Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Zü’l-Celâli ve’l-İkram

ZÜLCELÂLİ VEL’İKRAM(Zü’l-Celâli ve’l-İkram)        (83)

Azamet ve Kerem Sahibi

Kur’an-ı Kerim’de: Rahmân 27,28. Âyetlerde Allah’ı niteleyerek geçer.

 

Bu ismin İsm-i A’zam olduğu hakkında bazı görüşler vardır. Allah azamet, kibriya ve kerem sahibidir.  Kerem ve şeref, O’na mahsustur. O’ndan südûr etmiştir.

 

“Yemin olsun ki biz, ademoğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık. Onları karada, denizde taşıdık. Rızıkların en güzelleriyle   rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın bir çoklarından daha faziletli yaptık,” diye İsrâ 70. Âyette bildirildiği gibi, keremi sebebiyle insanı da şerefli kılmış, diğer yarattıklarından daha faziletli yapmıştır.

 

İnsanın şerefi, Rabb’inin nefh ettiği ruhundan dolayıdır. Bu ruh, Allah’ın insana lûtuf ve keremi ile bahşettiği en büyük cevherdir.

 

“Zü” sahip manâsında olup, “celâl ve ikram sahibi” demekle; Allah, Celâl isimlerinden Kahhar ismi ile insanın nefsini kahrederek, ondaki hakikatin zâhir olmasını sağlayarak en büyük ikramını yapmaktadır. Nimetin ve keremin en büyük olanı, şüphesiz ki budur. Zira insan ancak böylece Marifetullaha erebilir.

Vâli

VALİ  (el-Vâli)    (84)

Kâinatın hakimi ve yöneticisi

Kur’an-ı Kerim’de: Sadece Ra’d 11.Âyette geçer:

 

“Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük dileyince de artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onlar için Allah’dan başka vâli de bulunmaz.”

 

Vâli ismi, velâyet, tedbir, kudret,…gibi kavramları hatırlatır. Allah kendi mülkünde, kâinatı hakkıyla yönetir, hükmünü geri bıraktıracak bir şey de yoktur. Yine bu idare ve yürütme işi sınırlı bir zaman için değil, ebedidir. Yani sürekliliği vardır.

 

Kulun bu isimden aldığı pay ise: Hem zâhiren bir yerin yönetimi kendisine verildiğinde hak ve adalet ile yönetmesi söz konusudur , hem de bâtınen velâyet ile görevlendirildiğinde, halkın işlerini yaparken, onlara samimiyetle yönelmesi, teveccühünü eksik tutmaması lâzımdır.

Müteâlî

MÜTEÂLİ   (el-Müteâlî)   (85)

İzzet,şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan

Kur’an-ı Kerim’de : Sadece Ra’d 9.Âyette geçer.

 

“ Gizli olanı da açık olanı da bilir. Büyüktür, pek yücedir.”

 

Müteâlî ismi, Aliy manâsınadır. Fakat daha fazla bir mübalâğa vardır. Allah yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir  varlık bulunmayan; mutlak yüce olan,övgüye lâyık bütün vasıfları kendisinde toplayan, bütün eksik vasıflardan da münezzeh olan, kemal sahibi, ulu ve en yüce varlıktır.

Muksit

MUKSİT  (el-Muksit)   (86)

Adaletle hükmeden

Kur’an-ı Kerim’de :“Muksit” ismi olarak geçmez.

 

Muksit ismi ile, mazlumu zalimden koruyan, en üstün adalete ve merhamete  sahip olan, bütün işleri adil, yerliyerince olan Zât’ı anlıyoruz.

