilir. İnsanın beşeriyeti mevcut olduğu süre içinde tamamen önlenmesi zordur.

6)   Nimetlerin toplandığı yer bakımından taksimi:

A)  Esas nimet ahiret saadetidir. Bu da özetle: Sonu gelmeyen beka, sıkıntısız neş’e, cehalete imkân vermeyen ilim, fakirleştirmeyecek kadar zenginliktir.

B)  İnsanı ahiret saadetine ulaştırması için aranan sebepler:

–      Nefsin fazileti: Özet olarak, iman, güzel ahlâk, iffet ve adalet. İman mükâşefe ilmi ile, güzel ahlâk da muamele ilmi ile öğrenilir. Bu dört kısmın beraberliği nefsin faziletinin sebepleridir. Hepsinin bahşedilmesi de en büyük nimettir.

–      Bedenin fazileti: Önem bakımından nefsin faziletine yakındır. Bedenin fazileti sağlık, kuvvet, güzellik ve uzun ömürdür. Bunlar nimetlerdir.

–      Bedenin faziletinden sonra gelen nimetler: Mal, aile, evlât, akraba. Uygun şartlarda olursa hepsi nimettir.

“İyi mal, iyi adam için ne güzeldir”                  Ahmed

“Allah’a karşı takvaya yardımcı olan mal ne güzeldir”

EbûMansurDeylemi

“Sıhhatli olarak sabahlayan, can, mal ve namusundan emin olan ve günlük nafakasını bulan kimse, bütün varlığı ile dünyaya hakim olmuş gibidir”

Tirmizi

“Saliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır”                                                                                  Müslim

 

“İnsan ölünce, amel defteri dürülür. Yalnız üç şeyden defterine amel yazılır. Bunlardan biri de Salih evlâttır”                                                                        Müslim

“Evlenirken kendinize emsal seçiniz” (denk oluş)                                                                                      Aişe

-Nefis fazileti için gerekli olan tevfik ve hidayet:

TEVFİK: Kulun iradesi ile, Allah’ın kaza ve kaderini birleştirmesidir. Bu hayra da şerre de gidebilir. Şerre giderse ilhad, hayra götürürse tevfik adını alır.

HİDAYET: Saadete ancak hidayet sayesinde erişilir. Hidayet Allah-ü Tealâ’nın inayeti ve lûtfudur.

“Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir”                                     Tâ-hâ/50

“Biz ona iki de yol gösterdik”                                Beled/10

“Semud’a gelince, biz onlara da doğru yolu gösterdik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih ettiler”            Fussılet/17

“Hakikat şudur ki gözler kör olmaz, ama sinelerin içindeki kalpler kör olur”                                     Hacc/46

Hidayete dönüş, hayır ve şer yolları bilmek, ayırabilmektir. Bu; Kitaplar, Peygamberler ve akıl sahiplerinin basiretleri ile bilinir. Basiretin seçemeyişi, basiret körlüğüdür. En çok alışkanlıklar, âdetler ve sahiplenme duygusu basiret körlüğü yapar. Hayır ve şer yollar basiretle bilinip, seçim yapıldıktan sonra, Allah-ü Tealâ kullarını halden hale geçirir. Bu, kulun cehd ve gayreti ile olur.

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere gelince, biz onlara elbette yollarımızı gösteririz”                       Ankebut/ 69

Bundan sonra, yani mücahedenin kemale ermesinden sonra, kul nübüvvet ve velâyet âleminde parlayan bir nur olur. Mutlak ve gerçek hidayet budur.

“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?”                                                                        En’âm/122

“Öyle ya,Allah’ın göğsünde İslâm için inşirah verdiği bir kimse ki,o, Rabbinden bir nur üzerindedir”

Zümer/22

RÜŞD: Saadet yoluna teşvik eden ve o tarafa yönelten hidayettir. Rüşd, hidayette reşid olmayı tarif eder. Hidayetten daha mükemmel bir nimettir.

“And olsun ki Biz daha evvel İbrahim’e de rüşdünü verdik ve Biz onu bilenlerdendik”                  Enbiya/ 51

TESDİD: Hidayet ve doğru yolu gösterdikten sonra, o tarafa en kısa yoldan yönelmeyi sağlayacak tahrik kuvvetinin verilmesidir.

