Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Vâsi’

VASİ (el- Vâsi’)    ( 46)

İlmi, ihsanı, mağfiret ve merhameti her şeyi kuşatan

Kur’an-ı Kerim’de : Dokuz  defa geçer.

 

1)    İlim, rahmet, mağfiret ve kudretinin her şeyi kuşattığı manâda olarak:

Bakara 115, 116, 261, 268 / Al-i İmran 73 / Nisa 130 / Mâide 54 / En’âm 80, 147 / Â’raf 89, 156 / Tâhâ 98 / Nûr 32 / Mü’min 7 / Necm 32

 

2)    Daha çok “alîm” ismi ile birlikte:

Bakara 115, 247, 261, 268 / Âl-i İmrân 73/ Mâide 54/ Nûr 32

 

3)    Nisâ 130’da “hakîm” ile birlikte,

 

4)    Necm 32’de “vâsi’u’l-mağfire” (mağfireti geniş),

 

5)    En’âm 147’de “zû rahmetin vâsi’a” (bol ve geniş rahmet sahibi),

 

6)    Aynı kökten “mûsi” kelimesi Zâriyât 47’de “mûsi’nun” şeklinde “kudret kapsaması” olarak, Allah’ı vasıflandırmakta.

 

Bolluk, zenginlik, genişlik manâsında olup, bol ihsan ve ikram manâsında da kullanılır. Bu ismin mutlak sahibi Allah-ü Teâlâ’dır. Allah’ın ilmi, ihsanı, nimetleri, lûtufları o kadar geniştir ki, asla bir sınır koyulamaz. Allah’ın bu isminde kulunu koruma da vardır. Bu isim Ganî ve Mücîb isimleri ile yakından alâkalıdır. Fakat insanlar Allah’ın isimleri ile isimlenirken, her ismin kemaline ulaşacak kadar isimlenmeyi belki de başaramayacaklarından, Allah rahmeti sebebiyle, isimlerinde çeşitlilik yaratmıştır. Meselâ; beşer cömert manasında olan Ganî isminde kemal noktaya kadar ulaşabilir. Lâkin belki Vâsi isminin kemaline ulaşamayacaktır. Cömert olabilir, ama daimi bol ihsanda bulunamıyabilir. O zaman o kişi de kaabiliyeti kadar ulaşabileceği yere gelmiş olur. Bu sebepten isimlerin çokluğu yine insana rahmettir.

 

Bu ismin insana yansıması ile, o kişide kalp genişliği, ilim ve ahlâk genişliği olur. Bu genişlik öyle bir haldedir ki, kalbini hiçbir şey daraltamaz. Meselâ fakirlik korkusu genişliğine mani olmaz. Burada şuna işaret etmek isterim ki, konu biraz daha anlaşılsın, Ganî ismi ile isimlenmiş kişi meselâ cömerttir. Lâkin aynı zamanda eğer fakirlik korkusu varsa Vâsi’ değildir. Maksadım anlaşıldı diye umuyorum. Hâmilik için ,yani himaye için kudret olmalıdır. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.), şahsi bir malı olmadığı halde kudret sahibi idi. Bu kudreti Allah’a olan imanından alıyordu. Kudret “Allah Kerim” demektir. Hakiki kudret Allah’dan ummak, Allah’a sırtını dayamak, O’ndan başka hiç kimseden bir şey beklememektir. Özetle geniş ve faydalı ilim sahibi olup, Marifetullah’a erişmiş olan, bu isimden payını almış demektir.

Hakîm

HAKİM (el-Hakîm)    (47)

Bütün emir ve işleri yerli yerinde olan

Kur’an-ı Kerim’de: 97 âyette geçer. 91’inde Allah’ı niteler.

 

1)    Allah yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapmıştır: Secde 7

 

2)    Allah’ın yücelerin yücesi olduğu : Furkan 2

 

3)    “Zikrü’l –hakîm”  olarak :  Âl-i İmrân 58

 

4)    “Kitabü’l-hakîm” olarak : Yunus 1, Lokman 2

 

5)    “Kur’anü’l-hakim” :  Yâsîn 2

 

6)    91 âyette Allah’ı niteleyerek geçen “Hakîm” ismi, mutlaka başka bir isim ile geçer: Azîz, Alîm, Habîr, Alî, Hamîd, Vâsi, Tevvâb.

 

7)    “ahkemü’l-hakimîn” (hakimlerin hakimi)

“hayrü’l hakimin”   (hakimlerin en hayırlısı)  terkiplerinde,

Hûd 45/Tin 8/ A’râf 87/Yunus 109/ Yusuf    80

 

Hikmet sahibi demektir. Varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmek demektir. Varlıkların en yücesi Allah’dır. Ve O’nu yine O bilir. İlimlerin en faziletlisi ezeli ve ebedi olan ilimdir. Bazen bu kelime ince sanatları en güzel ve sağlam yapan için de kullanılır ki, bunun kemali de yine Allah’tadır. İlimlerin en üstünü ve faziletlisi yine malûm olanların en üstününü bilen ilimdir. Malûmun en üstünü ve yücesi Allah’tır. İlimlerin de en faziletlisi bu en yüce malûm olarak bilinen Allah’ı bilme ilmidir. Kim Allah’ı tanıyorsa Hakîm’dir. Kulun Allah’ı tanıması ile, Allah’ın Allah’ı tanıması arasında elbette fark vardır. Buna göre de kulun Hakîm oluşu ile, Allah’ın Hakîm oluşu arasında bariz fark olacaktır. Allah’ı tanıma ilmi en yüce ilim olan Marifetullah’tır. Kulun Allah’ı tanıması fiilleri ile, isimleri ile, sıfatları iledir. Zât’ın Zât’ı ile bilinmesi , Zât’ın tanımasıdır. Böylece kul Allah’ı tanıdığı kadar O’na yakın olur. “ Hikmetin başı Allah korkusudur” Hadis-i Şerif’inde sözü geçen korku, kişinin geçmişini, geleceğini, Allah’tan bilmesi, kendi iradesi ile kendi için bir şey yapamayacağını, takdir sahibinin Allah olduğunu bilmesi, son nefesinde nasıl, hangi halde öleceğini ve bunun  kendi takdirinde olmadığını bilmesi demektir. Yani Hikmetin başı fiil tecelliyatına uğramaktır. Allah korkusu taşıyan kişi bilir ki, rızkını veren ,vermeyen O’dur. Böylece mal biriktirmez. Allah’tan korkan bilir ki yaptığı her şeyi görmektedir ve bir gün hesap verecektir, insan haklarına saygılı olur. Hikmetli sözler söyleyene Hakîm denir.