 

1)             Bu ahlâka uyanlar Kur’anda “Muksitun” olarak geçer: Mâide 42/En’âm152/ A’râf 29/Hûd 85/ Ahzâb 5/ Rahmân 9/ Mümtehine 8

 

2)  Bir âyette de “kâsitun” olarak geçer: “ Hak yoldan sapanlar (kâsitun) cehenneme odun olmuşlardır” Cin 15

 

3)   Adalet ve hidâyet ancak Hakk’a uymakla sağlanır:  A’râf 159,181

 

Adalet, herkese eşit verme, eşit dağıtma değil, gerekene gereken kadar vermedir. Kur’an hayatın her safhasında adalete uyulmasını istemiştir. Buna uyanlar, yani “Muksitun” olanlar övülmüştür. Cin suresinde geçen “Kâsitun” yani hak yoldan sapanlar, haksızlık edenler için ise , adaletsizlikleri sebebiyle Cehennem’e odun olma takdir edilmiştir.

 

Adalet anlayışı insanlar arasında bazen anlaşılamamaktadır.   Esas  adalet , verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi kurmaktır. Bu denge bazen eşitlik ile mümkün olur. Ama adalet, eşitlik değil, dengedir. Kur’an bu konuda tavsiyede bulunûrken, insanların adaleti sağlama konusunda ölçülerinin hakkaniyet olması gerektiğini vurgular. Hak insanlık için bir ilkedir. Hidâyete de, adalete de hakkı koruyarak ulaşabiliriz.

 

İnsanlar  menfaatlerine uygun olduğu için, hep  kendilerini haklı  görmek isterler. Haksız olup, hüküm kendinden yana gerçekleşirse memnun olurlar, aksi takdirde hükmü tanımak istemezler.Bu insanlar hakkında, Kur’an-ı Kerim’de  Nûr 48,51.âyetlerde: “işte bunlar zalimlerdir” diye söz edilir. Allah haksızlıkları sevmez. Haksızlık yapanları da zalimlerden kabul eder.

 

Muksit, zalimden mazlumun ahını alan demektir. Bunun kemali ise hem zalimi hem mazlumu hoşnut ederek, hakları yerlerine iade etmektir.

 

Bu ismin insana yansıması: İnsan önce kendi nefsine karşı adaletli davranır. Nefsinde insaf ve adaleti tesis ettikten sonra, başkaları arasındaki haksızlığı giderebilir, hakları koruyup, yerlerine iade edebilir. İnsanların arasını bulabilir. Burada etrafın kendi hakkındaki kanaati, kaybedeceği hatırlar, menfaatler hiç akla gelmemelidir. İnsan hakkı tavsiye etmeli, hakkı savunmalı, yerine koymalıdır.

Câmi’

CÂMİ   (el-Câmi’)           (87)

Her şeyi Zât’ında toplayan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’a izafe edilerek: “ Ey Rabbimiz! Gerçekleşmesinde şüphe olmayan günde, insanları bir araya toplayacak (cami’u’n-nâs) olan sensin!”  Âl-i İmrân 9

 

2)    Yine Allah’a izafe edilerek: “Allah münafıkları ve kâfirleri mutlaka bir araya getirecektir”  Nisâ 140

 

3)    Mü’minlerin bir iş üzerinde cem oluşları ile ilgili olarak: Nûr  62

 

4) “yevmü’l-cem” toplanma günü olarak,ahiretin nitelenmesi: Şûrâ 7/ Tegâbün 9

 

1)    Allah’ın kıyamet gününde cem fiili ve bu fiilin uhrevi tecellilerini ifade eden: Nisâ 87/ En’âm 12/ Kehf 99/ Mürselât 38

 

2)    Allah’ın kalbleri cem edişi ile ilgili olarak :   Enfâl  63

 

Allah; bütün övgü ve erdemleri Zât’ında toplayan; evrendeki tüm varlıkları tam bir ahenk içinde toplayıp, düzenleyen; bütün mahlûkatı hesaba çekmek üzere kıyamet gününde bir araya getiren Zât’tır.

 

Allah inananları dünya hayatı sırasında da bir araya getirmek, böylece birlik ve kuvvet sağlamak ister. Hac zamanı bütün ülkelerden gelen inanan insanlar, birlikte ibadetlerini yaparlar. Bu insanlar, başka şartlarda bir araya belki de gelemezler. Bayram namazlarında, Cum’a namazlarında, cemaat namazlarında, iftar sofralarında cem oluş, hep Allah’ın muradı üzere beraber oluşlardır.