“Hani Ben seni Ruh-ul Kudüs ile desteklemiştim”                                                                          Maide/110

“Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, sayamazsınız”                                                                             Nahl/18

İnsana pek çok nimet verilmiştir. Bunları saymakla bitiremeyiz. Ve her nimetin verilişinde bir hikmet vardır. Nimetlerin hepsi Allah-ü Tealâ’nın Fazl-ı Keremindendir. Allah umum insanlara yaşamak için ve ahireti kazanmak için çeşitli nimetler verirken, dilediğine de Zât’ına yaklaştıracak olan nimetleri verir. Bazılarını vermiş olduğu nimetleri ile oyalarken ( ki onlar oyalanmayı tercih etmişlerdir), bazılarına nimetsizlik nimeti vererek, sonsuz lûtfetmiş olur. Bu sebepten ariflerden bazıları bir nimete kavuştuklarında; “bizi nimetlerinle oyalama” diye dua ederlerdi. Her nimet, aynı zamanda yaradılışın içinde rol alan veya ahiretin ulaşılması gereken menziline vardıran nimetlerdir.

İnsanın en büyük nimeti, akıldır. Allah-ı bilmeye, hidayeti göstermeye, iyiyi-kötüyü seçmeye yarar. Akıl nimeti mülk Âlemi için yaratılmıştır. Bu akıl nimeti, insanların dünyevi kazançlarını sağlayan akıl olmayıp, ahireti kazanmak esas olmak üzere belki dünyada da yaşayabilecek, belki bu yaşantısından başkalarını da istifade ettirebilecek olan akıldır.

Sonra idrak ve anlayış nimeti gelir. Aklın gösterdiklerini, seçip, süzmek için, gösterilenleri algılamak idrak ile olur. Algılama olduktan sonra, tercihini kullanarak seçimini kararlı olarak yapmak ve kendi dışındaki olayları ve yaratılmışları anlamak, anlayış ile mümkün olur. Anlayış için, mutlaka ince yola girmeye, incelmeye yani her şeyi derin hissedebilmeye ihtiyaç vardır. İdrak ve anlayış nimeti mülk âlemi için yaratılmıştır.

İrade nimeti de en az akıl kadar önem taşır. Kulda iradeyi yaratarak, bu nimet ile Zât’ını tercih etmesi için önünü açmış olur. Kulda iradenin var olduğunu kabul edenlere göre cüz’i irade, ruhlar âleminde kullanılan ve oradaki kullanıma göre tayin edilmiş kaderin icabı olarak, burada da oradaki kullanıma uygun bir şekilde kullanılan iradedir. Bu irade nimeti emir ve mülk âlemlerine ait bir nimettir. İrade beşeriyet ile ve onun kontrolünde hâsıl oluyorsa cüz’i, beşeriyetin mahvolduğu ve iradenin Hakk’ın iradesine uygun olarak hâsıl olması söz konusu ise küllidir. Hiçbir şey O’ndan ayrı olarak düşünülemediği için, cüz’i irade de külli iradedendir. Allah-ü Tealâ kullarının hür olarak seçim yapabilmeleri için, onları kendi iradeleri ile bırakmıştır. Velev ki bu, Zât’ının iradesine uymasın…İşte bu sebepten, cüz’i irade, külli’nin içinde, onun bir parçası olarak kabul edilebilir. Fakat, cüz’i irade ile iradesini kullanan kulun emrine verilmiş, asla üzerinde baskı uygulanmayan ve kadere uygun bir biçimde kullanılan olmuştur. İrade, kulun içinde bulunduğu hale uygun olmak üzere kullanılması bakımından cüz’i; kadere uygun ve parçalanmayan bir bütünün parçası olmak bakımından da küllidir.