 

Kendisine hikmet verilmiş olanlar, öncelikle Peygamberlerdir. Sonra  Allah’ı tanıyan Arifler, Allah dostlarıdır. Bu kişiler konuştuklarında öz konuşurlar. Menfaatleri için hareket etmezler. Bildikleri yaşadıklarıdır. Onun için sözleri etkilidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in pek çok hikmetli sözleri vardır. Hikmetli sözler, az kelime ile çok manâ ifade eden sözlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in  hadis diye adlandırılmış olan hikmetli sözlerinden birkaç örnek verelim:

 

“ Din,  güzel ahlâktır.”

“ Kanaat tükenmez bir hazinedir.”

“ Sabır imanın yarısıdır, yakîn ise tamamıdır.”

“ Hikmetin başı Allah korkusudur.”

“ Sükût etmek bir hikmettir. Fakat susan azdır.”

“ Takva sahibi ol ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Kanaatkâr ol ki, insanların en çok şükredeni olasın.”

“ Kişinin faydasız şeyleri terketmesi, iyi Müslüman olmasındandır.”

“ Bahtiyar kimse, kendinden başkasını örnek göstererek vaaz eder.”

 

Hikmet ile ilgili Âyet’lerden de birkaç örnek verirsek:

 

“ Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o, insanlara: Allah’ı bırakıp da bana kul olun desin. Fakat o, (öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde Rabbaniler olun) der.” Âl-i İmrân  79

 

“ Allah, peygamberlerden (and olsun ki size Kitap ve Hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki o Kitap ve Hikmeti tasdik eden bir Peygamber gelmiştir. Ona kat’iyen iman ve ona her halde yardım edeceksiniz diye ) misak aldığı zaman dedi ki: (İkrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü alıp, kabul eylediniz mi?). Onlar ikrar ettik dediler. Allah dedi ki: Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim.” Âl-i İmrân 81

 

“ Allah’ın evlerinizde okunup duran âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin iç yüzünü bilendir, hakkıyla haberdardır ” Ahzâb  34

 

“ O ümmiler içinde kendilerinden bir Peygamber gönderendir ki, onlara Âyetlerini okur, onları temizler,onlara Kitabı, Hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Cum’a 2

Vedûd

VEDUD (el- Vedûd)     (48)

Çok seven ve çok sevilen

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ı niteleyerek iki âyette geçer: Hûd 90/ Burûc 14

 

2)    Kalplerde “vûdd” yani sevgi yaratan olarak: Meryem 96

 

3)    Allah ve Resulune (s.a.v.) karşı düşmanlık yapanları imanlılar; babaları, çocukları, kardeşleri ve akrabaları da olsa sevemeyeceklerdir: Mücadele 22.

 

Herkesin menfaatini gözetip, hayrını istemektir. Allah yarattığı bütün mahlûkatı için, onların hayrını istemekle Vedûd’dur. Bu sebepten ihsan ve ikramda bulunûr. Her ne kadar Rahîm ve Rahman isimleri ile yakın bir manâ var gibi görünse de ayrı şeylerdir. Vedûd isminde insanların anlayacağı manâda bir sevgi vardır. Dolayısıyla muhtaç durumda olana lûtufta  bulunmaya benzemez. Burada  sevgisi demekten murad edilen ,bizim anladığımız sevgi olmayıp, mahlûkatına nimet, şeref vermesi, ihsan ve ikramda bulunması demektir. Allah böyle sever.

 

Bu isim kula yansıyınca, kendisi için istediklerini başkaları için de ister. İstemediklerini  başkaları için de istemez. Vedûd ismi insanda görülmesi yaygın olan bir isimdir. Müslümanlar genellikle hiç değilse ilmen bu ismin ifadesine uygun yaşamaya çalışır. Bu ismin tecellisi de kişide yavaş yavaş olur. İlk merhalede ilim vardır. İlim sebebiyle bu ismin manâsını öğrenen kişi böyle yaşamaya ve bu ahlâkını geliştirmeye çalışır. İkinci merhalede ise irade vardır ki, kişi her ne olursa olsun başkalarını tercihden kendini alamaz. Buradaki irade kişinin kendi iradesi olmayıp, Allah’ın irade sıfatı ile sıfatlanmasıyla  olur.

 

Vedud isminde kemale ulaşmak mümkündür ve bu kişilerde; maruz kalınan eza ve cefalara rağmen, insanlara iyilik yapmaktan, onların saadetlerini kendi saadetine tercih etmekten, hiçbir şey onları alıkoyamaz. O kişilerden eziyet görse de bu durum değişmez. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bir savaşta mübarek dişleri kırılıp, yanağını kesilmiş ve kanamış iken, Allah’a: “Allah’ım, sen kavmime hidâyet ver, zira onlar hakikati bilmiyorlar, anlamıyorlar…” diye dua buyurmuşlardır. Yine Hz.Ali’ye (r.a.) şöyle buyurmuşlardır: “Mukarrebin meleklerini geride bırakmak, Allah’a onlardan daha fazla yaklaşmış olmak istersen, seni ziyaret etmeyeni sen ziyaret et, seni mahrum bırakana sen ver, sana zulmedeni affet…”

Mecîd

MECİD (el-Mecîd)     (49)

Yüce, Şerefli, Keremi Bol 

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Allah’ı niteleme olarak iki âyette geçer:

“O övülendir, şanı yücedir.” Hûd 73

“Arşın sahibidir, yücedir.” Burûc 15

 

2)    İki âyette de Kur’anın sıfatı olarak geçer:

“Fakat O yüce bir Kur’andır.”Burûc 21

“Kaf. Şanı yüce Kuran’a yemin olsun ki…” Kaf 1.