 

Ayrıca insanlar arasında aile olmak, akraba olmak, dost olmak, arkadaş olmak, kardeş olmak gibi bağlılıklar lûtfederek ve gönüllere de bir sevgi vererek, kalplerin birleşmesini sağlamış olur.

 

Allah, ölmüş olanları ahiret hayatında bedenlerinin esas unsurlarını bir araya getirerek, yeniden canlandıracaktır. İnsanları hesaba çekmek ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek üzere huzurunda toplayacak, sonunda salihler Cennet’te, facirler de Cehennem’de cem edileceklerdir.Allah birbirinin zıddı olan şeyleri de bir araya toplar. Mıknatısın artı ve eksi uçları gibi.

 

Bu ismin insana yansıması: Zâhiri ile bâtınını bir arada toplayan kişi el-Câmi ismini almış olur. Zâhiri, takvası, bâtını da marifetidir. O halde Marifetinin nûru, takvasının nûrunu söndürmeyen kişidir. Bu kişi İnsan-ı Kâmildir. Bir başka anlayışla sabır ve basîreti bir arada toplayan kişidir. Sabır ile basîretin bir araya getirilmesi imkânsız gibidir. Zühd ve takvası olanın basîretten mahrum olduğunu, basîretli kişide de sabrın bulunmadığını müşahede ediyoruz.

 

Bu kâmil kişiler, kendilerindeki cem’i tamamladıktan sonra, etraflarındaki insanları bir Allah yanında toplarlar. İnsanların aralarında dostluk kardeşlik hasıl ederek, birleşmelerine sebep olurlar. İnsanların hayırlı işlerde, ibadetlerde ,önemli günlerde, yardımlaşmaları için bir araya gelmelerini sağlarlar. İnsanlar arasındaki farklılıkları kaldırıp, farkın sadece Allah’tan sakınma nisbetinde olduğunu yerleştirirler. Kalplerde güzel ahlâkı toplarlar. Bu kişiler Câmi’dirler. Cem olmuşlardır. Cem makamındadırlar.

Ganî

GANİ  (el-Ganîy)       (88)

Zât’ının dışındaki her hangi bir şeye muhtac olmayan

Kur’an-ı Kerim’de: 18 yerde geçer:

 

1)    “Ganîyy-i mutlak” olarak : Yûnus 68

Cimri olanlara : “Allah zengindir, sizler ise fakirlersiniz” Muhammed 38

 

2)    Allah’ın kendisine yöneltilen inkâr ve küfürden asla zarar görmeyeceğine ait: Âl-i  İmrân 97/ Zümer 7

 

3)    “Allah bütün âlemlerden müstagni olandır” ifadesiyle: Ankebût 6

 

4)    “ Hamid” ismi ile birlikte: Bakara 267/ Nisâ 131/ İbrahim 8/ Hacc 64/ Lokman 12,26/ Fâtır 15/ Hadîd 24/ Mümtehine 6/ Tegâbün 6

 

5)    “Halîm” ismi ile birlikte :Bakara 263

 

6)    “Kerîm” ismi ile birlikte: Neml 40

 

7)    “zü’r-rahme” nitelemesine bitişik olarak: En’âm 133

 