İnsanda yaratılan hareket ve kudret nimeti: İnsandaki kudret iradesini kullanmak ve bu iradeyi kullandıktan sonra, devamlılığını sağlamak içindir. Zayıfların hali malûmdur. Kudret Allah-ü Tealâ’nın büyük nimetlerinden olup, ahiret imanı kuvvetlendikçe artar. Zayıfların hali ise imanlarındaki zayıflıkları sebebiyledir. Allah’dan başka şeyden korkmamak, güvenmemek, sığınmamak kudreti başlatır. Ahirete mutlaka gideceğimiz inancı da kudreti kemaline getirir. İnsan iyiye ve güzele hareket edebilir. Yalnız bu hareketin devamlılığı, kudret ile mümkündür. Sırf mülk âlemi için yaratılmış nimetlerdendir. Sonucunda  ahirete fayda getirdiği gibi, dünyada da hiç bir şeye esir olmadan yaşama rahatlığını ve özgürlüğünü getirdiği için, bazılarına göre esas fayda dünyayadır.

Gıdanın insana ulaşıncaya kadar geçirdiği aşamaların her birinin nimet oluşu: Gıda, hayat için önemlidir. Hayat da Allah’ı bilmek, vasıl olmak, neticede ahireti kazanmak için önemlidir. Bu bakımdan uzun ömür tavsiye edilendir. Buna bağlı olarak da gıdanın her aşamasında ayrı nimetler vardır. Biz bu nimetlerin her birini ayrı olarak seçmek, bilmek durumunda oluruz. Belki böylece bu konunun gereği olan şükür tamam olarak yapılmış olur. Bu nimetler mülk âlemi nimetleridir.

Meleklerin yaradılış nimetleri: Bu da önemlidir. Çünkü eğer melekler olmasaydı önce vahy olmazdı. Vahyin önemi bakımından meleklerin yaradılışlarındaki nimetleri biliriz. Ayrıca kendimizde olan Kiramen Kâtibin melekleri ile, günahlarımızın yazılması tehir edilirken, sevaplarımızın yazılmasında acele edilir. Bu da ayrı bir nimettir. Söylediğimiz işe yarar her şey anında, Rabbimize onlarla ulaştırılırken, günahlarımız ve kötü sözlerimiz için bizim adımıza, Allah’dan af dilenir. Melek nimetleri o kadar çoktur ki, her yetişen bitkinin başını, uygun bir gelişme temin edilmesi için yedi melek bekler. Yağmurun her zerresini ayrı bir melek indirir de aynı meleğe tekrar sıra gelmez. Melek nimetleri de mülk âlemine aittir. Onlar insan oğluna, yaşadıkları hayatı en uygun şartlarda yaşamaları için, Allah’a yaklaştırıcı sebeplere yaklaşmaları için, ahireti kazanacak şekilde hareket etmeleri için çok önemli kuvvetlerdir.

İnsanı Şükürden Alıkoyan Sebepler

İNSANI ŞÜKÜRDEN ALIKOYAN SEBEPLER:

İnsanlar cehalet ve gafletleri sebebiyle nimeti bilemedikleri için şükrü bilemezler.Bir de şehvetin galebesi ve şeytanın kuşatması ile bilemezler.

Nimetten gaflet: İnsanlar herkese ait olan ve kendilerini de faydalandıran şeyin nimet olduğunu bilemezler. Meselâ havanın, toprağın, suyun nimet olduğunu bilmezler. Ne zaman ki havasız, susuz kalır, o zaman bilirler, şükrederler. Bu şükür cehalet ile yapılan şükürdür, bir kıymeti yoktur. Nimet elinden gitmeden nimet olduğunu bilerek yapılan şükür, şükürdür.

İnsanlar hiç değilse kendilerine ait nimet olarak gördükleri üç konuda şükretmelidirler:

Akıl: Her kes kendi aklını beğendiği ve kendini herkesten akıllı sandığı için, şükür vacip olur. Hem aklı olanın hem de olmayanın aklı ile öğünmeleri ise, aklın şerefinden dolayıdır.

Ahlâk: Yine herkes, başkalarında görüp da beğenmediği pek çok kusur, eksiklik ve kötü huyların, kendisinde olmadığını tesbit ettiğinde, o kişileri yermesi yerine kendi için şükretmelidir. Böylece kendinde olanın hakkını vermiş olur.

İlim: Herkes kendi hakkında başkalarının bilmediği özel bilgilere sahiptir. Açığa çıktığı taktirde belki de rezil olacak, başkaları tarafından yerilecektir. Kendine ait kusurları örten ve bunları sadece kendine bildiren Rabbine teşekkür etmek için şükretmelidir.