 

3)    “hamîd-ün mecîd” olarak:  Hûd 73

 

4)    “Zü’l-arş” ile birlikte: Burûc 15

 

Kelime manâsı, büyüklük, azamet, şeref demektir. Allah; Zât’ı şerefli, fiilleri güzel, nimet ve ihsanı bol olandır. İşte Zât’ın şerefi yanı sıra fiil güzelliğinin de olması Mecîd isminin manâsını verir. Bu isim Celîl, Vehhâb, Kerîm isimlerinin manâsını kendisinde toplamış gibidir. Mâcit ismi  alî, yüce, şerefli demek olup, Mecîd isminde ise manâca daha mübalağa vardır.

Bâis

BAİS ( el- Bâis)     (50)

Ölümden sonra dirilten

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın nesneleri, cins ve türleri yoktan var etmesi: En’am 122 /Lokman 28

 

2)    Kıyamet günü, ölüleri diriltmesi: Nûh 17-18/ Hacc 7 / Yâsîn 78-79/ Kaf 4

 

3)    Yeniden dirilişi haber vermek üzere: Bakara 72-73-259-260. âyetlerde ölmüş ve  parçalara ayrılmış canlıların yeniden nasıl diriltildiği, yani Allah’ın kudreti anlatılır.

 

4)  Vâkıa 61’ de: “…ve bilmediğiniz durumlarda da sizi yeniden inşa ederek yaratırız.”

Fâtır 22’ de : Ölüm gibi kabul edilen bilgisizlikten kurtuluş ile yeniden yaratılmış olmak, hayat bulmak söz konusudur. Bu yaratışlar kalplerin diriltilmesidir.

 

5)  İlk yaratılış ve kıyamet günü olan yeniden dirilişi beraber zikreden; Tâhâ 55

 

Kelime manâsı ölümden sonraki diriliş demektir. Allah mahşer günü mahlûkatının hepsini diriltecektir. İmanın hakikatinde ahiret gününe ve yeniden dirilişe iman, böyledir. Bu diriliş dünyaya ilk gelişteki gibi bir diriliş değildir. Ve ölümden sonraki durum bir yokluk durumu da değildir. Bazıları için ölüm bir kavuşma, bahtiyar olma durumudur. Şöyle ki:

 

“ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri yanında diridirler. Öyle ki Allah’ın lûtfundan kendilerine verdiği şehidlik mertebesi ile, hepsi de mesrûr olarak Cennet nimetleri ile rızıklanırlar. Peşlerinden henüz onlara katılmamış olan şehid kardeşleri hakkında da (O’nlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir)diye müjde vermek isterler .”                                                                                         Âl-i İmrân  169,170

 

Bazıları için ise bedbaht bir durumdur. Yine bunlar da diridirler. Lâkin Hadis-i Şerif’te buyurulduğu gibi “ Kabir ya Cehennem çukurlarından bir çukur, veya Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

 

Basîret sahipleri insanın ebediyet için yaratıldığını ve yokluğun olmadığını basîretleri ile, yani bâtıni müşahedeleri ile bilirler. Esas olarak anlatmak istediğimiz, ölüm cesed ile ilgilidir. Ruh asla ölmez, ebedidir.

 

Ölümden sonraki diriliş, yani ba’s dünyaya ilk gelişteki diriliş gibi değildir,yani insan için pek çok dirilişler vardır:

 

“ Bilmediğiniz yerde sizi yaratırız.” Vâkıa 61

“ Yemin olsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yaratmışızdır.Sonra onu sarp ve metin bir karargahta bir meni yaptık. Sonra bu meniyi kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir lokma et yaptık. O bir lokma eti de kemiklere dönderdik de o kemiklere de et giydirdik. BİLÂHARE ONU BAŞKA YARADILIŞLA İNŞA ETTİK.” Mü’minûn  12,13,14

“Sizi,ondan (topraktan) yarattık. Sizi yine ona döndüreceğiz. (Ba’s zamanında da) sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.”  Tâ-hâ  55

 

“Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda her hangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi topraktan, sonra insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Size apaçık gösterelim diye. Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de (evvelki ) bilgi(sin)den sonra hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine)doğru gerisin geri itiliyor. Sen yer(yüzünü)kupkuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir.”  Hacc 5

Kabirde geçen süre, kabir hayatı diye adlandırılır. İnanan insanın tekâmülü kabirde devam eder. Lâkin yaşarken olduğu gibi sür’atli olmaz. Kabirdeki diriliş insanın hakikatle karşılaşması demektir. Meselâ biriktirdiği malı, mülkü, parayı bırakıp kabre girmiştir. Senelerce koruduğu, kimseye istifade ettirmediği servetini bırakmış gelmiş ve şu anda işine yaramaz haldedir. Belki de pek çok kulun haklarını gasp ederek sahip olduğu her şeyin hesabı ile uğraşmakta, dışarıdakiler ise, rahatça harcayıp, savurmaktadır. Yaşarken öğrendiklerinin hakikatini hiç düşünmemiş ya da tam olarak inanmamış olduğunu artık anlar. Ama yapacak bir şey kalmamıştır. Her iş zamanında uyarılar ile yapılmalıdır.