Allah “Ganîy” ismi ile asla muhtaç olmayan , hakiki ve mutlak Ganî’dir. İnsanlar ne kadar muhtaç olmasalar bile, Allah’a muhtaçtırlar. Muhammed Sûre’sinde, Allah yolunda mallarından harcama konusunda cimrilik gösterenlerin, hiçbir zaman cimrilikten kurtulamayacaklarını ve fakir kalacaklarını, Allah’ın ise her şeyden müstagni olarak zengin olduğu vurgulanır. İnsanların Allah yolunda ilerleyip, manevi derecelere ulaşmaları Allah’ın yüceliğine ve yetkinliğine bir şey katmadığı gibi: Ankebût/6. O’na küfür ve inkar ile yönelmek de bir zarar getirmez : Âl-i İmrân 97/ Zümer7. Kur’anda 10 âyette “övülmeye lâyık” yani “Hamîd” ismi ile geçer. “Halîm” yani muamelesi sükunetle ve acelesiz olan, manâsında: Bakara 263. “zü’r-rahme” ile beraber kullanırken, İlâhi Zenginliğinin kendinde saklı kalmadığını, bütün yarattıklarına taştığını ve yine mahlûkatı için rahmet olduğunu  bildirir. Allah-ü Teâlâ yarattıklarını, özellikle insanı önemser; onlara karşı ilgisiz ve   özensiz davranmaz.

 

Allah, insanların neye ihtiyacı olduğunu bilerek, ihtiyaçlarını karşılar. Meselâ; biri ancak zenginlik içinde imanını koruyabiliyor ve isyana girmiyorsa, o kişiyi zengin eder. Bir kısmı ilim ile bunu yapabiliyorsa ilimle zengin eder. Fakirlik korumaya sebep olacaksa, fakirlikle zengin eder.

 

Her şey ebedi hayata göre ayarlanmıştır. Kimin nefsi ne ile şerden uzaklaşıyorsa onu lûtfeder. Bu Allah-ü Teâlâ’nın sonsuz Ganî oluşundandır. Kullarından ihtiyacı olan şeyleri esirgememesindendir. İnsanlara önem vermesi, özenle sebepler halk etmesindendir.

 

Bu ismin insana yansıması: Muhtaç olduğu şeylerin az oluşu kadardır. İnsanların ihtiyaçları bitmez. Maddeye ihtiyaç bitse, manâya ihtiyaç başlar. O da bitse, yalnız kalamama dolayısıyla insana ihtiyaç başlar. İnsanın bir şeye ihtiyacı, varlığı sebebiyledir. Eğer varlığından kurtulmuş olsa ve tevhide ulaşmış olsa, ihtiyaç kalmayacaktır. Bu da hayal gibidir. İnsanlar yokluğu tercih etmezler ve daima var olmak isterler. İnsanların ihtiyacı ne ise o onlarda vardır. Ama kendileri bunu bilmezler ve yeni ihtiyaçlar ile arayışa geçerler. İşte Allah’tan başka şeye ihtiyacı kalmayan kul, Ganî isminin yansımasına uğramıştır. Muhtaç olduğu şeyi kendinde bulan kişi için “Ganî” denir. Ganî isminin  yansımasında  bu durum, insan için gelinebilen son noktadır. Burada da ihtiyaç sonlanmamıştır. Allah’a olan ihtiyaç Allah’la biter. Bu kişiler halka açıldıklarında, halka esas ihtiyaçlarının ne olduğunu öğretir;  onların Allah’tan başka her şeyden ihtiyaçsız olmalarına sebep olurlar.

Mugnî

MUGNİ  (el- Mugnî)     (89)

Zengin eden

 

Kur’an-ı Kerim’de:  Mugnî, Allah’ın ismi olarak geçmez. Yalnız bazı Âyetler,Allah’ın “Mugnî” oluşuna delil olarak kabul edilir:

 

1)    Meselâ: Tevbe 28,74/ Nûr 32,33/ Duhâ8 .Âyetler “Mugnî”olduğuna delildir.

 

2)    “Zengin eden de ihtiyaçtan kurtaran da O’dur” Necm 48.Âyet de delildir.

 

3)    “ Bizim Rabbimiz her şeye varlık ve özelliğini veren, sonra da doğru yolu gösterendir” Tâhâ 50.Âyet de delildir.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) “ Eğer Adem oğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha olmasını ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur”.  (Müslim/ Zekât/ 1048.Hadis)

 

Yine: “ Zenginlik fazla servete sahip olmaktan ibaret değildir, gerçek zenginlik gönlün ihtiyaç duygusundan uzak kalabilmesidir”  (Buharî / Rikak/15) buyurmuşlardır.