Umumi nimetlere gelince: Allah insanlara sûret, şahsiyet, ahlâk, aile, evlât, vasıf, akraba, mevki gibi lâzım olan her türlü nimeti vermiştir. Kimse bu nimetleri başkalarındakiler ile değiştirmez. O halde elindeki sahip olduklarından memnundur ve şükretmelerini gerektirir. Meselâ: Kâfir değil, Mü’mindir. Ölü değil, canlıdır. Hayvan değil, insandır. Hasta değil, sağlamdır. Kusurlu değil, kusursuzdur.

Bu nimetlerin nimet olduğundan gaflete düşmek, çoğu kez kendi durumunu başkaları ile mukayeseden olur. Bu konuda da bize Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’den tavsiyeler vardır. Bu tavsiyeleri öğrenip, ilimlenmemiz, nimetleri görmemize sebep olabilir.

“ Dünyalıkta kendisinden aşağı, dinde de kendisinden üstün olana bakan kimseyi, Allah hem sabredenlerden, hem de şükredenlerden yazar”                                  Tirmizi

“Kur’an kendisine nasip olan kimse, başkasının kendisinden daha zengin olduğunu sanırsa, Allah-ü Tealâ’nın âyetleri ile alay etmiş olur”                                              Buhari

“Zenginlik için yakîn kâfidir”                      Teberani

Şükrün İlacı

ŞÜKRÜN İLÂCI:

Şükrün ilâcı, nimetlerin farkına varmaktır. Umumi ve hususi nimetleri görebilmek, farkına varmak ve bu farkına varmayı zamanında yapabilmek önemlidir. İş işten geçtikten sonra, “Rabbim beni geri gönder de, iyi amellerde bulunayım”vakti gelmeden önce, nimeti fark ederek şükrünü yapmak güzeldir.

Kişi kendinde, anlattığımız şekilde şükrü eksik bulursa, önce ilimlenmesi gerekir. Bu konuda kendi eksiklerini tesbit etmek ve destek alacağı kaynakları bilmek bakımından, ilimlenmesinde fayda büyüktür. Sonra kendinden aşağı durumda olanların halini düşünmek, onların dertlerine deva olma yolunu tutmak, şükre sebep olabilir. Hastaneleri, tımarhaneleri, ceza evlerini, kabirleri gezmek faydalıdır. İnsan, ne ölümü ne de diğer sıkıntılı belâları kendisi için hiç düşünmez. Hep başkaları için mümkün görür. Bu bakımdan başkasının derdini de tam olarak anlayamaz. Ne zaman ki meselâ kendi de komşusunun kaybına uğrar, o zaman “vah, vah” ları daha gerçek, daha hissedilen olur.

Özetle nimet elden alınmadan, ganimet bilmeli ve şükrü gerektiği şekliyle yapmalıdır.

Sabrın ve Şükrün Buluştuğu Yer

SABRIN VE ŞÜKRÜN BULUŞTUĞU YER:

Şükür, nimet için yapılır. Sabır da belâya karşı gösterilir. Nimetin zıddı belâdır. Belânın zıddı da nimettir. Nimetin olmadığı yerde, belâ vardır. Belânın olmadığı yerde de nimet vardır. Nimet ve belâ, mutlak ve değişken olarak iki kısımdır. Mutlak olan belâ, nimete dönmez. Mutlak olan nimet de belâya dönmez.

Mutlak nimet: İnsanı Allah’a ve ahiret saadetine ulaştıran nimettir. Bu iman ve güzel ahlâktır.

Mutlak belâ: Allah’dan ebedi olarak uzaklaşmaktır. Marifet sahibi olamamaktır ve küfür, isyan, kötü ahlâk sebebiyle ahiret saadetine ulaşamamaktır.