 

“Günahkarların, Rableri huzurunda:(Ey Rabbimiz!Gördük,işittik. Şimdi bizi dünyaya geri çevir de güzel amelde bulunalım. Çünkü kat’i surette inananlarız)diye yalvarır olacakları zaman sen görsen onları.”                                                                                   Secde  12

 

“O halde, şu gününüze kavuşmayı unuttuğunuza mukabil tadın azabı! Doğrusu biz de sizi unuttuk! Yapmakta ısrar ettiğiniz kötülükler yüzünden tadın o ardı arası kesilmeyen azabı!” Secde  14

 

Peygamberimiz (s.a.v.) “ Ölmeden evvel ölünüz” demekle bu hakikati, yaşarken görünüz demek istemişlerdir. İnsanlar dünyadaki lûtfedilmiş nimetler ile oyalanırken, Allah’tan uzak kalmışlardır. Ölmeden evvel ölmekten murad edilen nefsin bütün musallatlarından kurtulmaktır. Bu pek kolay bir şey değildir. İnsanlara nimetler ve hatta ilim de verilirken, esastan uzaklaşmış oluyoruz. Fakat bu da Rabbimizin bir Rahmeti olup, hakikate karşı kuvvetli olanlar için hakikat verilmiş oluyor. İlim ile, sanat ile uğraşanlarda yine de diğer dünya zevkini tercih edenlere göre bir fark vardır ki, uğraştıkları şeyler insanı diğer kötü ahlaktan nisbeten korumuş olur. Meselâ bu türlü kimseler arasında ihtiras, haklara tecavüz, hatta gasp etme görülmez denebilir. Bunun gibi daha pek çok kötü huy yer etmez. Dünyaya düşkün olup, canavar haline gelen gibi asla olmaz. İlim ve sanat bu bakımdan tavsiye edilen önemli bir şeydir.

 

Bais isminden kulun nasibine gelince; insanların bu isimden nasibi, nefislerinin kötü ve fahiş isteklerinden kurtuldukları kadardır. Alimlerin çoğu, insanlara Allah yolunu gösterdikleri için bu isimden nasiptardırlar. Fakat nefislerinin etkisinden kurtuldukları kadar sözleri  etkili olur. Eğer tavsiye ettiği, kendinin yapmadığı bir şey ise sözü etkili olmaz, yani kalbe işlemez. Bu bakımdan alimlerimize çok iş düşmektedir. Önce onlar ilimleri ile amel etmeliler, sonra halka bunu tavsiye etmeliler. Bu bakımdan sorumlulukları da diğer insanlara göre daha fazladır. Meselâ, aslında eli sıkı olan bir alim cömertliği ne derece tavsiye edebilir?

 

Bais isminden gerçekten nasibini almış olan kişi; ölü kalpleri diriltir. Ölü kalp demek, içi dünya sevgisi ve ihtirası ile dolu olan kalp demektir. İnsanların yaşama sevinçleri ihtiras ve hırs ile olur. Görünüşte canlılık arz eden bu durum aslında kalbin ölmüş olmasının delilidir. İşte bu ölmüş olan kalbin diriltilmesi demek, kalpten olumsuz her şeyin çıkarılması demektir. İnsanlara ölmeden evvel ölmek Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından ısrarla tavsiye edilmiştir. Yani kalp tasfiye edilince insanlar görünüşte ölüler gibi olurlar. Bu bakımdan bazılarına göre din, miskinlik gibi addedilmiştir. Fakat esas orta yol yolcularının hali, yarın ölecekmiş gibi hazırlıklı olmak, hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışmaktır. İşte  bu orta yolu tutturabilmek çok zordur.  İnsanlara dünya nimetlerinden kopmak, ayrılmak çok zor gelir. Halbuki “dünyayı terk edin” emri vardır. Hem dünya nimetlerinin içinde yaşamak hem de onları değersiz görüp, sıyrılmak insanda yaşam zevkini ve dünya şevkini yok eder. Kalpten boşalan bu zevklerin yerini Allah ile beraber olma zevki alıncaya kadar bu böyle devam eder. Ne zaman ki kalbi Allah doldurur, o zaman kişi dünya nimetlerinden alınan zevkin bir oyalanma olduğunu anlamış olur. Gözünde bütün dünya zevkleri değerini kaybeder. Ve dünyanın terki artık zorla, çalışarak değil; tabii olarak oluşursa, o zaman huzurda olmanın huzuruna kavuşulmuş olarak yaşanmaya başlanır. İşte bu ölmeden evvel ölmenin hakikatidir.

 

Kalbin malâ yani ile yani Allah’tan başka şeylerle  meşguliyeti, aklın meşguliyetini getirir ve bedeni de yorar. Bu sebeple namaz ve zikir tavsiye edilmiştir. Namazın kendisi zikirdir.Yani Allah’ı hatırlama, anmadır. Burada, hiç değilse belli zamanlarda, olumsuzluklardan uzaklaşmak ve mümkün olursa Allah’ı hatırlamak, anmak  için kalbin dirilmesi söz konusudur. Kısaca şöyle denebilir. Kim ki Allah’ı tanıyor, sık hatırlıyor, yaptığı her işten haberdar olduğunu biliyor, o kişi diridir. Allah’dan uzak olan,     anmayan, hiç yokmuş gibi davranan ise ölüdür. İşte Bâis isminin kemal ile yansıdığı kişi, kullara bildiği, tanıdığı Allah’ı anlatır ve onların Allah ile yakınlaşmasına vesile olur. Günahları ve tevbenin hakikatini anlatır. Önce kalpte pişmanlığın doğmasına sebep olur. Pişmanlık doğması kalbin ölü halden çıkacağına delildir. Çünkü ölü bir kalpte asla pişmanlık olmaz, günahlarına ve etrafına verdiği zararlara devam eder, hatta kendisini hep haklı görecek sebepleri de hazırdır.