 

Allah-ü Teâlâ’dan başkasına izafe edilecek her çeşit zenginlik, aslında o varlıkta mevcut olan ihtiyacın giderilmiş olduğu manâsını taşır. Gerçek Ganî, kalbini tasfiye edip,  hallerini de iyiye tebdil edendir.

 

Allah bir kulunu ihtiyacı ne ise onunla zengin kılarsa; bu kul Allah’tan başka şeyler sebebiyle Ganî olmuştur. Fakat Allah’a muhtaç oluşu devam eder. Diğer kalbine giren şeylerden kurtulmuş olabilir. Burada muhtaçlığı giderilmemiştir. Muhtaç olduğu şeyler giderilmiştir. (Yani insanın kalbinden dünya sevgisi giderilince dünya metaına ihtiyacı gider )

İhtiyaçları giderildikçe başka şeylere ihtiyaç başlar. Sonunda eğer mümkün olursa, sadece Allah’a ihtiyaç ile kalır.

Mâni

MÂNİ   (el-Mâni)      (90)

Mani olan, dilemediği şeyin gerçekleşmesine izin vermeyen

Kur’an-ı Kerim’de bu isim yer almaz. Tirmızî’nin hadisinde tek başına ve İbn Mâce’nin hadisinde yer alır. Bu isim, hikmeti icabı dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermez anlamında  da yorumlanmıştır .

 

“Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O’ndan başka giderecek yoktur. Şâyet sana bir hayır dilerse O’nun keremini engelleyecek de yoktur.”                                   Yûnus 12,107

 

“ Hepsine, onlara da (dünyayı isteyenlere de), bunlara da (ahireti isteyenlere de) ihsanımızdan istediklerini veririz. Rabbinin ihsan ve atâsı kısıtlanmış değildir.” İsrâ 20/Sâd 39.Âyetlerin Mâni ismine delâlet ettiği bilinir.

 

Gazzali bu ismin “Hafîz” ismi ile yakın manâ taşıdığını kabul eder. Ve korunma çareleri yaratmak suretiyle, kullarını beden ve din bakımından her türlü eksiklik, tehlike ve helâkten koruyan olarak niteler.

 

Allah-ü Teâlâ kullarının korunması için her an sebepler yaratır. Ezelde yaratılmış olan sebepler, kelâmıdır. Kur’an hem yol gösterip, hidâyete erdiren, hem de koruyucu özelliği ile iyi ve kötü olanı misallerle anlatarak ebedi olarak kulu koruyan önemli bir sebeptir. Kuran’ın kendisi ise bizzat Allah-ü Teâlâ tarafından kıyamete kadar korunacaktır. Yine korumak üzere, bozulmuş toplumlara peygamberler gönderilmiştir ki insanlar kaybolmuş olan doğruyu bulabilsin.

 

Allah insanlara gelebilecek zararları önleyici sebepleri yaratırken, ebedi hayatı esas alarak fiile döker. Meselâ insanın korunuşu zenginlik ile mümkünse, onu zengin kılacak sebepleri yaratır. Yok eğer kurtuluşu fakirlik ile mümkünse, fakir kılacak sebepleri yaratır. İlim ile korunma için ilimlenecek sebepler, diğer başka şeyler için başka sebepler yaratır. Kuran’da şer sandıklarımızın arkasındaki hayırdan murad edilen, Allah bilir ki ebedi hayattaki hayırdır. İnsanda nefis ve ruh birlikteliği vardır. Nefis daima kötülüğe meyillidir. Ruh ise hakikati ister.