Değişken nimet: Zenginlik, sağlık, ümit, v.s., gibi şeylerdir. Zenginlik nimet olarak algılansa bile, çoğu zaman nefsin aşırılığına sebep olarak, insanın helâkine sebep olabilir. O zaman da belâya dönmüş olur. Sağlık da aynı şekildedir. Şükrü bilinmez ise nefsin fahiş isteklerine dönerek, belâya dönebilir. Ümit, Allah’ın rahmetinden fazla ümitli olmak, mekrinden emin olmaya götürür. Bu da taatlerin yapılmasını lüzumsuz görmeye sebep olarak, ahiret saadetini kazanmaya engel olur. Görülüyor ki yukarıda saydığımız nimetler, aslında belâdır. Ancak güçlü ve dünyanın etkisinde kalmayanlar için veya bunların nimet olduğunu bilerek, şükrünü yerine getirebilenler için nimettirler.

Değişken belâ: Fakirlik, hastalık, korku,v.s., gibi şeylerdir.

Bunlar da kıymeti bilinirse, nimet olabilirler. Fakirlik ve hastalık insana acziyetini hatırlattıkları için nimettir. Ayrıca sabredildikleri ve bunlarla isyan edilmediği zaman da nimet olup, ahiret saadetine vesile olurlar. Korku ise, Allah’dan korkmaya sebeb olarak, belki doğru yola girmeye vesile olabilir.

Sonuç olarak nimetin iman ve güzel ahlâk dışında olanları, nimet olduğu halde, bazı kimseler için belâ olabilir. Küfür, isyan ve kötü ahlâk dışındaki belâlar da, bazıları için nimet olabilir.

Burada söylemek istediğimiz esas bir konu vardır ki; o da belânın mutlak olmayanı, “hayrihi ve hayrihi” hükmü gibidir. Yani Allah-ü Tealâ’nın: “Sizin hayır sandıklarınızın arkasında şer; şer sandıklarınızın arkasında da hayır olabilir” buyurduğu gibi. Ariflerden bazılarının belâsız kaldıklarında, belâ istemeleri gibi. Buna ancak kudretli olanların gücü yeter.

Allah-ü Tealâ hiçbir kuluna zulmetmez ve hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez diye bilmekteyiz. O zaman yaratılmış olan her şey, belâ da dahil olmak üzere, bir nimet ve bir hikmet üzerine yaratılmıştır. Dünyada karşılaşılan her belânın her birinde şükre sebep olan beş sebep vardır:

1)   Kişi müptelâ olduğu belânın daha ağır ve kötüsünün olacağını düşünüp, şükretmelidir.

2)   Kişi karşılaştığı belâya, dünyası ile ilgili olup, dini ile ilgili olmadığı için de şükretmelidir. Şu örnekler yerindedir: Sehl Hazretlerine biri gelip, evine hırsız girdiğini ve her şeyi götürdüğünü söyleyince “Şükret. Ya kalbine şeytan girip, imanını götürseydi” der. İsa a.s. “Ya Rabbim, felâketimi dinimde yapma” demiştir. Arifin biri sokaktan geçerken başından aşağı bir leğen kül dökülünce, secdeye kapanıp, şükretmiş. Bunu görenler, sebebini sorduklarında; “Ben tepeme ateş yağacağından korkuyordum. Allah ateş yerine kül yağdırdı, nasıl şükretmem”, demiştir.

3)   Kul, başındaki belâyı, dünyada iken verilen peşin ceza olarak düşünmelidir. Eğer cezası ahirette verilseydi, ahiret azabı elbette sonu olmayan bir azab olacaktı. Hiç olmazsa dünyadaki belânın sonu vardır. Ve dünyada iken peşin cezaya çarptırılanlara, ikinci defa azab olunmaz.

Kâfirler için: “Onlara fırsat verişimiz, ancak günahı arttırmaları içindir” buyurulmuştur.          Âl-i İmran/178

“Kul bir günah işleyip de bunun karşılığında dünyada bir sıkıntı ve felâket ile karşılaştığı vakit, artık ikinci bir defa ona azab etmekten Allah-ü Tealâ daha keremlidir. Yani  bir daha ona azab etmez”           Tirmizi/ İbn-iMâce

Kul başına bir sıkıntı geldiğinde, günahlarımın kefaretidir, inşallah ahirette bu suçum sebebiyle tekrar cezalandırılmayacağım,diye düşünmelidir.