 

Bais olan kişiler taleb edene verirler, konuşur, anlatır, kalpleri aydınlatırlar. Bu isim böylesine bir kemal ile herkese nasib olmaz. İsa (a.s.) da bu isim şiddetle vardı. Ölü kalpleri dirilttiği gibi, (o günün insanlarından kalplerin dirilişini anlamayanlar için) ölüleri diriltme özelliği de verilmişti. Bu ismin sahipleri ölmeden evvel ölme sırrına erişmiş velilerdir. Onlar verilen ya da verilmeyen her şeyden razı hatta memnundurlar. Dünya bütün saltanatı ile kendini sunsa ,onlar için önem taşımaz, hatta fark edemezler bile. Ne dünyanın ne de ahiretin güzellikleri ile değil, güzelin kendisi ile meşgul olurlar. Yaşama sevinçleri, bir kişi de olsa kurtuluşuna vesile olmaktır. Kendinden başka herkes için duacıdırlar, onların iki cihanda saadetlerini isterler. Kendileri için ise ne verilmişse memnun ve razıdırlar. Düşmanları yoktur. Ayırım yapmazlar, zengin ve ünlüler ile işleri olmaz. Ne makam, ne ün, ne de dünya metaı onları ilgilendirmez. Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezler. Ne geçmiş, ne gelecek hiçbir düşünce onları hak ve adaletten ayırmaz. Allah ile dolu bir kalbin sahibi sürurdadır, sıkıntı bilmez. İnsanlar da onun yanında bütün dertlerini, dünya gailelerini unuturlar. Allah’tan uzak olanda ise, kasvet ve sıkıntı olur. İnsanlar yanında sıkılır, durmak istemez. Kalpte öfke varsa Allah olmaz. Ya da Allah’ın olduğu kalpte öfke, hased, haksızlık, kin nefret olmaz.

 

İnsanların bazen ibadet yaparken bile Allah’sız oluşu mümkündür. Meselâ oruçlu iken kızan, öfkelenen, kötü söz söyleyen, Allah’sız olarak yani kalbinde Allah olmadan oruç tutmaktadır. Bunu söylerken insanların bu ibadetlerden uzaklaşmasına sebep olmak değil, kendilerini, nefislerini murâkabe edebilmeleri için söylemekteyim. İbadetler elbette çok önemlidir. Ama geçerli olan kulluğa sadece bununla varamayız, kendimizi gözetlemeliyiz ve nefsimizden haberli olarak ibadetlere ve iyi işlere yönelmeliyiz.

Şehîd

ŞEHİD (el-Şehîd)     (51)

Her şeyi gözleyip bilen

Kur’an-ı Kerim’de :  (20’ si Allah’ı nitelemek üzere) 35 defa geçer.

1)    “kefâ billâhi şehîda” yani “şahid olarak Allah yeter” mealinde : Nisâ 79,166/Yunus 29/Ra’d 43/ İsrâ 96/ Ankebût 52 /Fetih 28

 

2)    “İnnallahe alâ külli şey’in şehîd” yani “Allah herşeyin üzerinde şahittir”: Nisâ 33/ Mâide 117/ Hacc 17 / Sebe’ 47 / Fussilet 47 / Ahzâb 55 / Mücâdele 6 / Burûc 9.

 

3)    Enbiyâ suresi  78. Âyette ise “şahidin” şeklinde çoğul olarak geçer.

 

4)    Hz.Peygamberimiz(s.a.v.)’e  Tûr suresi 48. Âyette : “Rabbinin hükmüne sabret! Şüphesiz sen gözlerimizin önündesin” buyurarak, “şahid” olduğunu bildirmiştir.

 

Şehid isminin manâsı, biliş, şahid oluş, müşahede ediştir. Tanık manâsındaki “şahid” kelimesinin mübalâgalı ifadesidir. Allah’ın her yerde hazır ve nâzır oluşu, şehid ismini açıklar. O her şeye aynı yakınlıktadır. Allah Şehid’dir.

 

Alîm ismine benzerse de Şehid ismi ile Allah hem gaybı hem şehadeti bilir. Her şeye şahiddir, müşahiddir.

 

Alîm ismi, mutlak ilim göz önüne alındığında kullanılır. Allah Alîm’dir. Gaybin ve bâtının bilinmesi göz önüne alınırsa, Allah Habîr’dir. Gayb ve şehadete izafe edildiği zaman ise Şehid’dir. Böylece insanların dünyada iken yaptıkları şeylere şahid olduğu için ,kıyamet günü şehadet edecektir.

Bu ismin tecelli ettiği kişiler, şahid oldukları olaylarda, olayı gizlemez, hatır için susmaz, yani Hakk’ı korur, yerine koyar, tavsiye eder. Az yansıyanlar ise nefsini korur, Hakk’ı yerine koyamaz.

Hakk

HAK (el- Hakk)        (52)

Mevcudiyeti ve ilahlığı gerçek olan

Kuran’ı Kerim’de:     10 defa, Allah’a izafe edilerek geçer. Ayrıca, (doğru, hak, hisse, adalet, gerçek) anlamında 218 defa geçer.

1)    Tek olarak ve Allah’ı niteleyerek, meselâ: Kehf 44 / Hacc 6 / Nûr 25 / Lokmân 30 / Fussilet 53

 

2)    Esmâ-i Hüsnâ’dan bir isimle beraber olarak: “Melîkü’l- Hakk”, “mevlâhümü’l-Hakk”, “rabbükümü’l-hakk” En’âm 62 / Yunus 30,32 / Tâ-hâ 114

 

3)    “Hakku’l-mübîn” yani apaçık bir gerçek manâsında: Nûr 25

 

4)    Hak olan Allah’ın sözü de haktır. “Doğruyu ben söylerim” :  Sâd 84

 

5)    Fiillerinin de “Hak” oluşu; Yunus 5,82/Lokman 33

 

6)    Kulların, Allah’ın hakkını hakkıyla ölçemeyişleri: Hacc 74.

 

7)    Kuran’ı hakkıyla okuyanların iman edenler olduğu : Bakara 121

 

8)    Hak ve adaletle hükmetmek konusu : Sâd 26

 

9)    Hak sahiplerine  haklarını vermek konusu :  En’âm 141

 

10) Hacc 78. Âyette “ Allah uğrunda hakkıyla cihad edin…”diye, gerektiği şekilde manâsı verilmiştir.