 

İnsanın kendi içinde ve dışında   koruyucu sistemler vardır. İçindeki koruyucu sistem kalbidir. İnsan ne kadar kötü ahlâk içinde olursa olsun, eğer kalbinin sesine kulak verebilirse kalp, uyarısını yapar. Bu koruyucu sistem herkeste vardır. Fakat insan niyeti ile bu sistemin sesini duymaz, nefsinin sesine kulak verir. Niyet düzgün olursa kalbinin sesini duyar.  Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) Mü’minin kalbinin fetva makamı olduğunu, danışacak yeri olmadığında kalbine müracaat etmesini nasihat buyururken bu konunun önemini göstermiş oluyor. Lâkin bu danışma yapılmadan önce mutlaka nefsani olmayan bir niyet içinde olmak gerekir.

 

Kalp bir yandan kendini kirletebilecek şeylerden  korur, diğer yandan dil,akıl ve diğer azalar gibi bütün azaların kirlenmesine mani olarak korur. Bu çeşitli korumalar birbirine bağlı olarak zuhur eder. Kalp kendi bünyesini dünya sevgisi, insanı helâke götürecek olan her türlü ifrad ve tefridden korur. Başkaları ile ilgili olan kötü düşüncelerden, büyüklenme duygusundan, riya, kibir, kendini beğenme, başkalarını küçük görme gibi duygulardan temizler.  Kalbin esas alâkası ve hoşlandığı şeyler, hak ve adalet duygusu, muhabbet, fayda verme gibi iyi olan ve insanı insan yapan işlerdir. Kendi bünyesinden olumsuz olanları ayıklayıp, çıkarınca o kalbe Allah yerleşir. Bütün çıkan işler de güzel işler olur.İnsanın dışında olan koruyucu sistem ise, Allah’ın Kitabı ve Peygamberleridir.

 

Bu ismin insana yansıması: İyi niyet içinde olan kalbin sahibi, dışarıdan aldığı bu bilgiler ile, kendi yolunu seçmiş olur. Aslında insanın kendinde var olan ruh, dış bilgilerden haberdardır. Fakat gizlide durduğundan ve perdeli olduğundan, iman sahibi olan insan için Kur’an ve Sünnet(Hadis) iki önemli delildir. Böylece  kalp ile içeriden, Kur’an ve Sünnet ışığında  alınan bilgiler ile dışarıdan korunan insan, Allah’ın helâl ve haramlarını da öğrenmiş olur. Haramdan uzaklaşır, helâle yaklaşır. Bu Mâni ismi ile olan yansımadır.

 

Kişi kendinde sağladığı korumayı nasıl ve hangi yollardan kazandığının bilinci içinde,bunu devam ettirerek, hayatını idame ettirirken, eğer dış dünyaya açılım olursa bu yolları anlatarak , çevresinin de korunmasını sağlamaya çalışır. Nefsin hilelerini, kalbin hallerini, bunlarla baş etmenin yollarını Kur’an ve Sünnet ışığında öğretmeye,nakletmeye çalışır. Önce kendi kalbini koruduğundan dolayı sözleri tesir eder. Şeytanın aldatmasından haber verir.

 

Bu koruma öylesine geniş kapsamlı olur ki hiçbir canlı mahlûk öldürülemez, cansızlara bile dokunuşta saygı vardır. Çevre ve eşya da korunmaya alınmış olur. İnsanlara örnek ve rehber olur.

 

Allah lûtfundan olarak, nasıl dostlarını her türlü belâdan, musibetten koruyor ise, o da kâinata dost olarak onların korunmasını sağlamaya sebep olur. Elbette esas koruyan, Allah-ü Teâlâ’dır.

Bedî

BEDΠ (el-Bedî)       (91)

Varlıkları eşsiz ve benzersiz sanatkarane bir şekilde yaradan

Kur’an-ı Kerim’de:

İki Âyette “Bedî’u’s-semavati ve’l-ard” yani (göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı) anlamında, Allah’a nispet edilerek:Bakara 117/ En’âm 101 de geçer.