4)   Kişinin başına gelen müsibet ve felâket ezelde takdir edilmiş, İlâhi bir hükümdür. Böylece bir felâket geldiğinde, hiç olmazsa ezelde takdir edilmiş olanların birinden daha kurtulmuş olmanın şükrü yapılmalıdır.

5)   Başına gelen müsibet ve felâketten dolayı ve bunlara sabretmekle alacağı sevabın çokluğu, başlı başına şükre sebeptir.

Bütün belâlara sabretmek, imandandır. Ama bütün belâlara şükretmek, sabrın sonucudur. Bu bakımdan sabır ve şükür art arda gelen bir iman bütünüdür. İnsanlar müsibet ve felâketlerin gelmesini istemezler. Bu isteksizliğin altında, dünya sevgisinin her çeşiti yatmaktadır. Dünya sevgisi başlı başına şirktir. İnsanlar, dünyadaki rahatlarının bozulmasını istemediklerinden, müsibet ve belâdan korkarlar. Bunlar bu bakımdan nimettir. Belki de asl olan dünya sevgisi, ancak belâ nimeti ile kalpten silinecektir. Belki belâya sabır ve şükretme olur da, başka hiçbir şekilde kalpten çıkmayacak olan dünya sevgisinden uzaklaşmak mümkün olur. Arifler bir gün müsibete uğramasalar: “Rabbim bizi unuttun mu?” derler, elem duyarlar ve belâyı isterler. Marifetullah zevkini üstün makamda yaşayanlar ise, ancak belâ ve müsibet içinde nefes alırlar. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) “Dünya Mü’minin zindanı, kâfirin ise Cennetidir” buyurmuştur.

Allah-ü Tealâ “ Kullarımdan her hangi birine bedeninde, malında veya evlâdında bir müsibet verdiğim vakit, bu müsibeti sabr-ı cemil ile karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan kurmak veya defter açmaktan hayâ ederim” buyurmuştur.                                                         Enes(r.a.)

“Serveti kaybolmayan veya vücudu hastalanmayan kulda hayır yoktur. Allah-ü Tealâ bir kulu sevdiği zaman onu ibtilâ eder. İbtilâ ettiği zaman da ona sabretmesini öğretir”                                            Ebû Said-el Hudrî

“Kişinin Allah katında bir derecesi olur, o dereceye bedeninde bir belâ ile mübtelâ olmadıkça ulaşamaz. Bu belâ sayesinde, o dereceye ulaşır”                          Ebû Davud

“Allah-ü Tealâ bir kuluna hayır murad ettiği vakit, onun günahının cezasını acele ile dünyada kendisine çektirir”                                                     Ahmed ve Teberani

Nimetin Belaya Üstünlüğü

NİMETİN BELÂYA ÜSTÜNLÜĞÜ:

Allah’dan belâ istenmez. Başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere, bütün peygamberler:

“Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver” (Bakara/201) diye dua etmişlerdir.

“Allah’dan afiyet isteyin. Zira yakîn hariç, hiç kimseye afiyetten üstün bir şey verilmemiştir”                İbn-i Mâce

Afiyet bedenin, yakîn ise kalbin selâmetidir. Yakîn ile şek, şüphe ve cehalet yok olur. Nimete şükür, belâya sabırdan daha kolaydır. Mükâfatı da ahirette hazırdır.

Yukarıda yazılanların ne önemi kaldı diye düşünülürse; belâ istemek de yüksek makamlarda olan için bir haldir. Bir kere bunu isterken, pervasızlıktan değil, o anda kaldırıp, kaldıramayacağını bilemeden, Allah’a yaklaşma sebebiyle, mest olmuş bir halin neticesi olarak ister. Sevdiğinden geleni sevme sebebiyle ister. Kahrı, lutfu bir görerek ister. Marifetullah sahibi olan kişi, belki de belâda rahat bulduğu için ister. Belki kendi haline güvenemediği için, kendini belâda Allah’a yakın hissetme sebebiyle ister. Bunlar nadir olan olaylar olup, bu kişiler de azın azıdırlar.

Kulluğun gereği, isterken güzel olanı istemek, zor olan gelince sabretmek, bunun sonucundaki faydaları göremese bile sezerek şükretmektir. Bizlere düşen pay ise, istememek ve verdiklerine ya da vermediklerine razı olmaktır.