 

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.)’in dualarında “Allah’ım! Hak sensin , vaadin de hak, sözün de hak , sana kavuşmak da hak” şeklinde niyazda bulunduğu bilinir. Buharî    “Da’avât”9 Müslim”Mûsafirin”199

 

Kelime manâsı  hakikattir. Sözlükte “bâtıl”ın zıddıdır. Hakk kendi Zâtı ile var olan hakiki mevcuttur. Bu öyle mevcud oluştur ki, ezelden ebede hiç sonlanmayacak olan bir mevcud oluştur. Her Hakk olan mevcud da hakikatini O’ndan alır. Bir şeyin mevcudiyetinin hakikati, o şeyin varlığının devamınca olur. O şeyin varlığı sona erince, onun mevcudiyeti hakkında bilinen bilgi artık hakikat olmaz, bâtıl olur. Böylece sonu olan her şey asıl manâda hakikat değildir. Allah’ın Zâtı’ndan başka her şey fani olduğu için gerçek manâda Hakk, yüce Allah-ü Teâlâ’dır.

 

Bir de sözlerin hakk olanı vardır ki bu bakımdan incelenirse, en hak olan yani en doğru olan söz “Lâ ilâhe illallah” dır. Çünkü bu söz ezelden ebede doğru ve hak sözdür.

 

“ De ki Hakk geldi, bâtıl zeval buldu. Şüphesiz ki bâtıl daim zeval bulucudur.” İsrâ  81

 

“ Hem göklerle yerde ve hem de kendilerinde âyetlerimizi yakından onlara göstereceğiz.  Nihâyet O’nun Hakk olduğu şüphesiz kendileri için de sabit olacaktır. Rabbinin her şeye şahid olması sana kâfi değilmi?”  Fussilet  53

 

“ Onlar, göklerdeki ve yerdeki o muazzam mülk ve saltanata, Allah’ın yaratmış olduğu her hangi bir şeye hatta ecellerin yaklaşmış olduğuna da hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi söze iman edecekler ki?” Â’raf  185

 

Bu ismin tecellisine uğramış olan kişi, kendi fâniliğini ve bu sebeple bâtıl oluşunu kabul eder. Asıl Hak olarak sadece Allah’ı görür. Kulda Hak ismi zuhur etse bile, kendiliğinden hak değildir, Allah’ın varlığı ile haktır. Bu ismin yansıdığı kişi, kendi dışındaki her şeyi hak bilebilir. Meselâ, karşısındakinden bir söz duysa Allah söyletiyor diye düşünür. Başına gelen iyi ve iyi olmayan her şeyi Allah’ın verdiğini bilir. Elde ettiklerinin, başarılarının, her şeyin sahibi olarak Hakk’ı görür. Bu kişilerde bazen merhametsiz gibi görülen bir adalet anlayışı olabilir. Bu durum zamanla belki anlaşılır, belki de anlaşılmayabilir. Yani insanın aklı ile değerlendiremediği bir durum olabilir. İnsanda bu ismin yansıması azdır. Bu kişileri de daha çok “Hak” bilir. İnsanlar bilemeyebilirler. Asıl Zâti tecelliyat ile bu isim tam olarak, kemali ile tecelli eder.

 

Kendi arzuları, beklentileri, menfaatleri, emelleri ile var olan için Hakk isminin zuhuru söz konusu değildir. İnsanın kendini fâni olan şeylerle var edişi, esas var oluştan çok farklıdır. Dolayısıyla bu fâni ölçüler ile var oluş, sanal bir ortamdır, kişiyi hak ve hakikatten uzaklaştırır. Yani Allah’tan uzaklaştırır. Bu uzaklık aslında azap verir. Kendi varlığı önde olarak yapılan, yani Allah’ın gölgesinde değil de kendi var oluşu ile kendinden bilerek yapılan her şey insana sıkıntı verir, zulüm gibidir. Uzaklık getirir. Her uzaklık tekrar bir uzaklık getirerek böylece Allah’ı unutmak hasıl olabilir. Fâni olan şeylerle var oluştan kastedilen meselâ: Serveti, kazandığı her şey, yükseldiği dünyevi makamlar, şöhreti… İşte bunlar hep bitebilecek şeyler olup, o anda varsa bile bir gün bitecektir,yani fânidir. Böyle fâni olana ne derece sarılınır ve bunlarla ne derecede kuvvet bulunabilir? Ne zaman sonu geleceği belli olmayan bütün bu şeyler bir hayal hüviyetinde değil midir?

 

ENE-L HAKK meselesi: Burada konu icabı bu meseleden bahsetmek gerekir. Ene-l Hakk demek lûgat manâsı ile (ben Hakk’ım ) demektir. Lâkin bunu (ben Hakk ile beraberim) diye anlamak daha doğrudur. Bu sözler bazı manevi kendinden geçme hallerinde gayri iradî olarak söylenmişse olabilir. Bu da kişinin kendini Hakk ile kuşatılmış olarak ve kendinde Hakk’dan başka bir şeyin kalmadığını, müşahede etmesi ile ve bu müşahedenin de aklı ile çözümleyemediği bir şey olarak söylenmiş olabilir.Daha da doğrusu kendi fâni ve önemsiz varlığını, Hakk’ın yanında âdeta gölge gibi ya da hayal gibi gördüğünden söylenmiştir. Aslında bu sözü söyleyen sanki büyüklenme göstermiş gibi  sanıldığı halde, hakikatte kendini söz edilecek bir şey gibi görmemek, hatta kendini bir nevi küçümsemek vardır. Hakk’ın hakkı verilmiş gibi olduğundan bu söz bu açıdan hakikattir. Aslında manen yüksek bir makam olan tevhid makamlarında böylesi zor anlaşılan meseleler vardır. Ene-l Hak hali tevhidin başlangıç yerlerinde belki yer alır. Zira tevhid teklik halidir. Orada Hakk’dan başka bir şey yoktur. Ama ben Hakk’ım diyen ikiliktedir. Zira bir kendi bir de Allah vardır. Tevhidin bir ileri aşamasında “sen ve her şey Hak” vardır. En zirvede ise (Allah var, başka da bir şey yok. Ezelde, şu anda ve ebediyyen böyledir) kavramı vardır. Hz.Ali (r.a.) böyle bilmiş, böyle demiştir.