 

Allah, Mutlak Bedî’dir. Ezeli ve ebedi olarak   benzersizdir. Ne Zât’ında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde ne de O’na ait her hangi   bir şeyde benzeri yoktur. Yaratmış olduğu her şey de benzersiz, eksiksiz ve kusursuzdur. Mahlûkatının yaşam şartlarına uyumlu olabileceği tarzda zâhirini yaratmakla birlikte, yaşamını en uygun sürdürebileceği şekilde derin anlayış ve iz’an vererek bâtınını da kusursuz yaratmıştır. Karıncanın çelimsizliği toprağı kazmasına mani değildir. Devenin su depolaması çöl yaşamı için en müsait yaratılış biçimidir. Su içinde yaşayana hava ihtiyacı verilmemiş, hava ile yaşayana suda yaşama imkânı verilmemiştir. Havada uçana kanat gerekmiş, ama yerde yaşayana kuvvetli ayak verilmiştir. Ölüden diriyi çıkarırken (toprağın canlanışı, ölü kalplerin dirilişi),diriden ölüyü çıkararak  (nefsi etkisiz kılmak, ölmüş çocuğun annesinden çıkışı), çeşitli misallerle kudretini sanatkârane bir şekilde sergilemiştir. Âlemlerin yaratılışı hem fevkalâde bir düzen içinde, hem de insanoğlunun ihtiyacına cevap verecek ve göz, kulak gibi duyularına hitabedecek tarzdadır. Bütün  sistemler yaratılışın ilk emri ile kendi kendine gibi işlemektedir. Her insanın ne iç âlemi ve ne de dışı birbirine benzemez. Milyarlarca insanın bu çokluğu yanı sıra, her biri tek başına bir âlemdir. Biri diğerinden farklı, davranışları, halleri arzuları, ahlâkları farklıdır.

 

Bu ismin insana yansıması: Her insan için hemen hemen vardır. İnsan Allah’ın yarattığı bir şey olarak, O’nun bu ismi ile isimlenmiştir. Sanatkârlar içlerindeki ilhama uyarak ve taklit olmamak üzere sanatlarını icra ettiklerinde, benzeri olmayan eserler verirler. Müzik, resim, ve diğer güzel sanat dallarında, sanatkârın eserleri, Bedî isminin yansıması ile olur. Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lûtuftur. Bu sebeple sanatkâr kıymetli kişidir. Allah’ın bu  isminin yansımasının aleni olarak ve herkes tarafından şahit olunuşudur. Böylece sanat eserleri de, kendi çapında kulca bir Bedî olmadır. Bir ayakkabıcının, oymacının,  dokumacının eserini imal ederken de, aynı şeyler geçerlidir.

 

İlim ile uğraşanların da icad ettikleri şeyler böyle bir sanattır. İcad ettikleri aslında malûm olan olduğu halde yine de ilk defa su yüzüne çıkaran kendileri olduğundan, sanat olarak kabul edilir. Hepsi de gerek sanatını icra ederken ve gerekse bir buluş ile meşgul iken, diğer insanları istilâ eden kötü hallerden uzak kaldıkları için kalplerini de korumuş olurlar.

 

Peygamberlerin çoğunun bir sanatı vardı. Velilerin de hatta geçimleri sanatları iledir. Geçimlerini sağlamak için olmasa bile, hoşlandıkları için, faydasız ve lüzumsuz şeylerden uzak kalmanın lûtfunu gördükleri için, sanatı, sanatkârı severler. Güzel sanatların tarih içinde kaybolmadan intikalinin, bu kişilerin katkılarıyla olduğunu söyleyebiliriz. Sanatkâr, Allah’ın yarattığı güzel şeyleri farklı gözle görür ve bize kendi gördüğünü yansıtır. Müzisyen ise doğanın duyamadığımız seslerini duyarak bize duyurur. Bu, onlara Allah’ın dileyerek verdiği lûtfudur.

 

Peygamberlerinden veya velilerinden veya alimlerinden biri, belli bir husus dolayısıyla asrının Bedî’i olabilir. Fakat bu durum bütün asırları kapsamaz. Ancak kendi asrı dahilinde olabilir. Mutlak Bedî, Allah-ü Teâlâ’dır.