Tasavvuf ehlinin ileri gelenleri bu konuyu bilir. Kendi Zâtlarının yönünden fâniliklerini bilir, bâki olanı anarlar. Anmaya, konuşmaya değer olarak sadece Hakk’ı bilirler. Tevhide heves etmez, tevhidin bilgisinin tevhidin aslına zıt olduğunu bilerek, bu konuyu yaşamadan dillerine dolamazlar, böylece günahtan da sakınmış olurlar.

 

Kelâmcılar ise, kelâm ile meşgul olup, kelâmın sahibinden uzak düşmüşlerdir. Çoğu Allah’dan başka her şeyi görür ve gördüklerini Allah’ın varlığına ve kudretine şahid ve delil gösterirler.

 

Sıddıklar ise, O’ndan başka bir şey görmezler. O’nun varlığına  ve kudretine delil olarak yine O’nu şahid ve delil gösterirler. O’nlar yukarıda yazılmış olan Fussilet suresinin muhataplarıdır.

Vekîl

VEKİL (el-Vekîl)       (53)

Kendisine güvenilip, dayanılan

Kur’an-ı Kerim’de   14 Âyette kullanılır:

 

1)    12 Âyette tek başına ve “vekil” manâsında kullanılır: Âl-i İmrân 173/ Nisâ 81,132,171 / Hûd 12 / Yusuf 67 / İsrâ 2, 65/ Ahzâb 3,48 / Zümer 62 / Müzzemmil 9/ En’âm 102

 

2)    İki Âyette tek başına ve “şehid” manâsında kullanılır: Yusuf 66 / Kasas 28

 

3)    Müminlerin gerekeni yapıp, sonra işlerini Allah’a havale etmesi: Mü’min 44’de: “…ben işlerimi Allah’a havale ediyorum” şeklinde geçer.

 

4)    Allah’ın “vekîl-i mutlak” olduğunu ve O’na dayanmayı bildiren Furkan 58  / Talâk 3

 

5)    İnsanlar hakkında kullanılmamış; sadece bu vekil ismini alamayacakları hakkında kullanılmıştır: Nisa 109. Âyette: “Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz, peki ya kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak, onlara kim vekil olacak?”

 

Kelime manâsı , bir işin birine havale edilmesi anlamındadır. Allah bütün işler kendisine havale edilendir.

 

“ Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine (insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun) dedi de, bu onların imanını arttırdı ve (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) dediler.”  Âl-i İmrân 173

 

“Benden başkasını vekil edinmeyin” İsrâ 2

 

“ Hem biz ne diye Allah’a güvenip dayanmayalım ki bize dosdoğru yolları O göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Tevekkül edenler dahi yalnız Allah’a güvenip,dayanmakta sebat etmelidir.” İbrahim  12

 

“   Allah bana yeter, O ne güzel vekil” Âl-i İmrân 173

 

“ Allah’a güvenip dayan. Vekil olarak Allah kâfidir.”                                                 Ahzâb  3

 

“ Allah kuluna kâfi değil mi? Seni (Habibim), O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, onun yolunu bir doğrultucu yoktur.”  Zümer  36

 

“ Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a ısmarlıyorum.     (havale ediyorum). Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir.” Mü’min  44

 

“ Allah O’dur ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. Onun için iman edenler ancak Allah’a tevekkül edip, dayansınlar.”                                                                        Teğabün  13

 

“….Kim Allah’a tevekkül edip, dayanırsa ; O kendisine kâfidir….”  Talâk  3

 

“ De ki: O rahmeti bütün yarattıklarını kapsayan Allah’tır ki biz O’na iman ettik ve ancak O’na güvenip,dayandık (tevekkül ettik)….”  Mülk  29

 

“ Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip, dayan!….” Furkan 58

 

Allah her işte güvenilecek, sığınılacak , yardım istenecek tek mercidir. Bu isim ile, hem kullarının işlerini eksiksiz ve tam olarak görür, hem de Zâtı itibariyle, kalplerin O’na mütevekkil olmasına tek lâyık olandır.

 

Bu isimden kula düşen pay ise iki türlüdür: Birincisi kendi işlerinde Allah’tan başka bir vekil bilmez. Her iş için tek müracaat yerinin O olduğunu bilir. Kimseye ricacı olmaz, kimseden beklemez. Diğeri kendisine havale edilen işleri kendi işleri gibi kabul ederek samimiyetle ve büyük bir alâka ile uğraşır. Kendi işlerini esas yere havale ettiği gibi, başkalarının işlerini de aynı mercie havale eder. Bu arada gerekli sebepleri de kullanır. Bütün bunları yaparken de hiçbir menfaat beklemez. Karşılıksız ve menfaatsiz yapar.

Kavî-Metîn

KAVİY(el-Kavî)/METİN(el-Metîn)  (54, 55)

Çok Kuvvetli   Kudretli 

Kur’an-ı Kerim’de,  Kavî ismi dokuz  defa geçmektedir:

 

1)    Fizikî ve manevî kuvvet manâsında: Fussilet 15/ Meryem 12

 

2)    Harici destek manâsında :  Hûd 80 / Neml 33

 

3)    İlâhi kudret manâsında: Bakara 165 / Kehf 39 / Fussilet 15

 

4)    “zü’l-kuvve” olarak Allah’ın kuvvet sahibi olduğu : Zariyat 58

 

Bu sayılan dört maddedeki kullanılış biçimlerinin hepsinde de, “kavi, aziz” beraberliğinde kullanılır. Tek başına kullanılmaz.

 

5)    “şedîdü’l-ikab” yani ( cezası pek şiddetli) manâsında:

Enfal 52 / Mü’min 22

 

6)    Enfal 60. Âyette :  “…düşman için kuvvet hazırlayınız” buyruğu insana hitaptır.

 

Kur’an-ı Kerîm’de  Metin ismi:

1)    “Şüphesiz ki rezzak, kuvvet sahibi ve metin olan ancak Allah’tır” mealindeki Zariyat 58. Âyette Allah, Metin ismi ile nitelenmektedir.

 

2)    Daha çok; kâfirlerin hakka mani olmak üzere kurdukları düzenlerin, Allah tarafından mutlaka imha edileceğini bildiren Âyetlerde kullanılan “keyd” terimi, bazı âyetlerde “Metin” olarak geçer. A’raf 183 / Kalem 45.

 

Kaviy isminin kelime manâsı tam bir kudrettir. Metin isminin kelime manâsı ise, metanet yani kuvvetin şiddetli oluşudur. Allah kudretinin tam olması bakımından Kaviy, kuvvetinin şiddeti bakımından ise Metîn’dir.  Kudret ile metanet arasındaki ilgi şöyledir: kudret arttıkça dayanıklılık yani metanet o kadar büyük olur. Zayıflarda ise metanet yok gibidir.

 

İnsanların, Allah’tan başka şeylerle; meselâ para, mal, makam gibi şeylerle kudretlenmeleri, hakiki kudret değildir. Çünkü ,  bu kudretli gibi görünen zayıflar, sahip oldukları ellerinden gittiğinde kudretsiz kalırlar. Yani kudretlerinin kaynağı sağlam ve sabit değildir. Hakiki kudrete sahip olmayan bu kişiler, imkanları nisbetinde karşısındakileri ezerler. Bu sebeple sanal olan bu kudrete, esaret kudreti denebilir. İnsan neye esir olursa, sanki bu esarete karşılık, esir olduğu şeyle, diğer şeyleri hükmüne almış gibi olur. Gerçek kudrette, bu asla olmaz. Aksine karşısındakinin menfaatini yükseltme vardır.

Bu isimlerin insana yansıması ise, yine Allah’ın kudret sıfatının yansımasıyla beraber olur. Kişinin kudreti yalnız Allah’dan beklemek, korkmak, istemek ve O’nun yakınında olduğunu bilmektir. Zayıflık ise, etrafa, geleneklere, sahiplendiği her şeye bağlanmak yani esaretten gelir.

 

Bu isimlerle isimlenmiş kişiler ise hiçbir şeye esir olmadıklarından dolayı sadece Allah’ın kulu olup, O’nun kudret helvasını yiyenlerdir.

Velî

VELİY (el- Velî) (56)

Yardımcı ve Dost

                       

Kur’an-ı Kerim’de:  Veli ismi; veli, mevlâ ve vâli olmak üzere, Allah’ı vasıflandırmış olarak 11 defa geçer.

                       

1)    Yardımcı anlamında kullanılır: “Mü’min erkekler ile mü’min kadınlar birbirinin velileridir.” Tevbe 71. Burada yardımcı anlamında geçer. Gerçek yardımcının Allah olduğu: Fussilet 31,32

 

2)    Seven, dost anlamında kullanılışı: Bakara 257 / Al-i İmran 68 / Maide 55 / Casiye 19

 

3)    Bir tek Şûrâ 28’de, “hamîd” ismine bitişmiş olarak geçer.

 

4)    Pek çok âyette “nasir” vasfı ile beraber geçer: Bakara 107, 120 / Nisa 45, 123, 173 / Tevbe 74, 116 /Ankebut 22 / Ahzâb 17, 65 / Şûrâ 31

 

5)    Diğer yerlerde tek olarak : Bakara 257 / Âl-i İmrân 68 / A’râf 155, 196 /Yusuf 101 / Sebe’ 41 / Şûrâ 9/ Câsiye 19.

 

6)    Mevlâ olarak:

“mevlâ” ve “nasir” beraberliğinde Enfâl 40

“mevlâhümü’l-hak” şeklinde En’âm 62 / Yunus 30

 

7)   Pek çok âyette tek olarak geçer: Bakara 286 / Âl-i İmrân 150 / Tevbe 51 /  Muhammed 11/ Tahrîm 2,4.

 

Kelime manâsı dost olup, seven, birinin işini üstlenen, yardım eden, manâlarını da taşır. Allah yarattıklarına muhabbetini, sevgisini ihtiyaç anında ve ihtiyaç olmadan da yardım eden olarak gösterir. Yardım etmesi sevgisindendir. Yaratmış olduklarının doğru yolda giderek Zâtına ulaşmasına mani olanları, yani dine düşmanlık edenleri de kahredendir. Veliy kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçerken, Allah, yarattıklarından kendine dost edindiğini belirtmiş oluyor. Bu kul için büyük bir şereftir.

 

“ Allah,iman edenlerin dostudur,onları zulmetlerden nûra çıkarır; küfr içinde  olanların dostu ise şeytandır, onları nûrdan zulmetlere götürür; bunlar Cehennem ehlidir, orada kalırlar.”

Bakara  257

“”Onlar yeryüzünde gezerek kendilerinden öncekilerin akıbetinin ne olduğuna bakmadılar mı? Allah onları tepeledi. İmansızlar için o akıbetin örnekleri vardır. Bunun sebebi Allah’ın mutlaka  iman edenlerin dostu oluşu ve imansızların ise dostunun bulunmayışıdır.” Muhammed  10,11

 

Allah’a    dost olmak,  âyetlerden  anlaşıldığı gibi, iman ile ilgilidir. İmandan anlaşılan hakiki imandır. İmanın hakikatinde aslolan ise yakîndir. Kim Allah’ı şah damarından yakîn olarak biliyor, buna böylece iman ediyor, yaptığı işleri bu yakınlığı dikkate alarak yapıyorsa, yakîni elde etmiş demektir. Yani yakîn, o kişinin bütün hallerine, işlerine, hayatına ve ahiret düşüncesine yansımalıdır.

 

Bu isim ile isimlenen kişi, yakîn sahibidir. İmanın hakikatine ulaşmış, kendisine dost olarak Allah’ı seçmiş, O’nun dostlarını dost edinmiş, düşmanlarını düşman edinmiştir. Bu hali ile Allah’ın yarattıklarına olan sevgi ve muhabbetini bilerek, O’nun sevdiklerine yardım etmeyi ve sevmeyi başarmıştır. Böylece Veliy adını almaya hak kazanmıştır.