Nûr

NÛR  (en-Nûr)      (92)

Nûrlandıran,nûr kaynağı

 

Kur’an-ı Kerim’de: 43 defa geçen Nûr kelimesi; iman, ışık, kurtuluş, Kur’an gibi manâlar taşır.

 

“Allah göklerin ve yerin nûrudur” Nûr 35

“ Yeryüzü Rabbinin nûru ile aydınlanır….” Zümer 69

 

Allah nûr değildir. Fakat nûr Allah’a aittir. İslâm alimleri Allah’ı nûr olarak kabul etmezler. Nûr’u Allah’a ait kabul ederler.

 

“İman edenler Allah’ın velileridir, onları zulmetten nûra çıkarır. Küfredenlerin yardımcısı ise şeytandır, o da onları nûrdan zulmete çıkarır.Onlar Cehennem ehlidir ve orada kalıcılardır” Bakara 257.Âyette imanın nûr olduğunu, küfrün de zulmet olduğunu anlıyoruz.

 

Nûr aydınlık, aydınlanma manâlarını da taşır. Allah’ı önce iman nûru ile tanırız. İnsanlar Allah’tan başka şeylerle, yani fâni olan şeylerle var olduklarında, aslında Allah’tan uzak olup, zulmettedirler. Zulmet ise karanlıktır, sıkıntıdır,yokluktur. Zulmetten nûra çıkınca, zemm edilen varlıkları yok olmuş, Allah’ın nûru ile var olmuş olurlar. Bu hakiki var oluştur. Yaşarken de öldükten sonra da kaybolmayan bir var oluştur. Nûr Sure’sinde  buyurulan:   “Allah  göklerin ve yerin nûrudur” âyeti ile; insanın enfüsi ve afaki olarak yani nefsinde ve nefsinin dışında Allah’ı temaşasının, nûru ile mümkün olduğu anlaşılıyor.

 

Nûr,  Allah-ü Teâlâ’nın zâhir ismiyle yakın manâdadır. Allah hakkında delil ile tanıma mümkün olmayanlar için, nûru ile tanıma mümkündür. İnsan, Allah’ı isimlerinin nûru (Esmâ ile aydınlanma, idrak, basîret) ile bilince, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu, o kişide isimlerin yansıması ile Esmâ Nûr’unun zâhire çıkışıdır. Bunun kendisi nûrdur. Bu kişi, sıfat tecelliyatına uğradığında (isimlerle vasıflandığında) ise, nûr üstüne  nûrdur. Kulda Hakk’ın zâhir oluşu, zulmetten nûra çıkışı ile olur. Bu da îman-ı hakiki ile mümkündür. “Allah, kimi dilerse,  onu Nûr’una kavuşturur.”  Nûr 35. Yani, Zât’ının ahlâkını bahşeder.

 

Dünya ehli ile Allah-ü Teâlâ arasında zulmet perdeleri vardır. Bu insan, iyi bir iş işlese veya iyi bir ahlâk sahibi  olup, kısmen de olsa aydınlığa çıksa bile, eğer şeytana uyarak, kötü ahlâkına devam eder, dünya sevgisine kapılırsa, aydınlanmış olduğu nûrdan zulmete indirilir.

 

Ahiret ehli ile  Allah arasında  ise, nûr perdeleri vardır.Bunlar, fiiller, isimler, sıfatlar ile ilgili perdelerdir. Kul Allah-ü Teâlâ’yı âdeta bu perdelerin arkasından temaşa eder gibidir. Zira, Allah’ı hakkıyla biliş, Zât’ının Zât’ını bilişidir. Fiil, isim ve sıfatları ile biliş, insan idrakine lütfedilen, takat nispetinde, perdeli biliştir.

 

Bu ismin kula yansıması: İman eden için mümkündür. Kulda, fiil, isim ve sıfat tecelliyatları tamamlanıncaya kadar, aydınlanma olur. Her bir ahlâkın iyiye değişmesi ile aydınlanma olur. Zulmet biter, nûra kavuşulur.Sonra da doğudan batıya ulaşan bir aydınlatma olur.